Ana Sayfa Dergi Sayıları 234. Sayı Laiklik her türlü ayrımcılığın, eşitsizliğin panzehridir

Laiklik her türlü ayrımcılığın, eşitsizliğin panzehridir

Anadolu devrimi ve Cumhuriyet büyük halk kitlelerinin harekete geçmesi ve desteğiyle gerçekleşmişti. Laiklik, bu devrimin temel ilkesiydi. Bu ilke 1940 sonrası adım adım törpülendi ve günümüze geldik. Bugün artık laik bir devlete sahip olduğumuz söylenemez. Oysa laiklik, her türlü ekonomik, sosyal, demokratik hak mücadelesinin merkezindedir; her türlü ayrımcılığın, eşitsizliğin panzehridir.

197
0

Ahmet Doğan

Yaşamak için doğayla baş etmek zorundaydı. Önce direnmeyi öğrendi. Diğer canlılardan akıllı olduğunu fark etti. Doğayı anlamayı öğrendi. Hem zorunluluktan hem meraktan… Alet yapabiliyordu, değiştirmeyi, dönüştürmeyi öğrendi… Direnme, hükmetmeye dönüştü. Hızla “üstün nesne”ye evriliyordu.
Direniyor, dönüştürüyordu ama yine de yeniliyordu. Baş edemedikleri baş edebildiklerinden daha çoktu. Ölümle baş edemiyordu. Yıldırımla, selle de baş edemiyordu. Görünmez üstün güçler olmalıydı. Tanrı dedi, cennet dedi, cehennem dedi, öte dünya… dedi. Yalvardı, yakardı, büyü yaptı, adaklar sundu… ve tapınmayı öğrendi.
Direnme bilgiye, bilgi biriktirmeye, bilime; yenilgi ve çaresizlik dine kapı araladı.
“Din ve Bilim toplumsal yaşamın iki yönüdür. Bunlardan birincisinin önemi insan düşüncesinin tanıdığımız en ilk basamaklarından başlar, oysa ikincisi eski Yunan’da, Araplarda bir ara belli belirsiz ortaya çıkmış, sonra 16. yüzyılda birdenbire büyük bir önem kazanarak… Bilim, gözlem yoluyla gözleme dayanan düşünce yoluyla, evrendeki tek tek olguları, bu olguları birbirine bağlayan yasaları bulmaya, böylece gelecekteki olayların da önceden bilinmelerini sağlamaya çalışmaktır. Bilimin bu kuramsal yönünden başka bir yönü de, bilimsel düşünceden yaralanarak, bilim öncesi çağlarda elde edilemeyen, ya da daha pahalıya mâlolan yaşama kolaylıklarını, çok üstün yaşama olanaklarını sağlayan, bilimsel tekniktir.” (Bertrand Russel, “Din ile Bilim”, Say Yayınları)

Devletleşme
Önce avcılıkla, toplayıcılıkla geçindi. Yetinmedi toprağa yerleşti, ekip biçmeye başladı. Birlikte yaşamak daha iyiydi, iş bölümü yapmayı öğrendi. Önce klanlar, kabileler kurdu, uygarlaştı. Mülk edindi, ürün istifledi. Artık kollanacak mülkü, korunacak istifli ürünü ve üretim araçları vardı. Devlet olmak gerekiyordu. Devlet oldu.
Devlet olmak kolay değildi. Korumak, kollamak, yönetmek gerekiyordu. İki ana yol buldu yönetmek için: birincisi “zor kullanmak”, ikincisi “ikna etmek”.
Zor için savaşçı gerekti, silah gerekti. Ordular kurdu. Saldırılardan korunmak için kurdu ordusunu, dışa karşıydı. Gördü ki, “hizayı bozanları” hizaya getirmek için de iyi bir araçtı ordu. İki yanı keskin bıçak gibi.
“İkna” daha belirleyici ama daha karmaşıktı. Elde gelenekler vardı, yasalar vardı, din vardı. Gelenekler deneylere alışkanlıklara, yasalar genel kabule uygun olduğu için ikna ediciydi. Din tartışılmazdı. Daha kurallı, daha yaptırımcıydı. Görünmezin cezası en acımasız olabilirdi. Ya bu dünyada ya öte dünyada. En etkili keşifti yönetmek için.
Din, devletle de olabiliyordu, devletsiz de. Ordu devletsiz olmazdı ama din kendi başına bir disiplindi. Klanlar, kabileler içinde veya dışında kendisine özel bir alan yaratabilmişti. Yer yer şeflerden, reislerden daha etkiliydi dini yönetenler. Çünkü onlar, tanrı temsilcileriydi, tanrı ile insanlar arasında aracı(!) idi. Ayrıca onlar; telkin, büyücülük, otacılık gibi işler de yapıyorlardı. İşleri başlarından aşkındı. Çalışmaları, üretmeleri gerekmezdi. Tapınaklar ve manastırlar kurdular. Tarihin ilk öğretim alanları da kurulmuş oluyordu böylece. Din adamları da ilk öğretmenlerdi…

