İbrahim Kaya
Yüzyıllardır gündemden düşmeyen ve günümüzde hâlâ tartışılmaya devam edilen konulardan birisi de din ile bilimin uyumlu olup olmadığıdır. Medya araçlarında, belirsiz zaman aralıklarıyla birçok ilahiyatçının, din kurumunun merkezde yer aldığı, din ve bilimin uyumlu, birbirlerini tamamlayan bir bütünün parçası olduğuna dair açıklamalar içeren haberlere rastlamaktayız. Bu açıklamalar, büyük oranda, bilime din üzerinden değil, dine bilim üzerinden itibar kazandırmak amacına yöneliktir. Biz de ilgili konuyu tarihsel bir perspektifle inceleyeceğiz. Söz konusu tartışmanın dünden bugüne kadar hangi aşamalardan geçtiğini göstermeye çalışıp aslında gereksiz yere neden hâlâ bugün bile gündemde tutulduğunu, neden dinle bilimi uyumlu kılma çabalarının tarihin hiçbir döneminde netice vermediğini ve bundan sonra da vermeyeceğini açıklamaya çalışacağız.
GALİLEO’NUN HAZİN HİKÂYESİ
Galileo’nun mahkemesi
22 Haziran 1633 tarihini bilim ile din arasındaki çatışmanın başlangıç tarihi olarak öne sürersek pek de yanılmış olmayız. Bilimle din arasında daha önce de birçok çatışma çıktığı bilinir. Ancak bu tarihte meydana gelen olay, bilim tarihçilerince söz konusu çatışmaların asıl başlangıcı olarak kabul edilir. Peki, ne olmuştu 22 Haziran 1633’te? 70 yaşında yaşlı bir adam, dönemin en ünlü biliminsanı Galileo Galilei adında bir İtalyan matematikçi, fizikçi, filozof ve astronom, Katolik kilisesinin emri ile Engizisyon Mahkemesi tarafından “kâfirlik” suçlamasıyla yargılanıp mahkûm edilmişti. Nedeni ise Galileo’nun, 1632 yılında yayımlanan Dialogue on the Two Chief Systems of the World, Ptolemaic and Copernican (Dialogues) adlı kitabında (Hasan Ali Yücel Klasikleri serisinde “İki Büyük Dünya Sistemi Hakkında Diyalog” adıyla yayımlanmıştır) Nikolas Kopernik’in “din karşıtı ve sapkın düşüncelerini” savunduğu ve yaydığı iddiasıydı. “Din karşıtı ve sapkın düşünce” ise; Galileo’nun eserinde yer verdiği, “Evrenin jeosentrik yani Dünya merkezli değil de heliosentrik yani Güneş merkezli olduğu, başka bir deyişle Güneş’in Dünya çevresinde doğudan batıya doğru hareket etmediği, tam tersine Dünya’nın Güneş çevresinde hareket ettiği, gökyüzü cisimlerinin kutsal, düz, pürüzsüz küreler şeklinde değil de Dünya’daki gibi coğrafik yapıda olduğu” tezleriydi.
Galileo’nun ileri sürdüğü tezler yanlış mıydı? Hayır. Tek sorun, bu kitapta savunulan “Güneş merkezli evren” tezinin, İncil’de yer alan evrenle ilgili anlatılanlarla ters düşmesiydi. Kutsal kitap İncil’de evrenin merkezinin Dünya olduğu, Güneş dâhil bütün gök cisimlerinin Dünya çevresinde döndüğü belirtiliyordu. Doğal olarak kilisenin ve onun öğretilerinin sonucu olan dinî dogmaların hüküm sürdüğü Orta Çağ’da kabul gören düşünce de, “Dünya merkezli sistem” modeliydi (Jeosentrik Model). Bu arada Dünya merkezli modelin ilk olarak Eski Yunan filozofu Aristoteles tarafından ortaya atıldığını ve Klaudyos Batlamyus tarafından geliştirildiğini de belirtmek gerekir.
Galileo, tezlerinin İncil’de söylenenlerle ters düştüğünün farkındaydı. Orta Çağ Avrupa’sında İncil’deki anlatılarla çelişen herhangi bir düşüncenin, o düşünce ne kadar bilimsel verilere dayanırsa dayansın, doğru kabul edilmeyeceğini ve cezalandırılacağını biliyordu. Ancak Galileo yaptığı bilimsel çalışmalarını bir şekilde yayımlaması gerektiğini de düşünüyordu. İlk başlarda Roma Katolik Kilisesi ile arasının bozulmasını önlemek için birçok girişimde bulundu. Ortaya çıkardığı olguları İncil’de yazılanlarla bir şekilde uyumlu hâle getirmeye çalıştı. İncil’in ilk olarak eğitimsiz kişilere yönelik indirildiğini ileri sürdü. İncil’in onların da anlayabileceği ifadelerle indirildiğini, Tanrı’nın sözlerinin kitapta geçtiği şekilde anlaşılmaması, İncil’e ahiretle ilgili konularda öncelik tanınması ama doğayla ilgili verilen bilgilerde herhangi bir hata varsa ilgili ayetlerin tekrar yorumlanması gerektiğini kiliseye anlatmaya ve ikna etmeye çalıştı.
Galileo’nun Güneş merkezli evren düşüncesinin aksine Dünya merkezli evren modelini savunan zamanın biliminsanları (o zamanlar biliminsanları kilise bünyesinde çalışırlardı) bundan oldukça rahatsız oldular ve Galileo’nun bu çalışmalarını onaylamadılar, Galileo’yu sahtekârlıkla suçladılar. Ayrıca Galileo’nun söz konusu uğraşlarda bulunduğu dönemde Avrupa’da aydınlanma devri başlamıştı. Katı Katolikliğe karşı Protestanlık akımının yayıldığı ve yayılan Protestanlığa karşı olarak Katolik muhafazakârlığının giderek arttığı bir dönemdi. Hâliyle Galileo’nun faaliyetlerinden kilise memnun değildi ve onunki gibi kutsal kitap karşıtı faaliyetlere, kutsal kitabı farklı yorumlama girişimlerine izin verilmemesi gereken kritik bir süreçten geçildiği kanaatindeydi. Bu nedenle Galileo’nun uğraşları işe yaramadı.
“Kilise Galileo’yu Roma’ya çağırdı ve Galileo Engizisyon Mahkemesi tarafından yargılandı. Engizisyon Mahkemesi, Galileo’nun sorgulamada ‘suçunu’ itiraf ettiğini ileri sürerek ‘kâfirlik’ ve ‘sapkın düşünceye sahip olmak’ suçlarını işlediğine karar verdi. Sonuçta da Galileo ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı.”(1) ve kitapları yasaklandı. Daha sonra bu hapis cezası, bir şartla ömür boyu ev hapsine çevrildi. Bu şart, Galileo’nun üç yıl boyunca haftada bir kez Engizisyon Mahkemesi başkanı Lord Kardinal’in önünde diz çöküp İncil’de Tanrı’ya atfedilen “İlahiler; 102” başlıklı ayetleri ezbere okumasıydı. Ayrıca tamamen Katolik kilisesine ve Papa’ya bağlı olduğunu, kendisinin lanetlendiğini kabul ettiğini, zaten uzun zamandır şüphelendiği ve yanlış tanımladığı düşüncelerinin doğru olmadığını itiraf edecekti. Galileo bu şartları kabul etti ve ömür boyu hapis cezası ev hapsine çevrildi.(2) Bu olaydan 9 yıl sonra, 1642 yılında evinde hayata gözlerini yumdu. Vefatından sonra kilise, cenaze töreninin kilisede yapılmasına izin vermedi. Ölümünden 92 yıl sonra, belli bir yerde mezar izni verildi.
Galileo’nun kitabı, kendisi vefat ettikten sonra da uzun bir süre yasaklı kaldı. Ölümünden 111 yıl sonra eseri birçok sansürden geçerek tekrar yayımlandı. Eseri sansürsüz olarak ilk kez ölümünden 202 yıl sonra, yani 1835’te yayımlandı. Kilise bu zamana kadar hâlâ “Dünya merkezli evren modelini” savunuyordu. Şunu da belirtmek gerekir: Galileo’nun ölümünden 350 yıl sonra, 1992’de, Papa John Paul II, “Galileo’nun kilisenin elinden haksız bir şekilde çok çektiğini, Galileo’nun dinî inançlarını, din ile bilim ilişkisi hakkındaki düşüncelerini övdüğünü” açıklamıştır.(3) Böylece kilise, 350 yıl sonra da olsa, Galileo’ya yaptıkları haksızlıkları ve onun yüzyıllardır gereksiz yere yasakladığı düşüncelerini kabul etmek zorunda kalmıştır.
Neden Galileo?
