Koca Osmanlı İmparatorluğu nasıl çürüdü ve çözüldü? “Dirlik düzeni”nden “kesim düzeni”ne geçilmesiyle halk, derebeylerin kölesi; beyler ve paşalar, hâkim sınıf arazi sahiplerinin aleti ve oyuncağı haline girdi. Mutlak derebey egemenliği, yani irtica… Ekonomik, siyasi ve sosyal soysuzlaşma süreci… Kanserleşen payitahtlar…
Okuyacağınız makale Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın “Osmanlı Tarihinin Maddesi” adlı hacimli eserinin (Sosyal İnsan Yayınları, Şubat 2007, İstanbul) “İrtica” başlıklı son bölümüdür. Kıvılcımlı burada Osmanlı İmparatorluğu’nun çürüyüşünü ve çözülüşünü iktisadi, siyasi ve sosyal boyutlarıyla açıklıyor. Kıvılcımlı’nın kendine özgü üslubuna müdahale etmek istemedik. Bu, okumayı biraz zorlaştırabilir; ama okur yeterince emek vererek makalenin içine girerse çarpıcı bir analizle karşılaşacaktır. Günümüzle karşılaştırarak okunmasını ve tartışılmasını da tavsiye ederiz.
Tarihte toplumu organa benzetenler, tarihi canlı bir insan varlığı saymaları bakımından belki de kısmen haklıdırlar. Organ gibi, tarihi yapılar, medeniyetler ve devletler de, kolay kolay ölmeye razı olmazlar. Bir toplumun ölümden kurtulması için tek çare; damar sertliğinden ihtiyarlamış hale gelen şeklini atıp, yeni bir düzene geçmesi, yani devrim yapmasıdır. Devrimini başaramayan toplum, kör kuvvetlerin esiri halinde kör dövüşüne benzeyen isyanlara düştü mü, bu isyanlar, insanlığa bir diriliş, rejeneresans (yeniden filizleniş) getirmek şöyle dursun, bilakis, mevcut filizleri yolarak, her türlü tepki kabiliyetini yok ederek, büsbütün daha geri bir sisteme yuvarlanışı getirir. Buna irtica denir. İki rahmetten biri: Ya devrim için silaha sarılmak; yahut sarılıp da muvaffak olamadın mı gericiliğin en koyusuna tekerlenmek.
Osmanlı toplumunda sık sık görülen tepkiler başka türlü olamazdılar. Birinci Osmanlı saltanatı “ihtiyarladığı”, derebeyleştiği zaman iç ufunet çıbanı, dışarıdan atılan demir neşterle (Timurlenk’in kılıcı) ile boşaltılmıştı. İstanbul’un fethiyle başlayan imparatorluğun dayandığı dirlik düzeni, daha fazla ömürlü olamadı. Arada bir yüz yıl daha geçer geçmez derebeyleşti. O zaman, tefeci-bezirgan gelişimine uygun, sessiz sedasız bir müthiş ihtilal saray dehlizlerinde hazırlanıp kanunlaştırıldı: Kesim düzeni, mukataalar devri (Mukataa: Devlete ait bir arazi veya bir gelirin bir bedel karşılığında kiraya verilmesi veya geçici olarak devredilmesi).
O zamana kadar, gerek ilk göçebe teşkilat ve ruhu yüzünden, gerekse fütuhat dalgalanışının istikrarsızlığı yüzünden, “beytülmali müslimin” her şeyin ve toprakların üstünde idi. Devlet teşkilatı da, oradan kuvvet alarak üstünlüğünü muhafaza ediyordu. Seller göl olup sular durulunca, müthiş devlet dalgaları da hükümlerini kaybettiler. Osmanlılık, yavaş yavaş teşekkül eden büyük toprak sahipleri sınıfının emri altına girdi. Eskiden, yani dirlik düzeni üstün rejim iken, toprakların kontrolü, subaşı, sancakbeyi, beylerbeyi, vezir gibi devlet memurlarının elinde idi. Şimdi ağalar, beyler ve paşalar, büyük toprak sahiplerinin eline bakmaya yahut arazi sahibi olmaya mecbur kaldılar. Çünkü resmi devlet memurlarının üretim temeli üzerindeki tesirleri kalktı. Toprak ekonomisi doğrudan doğruya malikâne ve evkaf sahiplerinin eline geçti.
Malikâne ve evkaf demek, eskiden topluma ait toprakların, şimdi din veya devlet efsuniyle başları haleleşmiş, devlet adamında kavuklaşmış, din adamında sarıklaşmış birtakım şahıslara geçmesi demekti. Üretim temeline, toprağa hâkim olan sarıklı veya kavuklu mukataacılar, gerek toprakta çalışan çiftçi ve halk tabakalarına, gerekse, toprak ilişkilerinden tecrit edilmiş beylere ve paşalara, dirlikler dolayısıyla de tüm topluma egemen oldular.
“Ve bazı dirlikler dahi malikâne olarak ve İslam ulularına vakıf kılınarak Allah kullarına zulmedip ayaklar altına alarak, vezirler sınıfının zayıflıkları ve bozulmaları ve vakıfların serbest malikânelere müdahaleleri sonucunda, her tarafta üzüm bağları misali derebeyleri eşkıyaları peyda” (Nizamı Devlet Hakkında Mütalaat) oldu.
Halk, derebeylerin kölesi; beyler ve paşalar, hâkim sınıf arazi sahiplerinin aleti ve oyuncağı haline girdi. Bu aşama başlıca iki şekilde; bir aşağıdan yukarıya, bir de yukarıdan aşağıya gelişmeyle olgunlaştı:
1) Ayan denilen mütegallibe, para beylerinin (aşağıdan ekonomik temelden) toprak beyi haline gelmeleridir.
2) Derebeyleri: Mansıp beylerinin dereboylarını tutarak toprak beyi haline gelmeleridir. Bu, yukarıdan, siyasi ve idari yoldan iktisadi derebeyliğe varıştır.
Resmi tarih, hicri 11. asrın (miladi 17. asrın) ilk yarısında Celalilerin yok edildiğini, hicri 12. asır sonu ile 13. asır başlarında (18. asır ortalarında), yani Celalilerden 1 asır sonra ayanlaşmanın baş gösterdiğini yazar. Gerçekte işaret etmiş olduğumuz gibi, bizzat Celali isyanlarında ayan mühim rol oynamıştır. Lakin ayanın, belli başlı bir üstün sosyal sınıf hâkimiyeti kurması, Celali isyanlarında saltanatla uzlaşmasından sonra kuvvetlenmiştir. Hele isyanlardan yüz yıl sonra, elbet, memleketin mutlak iktidarı haline gelmiştir.
Demek, Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa’nın yüz yıl önce modern çağa geçmek üzere içinden fırladığı derebeylik çağına girer. Avrupa kapitalizmi ve “Batı medeniyeti” alır yürürken, Osmanlı İmparatorluğu kötü ve gerileyici bir ortaçağ karanlığına girer. Osmanlılık ile batı Avrupa, 17. asra kadar at başı beraber giderlerken, ondan sonra Batı dünyası atını sürüp geçer. Osmanlı geri kalır. Hatta geri döner. Bu ricatın “niçin”ini sonraya bırakalım.
Evvela “nasıl” olduğunu hatırlayalım.
Osmanlı çöküş prosesi, muhtelif safhalardan geçer. Derebeyler sınıfı yerleşip kökleşince, azıtan ayan devri, cemiyetin bütün katlarında soysuzlaşma tecellilerini gösterir:
İktisadi bakımdan köy ekonomisi geriler. Köylü yoksullaştıkça kaçar, köyler ıssızlaşır.
Sosyal bakımdan köyleri bırakıp kaçan halk, büyük şehirlere yığılır. Kanserleşen payitahtlar belirir.
Siyasi bakımdan ilk iki tecelli sonunda imparatorluğun aşınma ve dağılma alametleri belirir.
Bu olayları şu üç bölümde toplayabiliriz: 1) Mutlak derebey hâkimiyeti: İrtica, 2) Derebey çözülüşü, 3- Kanserleşen payitahlar.
I- MUTLAK DEREBEY EGEMENLİĞİ: İRTİCA
Derebeylik de şüphesiz bir sosyal düzendir. Yani, toplumda derebeyleşme, yalnız bir sınıfın kendi sınırları içinde kalmaz. O sınıf hâkim ise, toplumun mevcut bütün başka sınıfları ve bütün müesseseleri üzerine ayrı ayrı kendi hâkim damgasını vurur. Celali devrinde Osmanlılık, isyanları mağlup etti. Ama gerçekte, kendisi derebeyliğe mağlup oldu.
Osmanlı “ayan”ı, Osmanlı saltanatına karşı “Kızıl horoz”u yani köylü isyanını bir korkuluk gibi kullandı. Sarayın ve devlet cihazının ödünü patlatmakla kalmadı, bezirgan-tefeci kapitali de, Osmanlı derebeyliğinin patentesi altına aldı.
“Ayan”ın iktisadi kökü, sosyal manası nedir? Ortaçağ Avrupa’sında olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nda dahi, para beyi, kendini ne kadar zengin olsa, emniyette hissetmez. Daha emin bir sosyal durum ve daha imtiyazlı bir mevki edinmek için, asaletin şartı olan toprağa özenir. Para birikir birikmez, toprak beyi, arazi sahibi olmaya can atar. Toprak beyliği, adeta para babalığının kaçınılmaz sonucu olur.
Bu aşama, şüphesiz “kuvvetlu vüzeranın ademi vücutlarından naşi (etki alanlarından uzak)” (Nizamı Devlet Hakkında Mütalaat) değildi. Çünkü, bir zaman “kuvvetlu” olan vezirlerin, sonra durup dururken, hem de toptan kuvvetsizleşmeleri kör tesadüften ileri gelmez. Zaafın genel iç sebeplerini yukarıda gördük. Dış sebepleri üzerinde ise, yeri gelince duracağız: Bu, dünya tarihi bakımından Osmanlı yıkılışındaki âlemşumul (evrensel) determinizmidir.
Para babası, akçelerini işletecek daha kârlı bir iş, mesela Avrupa’daki “Şark Hint kumpanya”ları gibi teşebbüsler bulamadı mı, ister istemez toprağa yatacaktı. O sayede, hem parasını elinden kolayca alınmaz, mukaddes köklü, şahsi mülkiyeti kılığına sokmuş oluyor, hem de, toprak yoluyla çalışan halk tabakalarına hükmederek toprak beyi durumuna girmekle, memleketin hâkim, imtiyazlı derebey sınıfına katılmış, iktisadi kudretini siyasi kudretle perçinlemiş bulunuyordu.