Makedonya Kralı Büyük İskender tarafından kurulan İskenderiye Kütüphanesi, çok büyük bir kültür, bilim ve eğitim merkeziydi.

Önceleri tanrıları çoktu. Yer, gök, toprak, bereket, su, deniz ve aşk tanrısı gibi. Yerine göre koruyup kollayan, yerine göre cezalandıran, yerine göre birbirleriyle savaşan, birbirlerini kandıran hatta âşık olan… Çok dünyevi idi tanrılar. Biraz kendilerine benziyordu. Kimseye benzememesi, dağa taşa yere göğe hükmetmesi ve tek olması daha idealdi. Daha güçlü, daha hükmeden, daha emsalsiz, tartışmasız… Düşünme sürecinde bir devrimdi: “Tek Tanrı”.

Devlet din bağdaşıklığı ve imparatorluk
Antik dönemde (MÖ 1100 – MS 500) hüküm süren kent devletleri başlangıçta barışçıdır. Felsefe ve kültür önemlidir, makbul insan “estetik insan”dır. Örneğin MÖ 332 yılında Makedonya Kralı Büyük İskender tarafından kurulan İskenderiye Kütüphanesi, çok büyük bir kültür, bilim ve eğitim merkezidir. Oysa aynı Makedonya giderek fetihçiliğe yönelir, barış önceliği savaşçılığa bırakır. Bu sürecin devamında tarih sahnesine çıkan Roma imparatorluğu, fetihçiliği ileri boyutlara taşır. Artık makbul insan “savaşçı insan”dır. Roma’nın gelişme dönemi aynı zamanda Hıristiyanlığın doğuş ve yayılış dönemleridir.
Hıristiyan din adamları kendi dinamiklerini de çok iyi kullanmış, kendi kurumsal kimliğini yaratmış ve giderek krallıkları etkileyecek güce erişmiştir. Bu karşılıklı çıkar ilişkisi, devlet-din bağdaşıklığını önemli bir aşamaya taşımıştır.
İslamiyet’te din-devlet bağdaşıklığı neredeyse doğuşundan itibaren vardır. 610 yılında Mekke’de doğan İslamiyet, 622 yılında Medine’de bir devlet olarak kurulmuştur. Bu nedenle de farklı olarak devlet, İslâmî kurallarla yönetilmeye çalışılmış, önce Kuran’da yazılı olan ayetlerle sonra peygamberin söylemlerinden oluşan hadislerle sorunlar çözülmeye çalışılmış, elbette hadisler de sorunları çözmekte yeterli olmamış, akıl yürütme veya çoğunluğun oyuna başvurulmuştur. Bu şu anlama gelir ki şeri hükümler, yaşamın sorunlarını çözmekte yetersiz kalmakta, dünyevi (din dışı, laik) çözümlere, yargılara başvurulmaktadır. Dört halife devrinden başlamak üzere Emeviler ve Abbasiler dönemlerinde (ki bu dönemler İslamiyet’in yayılma dönemidir ve daha özgürlükçü İslam anlayışı hâkimdir) din dışı çözümlere daha çok rastlanmaktadır.

