Son 25-30 yıllık süreci (ve devamını) “geri düşüş”, “yeni ortaçağ” gibi tanımlarla açıklamayı -ilk bakışta gerçek gibi görünseler de- doğru bulmuyorum. İçinde bulunduğumuz dönemi, öncekilerden farklı ama yine de bir tür modernite atılımı dönemi olarak tanımlamak daha doğru olabilir. Dünya toplumlarının modernleşmesi, modernitenin küreselleşmesi devam ediyor; ama önceki modernite atılımı dönemlerinden farklı olarak, arkasına büyük güçleri almış büyük anlatılar eşliğinde değil, daha karmaşık ve zikzaklı bir biçimde. Belki bu dönemi “başıboş modernite” diye adlandırabiliriz. Başıboşluk, modernite öncesine dönüldüğü anlamına gelmiyor. İdeal modellere uymayan, çapraşık, daha öngörülemez ve olasılıklı bir modernite aşamasından geçiyoruz.
Modernite tarihinin ilk büyük anlatısı “Avrupa-merkezcilik” veya “Batı-merkezcilik” olarak adlandırılabilir. Burjuva (kapitalist) modernitesinin temel ideolojisidir ve tüm dünya toplumlarına bir “modernite yolu” sunar: Uygarlığın (modernitenin) merkezi ve öncüsü kapitalist Batı Avrupa devletleridir ve diğer toplumlar -gönüllü veya zorla- bu yolu izleyerek modernleşeceklerdir. Bu yolun, göç, fetih, talan ve soykırımlarla (Kuzey ve Güney Amerika); sömürgeleştirme, hatta köleleştirmeyle (Asya ve Afrika); emperyalizm ve paylaşım savaşlarıyla sürdüğü biliniyor. Bu “modernite modeli” 20. yüzyılın başına kadar işlemiş, epey yol almış ama o tarihten itibaren tıkanmış ve giderek “modernleştirme” potansiyelini dahi yitirmeye başlamıştır.
İkinci büyük “modernite anlatısı” ise sosyalizmdir. 19. yüzyılda Avrupa’da burjuvazi ile proletarya arasındaki sınıf mücadelesinin keskinleşmesiyle ortaya çıkmış, ama asıl atılımını 20. yüzyılda başta Asya olmak üzere Afrika ve Latin Amerika toplumlarındaki sosyalizm ve anti-emperyalist mücadele pratikleriyle yapmıştır. Sosyalizm, dünya toplumlarına, burjuva modernitesine alternatif bir “emekçi modernitesi yolu” önermiştir. Bu modeli 19. yüzyıl Avrupa’sında Marx ve Engels “Bütün ülkelerin işçileri birleşiniz” sloganıyla “Avrupa işçi devrimi ve sosyalizm” olarak, 20. yüzyılda Lenin ve Bolşevikler “emperyalizm, proletarya devrimleri ve ulusal kurtuluş mücadeleleri”, Mao ve Çinli komünistler “devletler bağımsızlık, uluslar kurtuluş, halklar devrim istiyor” saptamalarıyla formülleştirmişlerdi. İlkine göre çok daha evrensel nitelik taşıyan bu model, hem eski modernite coğrafyalarında (Avrupa ve Kuzey Amerika) emekçilerin moderniteye kendi inisiyatifleriyle katılımına katkı yapmış, hem de asıl diğer coğrafyalarda halkların modernleşmesinin öncülüğünü yapmıştır. Fakat bu model de 20. yüzyılın sonuna doğru tıkanmaya ve yozlaşmaya başlayarak (nedenleri ayrıca tartışılmalı) geri çekilmiştir.
Bugün modernite tarihinin bu iki “ideal akımı” ya modernleştirici potansiyelini yitirmiş veya geri çekilmiş durumda. Ortada dünya toplumlarının kadim veya yeni çıkmış sorunlarına çözüm öneren yeni bir büyük anlatı ve model de gözükmüyor. Modernite “öncüsüz” ve “başıboş” kalmış durumda, ama halkların “moderniteyi koruma” veya “moderniteye ulaşma” arzuları devam ediyor. Peki, bunu nereden çıkarıyoruz?