Galileo’nun eserinde savunduğu “Güneş merkezli evren modeli”, daha önce birçok filozof ve bilim insanı tarafından da savunulmuştu. Bu tezin ilk olarak eski Yunan felsefecileri – Örneğin gökbilimci Aristarchus (MO 310-230)- tarafından ortaya atıldığı, sonra da Al Battani (858-929) ve Al Bitruji (1204) gibi bazı İslam âlimleri tarafından ele alındığı ve daha sonra Nikolas Kopernik (1473-1543), Tycho Brahe (1546-1601), Giordano Bruno (1548-1600), Johannes Kepler (1571-1630) gibi birçok Batılı gökbilimcinin de ilgili tez üzerinde çalışmalar yaptığı bilinmektedir. O hâlde bu isimlerin hiçbiri değil de neden Galileo kilisenin sert tepkisini çekmişti ve Galileo’nun mahkemesi bilim tarihçileri tarafından bilim ile din arasındaki çatışmanın başlangıcı ve karanlık çağın bitişi olarak kabul edilmişti? Oldukça yaşlı olan Galileo, diğer biliminsanlarından farklı olarak ne yapmıştı veya onun ayırt edici özelliği neydi de ömür boyu ev hapsi cezasına, kendisini son derece küçük düşürecek uygulamalara rıza göstermek zorunda bırakılmıştı?
Galileo, 16. yüzyıl Avrupa’sında fizik, matematik, astronomi ve felsefe dalında birçok eseri olan dönemin en ünlü ve saygın biliminsanıydı. Hâliyle düşünceleri herkesçe dikkate alınırdı. Galileo kendisinden önceki diğer biliminsanları gibi evrenin Dünya merkezli olmadığını ve Güneş’in Dünya çevresinde değil Dünya’nın Güneş çevresinde döndüğünü sadece ifade etmekle kalmadı. Teleskopu geliştirip ilk defa gökcisimlerini gözlemledi, onların hareketlerini inceledi ve kayıt altına aldı.(1) Teleskopla gökyüzünü gözlemesi sayesinde birçok yeni bilgi elde etti. Güneş lekelerini ortaya çıkardı. Venüs gezegenini izlerken Venüs’ün Ay gibi fazlardan geçtiğini, bunun da gezegenlerin Güneş etrafında döndüğüne dair bir kanıt olduğunu ileri sürdü. Ay’ın yüzeyinin düz, pürüzsüz bir küre seklinde değil de Dünya gibi üzerinde dağların, vadilerin, kraterlerin bulunduğunu keşfetti. Ayrıca Jüpiter’in dört uydusunun bulunduğunu ortaya koydu. Bu keşifler Kopernik’in teorilerini destekleyen keşiflerdi. Galileo yaptığı tüm bilimsel çalışmalarını bir yayın hâline getirdi. Böylece başka biliminsanları da bunları inceleyip doğru olduklarını görebilirlerdi.
Galileo’nun düşünceleri, yaptığı gözlemlere, özellikle matematiksel hesaplara ve mantıklı çıkarsamalara dayandığı için fazlasıyla önemsendi. Bu yeni yaklaşım tarzı bilimsel olguların ortaya konmasında bir ilkti. Artık bilimsel çalışmalarda doğrular aranırken zamanın biliminsanlarının yaptıkları gibi eski hazır bilgilerin sorgulanmadan doğru kabul edilmesi veya bir olgunun doğru olup olmadığının dinî kaynaklara göre belirlenmesi yöntemi sorgulanır olmuştu. Yeni bir bilim yapma yönteminin kapısı aralanmıştı. Bu nedenledir ki Galileo “modern bilimlerin babası” unvanını almıştır. Galileo’nun kullandığı akılcı yöntem bir tür devrim etkisiyle öne çıktı. Bilimsel çalışmalarda “şüphe duymak” ve “sorgulamak” önemli bir kural oldu. Bu oldukça yeni bir yaklaşımdı. İşte bu yöntem kullanılarak açıklanan heleosentrik düşüncenin diğerlerinin adıyla değil de Galileo’nun adıyla anılmasının nedeni budur. Galileo’nun gözlemleri sayesinde Kopernik’in düşünceleri de temellendirilmiş oldu, ilgi gördü ve itibar kazandı. Kilise, tam da bu gelişmelere dayanarak Galileo’nun bilimsel düşüncelerinin, olguları ortaya koyma yönteminin herkesçe ciddiye alınacağını ve bunun da zaten zor bir dönemden geçen kilisenin otoritesi için ciddi bir tehlike arz edeceğini öngördüğünden Galileo’ya karşı çok sert bir tutuma yöneldi.
Galileo ve davasına neden bu kadar uzun yer verdik? Bunun önemli bir nedeni, söz konusu davanın “bilim” ile “din” veya “akılcılık ve şüphecilik” ile “inanç” arasında olduğu düşünülen çatışmaların ilk ciddi örneği ve kısa bir özeti niteliğinde olmasıdır. Galileo’nun davası haklı olarak Avrupalılar tarafından Karanlık Çağ’ın bitişi Aydınlanma Çağı’nın başlangıcı, bilim tarihçileri tarafından ise modern bilim çağının başlangıcı olarak kabul edilmektedir.
Geçmişi oldukça eskiye dayanan bilim ve din arasındaki sorunlar, günümüzde de hâlâ en çok tartışılan konulardan birisidir. İleride de göreceğimiz gibi, bu sorunların geçmişini incelediğimizde, sorunun aslında din ile bilim arasında devam eden karşılıklı bir çatışma şeklinde değil de, bazı dinî otoritelerin veya ilahiyatçıların kendi inançları ile ters düştüklerine inandıkları bazı bilimsel çalışmalara karşı olan tepkilerinden ibaret olduğu ortaya çıkmaktadır. Galileo’dan önce de, Yunan filozoflarından başlamak üzere, İslam dünyasında, Orta Çağ Avrupa’sında ve günümüzde, birçok biliminsanı ve düşünür, bilimsel çalışmalarının dinî öğretilerle ters düştüğü ileri sürülerek dinî otoriteler tarafından baskılara maruz kalmışlardır. Ancak Galileo’nun davası, büyük bir biliminsanının ilk kez açıkça dinî gerekçelerle, dinî kitaplarda yazılanlara ters düştüğü gerekçesiyle kilise ile karşı karşıya gelmesi açısından önemlidir. Galileo’nun belki de en ayırt edici özelliği budur.
BİLİM VE DİN ÇATIŞMASININ TARİHÇESİ
Tarih boyunca bütün medeniyetlerde meydana gelen bazı bilimsel düşüncelere karşı olan tepkilerin temel gerekçesi hep aynı kalmışsa da (dini koruma gibi), zamanla gelişen bu çalışmalara paralel olarak bilim karşıtı söylemler değişik şekillere bürünerek günümüze kadar gelmişlerdir. Her ne kadar Isaac Newton, Albert Einstein veya 20. yüzyılın dünyaca ünlü Pakistanlı parçacık fizikçisi Abdus Salam gibi birçok biliminsanı, direkt olarak bilimsel çalışmalarından dolayı değil de dinî inançlarından dolayı sorunlarla karşılaşmışlarsa da bunlardan bahsetmeyeceğiz. Konumuzla ilgili olanlar, bilimsel çalışmaları “dinî gerekçeler ileri sürülerek” önlenen ve cezalandırılan biliminsanlarıdır. Elbette bu örneklerin sayısı çok fazladır. Hepsine birden tek bir çalışmada yer vermek mümkün olmadığından, burada sadece her devirde başlıca örnekler vererek çatışmasının tarihçesini incelemeye çalışacağız.
Bilim ve din arasındaki sürtüşmenin tarihçesine geçmeden önce bir de şunu belirtmek gerekir: Bu araştırmada kullanılan “din” kelimesi, hemen hemen bütün bilimsel tartışmaların meydana geldiği Batı dünyasında, “Batı kültürü” içerisinde olduğu için, ağırlıklı olarak Hıristiyanlık dini anlamında kullanılmaktadır. Ancak bu diğer dinlerin veya başka farklı inanç gruplarının bilime karşı çok da farklı tutumlar takındığı anlamına gelmemektedir.
Eski Yunan devri
Bilim ve felsefenin, din ve ideolojilerle olan sorunları Galileo’dan önce de söz konusuydu. Bunlar çok daha eskilere, bilimin tarihine kadar inmektedir. Her ne kadar bilim tarihi eski Hint ve Çin’e kadar gidiyorsa da, bilim ve karşıtları arasında bilinen ilk sorunlar eski Yunan’la başlar. Konuya ilişkin iki örnek vermek yerinde olacaktır.