Orta Çağ Avrupa’sının makbul insanı, “savaşçı ve dindar” insandı.

“İslâm dini Arap toplumunda hurafelerle çarpışarak yeni bir inan devri açmıştı. Emeviye Devletinin sonlarına kadar bütün bilim hareketlerinin ekseni din idi. Emeviler devrinde ussal bilimlerle meşgul olanlar pek nadirdi; bunların çoğu da Müslüman olmayanlardı.
“Abbasiler devrinde hem geleneksel hem ussal bilimlerde önemli gelişmeler ve ilerlemeler oldu. Emeviye Devletinin sonlarına doğru bu iki türlü bilim birbirinden seçiklenmeye başlamıştı. Bu seçiklenme Abbasiler devrinin başlangıcında tamamlandı: Bu devirde din bilimlerinin karşısında Tıp belirmişti. Tıp, artık ussal bilimler için eksen oldu. Nasturiler, ‘Cündisabur’ da bir Tıp Medresesi kurdular. … Tıbbiyat, Kimya, Heyet… gibi bilimler, hatta Mantık ve Tarıbilim bile bu medresenin etrafında toplandı.” (Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitimi Kuruluşlar ve Tarihçeler, Nevzad Ayas, Ankara 1948, Milli Eğitim Basımevi, s. 53)
Her ne kadar devleti yönetirken dini kullanmaya din-devlet bağdaşıklığı desek de bu bağdaşıklık, içinde sürekli çelişmeyi hatta çatışmayı da taşımıştır. Özellikle Avrupa’da Kilise sahip olduğu topraklar ve kendi özel ordularıyla büyük güç oluşturmuş, krallıklara hükmeder konuma gelmiştir. Ama asıl olan şu ki din kuralları başta eğitim olmak üzere yaşamın her alanını belirler hale gelmiştir. Bilim bile Hıristiyanlık için manastırların, kiliselerin, İslamiyet için camilerin, medreselerin işi olarak ele alınmış, kutsal kitapların izin verdiği ölçüde yapılabilmiştir. Bilgeliğin değil dindarlığın erdem sayıldığı, felsefenin yasaklandığı bu süreç gerek Hıristiyan gerekse İslam devletlerinin güç kaybettiği dönemleridir. Güç kaybedildiği dönemlerde toplumu denetim altında tutmak için Tanrı’nın “zalim” kimliği öne çıkarılmış ve yer yer acımasız bir din terörü estirilmiştir. Bu dönemlerin makbul insanı, “savaşçı ve dindar” insandır. Orta Çağ Avrupa’sı bu anlamda belirgin bir örnektir.

Kilise terörü ve Avrupa aydınlanması
Avrupa’da 15. yüzyıla dek yaşanan Orta Çağ döneminde, Kilise baskısına karşı tepkiler adım adım yükselir. Kilise’nin içinden ve dışından dinde reform yapılması istekleri yükselir. Dinsel yaşamdaki reform hareketi yanında sosyal ve kültürel yaşamda “Rönesans” (15-16. yüzyıl) hareketi hızla yayılır. Antik çağa dönüş tartışmaları yapılır. Dindar kişi yerine yeniden Antik Çağ dönemindeki gibi “estetik kişi” yetiştirmeye yönelme önerileri öne çıkar. Bu önerilerin düşünsel altyapısı “hümanizma”dır. Giderek güçlenen reform rüzgârı tüm Avrupa’ya yayılır. Amaç, Kilise’nin etkisinin kırılması, “din dışı” yaşamının kurulması olarak özetlenebilir. Toplumsal yaşam biçimi ile ilgili giderek artan benzeri tartışmalar, 18. yüzyılda Aydınlanma çağını ve ardından da Avrupa devrimlerini getirir. Bu tartışmalara güç veren en önemli dinamiklerden biri de bilim alanındaki gelişmelerdir.