Para babası akçeyi nereden buluyordu? Bilhassa kesim düzeni sayesinde açılan bin bir vurgun yollarından. O yolları tekrar sayacak değiliz. Yalnız derebeyliğin; toprak ekonomisi üzerine bezirgan-tefeci kapital saldırmasıyla doğduğunu bir kere daha belirtmek yerinde olur. A. Şeref’in “Netayiçül Vukuat” (Olayların Sonuçları)dan hulasa ettiği “Tarih Osmani” fıkralarında bile, ayanlaşma prosesi açıkça okunabilir.
“Ayan kimdir? “Memleketlerinin ağniya’sından (zenginlerinden) ve eshab’ı haysiyet ve nüfuz” olanlardır. Bu ‘ağniya’, nüfuz ve zenginliklerini nasıl elde ettiler? “Velahe ve mutasarrıfina (vali ve mutasarrıflara) ümitlerinden ziyade menfaat ibraz ederek mütesellimliği ve voyvodalığı deruhde etmeğe başladılar.” (Tarih Osmani, c.2, s.261)
Mütesellim: sancak idaresine, voyvoda: kaza idaresine, sancak beyi veyahut beylerbeyi tarafından tayin edilmiş memur demektir Ayan bu mütesellimliği ve voyvodalığı ele geçirince ne yapar? Memleketin “mürettebatı emiriye”sini (devlet vergilerini) ve memleket masarifini: “Eşraf’ı belde ile bil müzakere ifa ve tesviye (Belde ileri gelenleri ile görüşerek uygulayıp düzenleme)” (Tarih Osmani, c.2, s.261) eder. Gerçekte, mütesellim veyahut voyvoda olan zat, ya daha evvelce, yahut daha sonra: Cizyedarlığı, mültezimliği, deruhdeciliği, mubayaacılığı da üzerine almış bulunur. Zamanla “nazır”, “naip”, “kadı” gibi “Hükam’ı şer’i şerif”: yani narh koymağa memur adliye mesnedleri de, ayan adamlarının eline geçirilir. Bu yüzden, III. Selim devrinin ıslahatçıları, yaptıkları teklifler sırasında, bilhassa bu mütesellim, voyvoda, cizyedar, mültezimlik işleriyle nezaretlerin, niyabetlerin ve kazaların “yerluye”: yani mahalli ayana verilmemesini ileriye sürerler. Ancak o sayede:
“Aczei riaya (aciz çiftçiler) yerlerin esiri gibi muamelelerinde ve zulum, ve gadır ve taaddilerinden masun olacakları (korunacakları)” (Beriyyelşamlı “Nizamı Devlet Hakkında”) kabul edilir. “Bu Misillu zabıtan ve hukam asitane (İstanbul) tarafından tayin olundukça umuru memalikayan ve derebeyileri ellerinden çıkup zulum ve taaddilerinden fukara ve raiyet “memun” (emin) (Keza) kalır, sanılır.
Bu tavsiyeler de gösteriyor ki, “ayan” devriyle beraber ve o devirden itibaren, Osmanlı İmparatorluğu toplumu ikiye bölünür: Yukarıda “zalim” derebeyler, aşağıda “yerlerin esiri” adlı toprakbent yığınları… Adi tefecilik ve bezirganlıkla işe başlayan yerli unsurlar, yavaş yavaş toprak sahibi olurlar. Sivrildikçe derebeyleşirler. İmparatorluğun bütün iktisadi münasebetleri gibi, sosyal ve siyasi çarklarını da ellerine geçirirler. Bir sözle derebeylik, bütün imparatorluk müesseselerine damgasını vurur.
1) Ekonomik soysuzlaşma
Toprak gelirleri derebeylikte kalır: İlk fütuhat çağlarında, ele geçen yerlere namuslu “muharrir”ler gönderilir; her türlü hasılat hesaplanılarak deftere geçirilirdi. Zamanla değişen artan iratlar şunun bunun eline bırakılmazdı. Sonraları, gördüğümüz mekanizma ile, “tahrir” usulü (Osmanlı istatistiği) çarçabuk rafa konuldu. Toprak münasebetleri değişti. Üretimin kendine göre yeni fayda ve ürünleri belirdi. “Halatı cedide ve Varidat Muhaddeseyi adiyede zuhur etmekle, ol makule zevaid fevaidi ayan ve derebeyleri zapt ve ahz edüp telef ve heba” eylediler. (Beriyyelşamlı: Nizamı Devlet Hakkında Mütalaat)
Evkaf toprakları derebeyleşir: Evkaf, daha ilk doğuşta, Müslümanların orta malı olan toplum topraklarını yarı resmi yollardan aşırmaktı. Lakin, hiç olmazsa, zamanı için bir çeşit sosyal yardım ve nafia işi gibi, az çok sosyal bir görev yapan, yararlıca bir hırsızlıktı. Derebeylik yayılınca ve hâkim olunca, evkaf da onun çapulundan kurtulamadı. “Netice evkaf mahv ve indiras olmuş (kökten yıkılmış) iken bakiyei evkafa merbut (kalan vakıflara bağlanmış) kârı vesair arazi ve bakaın hasılatını ayan ve mütegalebe makuleleri beyhude ekl ve belg ettiler (yiyip yuttular).” (Beriyyelşamlı: Keza)
Sanayi ve madenler derebeyleşir: Ortaçağda, küçük zanaatlar dışında az çok büyücek birer teşebbüs olan sanayi işletmelerinin başlıcası madenlerdir.
Osmanlı’da ana toprak yığını gibi, yeraltı zenginlikleri de toplum mülkiyeti sayıldığından, maden işletmeleri, kendiliğinden -devletçilik bilinmediği halde- devlet elinde bulunuyordu. “Maden emini” denilen kimselerin kontrolünde işletilirdi. Zamanla, (tıpkı mültezimler ve cizyedarlar gibi) maden eminleri de aynı usulle derebeyleştiler. O zaman, artık, maden işletmek gibi külfetle uğraşmaktansa, maden işçilerini işletip soymak daha kolay geldi:
“Mesmu olduğuna (işitildiğine) göre, Ergani ve Keban ve Gümüşhane madenleri emnası (eminleri) maden’i hafriyata say etmeyüp (çalışmayıp) paşalar ve voyvodalar misüllü reayayı maadinden intifa edüp (yararlanıp) ol veçhile idarei umur ederlermiş bunun meni ve madenlerin imali” (Defterdar Şerif Efendi Layihası)
Ticaret derebeyleşir: Daha Kanuni Süleyman devrinde, bezirgan-tefeci sermaye, toprağı (kesim düzeniyle) kemirmeğe başladığı vakit, mansıp sahipleri işi en kaba şekliyle bezirganlığa ve tefeciliğe dökmüşlerdi. “Erbabı menasıbın kimi pirinç bezirganı ve kiminin hanesi attar dükkânı ve kendüsü bakkallık ve… neuzubillahi taala sarraflık eyleyüp, bu mürtekabat’ı ricali devlet bunlardan olmamak gerek.” (“Asafname” El Yazması, Yaprak 12)
Sonra, o ilk İslamlığın sereserpe “helal ticaret”i ortadan kalktı. Mahalli küçük bezirganlıklar bile, eşraf ve ayan koltuğuna sığıntı oldu. Bir misal: 18. asrın ilk yarısında Bartın kazasına bakalım: Haftada ancak bir pazar kurulur. Çamaşır, çıra, keten tohumu, pestil, ceviz yağı, keten ipliği, sigara, kereste gibi şeyler satılır. Pazar yerinde: “Kadı ve müftü ve İstanbul gümrüğü tarafından birer adam oturur. Bezirgan gelüp metalarını İbrahim Paşa hanına vaz edüp sakin olurlar.” Ticarete yalnız bu üç resmi memur karışsa ne iyi. Bezirgan, iş yapabilmek için asıl mahalli derebeylerden birine kapılanmalıdır: “Her biri bir mütegallibeye istiareye (bağlanmaya) muhtacdır. Ve serdarları dahi kendilerinden melundur.” (Cihannüma”nın “İlave”si! Ahmet Tevhit hediyesi nüshadan, Ülkü 85, mart 1940)
2) Üstyapıda sosyal-siyasi soysuzlaşma
Sivil idare derebeyleşir: Ayan sınıfı, daha teşekkül ederken, memleket idaresinin ana çarklarına işlemiş bulunur. Yavaş yavaş palazlandıkça yukarı kademelere doğru el atar. Devleti kontrol altına alır. Halkı “yerlerin esiri”ne çevirir. Önce, voyvodalık mütesellimlik gibi, alçacık, fakat kaymaklı işlere girişen unsurlar, orada yükünü yaptıkça, kuvvetlendiği ve yapabildiği ölçüde bağımsızlık peydahlar. Hükmünü nesilden nesile sürdüren bir sülale, handan küçük saltanatçıklar kurar. Resmi tarih, bu idari soysuzlaşmayı: “Hoşnut”luk, “iktidar”, “dirayet” gibi sözlerle izaha çalışır:
“Sahibi dirayet olanları, hem memuriyetini, hem ahaliyi hoşnut etmekle tezyid’i şan (şanı çok artmış) ve servet ve tesis’i Bünyan (binalar yaptırmış) asabiyet’ edüp, vefatları vukuunda ya hanedanından veya mensubatından bir muktediri anın makamına kaim olurdu.” Aydın’da Karaosmanoğulları, Bolu’da Cebbarzadeler gibi sülaleler, “zengin ve namdar ocaklar teşkil” ederlerdi.” (A. Şeref, Keza, c.2, s.11) İçlerinde “valiliğe kadar irtifa edenler oldu.” (Keza) (Bugünkü demokraside: vekilliği bile beğenmeyenler çıktığı gibi).