Dinle bilimsel faaliyet arasındaki çatışmaya en eski örnek olarak matematikçi ve filozof Pisagor (MÖ 582-500) verilebilir. Pisagor, kendi öğretilerini anlatıp işleyeceği bir felsefe okulu açar. Bu okulda onun matematik, fizik, felsefe, astronomi ve müzikte getirmek istediği yenilikleri, zamanın din otoriteleri tanrılara karşı faaliyetler olarak algılar ve karşı çıkarlar. Halkı Pisagor’a karşı ayaklandırarak okulunu ateşe verirler. Bazı kaynaklara göre Pisagor ve öğrencileri bu alevler arasında yanarak can vermişlerdir. Bazı kaynaklara göre ise, Pisagor yakalanıp İran’a götürülür ve orada hapsedilir.(4)
Zamanının din otoriteleri ile sorun yaşayan bir diğer Yunan düşünürü, felsefenin kurucusu kabul edilen Sokrates’tir (MÖ 469-399). Platon da dâhil birçok eski Yunan filozofunu yetiştiren Sokrates, zamanın tanrılarına inanmayışı, bu tanrıların yerine yenilerini koymayı savunması ve gençlerin ahlakını bozduğu gerekçesiyle yönetimle sorunlar yaşar ve yargılanır. Yargılama sonucunda baldıran zehri içirilerek idam edilir.
Avrupa’da karanlık çağ
Eski Yunan devrinden kısa bir süre sonra, Hıristiyanlığın yayılmasıyla beraber, eski Yunan felsefe geleneği devam etmemiş, özellikle MS 410 yılında Alman kralı Alaric’in Roma’yı işgal ederek Batı Roma İmparatorluğu’na son vermesiyle batı dünyasında Katolikliğin katı yorumu dönemi başlamış, bilim ve felsefe dâhil hayatın her alanında bir duraklama devrine girilmiştir. Bu olayla beraber Avrupa 1000 yıl kadar sürecek tam bir “Karanlık Çağ”a adım atmıştır. Karanlık Çağ boyunca Avrupa tamamen kilisenin kontrolüne girmiş, bilim dâhil hayatın hiçbir alanında elle tutulur bir gelişme kaydedilmemiştir. Karanlık Çağ ancak 15. yüzyıl Rönesans devrinin başlaması, kilisenin de etkisinin azalmasıyla yavaş yavaş sona erer. İleride de anlatacağımız gibi Rönesans aydınlanma devri ile beraber, Avrupa’da yaşamın her alanda olduğu gibi, bilimsel çalışmalarda da büyük ilerleme kaydedilmeye başlar.
İslam altın çağı
Avrupa’da, Hıristiyan âleminde karanlık dönem sürerken İslam dünyası çok farklı bir dönem yaşamaktaydı. İslam’ın 6. yüzyılda yayılmaya başlaması ile beraber bilimsel çalışmalar hızla gelişir. İslam dünyasının bilimdeki bu yükselişin en önemli etkenlerinden biri, bazı İslam halifelerinin, özellikle 8. yüzyılda Abbasilerin, bilimi ve eleştirel düşünme tarzını geliştirmeye yönelik çalışmalarıdır. Abbasi döneminde (750-909) halifelerin bilimsel düşünceyi teşvik etmeleri, ulemaları maaşa bağlamaları, bilimsel araştırmalar için özel bütçe ayırmaları, okullar, kütüphaneler ve gözlemevleri kurmaları, Çinlilerden kâğıt yapımını öğrenmeleri, ayrıca Hindistan, İran, Çin ve Yunanistan’dan getirilen bilim ve felsefe eserlerinin Arapçaya çevrilmesi, özellikle tercüme merkezlerinin yaygınlaştırılması gibi gelişmelerden hareketle, İslam dünyasında bilimsel çalışma bağlamında olağanüstü hızda bir gelişim çizgisi yakalanmıştır. Bu dönem, İslam dünyasında “Altın Çağ” da denilen bir dönem olmuştur.
Sürecin doğal bir sonucu olarak gelişen bilimsel çalışmalar, zamanla İslam ülkelerinde en azından bazı biliminsanları arasında bir eleştirel düşünme tarzının benimsenmesini de kaçınılmaz kılmıştır. Bu da bazı biliminsanlarının mevcut din otoriteleri ile çatışma yaşamasını beraberinde getirmiştir. İslam and Science (px,xi) kitabının yazarı Ehsan Mahmood’a göre, ancak zaman içinde, akılcı ve sorgulayan yaklaşım yerine daha çok muhafazakar bir yol izlenmiş, dinî metinlere daha çok ve rasyonelliğe daha az ağırlık verilmeye başlanmış, sonuç olarak bilimsel çalışmalar engellenmiş ve birçok biliminsanı cezalandırılmıştır.
Örneğin, İslam âleminde bilimsel gelişmelerin dorukta olduğu bir zamanda, zamanın en önemli biliminsanlarından El-Razi (860-932) bu cezalandırılan isimlerden birisidir. El-Razi, Bağdatlı bir fizikçi ve tıpçıydı. Bütün zamanını Hipokrat ve Galen’in çalışmalarını İslam dünyasına öğretmek üzerine kurgulamıştı. Pediatri, göz ve diş sağlığı konusunda önemli çalışmalar yapmıştı. El-Razi’nin zamanla dönemin mevcut düşünme tarzını eleştirmesi, eleştirel düşünme tarzını benimsemesi ve öğrencilerine öğretmesi dönemin yöneticileriyle sorunlar yaşamasına neden oldu. Bu nedenle işine son verildi ve tutuklandı. Bir din görevlisini rencide ettiği iddiasıyla, El-Hâvi (Continens Liber) adlı ünlü eserinin de içinde bulunduğu birçok kitabı yasaklandı. Din görevlisinin emriyle işkence gördü ve kendi kitapları ile dövüldü. Bu dövülmeler ve kötü muameleler neticesinde görme yetisini kaybetti. Sayısız bilimsel çalışmasıyla İslam dünyasının Altın Çağ’ı yaşamasında en büyük ve önemli katkıları sunan bilim insanı El-Razi derin bir sefalet içinde hayata gözlerini yumdu.(6)
Baskı gören bir diğer biliminsanı ise zamanın en ünlü astronomu, matematikçisi ve filozofu İbn-i Sina idi (980-1037). Kanun fi’t Tıp (Canon of Medicine) adlı eseri birçok Avrupa ülkesinde, Arapça ve Farsça konuşan ülkelerdeki okullarda yüzyıllar boyunca ders kitabı olarak okutuldu. Bu eser, sadece eski bilgilerin bir araya getirilmesinin yanında, yanlışlarını da tespit ediyor, ek olarak İbn-i Sina’nın kendi buluşları ve tedavi yöntemlerini de içeriyordu.(5) İbn-i Sina ayrıca astronomik gözlemleri içeren tablolar hazırladı, enerjinin ısı, ışık ve mekanik şeklinde değişik hâllerini buldu. Eğer ışık parçacıklardan oluşuyorsa, ışık hızı sonlu olmalı diye bir fikir ortaya attı. İbn-i Sina jeoloji alanında da büyük düşünceler ileri sürdü. Jeolojide en önemli teorilerden biri olan “süper pozisyon”, yani genç tabakaların üstte yer aldığı, alta doğru gidildikçe yaşlanan tabakaların bulunduğu düşüncesini ortaya attığına inanılmaktadır – ki bu düşünce 17. yüzyıla kadar kabul edilmemişti.
İbn-i Sina o kadar ünlü bir biliminsani ve filozoftu ki, olağanüstü bilimsel çalışmaları ve düşüncelerinden ötürü Batılılarca “ortaçağ modern biliminin kurucusu”, “hekimlerin babası” ve “fiziğin prensi” gibi unvanlara layık görülmüştür. Birçok ülke, İbn-i Sina adına dünyaya katkılarından dolayı saygılarını belirtmek için para, pul ve madalyon bastırmıştır. Avicennaizm (İbn-i Sinacılık) İslam coğrafyasında değil, Batı’da doğmuştur. Onun resmi Fransa’daki ünlü Sorbonne ve İngiltere’deki Cambridge Üniversitelerinde ilk kurulan kürsülere asılmıştır. Ancak İbn-i Sina yaşadığı dönemde İslam dünyasında hiç de hak etmediği şekilde kötü muameleye maruz kalmıştır. Evi ve kütüphanesi yağmalanmıştır. İbn-i Sina’nın bir kez İsfahan sokaklarında resmi asılmıştır ve o da cezalandırılması için yakalanıp Gazneli Mahmud’a getirilsin diyedir.(7) Peki, olağanüstü bilimsel çalışmalar yapan, dünyaca tanınan ve itibar gören bu İslam âlimi ne yapmıştı da bütün dünyada saygınlık kazanırken kendi ülkesinde baskıya, haksızlığa ve cezaya maruz kalmıştı? İbn-i Sina’nın hem çok başarılı olmasını sağlayan hem de baskı görmesine yol açan şey; bilimde rasyonalist ve şüpheci bir yaklaşımı benimsemesi, bu nedenle ilahiyatçılarla arasının bozulması ve ayrıca kendi dinî inancının otoriterlerinki ile uyuşmamasıydı.