Bilimsel devrim
Modern bilimin ortaya çıkışı, genellikle Polonyalı Kilise Kurulu Üyesi Kopernik (1472–1543) ile başlatılır. Kopernik modern astronomi alanındaki ilk adımı, “Güneş merkezli evren” modelini ortaya atan bilimcidir. Oysa kutsal kitaba göre “yer merkezli evren” teorisi geçerlidir. Ezberler bozulmaktadır ve çatışma başlamıştır.
Kopernik’in takipçisi olan Giordano Bruno (1548-1600) Kilise’nin emriyle yakılarak öldürülür. Kepler (1571-1630), Kopernik’in gezegenlerin yörüngelerinin çember olduğu yanlışını düzelterek, “yörüngeler, odaklarının birinde güneş olan elips biçimindedir” sonucuna ulaşır. Gezegenlerin dönüşü ile ilgili temel yasaları matematiksel olarak ortaya koyar.
Teleskopu kullanarak Ay’ın ve gezegenlerin gözlenmesini sağlayan Galileo Galileo (1564-1642) ise “inanmak” yerine, “gözlem – ölçme – deney ve kanıt”ı koyarak Kilise’nin bilim üzerindeki hâkimiyetine önemli bir darbe vurur. 1610 yılında Venedik’teki İngiliz Büyükelçi Sir Henry Watton Kral James’e: “Galileo adında bir yazar yeni bir âlem kurmak istiyor. Dedikleri yanlış çıkarsa adam yandı, ama doğru çıkarsa dünya değişecek efendim” biçiminde bir mesaj gönderir. Dedikleri yanlış çıkmasa da Galileo Engizisyon mahkemesinde yargılanır.
Kopernik ile başlayan bilimsel devrim aşağı yukarı 200 yıllık bir sürede Newton’la (1642-1727) doruğa ulaşır. Newton “dinamik ilkeleri” olarak üç temel yasayı matematiksel kanıtlarla ortaya koyar. Bu yasalar, doğayı, hareketi, kütle çekimini anlayan insan düşüncesini ve bilimi iyice özgürleştirir. Bu süreçte, bilimin din dışılığı tartışmasız ortaya çıkmış, kutsal kitabın güvenilirliği iyice azalmıştır. Tüm bu gelişmelerin sonucunda bilimsellik ve laiklik birlikte anılmaya başlanmıştır.
19. yüzyılda gerçekleşen Avrupa devrimlerine uzanan sürecin esası yukarıda da belirttiğimiz gibi din dışı yaşamın kurulmasıdır. Neredeyse dönemin her düşünürü ve eylemcisi, “eğitimin laik olması” düşüncesindedir. Örneğin, Immanuel Kant (1724-1804), “dinsel ahlak yerine doğal ahlakı, mutluluğu dünyada aramayı ve dini aklın otoritesine sokmayı” savunmaktadır.
Fransız Devrimi (1789-1794) Avrupa aydınlanmasının doruk noktasıdır. “Hürriyet, eşitlik, kardeşlik” temel sloganı ile gerçekleşen devrimde, o güne dek savaşın nesnesi olan halk kitleleri savaşın öznesi olmuş, önemli özgürlükler kazanmıştır. Laiklik insanlaşma sürecinin en temel kazanımlarından biridir artık.