İmparatorluğun sosyal bünyesinde bu kadar yer eden derebeyiler, üstte bocalayan merkeze bağlı Osmanlı memurlarını hiçe sayarlar; alttaki halkı diledikleri gibi ezerler. A. Şeref bile, bir sayfa önce ayanın hoşnutlukla şan kazandığını yazarken, bir sahife sonra belirtmek zorunda kalır: “Evaili kurun salis’i aşrede (13. asır hicri/18. asır sonları) Anadolu ve Rumeli’nin her köşesinde böyle birer ayan türeyüp” ayanın “bir takımı ahaliyi ezmekle iktisabı servet ve kudret” eder. “Ahali hakkında mucibi şikâyet muamelat itisafkarane” bulunur. “Memurin’i devlete karşı da izharı nefret ve nuhuvvet, eyleyüp”, “Erbab’ı kudretten derebeyleri zuhur edüp vakten vu vakt harekat’ı serkeşaneleri (zaman zaman itaatsizlik hareketleri)” görülür. (Tarihi Osmani, c.2, s.262)
Ordu derebeyleşir: Kara ordusu: Eski dirlikçiliğin en soysuz şeklini mukataalara uygular.
Mukataaları: “İtaatsiz sipahiler görev yapıyoruz diye, kamu malını zaptetmekte, rüşvete yönelip, fakir çiftçilere türlü zulüm ve eziyet etmekteler. Bundan başka mukataa gelirlerinin az bir kısmını devlete verip kalan çok miktarı kendileri yiyip yutarlar.” (“Nizamı Devlet Hakkında…” Beriyyelşamlı, A.T. Hediyesi)
Hele sınır boyları bir mahşerdir: “Sınır boylarında ocaklı adında gayretsiz ve hamiyetsiz soyut bir sınır koruyuculuğu unvanıyla, fakir çiftçiye zorla sataşma ve istemeden diş kirası dağıtma gibi bahanelerle.” (“Nizamı Devlet Hakkında” Beriyyelşamlı, A.T. Hediyesi) halkı soyarlar.
Donanma: Kara ordusundan aşağı kalmaz. İşi gücü, deniz kıyısı ve ada halkını soymaktır:
“Sultanlık ordusunun komutanları ve askerleri yalnız deniz kıyısındaki ülkeler ve büyük şehirlerde zulüm ve yıkım yapmakla kalmayıp, özellikle adalarda yerleşik ada çiftçilerini soymak hususunda mesailerini harcamalarıyla.” (“Nizamı Devlet Hakkında…” Beriyyelşamlı)
Ordu iaşesi, milletin başına beladır. Defterdar Şerif Efendi, reayadan harp emini olarak bir yerine 4-5 misli vergi alınmasının kötülüğünü anlatırken tekrar eder: “Kalyon kerestesi ve levazımı sairesi Devleti Aliye’nin camii mühimmat ve zehairi (malzeme ve zahiresini) adeta halkın rızasıyla ve rayici üzere mubavaa olunup istihdam olunan ameleye adet üzere ücret verilüp şu belki İstanbul’da vesair mahalde halk malını Devleti Aliye’ye satmakla gayrılara satmak müsavi ve amele dahi saire işlemekle Devleti Aliye’ye hizmet etmek bir olup ahz u itaya katiyen tekellüf” yapılmamasını tavsiye eder.
Bundan anlaşılıyor ki, en normal zamanda, ordu, donanma ihtiyacı için gereken mallar zorla alınır, istenilen fiyatla ödenir. Tutulan işçiler angarya ücretiyle çalıştırılır. Artık sefer zamanları, bu satın almaların ve ordunun nasıl bir afet olacağını anlamak güç değildir. Koca Sekbanbaşı, “yoldaş”larını tenkit ederken bu ciheti şöyle tasvir eder:
“Rumeli ve Anadolu’da konduğunuz Müslüman ve reaya hanelerini yakup yıkup ve ayallerine ve kızlarına el uzatup bunca fazahat (alçaklık) ederek.” (“Hulasat-ül Kelam Fi Redd-il Avam”)
Kültür derebeyleşir: Kanuni Süleyman’a kadar olan devirle, ondan sonraki devrin kültür farkını anlamak için, “Aşık Beşezade” tarihi ile, Hoca Sadettin’in “Tac’ut Tevarih”ini karşı karşıya getirip okumak yeter. Aşık Beşezade, açık Türkçe ve kısa cümlelerle tertemiz bir realizm güder. Tacı Tevarih: Onu kopya ettiği halde, yer yer tahrife kalkar. Ağdalı, karanlık, yarı Arapça yarı Farsça bir dil kullanarak, Tarih ilmini en kötü manasıyla divan edebiyatının yamalı bohçasına çevirir. Neden?
Çünkü, Süleyman Kanuni’ye kadar, Osmanlı kültürlüleri, bugünkü ana dilimiz olan Türkçe’nin gayretli kurucularıdırlar. Tekke edebiyatından tarih ilmine kadar her bahiste; halka inmek, halka anlatmak için uğraştıklarından, öz Türkçe’ye dört elle sarılırlar. Orta Asya’dan yeni gelmiş, göçebeliklerini tamamıyla kaybetmemiş bir toplum, İslam medeniyeti gibi ömrünü doldurmuş, kargaşalı kültür mahşeri ortasındadır. Bu şartlarda öz Türkçeyi kullanmanın güçlüğünü Türk dili kurucuları pek iyi bilirler. Ona rağmen, büyük iş yaptıklarına inanarak ileriye atılırlar. Çünkü halka inançları kuvvetlidir. Arapça ve acemce anlamayan Türkiye halkına kendi dilleriyle bir şeyler öğretmek isterler. Bilhassa Osmanlı’dan evvelki Selçuk saltanatının Türkçeye karşı ihmalini ortadan kaldırmaya çalışırlar. Anadolu’da Türk milletinin yeni bir toplum olarak doğum sancıları geçirdiği çağda, bu durumu en iyi anlatan Aşık Beşe’dir:
“Türk diline kimesne bakmaz idi – Türklere her giz gönül akmaz idi.
“Türk dahi bilmez idi bu dilleri – ince yolu, ol ulu menzilleri.”
Fuzuli, “Hadikat’ül Saada”sının önsözünde, Türkçe meram ifadesine girişirken evliyalara sığınıp, Allah’a: “Sen bilirsin!” demek zorunda kalır.
“Eğerçe ibaret’i terkide beyan deşvardır. Zira ki ekseralfazı rekik (kekeme) ve ibareti na-hemvardır (uygundur). Ümittir ki himmet’i evliya itmamına müsaid ola ve encamına muavenet kıla: Şiir:
(Ey feyzi resadi arab ve terk ü acem
kıldın arabı efsahı alem
ettin feshai acemi aysi dem
Ben terk’i zebandan iltifat eylemeğim.)
İlahi! vakf’ı keyfiyet’i hal ve alem’i dekayık’ı efal, sen biliyorsun ki, senden gayrı muayyen ve mezaherem yokdur. Ve etraf ü vecanibde hased ve men’andım çokdur.”
Toprakların genellikle toplum mülkiyetinde kaldığı bu ilk çağ, Osmanlı İmparatorluğu’nun balaylarıdır. Hâkim ideoloji, elbet ve ister istemez gene dindir. Lakin, din Irak’ta, Acem’de derebeyleşmiş olmasına rağmen, Anadolu’da adeta rönesansa (dirilişe) uğrar. O devrin kültüründe, bir fütuhat kılıcı kadar keskin ve hamleci, ideal kadar parlaktır. Göçebe geleneklerini kaybetmemiş Osmanlılığın maddi zafer gücü, manevi kudretiyle at başı gider. Bunu bütün imparatorluk tarihinde, Şeyh Mahmut’un, nasılsa ziyan edilmemiş olan şu beytinden daha güzel ve daha yüksek ne ifade edebilir:
“Velayet gösterüp halka, suya seccade salmışsın
“Yakasın Rumelinin dest’i takva ile almışsın.”
Gelibolu’ya sal ile geçiş, “Suya seccade salmak” kabilinden bir keramet gibi gösteriliyor. Ve “Rumeli yakası”nın kanlı kılıcıyla değil “Dest’i takva ile” (inanç gücünün eliyle) zapt edildiği anlatılıyor. Osmanlı, tarih yolunda bir temizlik yaptığını sezmektedir. Bu temizliğin büyük insan yığınları harekete gelmedikçe olamayacağını bilmektedir. Teşkilatçı ve güdücü yığın Türk’tür. Onun için, en koyu din propagandası bile, Türk’ün Orta Asya inançlarıyla harman edilmektedir. İslam akideleri, Şamanizm aşısı ile rönesansa uğratılmakta, yani diriltilmektedir: “Mevlud”u yazan Süleyman Çelebiler, “Muhammediye”yi yazan Yapıcızade Muhammet’ler, Türkçenin en güzel ve ince örneği olan Osmanlı Türkçesini işlerler. Onun için, gerek Mevlut, gerek Muhammediyeler ve Ahmediyeler, bugüne kadar, kara halkın kucağında heyecanla saklandı. Bugün bile, Türk dilinin ölmez anıtları sırasındadırlar ve hem araştırılan, hem yaşayan birer hazinedirler.
“İslam’da Ahmet ve Necati – idarei dilşikeste zatı
“Terki sahne temel komşular – ama temeli güzel komşular.”
Miri topraklar kesim düzenine girince, Osmanlı idaresi kitlelerin bir çırpıda halkla temasını kesti; araya giren tufeyli zümre ve sınıflar çoğaldıkça, Osmanlı sistemi halktan uzak ve halk düşmanı kesildi. O zaman, hâkim edebiyat da bu modaya uydu: Halk edebiyatı olmaktan çıktığı ölçüde, Türkçeden kaçtı. Saraç çıraklığından “reisülşuera” (artık şairlerin de bir derebeyi!) mertebesine çıkan, Sultan Süleyman ile üç halefine nedimlik eden Baki, edebi irticaı bütün şiddetiyle başaracak durumda idi:
“Baki’ye seza olunsa tayin
“Tabir’i müceddet ve(…)”
Gerçi öz Türkçe olmadığı gibi öz Arapça veya Farsça da olmayan bu Arap-Acem düzmesi divan edebiyatı dili “yeni” bir şeydi. Ama onu icat edene “müceddit” denilebilir miydi? Müceddit “uydurmacı” manasına gelirse, evet. Nazımda, Bizansvari tumturaklı lakırdı; “tarzı kadim” öyle bir şeydi:
“Ey payebend damına kayd nam ve teninin
“Ta ki havai meşgulei dehri bi dertın?”