Bilim tarihçileri, İslam dünyasında bilimle ilgili ilk sorunlara ilahiyatçı Gazzâlî’nin muhafazakâr katı düşüncelerinin neden olduğunu ileri sürmektedir. Gazzâlî’nin özellikle 12. yüzyılda yazdığı Tehâfütü’l-Felâsife (Filozofların Tutarsızlığı) eserinde özellikle İbn-i Sina ve Farabi gibi bilimde rasyonalist ve şüpheci bir yaklaşımı benimseyen biliminsanlarını sert bir şekilde eleştirmesi sonucunda İslam dünyasında bilimsel çalışmalara kapılar kapanmaya başladı.
Özellikle 13. yüzyılda birçok İslam kentinin Moğollar tarafından işgal edilmesiyle de İslam dünyasında Gazzali’nin savunduğu İslam’ın katı yorumu güç kazandı ve halifeler tarafından benimsendi. Böylece İslam dünyası kendi içine döndü, entelektüel yaşam çökmeye başladı ve bilim tamamen durma noktasına geldi. Bu durum maalesef günümüzde de devam etmektedir. Bu nedenledir ki, son 1000 yıldır İslam dünyasında bilim adına elle tutulur hiçbir gelişme olmamıştır. Bırakalım herhangi bir bilimsel gelişmenin olmasını, İslam dünyasına Altın Çağ’ı yaşatan biliminsanlarının keşifleri dahi unutulmuş veya göz ardı edilmiştir. Bilimsel çalışmalar yerine din eğitimi veren medreseler (kelam, fıkıh, tefsir, hadis) ve hayatın bütün alanlarına hâkim olmaya çalışan din adamları ön plana çıkmıştır. Burada tam da sanki olacakları önceden haber veren, çoğunlukla İbn-i Sina’ya atfedildiği görülen şu cümleyi hatırlatmak gerekir: “Bilim ve sanat, itibar görmediği toplumları terk eder.”
Gerçekten de bilim İslam dünyasında itibar görmemeye başlayınca bu coğrafyayı tamamen terk etmiştir. Bu duruma en iyi örnek olarak yüzyıllarca İslam dünyasında hâkimiyet kuran Osmanlı İmparatorluğu dönemini verebiliriz. “Osmanlı imparatorluğu bir cihan devletler topluluğu olmasına rağmen bilim alanında herhangi bir gelişme göstermemiştir. Osmanlıların kurdukları medreselerde sadece fıkıh ve kelam okutulmuştur.”(8) Avrupa’da Rönesans aydınlanma devri ile felsefe, kültür, politika, sanat, mimari, eğitim, müzik, edebiyat gibi hayatın bütün alanlarında bir yenileme, bir devrim yaşanırken ve olağanüstü bilimsel gelişmeler meydana gelirken, Osmanlı coğrafyasındaki medreselerde fen bilimleri ve matematik öğretiminin meşru olup olmadığı, Hızır peygamberin sağ olup olmadığı, Hz. peygamberin anne ve babasının mümin kabul edilip edilmeyeceği, Firavun’un imanla ölüp ölmediği, Yezit’e lanet etmenin gerekip gerekmediği, türbelerin ziyaret edilip edilmeyeceği gibi konular tartışılırdı.
Sadece bilime değil, İslam dininin öğretileri dışındaki konulara da ilgi gösterilmemiştir. Osmanlılar Mısır’da 300 yıl hüküm sürmelerine rağmen Mısır medeniyetlerinin ihtişamıyla ve mirasıyla ilgilenmemiş, bunlarla ilgili bir araştırma yapılmamıştır. Örneğin piramitlerle ilgili tek bir yazı yazılmamış veya kayıt tutulmamıştır.
Osmanlı’da bilimsel çalışmalara önem verilmediğini gösteren çarpıcı bir örnek de 1580 yılında İstanbul’da kurulan, imparatorluğun tek rasathanesi olan rasathanenin şeyhülislamın fetvası ile toplarla yıkılmasıdır. Oysa İslam’ın Altın Çağı’nda en çok gelişen bilim dallarından biri astronomiydi. Şam, Bağdat, Kahire, Semerkant gibi İslam başkentlerinde gözlemevleri kurulmuştu ve bu gözlemevlerinde astronomiyle ilgili birçok ilerleme kaydedilmişti. Örneğin Muhammed el-Fezârî, İslam dünyasında gökcisimlerin konumlarını tespit edebilen ilk usturlabı icat etti. Dünya7nın çevresini ve Dünya’nın Güneş’e olabilecek en uzak noktasını bugün bilinen değerlere çok yakın bir başarıyla hesapladı. İbn-i Heysem ise o zamana kadar kilisece kesin olarak kabul edilen, Yunan bilgini Klaudyos Batlamyus’un (90-168) Dünya merkezli evren sisteminin yanlış temele dayandığını ortaya çıkardı. Yine 12. yüzyılda yaşamış olan Toledolu Zerkâlî, astronomiyle ilgili aletler icat ederek alanda önemli gelişmelere önayak olmuştur. Güneş’le Dünya arasındaki en uzak aralığın, arkasındaki yıldızlara göre her yıl biraz (12,04 saniye) saptığını ortaya çıkarmıştır. Modern hesaplamalar ise bunun doğru ve tam sürenin 11,8 saniye olduğunu saptamıştır. 12. yüzyılda, Seville’de yaşayan matematikçi Nureddin Batruci’nin astronomi hesapları, yüzyıllar sonra, 1543 yılında Kopernik’in helionsentrik teorisini ortaya koymasında temel oluşturmuştur. Kopernik’in, teorisini ortaya atarken İslam bilginlerinin düşüncelerinden, yaptıkları tablolardan ve çizimlerden faydalandığını yakın geçmişte bilim tarihçileri ortaya çıkarmıştır. Her ne kadar Kopernik, Araplardan sadece Battânî ve Nureddin Batruci’nin bazı tablolarının dışında başka bir şey almadığını açıklasa da bilim tarihçileri aynı fikirde değildir. Tarihçiler Kopernik’in teorisini desteklemek için öne sürdüğü delillerini direkt olarak İslam coğrafyasının astronomlarının çalışmalarından aldığını ileri sürmektedirler. İşte bu örneklere benzer tüm olağanüstü bilimsel çalışmaların devam etmesi ve geliştirilmesi amacıyla 1571 yılında inşa edilen o rasathanedir toplarla yıkılan.(9)
Rasathanenin yıkılma nedeni ise; rasathane kurulduktan sonra bir salgın hastalığın başlaması ve bir depremin meydana gelmesi, imparatorluğun en büyük dinî otoritesi şeyhülislamın bütün bu kötülüklerin nedeninin yeni kurulan rasathanedeki teleskoplarla gökyüzündeki meleklerin bacaklarına bakılması olduğunu ileri sürmesidir.(1) Şeyhülislam rasathanenin yıkılması üzerine verdiği fetvasında ayrıca “Evreni gözlemek Allah’ın sırlarını öğrenmeye teşebbüs etmek gibi bir küstahlıktır” demiştir. Şeyhülislam; imparatorluğun en tepedeki dinî otoritesi, padişah ve vezirden sonraki en büyük devlet yetkilisi olarak “Evreni ve doğayı gözlemeyi, nasıl çalıştığını ortaya çıkarmayı”, yani bilim yapmayı Allah’ın sırlarını öğrenmeye teşebbüs etmek ve bunu da bir küstahlık olarak niteleyebilmektedir. Dolayısıyla böyle bir ortamda hiçbir bilimsel gelişmenin olmaması şaşırtıcı değildir.
Ünlü Osmanlı tarihçisi Prof. Halil İnalcık, Osmanlı’nın gelişememesi, sonunda da çökmesinin nedenlerini açıklarken; Avrupa’da Rönesans ile bilim ve teknoloji gelişirken Osmanlı’nın bir hümanist düşünce gelişimi, Rönesans benzeri bir süreç değişimi yaşamadığına işaret etmektedir. Ayrıca Osmanlının bilimden uzaklaştığını, şeyhülislam ve medreselerin devlet işlerine hâkim olduğunu, sadece devlet işlerini değil her işi fetvalarıyla yönetmeye başladıklarını da çöküşün nedenleri arasında göstermektedir.(10)
Bırakalım son bin yıllık tarihi, günümüzde olağanüstü bilimsel gelişmeler olmasına rağmen, İslam dünyası maalesef hâlâ küresel entelektüel ve bilimsel alanda ne olup bittiğinin farkına varamayan bir akıl tembelliği içerisindedir. İslam coğrafyasında bulunan öğretim kurumlarındaki ders programları rasyonalizmden ve felsefeden gittikçe uzaklaşmaktadır. Buna en iyi örnek, Türkiye’deki okullarda zamanla felsefe ve fen derslerinin azalıp din derslerinin artması ve en son iki yıl önce de yüzyılın en önemli bilimsel düşüncelerden birisi olarak kabul edilen evrim teorisinin sadece dinî hassasiyetlerden dolayı ders programlarından çıkarılmasıdır. İslam Ülkeleri Topluluğu’na (OIC) üye 57 ülkenin bilimsel performansı, bilimsel çalışmalara olan katkıları (ki bu ülkeler içinde oldukça zengin ülkeler de vardır) hiç iyi bir durumda değildir.