Bir başıboş modernite akımı: göçler
“Başıboşluğun” en önemli göstergelerinden biri giderek yoğunlaşan göçlerdir. Kendi ülkelerinde yaşamlarını güvenle sürdürme ve geleceklerini kurma umudunu yitirmiş insanlar kitleler halinde göç ediyorlar. Göçlerin yönü, nedenini de ortaya koyuyor. Göçler esas olarak Asya’dan ve Afrika’dan Avrupa’ya ve Kuzey Amerika’ya (bu arada Doğu Avrupa’dan da Batı Avrupa’ya), Orta ve Güney Amerika’dan Kuzey Amerika’ya doğru yaşanıyor. Yani modernite birikiminin zayıf olduğu ülkelerden modernite birikiminin güçlü olduğu ülkelere doğru. İnsanlar kendi ülkelerinde yaratamadıkları moderniteye, moderniteyi tarihsel olarak yaratmış olan ülkelere göç ederek ulaşmaya çalışıyorlar. Bu açıdan, acil nedeni ne olursa olsun (savaştan kaçma, güvenlik, refah vb.) bu göçler, modernite arzusunun dışavurumudur, dolayısıyla bir modernite akımıdır.
Devrimlere “çaresizliğin çaresi” denir. Peki, devrim yapılamadığı veya devrim umudunun kalmadığı zaman çare yok mudur? İnsanlar ölecek midir; karanlığın dipsiz kuyularında yaşamaya mahkûm mu olacaklardır? İşte göçler (aslında tarih boyunca olduğu gibi), “devrimsizliğin çaresi” (çaresizliğin çaresinin çaresizliğinin çaresi) olarak gündeme geliyor. Öyle bir “çare”dir ki bu, insanlar çoluk-çocuklarını terk etmeyi, tıklım tıklım botlarla denize açılmayı, yüksek dağlarda donmayı, çölleri yürüyerek aşmayı, boğulmayı, kurşunlanmayı, katledilmeyi göze alıyorlar. “Devrimsizliğin çaresi” böyle bir şey! “Başıboş modernite” böyle bir şey!
Göçlerin bir tür modernite akımı olduğu tespitine, bu akımın tam tersine modernite öncesinin yeniden fışkırması ve mevcut moderniteyi imha hareketi olduğu belirtilerek itiraz ediliyor. Evet, ilk bakışta öyle: modernite birikimi olmayan kitleler modernite coğrafyalarına sızıyorlar. Ama fethetmeye gelmiyorlar; tam tersine fethedilme arzusuyla geliyorlar. Göç ettikleri yeri kendilerine benzetmeye değil, kendileri göç ettikleri yere benzeme (dahil olma) niyetiyle geliyorlar. Elbette bu bir çatışma yaratıyor, mevcut moderniteyi zorluyor ve tahrip edebiliyor; ama başıboş modernite böyle çapraşık bir şey.
Aslında 20. yüzyıl modernite (sosyalist ve ulusal demokratik) devrimleri de benzer bir sorunla karşılaşmışlardı: Bir toplum nasıl modernleşir? Devletin ve yönetim sisteminin modernleşmesiyle toplumun modernleşmesi aynı şey değil. Modernite, sadece yukardan aşağıya işleyecek bir mekanizma değil. Sosyalizm pratiklerinin de en temel sorunuydu bu ve belki de sosyalizmden geri dönüşün temel nedeniydi bu alandaki tıkanmalar. Toplumlar sadece yukardan aşağıya yöntemlerle modernleştirilemezler, aydınlanamazlar, sosyalize edilemezler. İnsanlara -ne kadar mükemmel olduğunu düşünseniz de- kader dayatamazsınız. “Dayatılan mükemmellik” totalitarizme dönüşme ve tam tersi (hatta faşizme dahi varabilecek) sonuçlar verme riskini taşıyacaktır. Çünkü modernite (ve sosyalizm) insanın kendi kaderini kendi eline alması ve kendi pratiği içinde dönüşümü demektir. Ama aşağıdan yukarıya dönüşüm hareketlerinin de sakıncaları ve riskleri bulunur. Kitleler zincirlerinden boşandıklarında ve inisiyatif aldıklarında (kaderlerini ellerine aldıklarında) yüzlerce-binlerce yıllık yükleriyle (gerilikleriyle) birlikte ortalığa dökülürler. Hiçbir devrim “uygun adım” gerçekleşmez. Sovyet pratiği, özellikle uzun süreli bir halk savaşıyla oluşan ve iktidar sonrası kültür devrimleri pratikleri yaşayan Çin sosyalizm süreci ve bizim cumhuriyet devrimleri pratiğimiz bu yönde son derece öğretici deneyimlerle doludur. Bu noktada öncü-kitle diyalektiği konusundaki kuramsal çalışmalar önemlidir. Neyse, bu ayrı bir konu…
İşte günümüzde yaşanan göç hareketleri de esas olarak aşağıdan yukarıya gerçekleşen bir modernite hareketidir ve üstelik modern bir önderlikten yoksundur, yani başıboştur. Göç eden kitleler içgüdüsel olarak moderniteye ulaşmaya çalışıyorlar ama modernite öncesi değer ve normlarla bezeli bin bir türlü yükleri ile birlikte geliyorlar. Dolayısıyla moderniteye ulaşmaya çalışanlar, mevcut modernite için bir tehdit gibi gözüküyorlar.