“Ey öneğilme kaygusu” denilen tuzağa ayağını kaptırmış kimse:
Dünya işini hava cıva sayan bu iki mısralık 13 kelimeden bir tanesi bile Türkçe değil!
Zaten o devirde Osmanlı kültürlüsünün sayısı bir avuç değil, bir tırnak altı kadar yeri ancak tutar. Öyle bir yerde bunların kullandıkları dil öyle içine girilmez imtiyazlı bir ehram kılığına sokulursa, insan kafasının hayrını görmeli. Türkçe, Türkçelikten çıktı: “Osmanlıca” oldu. Fakat bu, kadim imparatorlukların, birçok aşiret lehçeleri üstünde gelişen müşterek kavim dili değildi. Mesela Yunan yahut Roma medeniyetlerinin dilleri topluma mal edilmişti. Osmanlıcanın divan dili, bir “Hizb’i Halil”in (seçkin zümre) sınırını aşamazdı. Fakat o hizb’i halil için bile, o dil, bir kapalı tarikata mahsus ayin dili kabilindendi: Osmanlı kültürlüsü yazarken, o dili ağdalandırıp gevelerdi; ama konuşurken insanlar gibi: Türkçe konuşurdu. O yüzden Osmanlıca, bin bir dil ve şivenin sentezi değil, uydurma bir marifet argosuydu.
Neden bunu yapıyorlardı? Sosyal gerilik zihinleri o kadar bunaltmış ve afyonlamıştı ki, derebeyleşme o derece beyinleri kemikleştirmişti ki, Osmanlı kültürlüleri niçin halktan gizli argo kullandıklarını sıkılmadan itiraf ediyorlar, daha doğrusu, lafımızı halk anlamıyor diye övünüyorlardı:
“Buna rehanei murabbaı tarhı melmui satıh’ıl mühendishanei sat yesat kelam ve evanü türye ve eyham ile vakıf’ı ulemai (ilam: yazmalar) ilam kılınup efanin (efanin: sarılı sık ağaç dalları) kitapdan iki mutarra (taze) bab tertip olunduki zinhar şartı vakıf zümrei avama yol vermeye ve bu bigar hanei mücella zemin muttala zaman, şahane sünbülzar hutut’u meşkin ve eşcar’ı persumar mufi rengin ile mahsus ürfai kerem olup cedvel (hılkariden) Çar dıvar ile tahdid kılındı ki tahdit devirbaş (ev baş mı?) hame ile harem muhteremeyne cahil ve nadan girmeye (lemharere): layik bu kim bu ruzei darülkarar huld erbabı ilme mesken ola gayrı girmeye
“Nadan deyuvuş dehen marharmeden girmek murat ederse duam ol ki irmeye” (Hazzabülkitap “Ziyl Şekayık” Latai s.4)
Bu hangi dilde ne söylediği güç cümleli beş, on, yirmi satırı, becerebilirsek (!) şöyle tercüme edebiliriz:
“Şu söz kilim keçesinin döşenip dayanması ve ‘türbe ve ipham’ denilen iki yüzlü laf etmenin dört köşe tarhlı parlak mühendis evi yüzlü kârhanesi ile, bayrak bilginlere vakf ettiğimiz kitabın, birbirine sarılı sık dallarından taranmış iki kanatlı taze bir kapı meydana getirildi ki, sakın ola, vakf edenin şartı: Halktan kimselere yol vermesin ve bu tabanı celali, zamanı yaldızlı nakışı dept evi: Misk kokan tarhlı şahane sünbül bahçesi ve rengarenk manalı meyve dolu ağaçlarıyla, yalnız şeref ve izzet sahibi ariflere mahsus olsun (bir söz okunamadı, galiba padişaha mahsus) ana dereden dört duvarla sınırlandırıldı ki, cahil ve nadanlar (kaba) kalem çapkınları onun sayın haremine girmesinler.
“İşin layığı budur ki, bu ölmezlerin oturma evinin bahçesi ilim adamlarına mesken olsun. Buraya başkaları girmesin. Şayet nadanlardan biri kalem yılanının dudağından dev gibi girmek isterse -duamız budur ki- ermesin!”
II- DEREBEYİ ÇÖZÜLÜŞÜ
Mutlak derebey hâkimiyeti nereye varır? Bütün sosyal bağların çözülüşüne. Bu çözülüş biri santrfüje (kuvveyi an’el merkeziye) merkezden muhite kaçış, ötekisi santrpiyer (ale’l merkez) muhitten merkeze kaçma olmak üzere iki zıt yönde olarak birbirini tamamlayan bütündür. Önce santrifüj çözülüşleri görelim.
1- Yukarıdan çözülüş
Siyasi mekanizma alttan alta ayanın eline geçerken, imparatorluk memurları da zamana uyarlar: Ya kendileri de ayanlaşırlar; yahut derebeyi oyuncağı haline girerler.
Eskiden liyakatlı vezir 4-5 sene için tayin olunurdu. Bunlar: “Ehli fesad derebeylerini tedip ve kuşmal ü tarik ve mesaliki kıta’ı tarik makulelerinden tathir (temizleme)” ederlerdi. (Nizamı Devlet Hakkında: Beriyyelşamlı) Yani, ilk Osmanlı memuru, derebey düşmanı idi ve bezirgan yollarının emniyetini korurdu. Barış zamanında Osmanlı memurunun işi bu derece mühimdi. Harp zamanında, aynı adam, bütün ayan, ağa ve adamlarını orduya çekip getirir. Yani, Osmanlı ordusunun adeta profesyonel kadrosunu süratle harekete geçirirdi. Ayrıca bu ordunun, geçtiği yollarında: “Zapt ve rapt ile fukaray’ı raiyeti payimal ettirmiyerek” fütühat başarmasına imkân verirdi.
Miri toprakların kesim düzeni, mansıpların alış veriş konusu olmasına kapı açtı. O zaman “emanet kübrayı vüzeratı ihsan ve ol misillu gayrı mecrub’ül etvar zatlar” kapmaya başladılar. Bunlar: “bir mansıba nail oluncaya değin caizei kadimei mutadeden gayrı (bilinen eski izinlerden başka) ubudiyet (kulluk) ve sair vechile tok ve tahammüllerinden hariç masarıfa düçar (aşırı masrafa) ve düyun’u kesireye giriftar (aşırı borca girer)” (Nizamı Devlet Hakkında: Beriyyelşamlı) olurlardı. Artık o çeşit beyler için şu iki rahmetten biri beklenirdi:
Birinci Prose 1) Vezir birkaç ay sonra azl edilirse: Kaptı kaçtı vezirler: “Vardıkları menasıbda dahi bir kaç mah aram etmek”ten fazla beylik süremiyeceklerini bilirler. Onun için, koyun sürüsü içine dalmış aç kurt gibi, ortalığı alelacele allak bullak ederek, soyup soğana çevirirler: “Uğradıkları kasabat ve kurayı, bilzarure tahrip ve perişan ederek tayiş (geçim)” (Keza) peşinde koşarlar. “Fırsat ganimettir, diyerek borçlarını ödeme yoluna girmek, dolayısıyla zulmü uzaklaştırıp, şehirleri harabedenleri cezalandırma ve sonlandırma alışkanlığı” (Keza) edinirler.
Artık devlet adamı, asayiş adamı olmaktan çıkar. Fermanlı haydut haline girer. Bindiği Osmanlı dalını kesen bir derebey kesilir. Büyük serbest malikâneler derebeylerin yahut evkafın (din beylerinin) eline geçmiştir. Yalnız gerek din, gerek dünya derebeyleri, bu emlakı mülk gibi kullanamamaktadırlar. Beride ise, mütemadiyen borçlanmaktadırlar. O zaman topraktan acısını çıkaramayan bey, insanın derisini yüzmeye kalkışır. Devlet adamları kısa zamanda karunlaşmak için medeni eşkıyalığa çanak tutarlar:
“Memleketlerde ayan ve derebeyleri namında olan eşkıyaya övgü ile davranılıp, mülklerinin temini ve düzeni için yol ve yordama bakmayıp, kimilerinin durumlarını düzeltme ve çok miktarda mal edinmelerine anlayış gösterilirse, hemen sudan bir bahane ile, el koyma” (Keza) yoluna girerler. Artık devlet adamı sakalı derebeyliğe kaptırmıştır.
“Kuvvetli vezirlerin azalmalarından dolayı, türlü türlü, yüzsüz, sorumsuz kötülük, hainlik ve sadakatsizlikleri açıkça görünen derebeylerine kapılananlar artar. Onların çoğu, vezirlerin perişanlığı ve derebeyilerin sıkıştırması sonucu mallara el koyan itaatsiz askerler haline gelirler. Her tarafta din düşmanlarının istila ve galibiyetleri” (Keza) görünür.
İkinci prose 2) Vezir uzun müddet yerinde kalırsa: Vezir çabuk azl edilince, başa gelenleri gördük. Vezir azl edilmezse olanlar daha beterdir. Dört, beş yıldan fazla yerinde kalan vezir, bağları kopmuş imparatorluğunun bir köşesinde, kendi başına hükümdar kesilir. Bu sivrilen derebeylikler içinde, Osmanlı’dan önceki saltanatlara, hatta Abbasiye hilafetine mirasçı olmak isteyen bağımsızlık iddiaları görülür.
Mesela, vaktiyle Basra, Musul, Bağdat, Şehrizol (Kürdistan), Mardin mukataaları devletçe zapt edilirdi. Bu sayede her yıl 20 bin keseden fazla gelirdi. Sultan Murat, buraları yeniden zapt edince, Hasan Paşazade Ahmet Paşa: Basra, Zol ve nihayet Mardin voyvodalıklarını ele geçirdi. Sultan Murad’ın kararıyla Bağdat irsaliyesi 6 bin keseye, sair civardan gelen Bağdat mevacibi de 300 ila 500 keseye düştü. Bütün o mıntıka Ahmet Paşa’nın köleleri elinde kaldı. Ve Ahmet Paşa’nın kendisi “Hilafet’i Abbasiye istiklaline” kalkıştı.
Mısır tarafları daha başka türlü gelişmedi. Arazi, Selim’in yaptığı tahrirlerle kaldı. “Mısır hazinesini getirmek için beyler gönderip” (Nizamı Devlet Hakkında, Beriyyelşamlı) kendi aralarında buluştular. “Beyhude beyler namında olan melunlar zarara uğramış varlıkları ve Mısır’ın toplam gelirlerini lokma lokma yiyip yutup (Keza) imparatorluğu tıknefes ettiler.