Osmanlı’da halifelik ve laiklik
Halifelik 1500’lü yılların başında Osmanlı’ya geçmiş, Osmanlı hükümdarları İslam dünyasının halifesi olarak anılmıştır. Öyle olunca da Şeyhülislamlık makamı önem kazanmış, fetva veren, buyruklar yayınlayan, eğitimi, bilimi yönlendiren bir makam haline gelmiştir. Devlet dinsel kurallar ve Şeyhülislam’ın fetvaları ile yönetilmektedir. Toplum insan hakları ve özellikle kadın hakları yönüyle çağın gerisindedir, eğitim tamamen medreselerin ve dini vakıfların elindedir, eğitim denilince akla gelen Kuran okumaktır. Bilim ise din otoritelerinin izin verdiği ölçüde yapılabilmektedir.
1800’lü yıllarda Osmanlı’nın büyük topraklar kaybetmesi ve Avrupa devletleri karşısında güç kaybetmesi karşısında yenileşme zorunlu hale gelmiştir. III. Selim ile başlayan ve II. Mahmut ile hızlanan yenileşme hareketleri Osmanlı’nın laiklikle karşılaşması demektir. Yenileşme hareketlerinde Avrupa devletlerindeki ilerici değişimler ve bu değişimleri Avrupa’ya giderek yerinde gören asker-sivil bürokratlar etkili olmuşlardır. Bu bürokratlar, Avrupa’daki askeri, siyasi, idari ve kültürel değişimin Osmanlı’daki öncüleri olmuştur. Osmanlı Aydınlanması diyebileceğimiz Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde; (her ne kadar yeterince etkili olmasa da) meclis kurularak halife-padişahın yetkileri azaltılmış, medreselerden bağımsız sivil okullar açılmış, medeni haklar ve kadınların yaşamdaki yeri tartışılmaya başlanmış, kadınlar iş hayatında yer almaya başlamıştır. Modernleşme çabaları dediğimiz bu atılımlar, devletin, kişinin ve eğitimin laikleşmesi yönünde atılan ilk adımlardır.

Cumhuriyet ve laiklik
Her ne kadar yenileşme adımları atılsa da Osmanlı’da toplumsal düzen laiklikten uzaktı. Anadolu’da feodal temelli ağalık-beylik örgütlenmesi ve din temelli tarikat, cemaat örgütlülükleri hâkimdi. Devlet halkla ilişkilerini çoğunlukla bu örgütlülükler aracılığı ile gerçekleştiriyordu. Azınlık statüsünde olanlar ise özel ayrıcalıklara sahipti. Halkın üretim için, savaş için “kaynak” olmaktan başka bir değeri yoktu.
Bir milli devrim olan Anadolu devrimi ve Cumhuriyet büyük halk kitlelerinin harekete geçmesi ve desteğiyle gerçekleşmişti. Devrimin önderlerinin bu kitlelere borcu vardı. Yeni bir Türkiye yaratılacak, halk özgürleşecek ve ülkeyi yönetecekti… 700 yıldır hanedana biat ederek yaşayan halkın yönetmek diye bir düşüncesi yoktu ve olamazdı. Ama “hakkı” vardı. Bu hakkı gerçekleştirmek ve içselleştirmek, önderliğe düşüyordu.
3 Mart 1924 tarihinde Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) yasası çıkarılarak ilk önemli adım atıldı. Bu yasa ile birlikte Şer’iye Evkaf Vekâleti ve tüm medreseler kapatıldı, tüm eğitim kurumları Maarif Vekâlet’ine bağlandı, halifelik lağvedildi. Bu tarih laik eğitimin ilk adımıdır. Adı konulmadan toplum yaşamına eklemlenen laikliğin, resmi olarak Anayasa’ya girdiği yıl 1937’dir.

Fransız Devrimi Avrupa aydınlanmasının doruk noktasıdır. Laiklik insanlaşma sürecinin en temel kazanımlarından biridir artık.

Bu ilk adım bir “eğitim seferberliğine” dönüşür. Art arda devrimci atılımlar gelir: Şapka devrimi, tekke ve zaviyelerin kapatılması, miladi takvim, medeni kanun, zorunlu Türkçe dersi, yeni rakamların kabulü, harf devrimi, Millet Mekteplerinin, Halk Okuma Odaları’nın, Halkevlerinin açılması, önce Köy Öğretmen Okulları ve ardından 1940’da Köy Enstitüleri’nin kurulması. Özellikle de Köy Enstitüleri, ırgattan biliminsanı, marabadan sanatçı yetiştiren sınıfsal karakterde bir uygulamadır.
Bu arada önemli kararlarından biri, 429 no’lu kanun ile kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluşudur. Laik devlet anlayışı ile çelişse de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluşu tarikatların, cemaatlerin denetim altına alınması ve ortadan kaldırılması için dönemsel bir zorunluluktu.