Dikkat edilirse, İslam dünyasının bilimsel çalışmaları bırakıp Gazzali’nin katı dinî yorumunu benimsemesi ile beraber içinde girdiği ve yaklaşık 1000 yıldır devam eden dönemi, tam da Avrupa’nın Hıristiyanlığın ilk yıllarında Eski Yunan felsefesinin düşüncelerini terk edip katı bir Katolik yorumu benimseyerek bu yorumun hayatın bütün alanlarına hâkim olmasına izin vermesi, sonuç olarak yaklaşık 1000 yıl kadar sürecek tam bir “karanlık dönem”in kapısının aralandığı o süreci hatırlatmaktadır.
Batı’da Rönesans devri
İslam dünyasında 14-15. yüzyılda tamamen durma noktasına gelen bilimsel çalışmalar, Batı dünyasında 15. yüzyılda Rönesans aydınlanma devrinin başlamasıyla tekrar canlanmıştır. İtalya’da başlayıp Avrupa’nın diğer ülkelerine yayılan Rönesans; başta bilim ve felsefe olmak üzere, kültür, sanat, edebiyat dâhil hayatın bütün alanlarında bir yeniden doğuş dönemi olmuştur. Rönesans ile beraber serbestlik, özgürlük ve hümanizm gelmiştir. Hümanizm (insancılık) anlayışı merkeze insanı yerleştirmiş, insanın dünyadaki yeri ve anlamı sorgulanmıştır. Bireyin ve aklın ön plana çıkmasıyla bilimsel gelişmelerin, teknik buluşların ve keşiflerin hız kazandığı bir dönemin kapısı aralanmıştır. Bu dönemde, bilim de kilisenin etkisinden kurtularak insanlığın yaşam koşullarını ve düşünce biçimini değiştirecek kadar hızlı bir şekilde ilerlemeye başladı. Hâliyle bilimde esas olan eleştirel, sorgulayan düşünce tarzını benimseyen oldukça fazla sayıda biliminsanı ile dönemin hâkim dinî otoritesi kilise arasında zaman içerisinde sorunların filizlenmesi beklenen bir durumdu. Kilise, düşünsel anlamda etkisi kırılmaya başlansa da güç özelinde hâlâ çok etkili bir kurumdu.
Örneğin ünlü İspanyol fizikçi Michael Servetus (1511-1553) 1531 tarihli Errors of Trinity adlı kitabında, Hıristiyanlıktaki “teslis, üçleme” inancı (3 tanrı inancı) dâhil birçok konuya eleştiri getirdi. Ancak Hıristiyanlığın bilimsel gelişmelere bağlı olarak reformlara ihtiyacı olduğunu önermesi gerekçesiyle kitabının Hıristiyanlık inancına ters düştüğü, yani sapkın olduğu kabul edildi. Kendisi İspanya’dan, kilisenin baskısından kaçıp İsviçre’ye sığındı. Ne var ki İsviçre’de kilise tarafından yakalandı, işkence gördü ve kitaplarıyla beraber Cenevre gölü kıyısında yakılarak katledildi.(1) (6)
Bir diğer bilim insanı Giordano Bruno (1548-1600), İtalyan bir rahip, aynı zamanda ünlü bir filozof ve gökbilimciydi. Bruno, kilisenin dayattığı dogmatik düşünceye karşı diyalektik düşünceyi; bilgilerin, akıl, deney ve gözlem üzerine temellenmesi gerektiğini savundu. Aristoteles’ten gelen Dünya merkezli evren sistemine karşı çıktı. Kopernik’in Güneş Sistemi prensiplerini benimsedi. 16. yüzyılda bu görüşlerinden dolayı kilise tarafından yargılandı ve dinsizlikle suçlandı. Engizisyon yedi yıl boyunca Bruno’yu zindanda, işkenceye tabi tuttu. 17 Şubat 1600 tarihinde, Roma’da, Çiçek Meydanı’nda, kilisenin görüşlerine karşı çıktığı gerekçesiyle diri diri yakılarak cezalandırıldı. Gerçekler uğruna korkusuzca işkenceye ve ölüme direnen Bruno, bugün özgür düşüncenin bir sembolü olarak anılır.(11) Bilimsel düşünceyi savunduğu için önce kilise tarafında canlı canlı yakılarak katledilen Bruno’nun, yaklaşık 300 yıl sonra, 1889 yılında, yine aynı kilise tarafında onuru iade edildi ve yakılarak öldürüldüğü Çiçek Meydanı’nda heykeli dikildi.
Charles Darwin (1809 -1882) diğer bilim insanlarına göre kısmen daha şanslıydı. Çünkü 1800’lerin Avrupa’sı ve özellikle İngiltere’de artık karanlık Orta Çağ’dan çıkılmış, kilisenin etkisi azalmış, bilime ve biliminsanlarına karşı büyük bir ilgi gelişmiş ve seküler devlet sistemi benimsenmiştir. Ancak Darwin evrim düşüncesinin taslağını yazdıktan sonra çalışmasını yine de yaklaşık 20 yıl kadar saklamış, kilise ve toplumdan kendisine ve ailesine gelebilecek tepkilerden çekindiği için yayımlamamıştır. Evrim teorisini açıklayan Türlerin Kökeni adlı eserini 1859 yılında yayımladığı zaman bile birçok tehdide, hakarete, küfre maruz kalmıştır. Darwin, eski meslektaşları gibi tutuklanıp işkencelerden geçmediyse de kilisenin Darwin’e karşı muhalefeti çok iyi bilinen bir gerçektir. Evrim teorisi ortaya atıldığında teoriye şiddetle karşı çıkan kilisenin ilk olarak 1950’lerde, sonrada 2009’da en sonda 2014 yılında, Darwin’e büyük haksızlık yapıldığını, evrimin gerçek olduğunu ve Darwin’in evrim teorisini kabul ettiğini açıklamakla yetinelim.(22)
William Buckland, Charles Lyell, Louis Agassiz ve Adam Sedgewick gibi birçok 19. yüzyıl Hıristiyan jeoloğu, İncil’de geçen Nuh Tufanı ve yaratılış hikâyesini kanıtlamak için araştırmalar yaptı. Ancak onlar her ne kadar kendi buluşlarını İncil’deki anlatılanlara uydurmaya teşebbüs etmişlerse de çalışmaları Dünya’nın İncil’de yazıldığı gibi 6000 değil, en iyimser olasılıkla birkaç milyar yaşında olduğunu göstermiştir. Bu biliminsanlarının hepsi, teker teker, İncil’de yazılanların olduğu gibi yorumlanmasına olan inançlarını yitirdiklerini ve modern jeolojinin buluşlarını kabul ettiklerini ifade ettiler. Galileo gibi onlar da İncil’de yazılanların kelimesi kelimesine doğru olarak kabul edilmemesi gerektiğini, farklı yorumlanması gerektiğini ileri sürdüler. Onların bu entelektüel samimiyeti, kilise tarafından büyük saldırılara maruz kalmalarına neden oldu. Kilise, onları kâfirlikle, kutsal kayıtlara karşı çıkmakla, Tanrı’nın varlığına saldırmakla suçladı ve baskıladı.(12)
Türkiye’de genelde bilim karşıtlığı, evrim karşıtlığı üzerinden yapıldığı için, evrimci bilim insanlarının karşılaştıkları sorunlar için Bilim ve Gelecek’in Ağustos 2021 tarihli 208. sayısındaki “Türkiye’de Yaratılışçılık, Evrim ve Bilimsel Eğitim Üzerine” başlıklı yazıya bakılabilir.