Bilhassa bu olaylar: Irak ve Mısır gibi iki ana medeniyet yolu üzerinde derebeyleşmenin artması, Osmanlı İmparatorluğu’nun, kesim düzeninde, faraza batıda olduğu gibi kendiliğinden kapitalizme geçemeyişinde, büyük rol oynamıştır, denebilir. Çünkü Avrupa’da sermaye birikişine hız veren uzak dış ticaret, daha doğrusu Hint kumpanyalarının bezirgan yolları, Osmanlılık için buralardan geçer. Bu yolların derebey sikleroziyle tıkanması, Hint yolunun Avrupalılar eline geçmesini kolaylaştırdı. Ve Osmanlılığın can damarını kesti.
Birinci prose: Derebeyleşmeyi katmerleştirerek Osmanlı yapısının iç münasebetlerine coup de grace’ı vurdu.
İkinci prose: Derebey istiklallerini kışkırtarak Osmanlı yapısının dış ilişkilerine son vuruşu indirdi.
2) Aşağıdan çözülüş
Birinci Prose 1) Köy ekonomisinin çökmesi ve köylerin ıssızlaşması: “Tımar ve Zeamet usulü: Zirai teşvik, karye ve nevahiyi tasallut’u eşkiyadan (köy ve nahiyeleri eşkıya zulmünden) muhafaza” (A. Ş. Tarih Osmani s.260) için kurulmuştu. Kesim düzeni ile birlikte; dirlikçinin yerine malikâneci ve mültezim güruhları geçerek, ayanlaştılar, derebeyleştiler. Ayan ve derebeyi soygununun ağırlığı altında baş gösteren derebey dağılışı: Sosyal, siyasi, idari, askeri ilh, kargaşalıklar bütün ülkeyi kapladı. O zaman köylü, bir yandan derebeylerin normal soygununa, öte yandan eşkıyaların anormal çapuluna açık saha haline geldiler. Bir zaman zirai istihsali bezirgan münasebetleriyle bağlayarak az çok bir inkişafa kapı açan yollar bile, kargaşalık arttıkça, köyler için salgın hastalık getiren birer afet kanalı oldular. Bu kanaldan artık alışveriş değil, resmi veya gayrı resmi, kanunlu veya kanunsuz talancılık akıp geliyordu.
Bilhassa Celali isyanları, yol ve topluluk afetlerini büsbütün arttırdı:
“Celalilerin ve kapusuz kalan başıbozuk tevaifi askeriyesinin taarruzatından masun kalmak (asker güruhunun saldırılarından korunmak) için köylüler büyük caddelerden kaçmışlar ve büyük köyler, onar, yirmişer haneli küçük köylere inkisam etmişlerdi (bölünmüşlerdi).” (A.Ş. Keza) Bu dağılış yüzünden, köy ekonomisi, gelişmek şöyle dursun gerilemeğe başladı: “Bin tarihinden sonra Anadolu’da tekessür (çoğalan, yayılan) eden Celaliler, envaı mezalim ve tahribat icra eylediklerinden, büyük köylerin inkisam ve işler caddelerden tebaidine (ayrılmasına) sebep vermekle… küçük köylerin bir araya ceminden mütehassıl olacak şenlik ve menafi (faydalar) husul bulamadı.” (Keza, s.360)
Klasik tarih, böylece, köy ekonomisinin bozuluşunu genellikle Celali isyanlarına ve başıbozuklara bağlamakla yetinir. Bu, adeta, halkın yoksulluğunu, gene halkın kabahati gibi göstermeye varmaz mı? Uslu durulsa bir şey olmazdı, demek ister. Gerçi, Celali isyanları, isyandan sonraki partizan hareketleri, başıbozuk salgınları, kapısız kul belaları, köy ekonomisine müthiş darbeler indirmiştir. Ama bu kargaşalıklar, bildiğimiz gibi, sebep değil neticedirler. Kargaşalığın sebebi: Temelli toprak ekonomisinde dirlik düzeni yerine kesim düzeninin geçmesidir. Köylerin ıssızlaşması, yalnız Celali isyanlarından ileri gelseydi, isyanlardan sonra, her şeyin yerli yerine dönmesi ve köylerin mamurlaşması gerekirdi. İsyanlar, köy ıssızlaşmasına gürültülü bir başlangıç olmuştur. Lakin, köylerin yoksulluğu ve ıssızlaşması, Celalilerden sonra durmamıştır, bilakis daha korkunç derecelere varmıştır. Ağır ayan ve derebeyi çapulu, gel geç Celali isyanlarına rahmet okutmuştur.
Nitekim, Osmanlı yazarı, mektepte okunacak tarih kitabı yazmayıp da, saraydan geçirilip kendi aralarında kalacak etütler yaptığı vakit, köy ıssızlaşmasının derebeyleşmeden ileri geldiğini gizlemeye kalkışmaz. III. Selim devrinin layihaları bu hakikati her satırda nakarat gibi tekrar ederler. Kesim düzeni ile azan hayasız ayan, tefeci, bezirgan, ağa soygununu belirtirler.
“Aciz çiftçilere dayanabileceklerinden fazla türlü çeşitli zulüm ve eziyet etmeleriyle, çiftçi ve diğer halk tabakası gece ve gündüz, çoluk çocuklarıyla aç ve çıplak çalışıp, bildirilen vergileri ödemeye çalışarak, sonunda üstesinden gelemediklerinden, insan doğası gereği, ekinlik ve arazilerini terk edince, kasaba ve köyler harap olup” (A. T. Hediyesi: Nizamı Devlet Hakkında…”) gider.
Osmanlı köyü, aslında bu derebey çapulu ile çöker. O çapul yüzünden, Kanuni devrinde, kesim düzeniyle beraber mali, siyasi, hatta dini baskılara uğratılan köyde: “Bir yerin reayası zulümden kaçup neuzubillahi teala bir ahır yere kaçup” (Asafname s.17) canını kurtarmaya bakıyordu. Köylere: “Cebren mescit yaptırıp ve namaz kılmaktan ihmal edenler tazir (azar) lazım olur mu? Elcevap: olur!” (Kanunnamei Derzaman’ı Süleyman) fetvaları, biraz da köylünün bu can havli zaviyesinden yağdırılıyordu.
Elbet bu temelli sebebin harekete geçirdiği mekanizma, toplumun bütün öteki sahalarında etki ve tepkilerini yaptı. “Ayan ve derebeylerinin tasallutları hasebiyle harabeyi memalik (mülkler harap oldu)” (A.T. Hediyesi “Nizam Devlet Hakkında Mütalaat”) olduğu yerde kalmadı. Maden eminleri “Etraf ve eknafların (yanların) da vaki kazalara vesilei mezalim” (Keza) kesildiler… Cizyedarlar “Kazanın sahipsiz çiftçilerine, katmerli vergileri yükleyip ve Müslüman olmayan çiftçilerin çoluk çocuklarıyla, gece gündüz, aç ve muhtaç çalışıp bir senede elde ettikleri malları soygun bedelleriyle alarak biçare çiftçileri çoluk çocuklarıyla beraber, kötü müteahhitlere sığınmaya mecbur bırakır. O melunların da çeşitli zulümlerle bu biçareleri yakıp harap etmeleriyle” (Keza), Osmanlı ekonomisinin dört bir yanı derebeyleştikçe halka ateş kesildi.
Burada eli silahlı ve yüzde yüz hazır yiyici ordu bu yağmadan geri kalır mıydı? Gördük. “Sipah serkeşleri”, barış zamanı miri toprakların üzerine çekirge sürüsü gibi saldırdılar. “Bilcümle karye (köy) ahalileri perişan ve sergedan (şaşkın) ve ekser karyeler harap olduğundan maada hasarat’ı miriye nümayan (görünür biçimde)” (A.T. Hediyesi “Nizamı Devlet Hakkında”) oldu. Savaş zamanı, büsbütün kabadayılaşarak, “reaya hanelerini yakup yıkup” (Hulasat-ül Kelam Fi Redd-il Avam) bastıkları yerde ot bitirmediler. Ordu çalar da, donanma armut mu toplar? “Çürük çarık bir, iki aktarma sefinesi (gemisi)” kurmaktan başka işe yaramayan donanma izbandutları “kereste vesair malzemei tersaneye mahsus kazalar kereste bedeli, akçe ahzı vesair tasallut ile harab ve yebab ve fukarayı raiyetin ciğerleri kebap” (A.T. “Nizamı Devlet…”) ettiler.
İkinci Prose 2) Reayanın düşman ve nasaraya sığınması: Osmanlı’nın göçebe ruhundaki hakkaniyet ateşi sönmediği müddetçe, Osmanlı ordusu, Müslümanlar kadar, hatta Müslüman’dan ziyade Hıristiyanlar tarafından kurtarıcı gibi karşılandığı ve hatta Hıristiyan halkın Hıristiyan makamlarına karşı geldikleri tarihi bir olaydır.
“Devleti Aliye iptidai zuhuru muadelet nesurunda (şeri öşürden ve cizyeden başka vergi almadığı zaman) vesayei Devleti Aliye’de emn ve asayiş bal ve refah hal üzere reaya kefereleri müşahede ve devleti aliyei Osmaniye ehli zimmet riayasına bugüne adl ve dadat (doğruluk) ile muamele buyurduğunu muayene eyleyüp kendülerunun hem diyn ve hem mezhepleri olan hudud efzun (aşırı) zulüm ve adüvven ve esir misullu imal ile turuk ve tahammüllerinden bir’un tekulif’i şaka tahmil ile ahvallerinin perişan olduğunu mülahaza ve tefekkür birle Devleti Aliye tarafından meyli kütli ve bilcümle Rumeli tarafları dahi Devleti Aliye’nin zir hükmünde olmaları temenni eyledikleri malum’u Devleti Aliye olmakdan naşi Rumeli canibine dahi sayebahş adl ve dad olduklarında kıllet cünud muvahhidin’e zehair ve mal zemelerini tedarik hususunda külli ianet ve fettıi kuba ve husun vesail ve turukuna delalet etmelerile Devleti Aliye Rumeli’nin memduh ve muteber ve kesr’ül menafi mahallerini dahil havzayı hükümetleri buyurup şan ve şevket ve kuvvet ve azametleri kat kat müzdad.” (A.T. Hediyesi “Nizamı Devlet Hakkında…”) olmuştu.