Laikliğin neresindeyiz?
3 Mart 1924’de tüm eğitim öğretim kurumlarının Milli Eğitim Bakanlığı çatısı altında birleştirilmesi, halifeliğin kaldırılması, devamında art arda gelen devrimler hilafet yanlıları ve tarikatlar için önemli bir darbe oldu. Onlar için 1940’lara dek süren bir baskılanma dönemi başlamıştı. Birçoğu ya ortadan kalktı ya da işlevsizleşti.
1.Dünya savaşı koşulları Türkiye’yi de etkiledi. Savaşın kazananı yeni emperyalist Amerika dünyanın birçok ülkesi gibi Türkiye’de de işbirlikçiler buldu. İşbirlikçilerin en temel iki dayanağı büyük toprak sahipleri ve baskılanan cemaat, tarikat örgütlenmeleriydi. Din, halkın yumuşak karnıydı. Politik amaçlar için elverişli araç olan dini kullanmaya başladılar ve ideolojik dayanak haline getirdiler. Ve o günlerde devreye sokulan din, 12 Eylül 1980’den itibaren halkı bölmek için en önemli araca dönüştü. Amerika destekli 12 Eylül darbecileri için iki temel hedef vardı. En milli görünüp “milli” devleti ve milli devlet için en temel demokratik silah olan “laikliği” ortadan kaldırmak. Çünkü laiklik, etnik, din ve mezhep temelli her türlü ayrımcılığın panzehriydi.
Kenan Evren’in, “ben hoca çocuğuyum”, “laiklik dinsizlik değildir” diyerek uçaklarla din içerikli bildiriler dağıtarak başlattığı “mıntıka temizliği” dönemi, özelleştirmeci Turgut Özal ile devam etti. “Laikliği dinamitlemede devamlılık esastır” dercesine süreç, Fetullah Gülen Cemaati ve onun görünen yüzü Tayyip Erdoğan ile devam etti. Sinsi yöntemlerle devletin en kritik mevzilerini ele geçirip tüm direnme noktalarını yok etme mücadelesi 15 Temmuz çatışması ile noktalandı. Cemaat yenildi. Laikliği yok etme hedefli “kadim ihale” Tayyip Erdoğan önderliğinde AKP’ye kaldı.
1940’larda verilen ödünlerle başlayan laiklik karşıtlığı ile mücadelenin geldiği nokta özetle böyle. Büyük Ortadoğu Projesinin temsilciliğini üstlenen Tayyip Erdoğan ve AKP hükümetinin en büyük silahı, siyasi İslâm. Bunun dünya ölçeğindeki karşılığı emperyalist yayılmaya hizmet, Türkiye ölçeğindeki karşılığı şeriat koşullarına doğru yürüyen Türkiye devleti.

Türkiye şeriat devleti olur mu?
Doğru bir “laik devlet”, “laik yaşam”, “laik kişi”, “laik eğitim” anlayışı hâkim olmazsa şeriat devletinin önü açılır. Bugüne dek bu süreç böyle işledi. AKP’ye oy veren tabanı, “doğru din budur, asıl dindar biziz” diye ikna (!) etmeye çalışmak laiklikle bağdaşmaz. Dört halife devrinden beri tartışılan ve cemaatlerin bile uzlaşamadığı (uzlaşmak da istemediği) “doğru dini” anlatmak peşinde koşmak da aymazlığın dik âlâsıdır. Ve daha da ötesi bu akılcı ve laiklikten yanaymış gibi görünen çabalar laiklik karşıtlığının ekmeğine yağ sürmek anlamına gelir. Dini politikaya alet etmenin bir başka yoludur.
Bugün, devlet laik midir sorusuna laikliği doğru kavrayan kimse evet yanıtını veremez. Ancak bunu Diyanet İşleri Başkanı’nın verdiği demeçlerle sınırlandırmak doğru değil. Diyanet İşleri Başkanlığı devam ettiği sürece birilerince olumlu birilerince olumsuz bulunan söylemleri olacaktır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında gerekli olan Diyanet İşleri’nin varlığı günümüzde artık yanlıştır. En genel anlamda laiklik, din ve devlet işlerinin ayrılması ise, Diyanet’in devlette yeri yoktur. Diyanet’in nasıl olması gerektiğini tartışmak anlamsızdır. Hele “kapattırmayız, biz kurduk” savunmaları, laiklik karşıtlığı kadar tehlikelidir. O nedenle laiklikle ilgili ilk adım, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kapatılması ve devletin dinle olan bağının kesilmesidir.