DİN VE BİLİMİ UYUMLU KILMA ÇABALARININ YOĞUNLAŞTIĞI SÜREÇ
Avrupa’da Rönesans aydınlanma devriyle hayatın her alanında olduğu gibi bilimde de büyük gelişmeler sağlandı. Her geçen gün ortaya çıkarılan bilimsel bilgilerin bazılarının kutsal kitaplarda söylenenlerle açıkça çelişmesi karşısında, ilahiyatçılar ve dinî kurum ve kuruluşlar bazı önlemlerin alınması gerektiğini düşündüler. Bazıları bu olguları göz ardı edemeyeceklerini anladıklarında, dinî metinleri yorumlama biçimlerini gözden geçirme ihtiyacı duydular. Bu nedenle dinî kitaplarda yazılanlarla, ortaya konulan olgular arasındaki çelişkilere dair bir açıklama getirmeyi veya bu çelişkileri bir şekilde uyumlaştırmayı, hafifletmeyi ve böylece din ve bilim arasında çelişki olmadığını ileri sürmeyi amaçlayan arayışlara girdiler. Buna ek olarak, söz konusu olguları ortaya çıkaran biliminsanlarına yapılan baskı bu konuyu gündemde hep canlı tutmuş ve bu yöndeki arayışları artırmıştır.
Bu arayışlar, aynı zamanda dini bilimle uyumlu kılma çabalarının başlangıcı oldu. Galileo ile başlayan bu çabalar, Avrupa’nın Karanlık Çağ’dan çıkıp 14. yüzyılda Rönesans’la Aydınlanma dönemine girdikten sonraki dönemlere rastlamaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Galileo bilimi ve dini uyumlaştırmaya ve yakınlaştırmaya çalışanların ilkiydi. Kutsal kitapta yazılanlarla ters düşen doğa olgularının değişmeyeceğini biliyordu. Buna bir çözüm olarak, İncil’de yer alan ve doğa yasalarıyla çelişen kısımların tekrar yorumlanması gerektiğini düşündü. Zamanla bu düşünceye katılan biliminsanı sayısı artmaya başladı. Ancak özellikle son birkaç yüzyıl içinde yapılan birçok bilimsel çalışmanın ardından kutsal kitap İncil’de yazılan bazı bilgilerin olgularla uyuşmadığı yönündeki göstergeler yoğunluk kazanınca, bu uyumlaştırma çalışmaları değişik biçimler alarak artmaya başladı ve günümüze kadar devam etti.
Batı’da ve özellikle Amerika’da yaygınlaşan bu uyumlaştırma çalışmalarına destek veren kilise kaynaklı kurum ve kuruluş sayısı oldukça fazladır. Bunların çoğu büyük bütçeleri olan, medya kuruluşları, okulları, araştırma merkezleri ve milyonlarca üyesi ile bulundukları ülkelerde hükûmetler ve toplum üzerinde nüfuz yaratan oldukça etkin kuruluşlardır. En çok bilinenlerden; Vatikan Observatory, Templation Foundation, Creation Research Society, Discovery Institute, Answers in Genesis, Center for Intelligence Design gibi kuruluşları sayabiliriz. Bu kuruluşlar, bilim ve din arasında çelişki olmadığı, bu ikisinin uyumlu oldukları yönünde araştırmalar yaptırmakta, TV programları, toplantılar ve konferanslar düzenlemekte, makaleler ve kitaplar yayımlanmakta, söz konusu hedefe yönelik çalışmaları geliştirmek amacıyla her yıl milyonlarca dolarlık burs sağlamaktadırlar. Ayrıca Amerika’da her yıl “Spiritüel Gerçeklerin” araştırılması ve ortaya çıkarılması amacıyla ödüllü yarışmalar bile düzenlenmektedir. Ancak bu ödülleri kazananların çoğunluğunun, bilim ve dinin uyumlu olduğunu savunan, kendi bünyelerindeki akademisyenler, ilahiyatçılar ya da Hıristiyan dinine sadakatle bağlı “bilim insanları”nın olması tesadüfi değildir.(15) Bütün bu uğraşlara, belki de siyasi kaygılardan dolayı ülkelerin hükûmetleri ve politik partilerinin desteklerini de eklemek gerekir. Politikacılar için din pragmatik bir araçtır ve bu nedenle ilgili çalışmalara çıkarları doğrultusunda destek vermeleri hoş görülmese de anlaşılabilir.
Dinle bilimi uyumlu kılma çabaları sırasında ortaya çıkan düşünce farklılıkları
İlahiyatçılar, bilim tarihçileri, felsefeciler ve bazı biliminsanlarını da içine alan, bilimle dini uyumlu kılma çabaları sürecinde yapılan tartışmalara baktığımızda; bu tartışmaların genel olarak “gerçek”in aranmasında başvurulacak bilgi kaynağı, din ve bilimin dayandığı prensipler veya mantık yürütme biçimlerinin nasıl olması gerektiği üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir. Çatışmanın temelinde, bu iki disiplinin doğayı tanımak ve anlamak için başvurdukları mantık yürütme yönteminin ve/veya dayandıkları bilgi kaynaklarının farklı oluşu bulunmaktadır.
İlahiyatçılar arasında soruna çözüm bulmak için nasıl bir yol izlenmesi gerektiğiyle ilgili çalışmalar, doğal olarak kendi aralarında da fikir ayrılıkları doğmasına sebep olmuştur. Şimdi her ne kadar iç içe geçmişlerse de, bu uyumlaştırma çabalarıyla ilgili ilahiyatçılar ve bilim tarihçileri arasında beliren yaklaşım farklılıklarının neler olduklarını inceleyelim.
Kutsal kitapları tekrar yorumlama yaklaşımı
Kutsal kitapları yeniden yorumlamaya dayanan yaklaşım tarzı Galileo ile başlamış, birçok eski çağ biliminsanı ile devam etmiş ve günümüzde de gayet yaygınlaşmış bir şekilde etkisini sürdürmektedir. Bu yaklaşımı benimseyenlere göre kutsal kitaplarda yer alan ve olgularla çelişen açıklamaların kelimesi kelimesine anlaşılmaması, katı yorumların değişmesi, bilimle karıştırılmaması ve bu bilgilerin bilimsel olgulara göre tekrar yorumlanması gerekir. Galileo, geliştirdiği Güneş merkezli evren sisteminin kutsal kitaba ters düştüğünü bilmekteydi ama yine de din ve bilimin uyumlu bir şekilde var olabileceğini söylemişti. Galileo kendi elde ettiği bilimsel delillerin değişmeyeceğini biliyordu ama İncil’de söylenenlerin doğru olmadığını da ileri süremezdi. O hâlde bilimsel gerçekleri, dinî inançlarla bir şekilde uyumlu hâle getirmek gerekiyordu. “İncil, cennete nasıl gidileceği ile ilgilidir, dünyanın nasıl hareket ettiği ile ilgili değildir” diyerek bilim ve dinin hayatın farklı alanlarına hitap ettiğini söylemesi bundandır. Bu arada belirtmek gerekir ki günümüzde Vatikan dâhil çoğu dinî otorite İncil’deki birçok bilginin doğru olmadığını, zaten kutsal kitaplarının bilgi vermek gibi bir amacının bulunmadığını, asıl olarak mesaj verme amacı güttüğünü bundan dolayı kutsal kitaplarda yazılanların “kelimesi kelimesine yorumlanmaması” gerektiğini ileri sürmektedirler.(20)
Yine Oxford Üniversitesinde bilim tarihçisi olan Thomas Dixon da Science and Religion adlı kitabında(2), din ile bilim arasındaki sorunların, aslında bilim ve dini yanlış yorumlayan kişi ve kurumlar arasında olduğunu belirterek aynı yaklaşımı savunmaktadır. Örnek olarak, özellikle son zamanlarda Amerika’daki evrim teorisi karşıtı yaratılışçı grupların faaliyetlerine atıfta bulunup Dünya’nın yaşıyla ilgili bilimin değil de İncil’in söylediğinin doğru olduğunu iddia edenler veya “Intelligent Design” denilen “Akıllı Tasarım” savunucuları ile evrim savunucuları arasındaki kavganın bilim ve din arasındaki anlaşmazlıkla ilgili bir kavga olduğunu öne sürmenin doğru olmayacağını, sorunun aslında kutsal kitapları iyi yorumlayamayan ilahiyatçılardan kaynaklandığını ileri sürmektedir. Dixon, kutsal kitaplarda yazılanları harfi harfine doğru kabul edenleri kastederek asıl sürtüşmenin her dinde bulunan bağnazlıktan, dar kafalılıktan, dinî kitaplardaki bazı bilgilerin bilimsel buluşlarla olan ilişkilerinin doğru yorumlanmamalarından kaynaklandığını belirtmektedir.