Lakin dirlik düzeni bozulup, kesim düzeni soysuzlaştıkça reayanın da huzuru kaçtı. O zaman akım tersine döndü: “Bir müddetten beri bazı belalar ve başka sebeplerden gerek malikâne, tımar ve zeamet, satınalmacılar ve cizyedarlar (baş vergisi toplayanlar) tarafından gerekse ayan ve derebeyleriyle, onların vekilleri tarafından Müslüman olmayan çiftçilere yapılan zulümlerden, Müslüman çiftçiler ve halk şiddetle rahatsız olmakta” “çiftçiler başka ülkelere kaçmaya ve sığınmaya” (A.T. Hediyesi “Nizamı Devlet Hakkında”) başladı.
Bu kaçanların bir kısmı kesim düzeni mültezim ve evbaşlarının akınları önünde yerini yurdunu bırakıp, büyük merkezlere güya sığınırlar. Bir kısmı da kendilerine sınırca daha yakın olan ecnebi devlet topraklarına geçerler:
“Müslüman olmayan çiftçilerin bazılarının Avrupa ülkelerine sığınmaya mecbur olması, yerlerinin harap olması gibi vahim durumların yanında, tahammüllerini aşacak derecede artan zulümlerden de yılıp, diğer ülkelere” (A.T. Hediyesi “Nizamı Devlet Hakkında”) dağılırlar.
Aynı reaya, vaktiyle kendi dindaşı “Nasara”ya karşı Osmanlı’yı adeta imdadına çağırırca karşılardı. Sonraları Osmanlı’ya karşı, Osmanlı’dan sonra gelişen yeniden dirilmiş “Nasara”yı çağırır oldu.
O sıralar, “Acem” ülkesi yeniden “Tevaifül müluk”leşmişti. “Nemselü” (Avusturya): Çöküş alametleri altında Prusya’dan korunmağa çalışıyordu. Yalnız, Osmanlı’dan sonra barbarlıktan yeni kurtulmuş “Rus menhusu” batıya doğru açılıp, Lehistan’ın yerine geçiyordu.
“Seksen iki tarihinde yapılan sefer sırasında Akdeniz’deki adaların çoğunluk ahalisi, tahammüllerinin dışında vergiler salındığından, devletin kurulu düzenine itaatten geri dönüp” (A.T. “Nizamı Devlet Hakkında…”) Osmanlı’yı bırakıp Rus’a güvenme yolu açıldı. Seksen iki (yani 1182/1768) seferi bunun tipik örneğini verdi. 18. yüzyılın ikinci yarısında, adalar, Rus donanmasına kapılarını açtı. Eflak, Boğdan şöyle dursun, bizzat Kırım’ın Müslüman ve ırkdaş Tatarları “Hane ve emlakleri yedlerinde kalmak üzere” yılda 3-4 altın vergi vermek şartıyla hep “Rus menhusu”dan yana geçtiler. Çünkü Osmanlı rejimi soysuzlaşıp, derebeyi idaresi kılığına girmişti. Osmanlı ordusu kurtarıcı rolünü bitirmişti: “Sınır komutanlığı unvanıyla reayalar fıkarasına zulüm ve zorla, istekleri dışında diş kirası dağıtma ve başka bahanelerle mallarını zaptedip, çoluk çocuklarını esir gibi kullandığından, savaş sırasında karşı tarafa yardıma ve sığınmaya mecbur ettikleri açık” (A.T. Hediyesi Nizamı Devlet Hakkında…) bulunuyordu.
Artık iş, yalnız savaş patlak verdiği zaman düşmanları çağırmakla da kalmıyordu. İçi bu kadar çürümüş bir imparatorluğu, dışarıdan gelip yıkmanın kolaylığını göstererek, dış düşmanı Osmanlı ile dövüşmeye kandıranlar bile, gene Osmanlı reayasının ta kendisi oluyordu:
“Osmanlı reayasından hizmeti sebebiyle Moskova’da yerleşmiş, malı ve hilesi çok, sözü geçen şermet dedikleri utanma ve hayası olmayan” (Koca Sekbanbaşı: Hulasat-ül Kelam…) kimseler çıkıyordu. Rusya’ya “Osmanlu leşkerinin cümlesi boşdur” diyerek, İstanbul’u almak için su bendlerini basmanın yeteceğini öğretiyordu. İşte, Osmanlılığın tepesinde yüzyıllar yılı demoklesin kılıcı gibi asılı duran “Moskof keferesi”nin gücü buradan geliyordu. Rusya kraliçesi o yüzden Karadeniz’de donanma kurup, Kırım’ı fethettiği: “Nice nice kalalarını ve yerlerini alup Akdeniz reayasını bunca bunca tımar taifesini dahi kendüne tabi kıldı” (Koca Sekbanbaşı: Hulasat-ül Kelam…)
III- KANSERLEŞEN PAYİTAHTLAR
Derebey baskısı altında Osmanlı toplumunun çürüyüş ve dağılışında Sentrper (alelmerkez: muhitten merkeze) çözülüş prosesine tipik örnek, toprağında tutunamayan köylünün büyük şehirlere kaçışıdır.
“Çoğunlukla halk, kendi vatanlarında güvenlik içinde olmadıklarından, ümitsizlik içinde, çoluk çocuklarıyla, kimsesi olmayanlar tek tek her taraftan İstanbul’a akın” (A.T. Nizamı Devlet Hakkında…) etmeye başlar.
Bu taşradan İstanbul’a akın hamlesi masallara girer. “İstanbul’un kaldırımları bile altındandır” diyen köylüler; köyünü, tarlasını bırakıp koşan çiftçiler İstanbul’a varınca, oranın da taştan, topraktan olduğunu görüp şaşarlar. Lakin sonra sonra ufak tefek el ve ev işleri, hizmetçilikler, uşaklıklarla beş, on para tedarikine alışırlar. Bu masal, kadim Roma kentlerinde, her sabah zenginleri yerden selamlayarak sadaka dilenen ayak takımının ezeli hikâyesidir.
Osmanlılık, derebeyleştikçe, kadim Roma’nın yoluna girmiştir. Payitahtlara akın eden bu aç ve şuursuz ve teşkilatsız kara kalabalık, büyük şehirlerde üretimi veya sanayii artıran prosperitenin fedailer kitlesi olamaz. İçine termit adlı çöl karıncası düşmüş ağaç gövdeleri gibi, şehirleri çürüten, gayrımüstahsıl “kul” veya “ayaktakımı” hazır yiyiciler haline girer. İmparatorluğu içeriden yıkmakta bire bir olan, bir nevi içeriden coup de grace (son öldürücü vuruş) yapan ayak takımı ayaklanmalarına kaldırım malzemesi hazırlar.
1) Ayak takımı: Başkentlerin kalabalıklaşması, modern şehirlerin büyümesine benzemez. Modern çağda dahi, köye kapital ilişkileri girdikçe, küçük mülkler sahiplerinden başka ellerde birikir. Bu küçük mülklerin tek elde toplanışı, sermayenin ilk birikişi üzerine köylüler şehirlere akın ederler. Buna proleterleşme deniyor. Ortaçağ payitahtlarına olan ayaktakımı akını şekilce proleterleşmeye benzer. Esasta onunla taban tabana zıttır. Proleterleşen köylü ve esnaf, modern şehir endüstrisinin gelişimi ölçüsünde üreticileşir: Fabrikalara girip yaratıcı faaliyet yapan bir sosyal sınıf haline girer. Kadim çağlarda, başlıca üretimin temeli toprak ekonomisine dayandığı için, toprak ekonomisinin çöküşü, ister istemez şehir hayatını temelsiz bırakır. Şehre akın eden kalabalık, orada üretici olmak şöyle dursun, büsbütün tufeyli, köksüz, dilenci ve soysuzlaşır. Başkentin ayak takımı, oradaki ayan, mansıplı, tefeci-bezirganların sofralarından artacak kırıntılarla geçinmek zorundadır.
Bu yüzden payitahtlarda “illeti müteaffine” (kokmuş salgın hastalıklar) ve yangınlarla, kör dövüşüne dönmüş arbedeler birbirlerini kovalar. Asayiş sıfıra iner. Ayak takımının artışı, kent hayatı için korkunç ölçüleri bulur. İktidarın siyaseti, başkenti kalabalık nüfusa elverişli ve o nüfusu besleyecek şekilde imar etmekten çekinir. Mesela, Sultan Süleyman Kanuni, İstanbul’a kırk çeşme suyunu getirttiğine bin pişman olur. Halbuki III. Selim devrinde; “İstanbul’a tecemmü eden nasın kesreti (biriken halkın yoğunluğu) ol vakitten (Kanuni devrinden) on beş, yirmi misli ziyade” (A.T: Nizamı Devlet Hakkında…) dir. O zaman, imparatorluğun kendi kendini yemeye (otofaji) varan lanet çemberi (fasid dairesi) dönmeye başlar. Ve büyük payitahtlar memleket bünyesinde gerçek birer kanser haline girerler. Merkezi idare artık bütün memleketi bir yana bırakır. Kendi burnu dibinde kendisi için en büyük tehlikeli bir afet olan başkenti beslemek ve kollamaktan başka kaygı besleyemez.