Köy Enstitüleri, ırgattan biliminsanı, marabadan sanatçı yetiştiren sınıfsal karakterde bir uygulamaydı.

Kişinin laik olmasına gelince bu konuda en büyük yanlışlık Kenan Evren’in suçluluk psikolojisi ile söylediği “laiklik dinsizlik değildir” söylemine benzer söylemlerde bulunmaktır. Laik olduğunu söyleyip lafa; “elhamdülillah hepimiz Müslümanız”, “benim ninem de beş vakit namazını kılardı” sözleriyle suçluluk teslimiyeti ile başlamak laiklikle bağdaşmaz. Bu tavır ya laikliğin ne olduğunu ve önemini bilmemektir ya da ikiyüzlülüktür. Yıllardır suçluluk psikolojisi ile verilen tavizler, durumu geldiğimiz noktaya getirdi. Tehlikeli biçimde de; “günaydın” yerine “selamünaleyküm”, “hoşça kal” yerine “Allah’a emanet ol”, “eleştiri özeleştiri” yerine “helalleşme”, “haksızlık” yerine “kul hakkı yemek”, neyin yerine kullanıldığını bile tam anlayamadığım “dilsiz şeytan” vb. laflar kullanılmaya devam ediliyor. Tayyip Erdoğan’ın bile kullanmadığı kadar… Sözün özü, halkı etkilemekte hiçbir karşılığı olmayan bu söylemler laiklik mücadelesine büyük zarar vermektedir.
En çok gündeme gelen ve tartışılan konu eğitimin laik olmasıdır. Laik eğitim, laikliğin turnusolü gibidir. Öyle olduğu içindir ki Devrimci Cumhuriyet laiklikle ilgili ilk adımı, laik eğitim kararlarıyla attı. Ve yine öyle olduğu içindir ki toplumu dönüştürmeyi temel amaç olarak ele alan bugünkü hükümetin (devlet de desek yanlış olmaz) esas hedefi de eğitimde laikliği ortadan kaldırmaktır. Çünkü okullar hem kendi tabanını yaratmanın hem de toplumun her alanına yayılmanın en etkili aracıdır. Bu araç yıllardır, sinsice ve adım adım kullanılmaktadır.

Amerika destekli 12 Eylül darbecileri için iki temel hedef vardı. En milli görünüp “milli” devleti ve milli devlet için en temel demokratik silah olan “laikliği” ortadan kaldırmak. (Fotoğrafta ABD’nin “our boys”ları)

Laik eğitimin savunulması elbette çok önemli… Ama bu sinsi ve sürece yayılmış, sabırla uygulanan yöntemlerin ayırdına varmadan ve bu sinsiliğin karşısına laik bilimsel eğitimi savunan devrimci politikalar ortaya koymadan ve de bu politikaları hayata geçirecek cephe oluşturmadan mücadele olmaz. Ama bu mücadele, laiklikten yana görünen muhalif politikacıların yukarıda da sözünü ettiğimiz; “helalleşme”, “kul hakkı”, “Allah’a emanet olma”… benzeri dinsel söylemleriyle olmaz. O nedenle, “Laik Bilimsel Eğitim” mücadelesi, politikacılara bırakılmayacak kadar temel bir konudur.
Tüm demokratik kitle örgütleri hiçbir kaprise yer vermeden bu konuda iş birliği yapmalı, örgütlenmelidir. Başta eğitim sendikalarına büyük görev düşmektedir. Öğrenciyi, veliyi ve alanı en iyi bilen onlardır. Ve bu görev alışılagelen sendikal görevlerin çok ötesindedir. Çünkü laiklik, her türlü ekonomik, sosyal, demokratik hak mücadelesinin merkezindedir. Daha önce de söylediğimiz gibi; laiklik her türlü ayrımcılığın, eşitsizliğin panzehridir.