Tanrı’yı anlamanın yolu olarak bilim yaklaşımı
Yine eski çağ biliminsanları zamanında başlayan ve günümüzde bazı ilahiyatçı ve biliminsanı tarafından hâlâ savunulan bir diğer yaklaşıma göre, dinî gerekçelerden dolayı bilimsel olguları inkâr etmek yerine bunların incelenmesi gerekmektedir. Bu yaklaşımı benimseyenler, doğayı incelemenin aslında Tanrı’yı anlamada ve aramada bir araç olduğunu ileri sürmüşlerdir. Dolayısıyla bilimsel gerçekleri reddetmek yerine onlar üzerinde daha fazla çalışma yapılması gerektiğini düşünürler. Örneğin, Isaac Newton, Robert Boyle, Rene Descartes vb. gibi isimler, kendi bilimsel çalışmalarının, ortaya çıkardıkları teorilerin Tanrı’yı anlama yolunda araç olduklarını ileri sürmüşlerdir. Günümüzde de etkileri süren bu ilk zaman biliminsanlarının niyetleri hiçbir zaman insanların dinî hassasiyetlerini incitmek değildir. Aksine matematiksel olarak açıklanabilen doğa olaylarının, Tanrı’nın varlığına çok iyi kanıtlar olacağını ileri sürmektedirler.
Bilimsel olguları din ile bağdaştırma çalışmaları
Günümüzde bilimi din ile uyumlaştırma çalışmalarına en yaygın ve tartışmalı faaliyetlerden bir diğeri ise, bilimsel olguları dinî kitaplardaki bilgilerle bağdaştırma uğraşlarıdır. Bunların bazıları bilimsel olgular dâhil bütün gerçekliklerin zaten dinî metinlerde var olduğunu veya o gerçeklere işaret edildiğini ileri sürmektedirler. Böyle bir çaba içerisinde olan kişiler, ortaya çıkarılan bilimsel buluşlarla ilgili bir ipucu veya işaret bulmak için kutsal kitapları tararlar ve bazı metinleri yorumlayarak sanki o metinlerin söz konusu bilimsel gelişmelere işaret ettiğini söylerler. Nedense ancak bir olgu ya da buluş ortaya çıktıktan sonra, onun kutsal kitaplarda işaret edildiği söylenebilmektedir; daha önce değil…
Yine Amerika’da belli dinî ve siyasi gruplar tarafından desteklenen ve dünyada oldukça bilinir hâle gelen, “Intelligent Design” (Akıllı Tasarım) hareketinin de aynı konuda faaliyet yürüttüğü bilinmektedir. Amerikalı biyolog Prof. Michael Behe’nin öncülüğünde geliştirilen Akıllı Tasarım düşüncesini benimseyenler; günümüzde kabul edilen canlılığın evriminin çoğunu kabul ettiklerini ancak bazı indirgenemez karmaşık canlılığın sadece doğal seçilim ile evrimleşemeyeceğini, kimi anlaşılmayan konular olduğunu ileri sürerek akıllı bir yaratıcının işin içinde olması gerektiğini savunmaktadırlar. Aslında bu yaklaşım, vereceğimiz Isaac Newton örneğinde olduğu gibi, günümüzde henüz anlayamadığımız bazı konuları tanrıya bağlayarak işin içinden çıkmayı öngörmektedir -ki böyle bir yöntem her şey olabilir ancak bilimsel olamaz.
Diğer yandan bir grup Katolik ilahiyatçı da, bazı bilimsel olguları göz ardı edemeyeceklerini anladıkları zaman, oldukça popüler olduğunu düşündükleri Akıllı Tasarım düşüncesinden de esinlenerek kutsal kitabı bilimselleştirmek için (özellikle okullarda mevcut bilim tanımına göre din konularını bilim derslerinde de okutulması için yürüttükleri kampanyalar başarısızlıkla sonuçlandığında), bilimin tanımını kendi amaçlarına göre tekrar yapmak yoluna gitmişlerdir. Bazı bilimsel bilgileri harmanlayıp “yaratıcılık bilimi” adı altında sunmaya çalışarak, İncil’de yazılanların bilimle uyuştuğunu dile getirmişler, bazıları daha da ileri giderek bunun “gerçek bilim” olduğunu ileri sürmüşlerdir. Böylece elbette hiçbir bilimsel kurum tarafından “bilim” olarak kabul edilmeyen tuhaf bir “yaratılış bilimi” yaratmışlardır ve kendi yarattıkları “bilim”e dayanarak İncil’de yazılanlarla bilim arasında tam bir uyum olduğunu ileri sürmeye başlamışlardır. Bu konuyla ilgili detaylı bir inceleme, Bilim ve Gelecek dergisinin 2021 yılı Nisan ayında çıkan 204. sayısındaki “Yaratılışçı İddialar ve Bilim Evrim İlişkisi” başlıklı incelemede yapılmıştır.
“Bilim yetersizdir, her şeyi bilemez, güvenilemez” yaklaşımı
Bazı ilahiyatçılar bilimsel faaliyetlerle elde edilebilen bilgilerin bunları algılama kabiliyetimizle sınırlı olduğunu, bu nedenle elde edilen bilimsel bilgilere güvenilmemesi gerektiğini ileri sürmektedirler. Ayrıca söz konusu bilgilerin elimizdeki mevcut delillerle ortaya konulduğunu, gelecekte elde edilecek yeni deliller ile mevcut gerçekliğin değişebileceğini ileri sürüp bilime güvenilmemesi gerektiği savunurlar. Ayrıca bilimin henüz açıklama yapmadığı, yapamadığı veya anlaşılamayan bazı doğa olaylarını örnek göstererek bilim ne kadar gelişirse gelişsin onun her şeyi açıklayamayacağını, hâliyle bir tanrıya ihtiyacımız olduğunu ileri sürerler. Bunlar dini bilimin üstünde tutmaya çalışırlar. Nihai doğrunun dinî metinlerde yazılanlar olduğunu ileri sürerek bilimsel çalışmalarda bunun göz önünde tutulması gerektiğini savunurlar. Buradaki ironi; hem insanın algılama kabiliyetinin sınırlı olduğunu hem de bilimin ortaya çıkan her yeni delille birlikte ilerleyişinin sanki gerçeğin her an değişebileceği anlamına geldiğini varsayanların yine aynı “sınırlı algıyla” algılanan, bugüne dek hiçbir delille desteklenmemiş olan dinlerin güvenilir, kesin doğrulara işaret eden bilgileri içerdiğine inanmak gerektiğini ileri sürmeleridir.
Yukarıda açıklanan yaklaşım tarzı aslında oldukça eskiye dayanır. Orta Çağ Avrupa’sında hayatın büyük bir bölümünün kilisenin etkisi altında olmasının yanında, biliminsanları da kiliseye bağlı idiler. Hâliyle Orta Çağ’da bilimsel faaliyetlerin büyük bir çoğunluğu da söz konusu yaklaşıma göre yapılmaktaydı. Bilimin açıklayamadığı veya anlaşılamayan birçok doğa olayının nedenini çözmek için daha fazla araştırma yapmak yerine hepsini Tanrı’ya havale ederek işin içinden çıkmaktaydılar ve kutsal kitaplarla çelişen hiçbir bilimsel çalışmayı kabul etmezlerdi. Galileo’yu sırf dinle çelişti diye eleştiren, onunla beraber gözlem yapmayı kabul etmeyen zamanın biliminsanlarının tutumları Orta Çağ Avrupa’sındaki “bilimsel faaliyetler”in ne durumda olduğunu açıklıyordu.