Bu durum iki taraflı kitlesel bir çatışma yaratıyor. Bir tarafta moderniteye ulaşmaya çalışan ama modernite öncesi kültürel değerleri taşıyan (zaten bu nedenle moderniteye ulaşmaya çalışıyorlar) göçmenler, diğer tarafta mevcut modernitelerini korumaya ve sulandırılmasını önlemeye çalışan ama buna çabalarken yabancı düşmanlığı, ilkel milliyetçilik, ırkçılık, neo-faşizm, dincilik gibi moderniteye ters eğilimlere sürüklenen toplumlar. Yani moderniteye ulaşma ve moderniteyi koruma hareketleri karşı karşıya geldiğinde iki tarafta da moderniteye ters eğilimlerin güçlenmesine yol açıyor. Bir modernite paradoksu! Bu paradoksun nedeni seçeneksizlik; çöken burjuva modernitesinin yerine emekçi modernitesinin geçemeyişinin yarattığı bir olgu. Bu alanda da görüyoruz ki, emek modernitesi gelişemediği sürece modernite öncesi eğilimler güçlenmektedir.
Batılı (Avrupa ve ABD) kapitalist ülkeler bu soruna küresel çapta bir çözüm getirme potansiyellerini yitirmiş durumdalar. Ama göç hareketinin de nihai hedefi durumundalar. Tek uğraşları kendi ülkelerini göçün yıkıcı etkilerinden koruma odaklı. Bu amaçla, bir yandan bir süzgeç mekanizması oluşturuyorlar, yani göçmenlerin vasıflı olanlarını (kendi sistemlerine nispeten kolayca dahil olabilecekleri) seçerek ülkelerine kabul ediyorlar ki bunlar çok küçük bir azınlığı temsil ediyorlar. Diğer yandan, geniş göçmen kitlelerine ya acımasız bir duvar çekiyorlar ya da rüşvet vererek bu kitlelerin havuzlanabileceği “tampon ülkeler” yaratmaya çalışıyorlar. Bilindiği gibi bu tampon ülkelerin en başında Türkiye (sonra Tunus, bazı Doğu Avrupa ülkeleri) geliyor.
Ama bu sürdürülebilir bir politika değil. Çünkü göç devam ettikçe tazyik artacak ve hem tampon ülkelerde sosyal patlamalar başlayacak hem de çektikleri duvarlarda (örneğin Akdeniz) baş edemeyecekleri ve kendi kamuoylarına da açıklayamayacakları büyük insanlık dramları yaşanacak (hâlihazırda yaşanıyor zaten). Günü kurtarmaya yönelik ve kısa sürede tıkanmaya mahkûm bir politikadır bu. Kısacası, göç durdurulamadığı sürece Batılı kapitalist ülkelere de (ve dolayısıyla dünyaya) huzur yok. Bugün Kuzey Amerika ve Avrupa birer “modernite kalesi” gibi gözükebilirler; ama hem dünyanın geri kalanına ilerici bir model sunma potansiyellerini yitirmişlerdir, hem de kendi içlerinde çürümeye başlamışlardır. Yayılan yani umut vadeden değil, savunulmaya çalışılan (dolayısıyla tutuculaşan) bir modernitedir onlarınki. Burjuva modernitesi bu alanda da çözemeyeceği bir sorunla karşı karşıya ve içinde yaşadığı durum bir zamanlar Batı Roma İmparatorluğunun sonunu getiren Roma-barbar akınları sürecini anımsatıyor.
Türkiye gibi tampon ülkelerde ise sorun çok daha acil ve kritik. Türkiye, bu eğilimlerin hepsinin keskin biçimde yaşandığı minyatür bir dünya gibi. Hem göç alan hem göç veren hem de yoğun içgöç yaşayan bir ülke. Son derece hareketli bir ülke. Öyle ki, bu hareketlilik kısa zaman aralıklarında sosyo-ekonomik yapıyı, hatta demografik tabloyu bile değiştirecek düzeyde. Tampon ülke politikası Türkiye’de sürdürülebilir değil. AKP iktidarı bu keskin sürecin çocuğu ve bu politikayı Türkiye toplumunu hak ve sorumluluklara sahip bir yurttaşlar toplumu olmaktan çıkarıp bir ümmet haline çevirmek amacını desteklediği için sürdürüyor. Ama çözümü çok zor sorunların da tohumlarını serpiyor ülkeye. Başıboş modernitenin sonucu olan göçlerin yarattığı/yaratabileceği tüm çatışmaları bağrında taşıyor ülkemiz. Türkiye, dünya çapındaki bu hareketliliğin bedellerini en fazla ödeyen bir ülke; ama bir yandan da hem tarihsel hem de sosyolojik birikimleriyle sözünü ettiğimiz bu paradoksun kırılması için en fazla potansiyele sahip de bir ülke.