2) Rezil çember (Cercle Vicieux): Başkent, gittikçe artan ve arttıkça üretici olmaktan çıkarak hazır yiyicileşen o müthiş kalabalık ayak takımını aç bırakıp isyana yol açmamak için, birbirini doğuran iki çeşit kuruma başvurur: a) İhtisap (belediye) ağalığı, b) Mubayaacıyan. Her iki kurum da, temeli köy üretimi olan bir toplumda, kalabalıklaşan merkezlerin sosyal yapıyı nasıl habis bir ur gibi emip zehirlediğine en klasik örnek olur.
a) İhtisab ağalığı: Bir çeşit belediye işleri demektir. Bunun ilk iktisadi görevi; başkenti beslemektir. Osmanlı İmparatorluğu’nda her yeni müessese, yeni bir hazır yiyiciler zümresi yaratıp, üretim temelini çökerten yeni bir yön olmuştur. İhtisab ağalığı başka türlü olmadı. Başkenti besleyeceğim diye, bütün el attığı köylerle, komşu köy ve kasabaları kendi özel zılgıt ve soygunu ile ezdi. İstanbul’un emrinde köleleştirip çökertti. Çünkü bu bir ekonomik ilişki değil, derebeyi zorbalığı idi:
“İhtisab ağası (Belediye başkanı) gibi halka gerekli malzemeyi ve zorunlu geçimlerini temin işlerine mecbur ve bu konuda yazılı emirlerle karışıklıkları önlemekle yükümlü olanlar, İstanbul’un ihtiyacı için, civardan zahire, kereste, odun gibi istiyaçları karşılarken, etrafın harabolmasına neden olup” (A.T. Hediyesi Nizamı Devlet Hakkında…)
b) Mubayaacıyan: İhtisab (belediye) işleri de, bütün öteki Osmanlı iktisat işleri gibi; tefeci-bezirgan sermayenin emrinde yapılan kesim işidir. Nitekim: “İstanbul ihtisabı otuzsekiz bin kuruş bedel ile iltizam olunur bir mukataadır.” (1242 Muharrem sonunda “1826” basılan İhtisab Ağalığı Nizamnamesi)
Şu halde bütün mukataaların işletilmesi nasıl ikinci el olan mültezimlere düşüyorsa, ihtisab işlerinin mültezimliği de “mubayaacıyan” (satın alıcılar) adlı yeni bir zümreye verildi. Kesim düzeni ile beraber, devlet, üstün ve aracı zümreleri zenginleştirmeye yarar bir aygıt haline girmişti. Onun için her kârlı iş, hep aynı mekanizma ile üst tabakalara kayrılıyordu. Başkenti besleme işi miriden yapılacak dendi mi, devlet, bu alışverişin geliri ile yeni bir zümreyi daha yetiştirip doyuracak manası anlaşılabilirdi. Bu yeni zümrenin geçimi ve çapulu, ister istemez biricik temel üretim yapan köylü kitlelerinin sırtına binecekti. Bu hal, köy ve kasabaları bir kere daha soyup örene çevirecekti:
“Özellikle et, yağ ve diğer malzemelerden başka, halkın tümüne yeterli miktarda ekmek verilebilmesi için, devlet kendi ambarlarından başka, mezar soyguncusu gibi satınalmacılara başvurmaya mecbur kalmaktadır. Bu satınalmacıların açgözlülüğü ve hainliği dolayısıyla memleket harap, fakirlerin hali perişan olmakta olup” (A.T. Hediye Nizamı Devlet Hakkında…)
Mubayaacı soygununun biçimlerini ve kertelerini yukarıda görmüştük: Buğday, üretici köylüden zorla ucuza (maliyetinden çok aşağı fiyatla) satın alınıyor, tüketici halka gene zorla dört, beş kat pahalıya satılıyordu. Neticede: Bir avuç adam payitahtlarda karunlaşup kaşaneler (köşkler) kurarlarken, bu çapula dayanamayan köyler ve köy ekonomisi çöker:
“Canib’i miriden (kamu tarafından) verilegelen meblağı fıkarayı raiyet ahz etmekte (almakta) değil, kenduları bedellerinden vafr (çok) hasar.” (A.T. Nizamı Devlet Hakkında…) uğramaktadırlar. Bu hal en sonunda şehirlerin medeni manada büyümesinden ziyade kanserleşmesini getirir.
Osmanlılıkta sırasıyla üç başkent oldu: Bursa, Edirne, İstanbul. Şüphesiz saltanatın en fazla biriktiği bu merkezlerde kanserleşme çok daha fazla idi. Ama bütün Osmanlı kasaba ve kentleri az çok kanserleşmekten kurtulamadı.
Kentlerin kanserleşmesi, Selim II devrinde son mertebesini bulur, Lakin daha Kanuni devrinden bir asır geçmediği halde şehirleri ve başkentleri boşaltmak meselesi, Osmanlılığın en büyük gailelerinden biri olur. “Tımar ve Zeamet Usulünün Bozulmasına Dair Layiha Sureti”nin son cümleleri der ki: “Bu takdirce irtişa (rüşvet) bilkülliye ref ve def (toptan defedilip yok olur) olunur. Ve hâkimler dahi adl olur. Ve hâkimleri adl olucak, reayaya zulüm ve teedi olmaz ve yirmi otuz senedenberu İstanbul ve Edirne ve Bursa vesair (..:) ve kasabalarda gelüp tevatun eden (vatan tutan) reaya ve beraya giru vatanlarına avdet ederler ve evlad ve ensallerilye gece ve gündüz (…) devlet’i padişahiye hayır dua ederler. Müyesser eyleye.”
Bu kısa pasaj ispat ediyor ki: 1- Köylerin ıssızlaşıp kentlerin kalabalıklaşması; köyde zulmün (derebeyleşmenin) artmasıyla başlar. 2- Şehirlerin kanserleşmesi: Yalnız İstanbul, Edirne, Bursa’ya mahsus değil, bütün Osmanlı şehir ve kasabalarına yaygındır.
Bu iki başlı yılan hikâyesi, layihanın yazılışından 20-30 yıl önce başlamış görünüyor. Layihayı 1037 (1627) yılında yazılmış saydık. Demek kanserleşme G. 1000 (D. 1591) tarihlerinde (16. asır sonlarıyla 17. asır başında) beliriyor. Bu I. Süleyman’ın “kanun”larından aşağı yukarı yarım yüz yıl kadar sonraya düşer. Lakin unutmayalım: Bu tarih de, kanserleşmenin başlangıcı değil, farkına varıldığı tarihtir. Yoksa bizzat Kanuni devrindeki Celali isyanları bu prose ile ilgilidir.
Tarihte her çöken rejim: Kendi ölüm belenmesine “yeni nizam” adını koymuştur. Lakin bu “yenilik” daima ya göçebe ruhundan kalma, yahut halktan gelme demokrasi geleneklerini kazıyıp atmaktan ibaret kalmıştır. Nazilerin “Yeni Nizam”ı Osmanlılığın “Nizam’ı Cedit”i bu bakımdan birbirlerine pek benzerler. Her ikisi de tarihin gidişini durdurmağa çalışırlar. Korkakça zorbalık veya zorbaca korkaklık örneği olurlar. “İhtisap Ağalığı Nizamnamesi” de: Ya, esasen bin bir parça olmuş insan topluluğunu bir kere daha bölerek birbirlerine düşürmek; yahut birbirlerine düşman unsurları bir çuvalın içine doldururcasına loncalara hapsetmek; bu iki yol yetmeyince, saf zorbalıkla kan içiciliğe başvurmaktır.
Bölerek hükmetmek
Bir İngiliz keşfi değildir. Eski bir zalim usulüdür. Osmanlı toplumunda üstün devlet zümreleri bile kat kat birbirine zıtlaşmıştır. Lakin, bilhassa başkentlerdeki kalabalık başlıca üç türlü parçalanışa uğratılır:
1) Hür-köle ayırdı: Nizamnameye göre, “esircilerin füruht ettikleri (sattıkları) gulam ve cariye denmeyen ve hileye dair mefasitleri (fesatlıkları) vuku bulmakda ve bazan sattıkları esirlerin içlerinde ahrar (hürler) zuhur eylemekde olduğundan…” Demek vatandaşlar evvela hür ve köle diye ikiye bölünmüştürler: Tabii kölelerin herhangi bir insanlık hakları ağza alınamaz. Lakin, bir defa tutunan kölelik müessesesi, gittikçe o kadar azgınlaşır ki, hür insanları da zorla köleleştirmek mümkün olur.
Bu, Nazilerin harp esirleri yanında, sivil ahaliden rehin şeklinde köle almasına benzer.
2) Müslüm-gayrimüslüm ayırdı: Faşizmin Yahudi düşmanlığı, Hıristiyan çoğunluk vatandaşla, Hıristiyan olmayan azınlığı birbirine düşürmek gibi, farmason veya muhalefet düşmanlığı da Hıristiyan halk içinde, iktidarın işine gelmeyenlere karşı kin güdülmesini sağlar. İhtisap Ağalığı Nizamnamesi bu oyunun eski mevcutlarındandır.
a) Osmanlılıkta resmi din Müslümanlıktır. Faşizm, Yahudileri umumi yerlere, hamamlara ve ilh sokmaz; uzaktan tanınmalarını sağlayan damgalar taşıtır. İhtisap ağalarının “beynamaz”ları (namaz kılmayanları) kovalamaktan sonra gelen en önemli işleri de; hamamlarda kafire hiç nalın verdirmemek, Müslüman peştemalını kuşandırmamaktır. Böylece insanlar, çıplak iken bile birbirleriyle üstlük altlık durumuna düşerler:
“Ve hamamlarda kafire verdikleri peştemalı vesairenin müslüme verilmemesi ve müslüm ile kafir hamamlarda dahi tefrik ve temyiz (ayrılıp seçilme) olunmak üzere kafire hamamda nalın verilmemesini” (Nizamname) sıkı sıkıya tembihler!
Giyinik iken ise, “ehli zimmet reaya”sının kıyafeti, “siyah ve dar çuha geniş vecbe”dir.
b) İhtisap ağalığı, güya şehir nüfusunu beslemek için kurulmuştur. Lakin, galiba karınları doyurmanın güçlüğünü görünce, ruhların beslenmesini birinci plana almıştır. İhtisap ağalığının başlıca kaygusu, mahalle imamlarının, biricik casusluk hizmeti namaz ve oruca yan çizenlerin hakkından gelmektir: Nazi selamı vermemek, ecnebi radyosu dinlemek suçları gibi:
“Hızmet’ı ihtisaba (belediye hizmetine) memur olanlar cümleden evvel binamaz olanları ve ramazan şerifde oruç tutmayanları, eimmeyi muamelattan hakkik” etmek ve “Canib’i şeriat gurabe’ye ihbar ve ihzar” (Nizamname) eylemektir.
3) Yerli-yabancı ayırdı: Faşizmin ırkçılık nazariyesine pek benzer. Hedef: Az çok birbiriyle kaynaşmış, milletleşmiş halk yığınları arasına fitne sokmaktır. Yalnız, Nazi rasizminde olduğu gibi ayırt ve baskı; yabancıların fukarasına karşı bir zılgıttır.