Devletsiz halklar, halksız devletler, otoritesiz alanlar
Sınırları cetvelle çizilmiş veya küresel sistemin ihtiyaçları doğrultusunda yaratılmış sözde devletler/ülkeler dışında her “gerçek” devlet -kapsamı farklı olsa da- toplumunu ikna ettiği bir misyonla kurulur, buna dayanarak bir sistem kurar, siyasi bağımsızlığını sağlar, otoritesini kurumsallaştırır, “kırmızı çizgilerini” çizer, iyi-kötü bir “toplumsal sözleşme” oluşturur, toplum ile bir denge kurar ve ikna-zor diyalektiği çerçevesinde varlığını devam ettirmeye çalışır. Oluşturduğu bu “normale” herhangi bir tehdit olduğunda da devlet tepkisini gösterir. Bu klasik tanım, sadece modernite sonrası “modern” devletler için değil, uygarlık tarihi boyunca kurulmuş tüm ciddi devletler için geçerlidir. Veya şimdiye kadar böyle biliyoruz!
Peki, günümüz devletler dünyasına baktığımızda kaldı mı böyle bir devlet? Modernitenin bu alanında da bir “anormallik”, bir başıboşluk görülmüyor mu?
Asya, Ortadoğu, Afrika, Latin Amerika’daki onlarca örneği şimdilik bir kenarda bırakalım, nasıl bir dönemde yaşadığımızı dünyanın en güçlü üç ülkesinden/devletinden ikisinde (ABD ve Rusya) yakın zamanda yaşanan akıl almaz olaylardan anlayabiliriz. Birinde 2,5 yıl önce eski devlet başkanı Trump destekçisi bir güruh ABD Temsilciler Meclisini basıyor ve Trump bugün hâlâ “halledilememiş bir sorun” olarak ortada duruyor. Diğerinde ise bir paralı asker örgütü Wagner Rus devletine başkaldırıyor, bir günde geniş bir bölgeyi ele geçiriyor, Moskova’ya yürüyor ve ülke bir anda iç savaş tehdidi ile karşı karşıya kalıyor. Üstelik bu iki devlet, dünyadaki mevcut nükleer silahların -karşılıklı olarak- yüzde 90’ına sahipler. Sonuçta bu tür çıkışlar -şimdilik- kontrol edilebilir ve ezilebilirler, ama bu devletlerin böyle olaylara maruz kalmaları güçlerine/otoritelerine ilişkin yaygın kanıyı sarsacak niteliktedir ve günümüz devletler dünyasının durumuna ilişkin ipuçları vermektedir. Bu tür olayların Afganistan’da, Irak’ta veya Sudan’da yaşanması şaşırtıcı olmayabilir; ama ABD’de ve Rusya’da? Demek ki artık Soğuk Savaş döneminden çok farklı bir dünyada yaşıyoruz. Başıboşluk, otoritesizlik ve güvenlik krizi sadece mazlum coğrafyaların bir sorunu değil; sistemin tepesindeki devletleri de girdabına çekmiş, küreselleşmiştir. Rusya veya ABD güvenli değilse dünyanın hiçbir köşesi güvenli değildir; ne Batı ve Kuzey Avrupa ne Kanada ne de Japonya ve Avustralya; dünyanın atmosferi bile güvenli değildir…
Neden böyle? Bu durum en başta günümüz egemen sınıfı olan küresel (vatansız) burjuvazinin niteliklerinden kaynaklanıyor. Kendi bireysel çıkarından başka herhangi bir büyük anlatısı ve misyonu, herhangi bir toplumsal, ulusal, bölgesel, tarihsel veya ekolojik bağı kalmamış, deyim yerindeyse ipini koparmış, köksüz ve asalak bir sınıftır küresel burjuvazi. Enternasyonalist bile değil, insana, topluma ve doğaya yabancılaşmış uzaylı gibi bir sınıf… Göçmenlik nasıl halklar düzleminde toplumsal, ulusal, bölgesel, tarihsel bağları ve kökleri berhava ediyorsa ve ipini koparmayı gerektiriyorsa, küresel burjuvazi de bu anlamda “göçmen bir sınıf”tır.