“Arnavut taifesinden ahad ve esafil makulelerinin (yani ağa ve zengin Arnavutlar değil!) Kürt milleti gibi hiç bir vakitte İstanbul’da tekessür ve tavtini cevaz (çoğalıp yerleşmesi izinli) değil…” (Nizamname)
Lonca zırhı: Mussolini’nin korporasyon hükümeti, Hitler’in, stand veya zümre idaresi, Osmanlı irticalığında “lonca” adını alır. Durgun ve hele gerileyici bir üretim için lonca sistemi, her çırak, esnaf olacak; hiçbir işçi, patron olmayacak; der. Ama, eski yeni bütün loncaların tek hedefi: Şehir kalabalıklaşmasının tehlikelerini önlemektir. Faşizmde loncalar, asıl büyük arazi sahibi teşkilatında fakir köylüyü ve tarım işçisini boyunduruğu altında hiyerarşik istibdada alıştırmaktır. Kadim loncalar da aynı yollardan kalfa ve işçiyi ustaların ve hepsini birden iktidarın patentesi altına sokmak ve kontrol etmek için kurulurlar.
Vergi alma kolaylığı gibi sömürme şekilleri, manevi hüküm etmenin maddi dayanağı ve temeli olur. İş bölme perdesi altında “asayiş” sağlanır. Loncaya, “yabancı” sızmaması için “tahrir” konulur.
Vergilerine göre, esnaf teşekküllerini 6 çeşide böler:
“Kepenk başına olmayarak ekmekçi ve francalacı ve bakkal ve yumurtacı ve duhancı (tütüncü) ve tönbekici ve Mısır Çarşısı esnafıyla fesci dükkanlarından ve bezirhanelerden yevmiye onar ve simitçi ve kalaycı ve çörekçi ve kasap ve sığır kasabı ve kahveci ve kebabcı ve şekerci ve kömürcü ve zeyt yağcı ve tavukçu dükkânlarından beşer, sebzeci ve pamukçu ve iplikçi ve tuhafeci ve balıkçı ve çorbacı ve abacı ve yazlıkçı kuru kahveci ve pirinççi ve helvacı ve keresteci ve eczacı dükkânından dörder, ve manav ve kumaşçı ve çubukçu dükkânlarından üçer; ve tuzcu ve kavukçu ve nalbant ve arabacı dükkânlarından birer; ve kâğıtçı ve aynacı devatçı (divitçi) ve mezheb boncukçu ve iplikçi esnafının kârlarında mal olmayacağından anlardan mada sair her ne kadar esnaf var ise anlardan dahi münasip ve iktizasına göre bir mikdar şey tahsil etmek.” (İhtisap Ağalığı Nizamnamesi)
Sınırlandırma: Faşist lonca, üretimi tahdit etmeye çalışır. Osmanlı “Nizamname”si üretmeni daraltmak ister. “Suyolcu esnafının” “lüzumundan ziyade suyolu tahrip etmekten ve kaldırım bozmaktan başka şeye yaramayıp abes olacağından… marifet şeri su nazırı ve bölükbaşıları ve ihtisap ağası marifetiyle lediltahkik olmakdar nefer tahsis olunarak ziyade var ise defi etmek” düşünülür. Çünkü esnafın “içlerine ecnebi karışmaması”, şehir ayaktakımının çoğalmaması için şarttır.
Damga: Faşizm, yalnız bir ırka belli gömlek ve işaret taktırır. Ortaçağ irticaı bütün esnafa damgayı vurur: Şehirde başıboş gezenleri ayırt etmek zorundadır:
“İstanbul’da berveçhile başıboş adam bulunmaması ve bu suretlerde ve herkes zî kılık ve kıyafet ile bilineceğinden.” (Nizamname) kıyafet başta gelir. O gayretle esnafın saçına sakalına dek karışılır. Nitekim arabacı esnaf “sakalsız ve muzlef (zülüflü)” olmayacaktır. (Nizamname) sakal kesmeyecek ama, zülüf de koyvermeyecek!
Ve bu hal yalnız “ehli zimmet” (Müslüman olmayanlar) reayasına değil, bütün Osmanlı fukarasına uygulanır.
Zorla iş: Faşizm, “iş seferberliği” ile, işsizleri boş durmamaya zorlar.
“Berveçhile başıboş adam bulunmaması”, işsizlere iş bulmaktan ziyade, fazla işçi bulunmamasına dikkat edilir. Ötede işsiz kalanların “ihtisap ağası onların şerrinden korunmak içindir. O yüzden, bir yana bazı esnaf kollarında marifetiyle ahır bir kâra yerleştirilerek boşda bırakılmaması.” (Nizamname) istenir.
Temeli, tarih olan bir ekonomide, köyde barınamayanları küçük esnaf üretimi ememez. Çoğu, şehir beylerine “etba” (uşak, hizmetçi vesair) olurlar. Böylelerinin loncalaştırılması da elden gelmez. O yüzden parçalara bölünerek ayrı tutulurlar.
“Dersaadet etbaı üçe taksim olup” bunlardan birincisi “İstanbul’da teehhül edüp (evlenip) yerlü gibi olmuş” olanlardır. Bunlar az, çok uygun görülür. Osmanlı toplumunda “çırağ etmek” sözünün, çalışan alt tabaka için ne önemli bir sivil problem olduğu bundan anlaşılır. Bunlar, toprakbend gibi “hanebend” üretici olmayan işçilerdir. Efendilerince kapı dışarı edildiler mi, artık hiç kimse onları işine sokamaz. “Meğer ki izin veren adam sebebi beyaniyle yedine tezkere” vermiş olsun. (Nizamname) Bu, biraz da bizim meşhur “bonservis” usulümüze benzemez değildir. Böyle bir tezkere bulunmadıkça “ahır intisap edeceği mahalde veyahut vardığı karhane kabul olunmayup” (Nizamname) sokakta aç bırakılır.
Silahsızlandırma: Yukarıdaki tedbirlerin üstündedir. Durum, din, ırk bölümleri, lonca normaları, kıyafet ayırtları, işsiz kontrolü yetmez. Esnafta kendi küçük zanaatlarına yarar bayağı aletlerden başka şey bırakılmamaya çalışılır. Bu eski bir oyundur:
“Suyolcularına mahsus olan bıçaktan başka kendilerinde hafi ve celi (gizli veya açık) silah bulunmamasına dikkat olunup.” (Nizamname)
Şehir dışından “agnam getirenler de”, kasaplık eden ve kiracı gelenler de, hatta kefaletlü mahalle bekçilerinde “silaha müteallik hafi ve celi bir şey olmamasına” (Nizamname) bakılır.
Görülüyor. Ortaçağ lonca baskıları, toprak ekonomisindeki altüstlüğün şehre yığdığı dirliksizliğe karşı uydurulmuş bir korunma yoludur.
Zorbalık: Faşizmin “ideolojisinde” olduğu gibi, Osmanlı irticaında da, yalnız Arnavut veya Kürt gibi yabancı ırklara karşı değildir. Asıl hedef: “ahad ve esafıl nüfusların hiçbir vakit İstanbul’da tekessür ve tevatunlarını” caiz görmemektir. Bu da “ahad ve esafil”, yani aşağı halk korkusunun açıklanmasıdır. Bu uğurda alınmadık tedbir bırakılmaz.
İstanbul’a gelmek yasağı: Faşizmin birinci uğraşı, çalışanların dayancını kırmak üzere, kadını iş hayatından uzaklaştırmak, sanayi işsizlerini köylerde ağa emrine göndermek gibi çıkmaz yollardır. Osmanlı irticaı da, “çift bozma akçesi” gibi para cezalarıyla köyden kaçanları geri göndermeye çalışır.
“İstanbul’da nüfusun kesreti münhazir kesiresinin aleni olduğundan fi mabad dersaadette başıboş ve serseri makuleleri gelüp tahaşşüd (birikme) edememesine medd’i enzar ve basiret (önceden sezip, dikkatle gözlemeyi)” (Nizamname) emreder.
O yüzden, İstanbul çevrelerine, hele Küçükçekmece ile Bostancı’ya “Çend nefer” ile “mutemed bir adam” dikilir. Bunlar Anadolu ve Rumeli’den şehre akın eden baldırı çıplakları geri çevireceklerdir. Bunun rüşvet ülkesinde ne çıkmaz sokak olduğunu söylemeğe hacet yok. Öyle ise…
Han odaları korumak yasağı: Avrupa medeniyeti fabrika temeline dayanarak yükseldi. Faşizm elden geldiği kadar fabrika açtırmamağa çalıştı. Osmanlı İmparatorluğu da han ve kervansaray bayındırlığı ile kuruldu. Osmanlı irticaı bunu durdurdu:
“İstanbul’da ve bilad’ı selasede (Üsküdar, Eyüp ve Galata’da) elyevm mevcut olan kagir oda ve ahşap hanlardan mada han ve bekar odaları ihdası meni külli ile men (tümden yasaklandı)” (Nizamname) edildi.
Katliam: Bütün yukarıdaki tedbirler tutmazsa ne yapılabilir? Faşizmin yurttaşlara mahsus tel örgülü “esra karargâhları”, bahane bulup baltayla kelleler uçurmalar, yetmezse, bir gece ansızın Sen Bartelmi baskını ile katliamlar… Osmanlı’da “hüküm karakuşi”lerince nice toptan iş görür esnafla karışık şehir halkının her ayaklanışından veya harp cephesinde uğranılmış bozgundan sonra başkentte kanlı tedip hareketi görülür. “Kanuni” sıfatını taşıyan Süleyman zamanında bile, ne sudan sebeplerle kitle halinde cinayetler işlendiğine örnek: 974 (1566) yılı, Süleymaniye çevresinde bir aile ölü bulunuyor. Suçlu kim? Dukakişin Zapkırı bey, 36 padişah zamanında 36 Arnavut ve sadrazam geldiği ile övünür. Faşizm milyoner Yahudilerle anlaştığı gibi, Osmanlı da Arnavut “ekabir”e dokunmaz:
“Hamallık, odun yarıcılığı, çöpçülük, rençberlik ile para kazanmak için, birçok Hıristiyan Arnavutlar İstanbul’a gelüp gitmekte idiler. Mahallede katilin bunlardan biri olduğu hakkında vaki bir şayia zuhur etti. Hükümet bu kadarını kafi gördü. O makul adamların katline ferman verdi. Sekiz yüzü mütecaviz olarak bu biçarelerin günahına girildi.” (Tarih-i Ebülfaruk, c. 3. s.286)