Bu sınıfın nitelikleri egemen olduğu devletlerin niteliklerini de belirliyor. Bunlar klasik modern devletler değildir. Kendilerini egemen oldukları coğrafyada yaşayan halklar ile bir “toplumsal sözleşme” yapmak zorunda hissetmezler. Toplum ya biat edecektir (dolayısıyla modern bir toplum olma niteliğini yitirecektir) ya da kendisine “düşman hukuku” uygulanacaktır. Modernite ile birlikte geliştirilmiş demokrasi, parlamento, anayasa, hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, insan hakları vb. gibi ilkelere bağlı olmayan bir devlet ve yönetimi… Otoriter bir devlet ama otoritesi köksüz bir devlet. Mahalleye çökmüş mafya çetesi gibi bir devlet… (Bütün bu özellikleri Türkiye’de tüm çıplaklığıyla görüyor ve yaşıyoruz)
Kısacası devletsiz halklar, halksız devletler, mafyatik yönetimler, her an kırılabilir otoriteler ve giderek genişleyen otoritesiz alanlar… Böylesi kaotik bir dünyada yaşıyoruz. Başıboş modernite döneminin devletler düzlemi böyle.
Çöküş-devrim diyalektiği
Yine de bu dönemi, modernitenin tamamen terk edildiği ve insanlığın “geriye düştüğü” bir dönem olarak görmüyorum. Modernitenin küreselleşmesinin yarattığı bir “doğum sancısı dönemi” olarak nitelemek daha doğru gibi. Bu denli çeşitli ve farklı düzeylerdeki toplumlardan oluşan bir dünyanın küreselleşme süreci “uygun adım” olamaz, ister istemez başıboşluklar ve zikzaklar yaşanacaktır. Modernite süreci böyle bir dönemden geçiyor.
Süreçlere daha kapsamlı ve geniş açılardan bakıldığında, toplumsal devrimler, ironik bir biçimde, toplumsal gelişmeye bir uygun adımlık ve düzen sağlar. Devrimlerin kaotik olduğu sanılır ama devrimsizlik çok daha kaotik ve öngörülemez gelişmelerin döl yatağıdır.
Devrimler aslında tarihte sık rastlanan olgular değil. Toplumların dönüşümünde en az devrimler kadar etkili bir diğer olgu da çöküşlerdir. Hatta aslolanın çöküş olduğunu, devrimlerin “özel durumlar” olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin Batı Roma da Doğu Roma da devrimlerle dönüşmemişler, çökmüşlerdir. Osmanlı İmparatorluğu da çökmüştür. Türkiye Cumhuriyeti bir Osmanlı devrimi sonucu doğmamıştır; çöken Osmanlı’nın bir parçasında yapılmış bir devrimle oluşmuştur. Fransız monarşisinin, Rus Çarlığının ve Çin İmparatorluğunun ise devrimlerle dönüştüğü söylenebilir.
Devrim bir “çare”dir. “Çaresizliğin çaresi” veya “son çare” olarak tanımlanır. Sınıf mücadelesinin keskinleşmesi sonucu bir sınıf duruma el koyar ve temsil ettiği yeni üretim ilişkileriyle toplumun devamını sağlar. Bir sonraki krize kadar çare bulunmuştur. Peki, böyle bir çare bulunamadığı, yani devrim yapılamadığı zaman ne olur? Mevcut sistem çöker; toplumlar parçalanır, dağılır, ufalanır veya daha büyük bir güç odağı tarafından fethedilir, kapsanır. Tarihte pek çok toplum (Sümerler, Babilliler, Hititler, Yunanlılar, Batı ve Doğu Romalılar, bilumum İslam ve Türk-İslam imparatorlukları, Selçuklular, Osmanlılar, Aztek-İnka-Maya imparatorlukları vb.) bu kaderi paylaşmıştır. Kısacası devrimle tazelenemeyen toplumlar çöker. Çöküşler kısa ve orta vadede kaos getirir ama sonuç itibarıyla sonraki devrimlerin de (nasıl bir şey oldukları hiç öngörülemez) döl yatağıdırlar. Bu konu -günümüzün verileriyle- ayrıca tartışılmaya değer. (Öte yandan, bu tabloda farklı bir yerde duran Çin’i de -boyutları ve dolayısıyla süreçlere müdahale potansiyeli göz önüne alındığında- ayrıca incelemek gerekiyor.)
Belki çok farklı koşullar ama, Batı Roma’nın çöküş sürecini ve çöküş ile Avrupa feodalizminin oluşması arasında geçen ve “karanlık çağ” denen dönemi incelemek bazı fikirler verebilir.