Yine Isaac Newton da (1643-1627) benzer yaklaşıma sahipti. Kütle çekim kanunlarını ortaya attığı zamanlarda kendisine “Güneş sistemimizdeki gezegenlerin neden yavaşlayarak Güneş’e doğru hareket etmeyip de aynı yörüngede hareket ettikleri veya diğer yıldızların neden çekim kuvvetlerinden dolayı birbirlerine yaklaşmadıkları” sorusu sorulmuştu. Newton zamanında bunun nasıl olduğu bilinmiyordu ve Newton da açıklayamıyordu. Bundan dolayı, Newton bu bilinmeyen, anlaşılmayan duruma, Tanrı’nın zaman zaman devreye girerek bu gökcisimlerini yerli yerlerinde tuttuğunu söyleyerek cevap vermişti. Tabii ki Newton’un bu şekilde yanlış cevap vermesinin nedeni, o zamanlar bu sorunun cevabını henüz bilmemesiydi. Newton bilmediği bir konuda daha çok bilimsel çalışma yapılması gerektiğini söyleyebilecekken konuyu Tanrı’ya havale ederek işin içinden çıkmayı tercih etmişti. Zamanla Avrupa’da aydınlanma döneminde bilimsel gelişmelerin artması, bilimin tekrar tanımlanmasıyla beraber, kilisenin etkisinden kurtulan biliminsanları yavaş yavaş bu düşüncelerden vazgeçmeye başladılar. Örneğin yaklaşık, 150-200 yıl sonra Newton’un bilmediğinden dolayı Tanrı’ya havale ettiği o sorun, bu konu ile ilgili daha çok bilimsel çalışma yapan ünlü Fransız matematikçi ve astronom Piere Simon Laplace (1749-1827) tarafında açıklığa kavuşturulmuştur. Yine “Newton tarihin gidişatını değiştiren yasaları bulmasına rağmen, açıklayamadığı zamanın mutlak oluşunu, Tanrı böyle istiyor diyerek, kutsala bağlamıştır. Aradan 300 yıl geçtikten sonra, yine Newton gibi düşünmeyip bilimsel araştırmalarını sürdüren Albert Einstein, Newton’un tanrıya havale ettiği bilinmeyeni bilinir hâle getirmiştir.”(8)
Tabii ki Kopernik ve Galileo gibi Einstein da bilinmeyenleri bilinir hâle getirdiği için Tanrı’dan bir parça koparmamıştır, sadece Tanrı’nın varlığını yanlış temellere dayandıran ilahiyatçıların yöntemlerinin ne kadar sağlıksız olduğunu bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Bu nedenle bazı ilahiyatçılar, bilimin her şeyi bilemeyeceğinden/açıklayamayacağından hareketle Tanrı’yı denkleme hâkim değişken olarak dâhil etmeye dayanan düşünce şeklinin mantıklı olmadığını kabullendiler. İlk olarak İskoç ilahiyatçı Henry Drummond söz konusu düşünce yürütme biçiminin yanlış olduğunu ileri sürdü. Drummond, doğayı ve bilimin kitaplarını dikkatlice tarayarak boşluk arayan ve bu boşluklara Tanrı’yı sığdırmaya çalışanlara sert eleştiriler getirdi. Tanrı’nın henüz bilinemeyenlerde/açıklanamayanlarda değil insanın sahip olduğu bilgide aranması gerektiğini ifade etti: “Eğer Tanrı bazı yerlerde, özel olaylarda var ise o hâlde bu olayların olmadığı çoğu zamanlarda da yoktu anlamına gelir” diyerek bu tür mantık yürütmenin ne kadar yanlış olduğunu anlatmaya çalıştı. Aynı nedenle mucizelere de karşı çıktı.
Elbette bilim her şeyi açıklamaz ve böyle bir iddiası da yoktur. Bilim bir süreçtir, belli olguların ardındaki sırrı ortaya çıkarma sürecidir. Yine de bilimin her şeyi açıklaması, eğer bunu yapamıyorsa da muteber sayılmaması veya işin içine “akıllı bir tasarımcı”nın dâhil olması gerektiği gibi düşüncelerin günümüzde devam ediyor olması kuşkusuz ilginçtir. İngiliz bilim tarihçisi Thomas Dixon’ın da bahsettiği ve eleştirdiği gibi; bilimin eldeki verilere göre açıklayamadığı, çözemediği bazı sorunları Tanrı’ya havale edip işin içinden çıkmak her şey olabilir ama bilimsel bir yöntem olamaz. Diğer yandan “Velev ki bu boşluklar doldurulur da bilinmeyenler bilinir hâle gelirse Tanrı’nın yeri neresi olacaktır?” sorusuna cevap verilmesi gerekir. Bundan dolayı Drummond Tanrı’nın sadece boşluklarda değil, her tarafta, her anda bulunduğunu savunur.(5)
Kutsal kitaplarda yazılanların mutlak doğru kabul eden ilahiyatçılar
Bazı ilahiyatçılar da bütün arayışlara, farklı yorumlara kesinlikle karşı çıkarak kutsal kitaplarda yazılanların mutlak doğru olarak kabul edilmesi ve onlara bütünüyle sadık kalınması gerektiğini savunmaktadırlar. Bunlar bilginin kaynağını Tanrı’nın dışında başka bir yerde aramanın kesinlikle yanlış olduğunu ileri sürmektedirler. Kutsal kitaplardaki bazı açıklamaların olgularla uyuşmadığı durumlarda; bilimin her şeyi açıklayamadığı için yetersiz, açıkladığı şeylerin ise geçici olduğunu, er ya da geç değişeceğini ve bu nedenle kutsal kitapta anlatılanların kesin doğru olarak kabul edilmesi gerektiğini dile getirirler. Kutsal kitaplardaki anlatılarla çelişen olguların dikkate alınmaması veya kutsal kitapta yazılanlara göre tekrar yorumlanması gerektiğini savunurlar. Böylesine katı yoruma sahip gruplar, İslam ülkelerinde ve Avrupa Orta Çağ döneminden başlayarak günümüze kadar etkili olmuşlar, kutsal kitaplarda yazılanlara ters ifadeler içeren bilimsel düşüncelere ve biliminsanlarına karşı cephe almışlardır. İşte günümüzde karşılaştığımız bilim karşıtı cepheyi asıl olarak bu yaklaşımı benimseyenlerin temsil ettiklerini söyleyebiliriz.
Günümüzde bazı bilim tarihçileri, biliminsanları, hatta bazı ilahiyatçılar; bilim ve din arasındaki çelişkilerin, gerçekten bilim ve din arasında olmadığını, sorunun katı/bağnaz düşüncede ısrarcı ilahiyatçıların kutsal kitaplarda yazılanları ve bazı bilimsel bilgileri iyi yorumlayamamasından kaynaklandığını ileri sürmektedirler. Bilim ve din tarihi bunun örnekleriyle doludur. Örneğin Galileo’nun başına gelenler buna en güzel örnektir.
Başka bir örnek, 1966 yılında, Suudi müftü Şeyh Abdülaziz Bin Baz’dan ülkesinde yayılan bir “sapkınlığa” çözüm bulunmasının istenmesi hadisesidir. Sapkınlık ise tam da Orta Çağ kilisesinin Galileo için sarf ettiği “sapkınlık” gibi, insanların, Dünya’nın yuvarlak olduğuna ve hem kendi hem de Güneş’in çevresinde döndüğüne inanmalarıdır. Kral ise yazdığı mektupta “Kuran-ı Kerim, peygamberin hadisleri, İslam âlimlerinin çoğunluğu ve gerçek olgular, Güneş’in bir yörüngede döndüğünü (…) ve dünyanın sabit durduğunu, dünyanın Allah tarafından kulları için yaratıldığını ispatlamaktadır. Aksini iddia eden herkes Allah’ı, Kuran’ı ve peygamberi yalancılıkla itham etmiş demektir.” diyerek, Dünya’nın yuvarlak olduğunu ve Güneş’in çevresinde döndüğünü ileri süren bilimsel düşüncelere karşı çıkmıştır.(21)
Bir diğer örnek, evrim karşıtı cepheyi temsil eden yaratılışçı gruplardan “Genç Dünya Yaratılışçıları” adlı grubun düşüncelerinin dayanağı olan Tufan (Yaratılış) Jeolojisi kitabında açıklanan Nuh tufanı ile ilgilidir. Nuh Tufanı ile ilgili bilgilerin çoğunun jeoloji bilimine ters olduğu kendilerine hatırlatıldığında o hâlde jeolojik bilgilerin Nuh tufanı hikâyesine göre değiştirilmesi gerektiğini söylemektedirler. Dolayısıyla aslında onlarca bilimsel çalışmayla ortaya çıkartıldığı için artık neredeyse kesin olarak tespit edilen Dünya’nın yaşının 4,5 milyar yıl değil de İncil’de belirtildiği gibi 6000 yıl olduğunu ileri sürmüş olmaktadırlar.
Kısacası dinî metinlerde yazılan bilgileri kesin olarak doğru kabul eden, katı bir şekilde yorumlayan kesimler, doğanın kendi inançlarına uygun bir şekilde davranmasını isterler ve dinî metinlere uygun davranmayan doğa olgularını kabul etmezler. Bilim ise doğayı olduğu gibi kabul eder ve araştırır. İşte asıl bilim ve din arasında olduğu iddia edilen sorun tam da buradan kaynaklanmaktadır. Astrofizikçi ve popüler bilim yazarı Carl Sagan’ın dediği gibi “…Bizler, evreni gerçekte olduğu gibi kavramalıyız. Bunu yaparken onun nasıl işlemesini istediğimizi bir kenara bırakmamız gerekir.”(1) Galileo da Engizisyon Mahkemesi tarafından mahkûm edildiği zaman, iddia edildiğine göre, “Dünya yine de dönüyor” diyerek, ne kadar güç kullanılırsa kullanılsın, şu veya bu nedenlerle gerçekler ne kadar görmezden gelinirse gelinsin veya inkâr edilirse edilsin, gerçeklerin kaybolmayacağını, bir gün mutlaka ortaya çıkacağını ifade etmektedir.
Neredeyse iki bin yıldan fazladır yaşanan şey, yukarıda sözü edilen biliminsanlarının baskı görmelerine, hapse atılmalarına, idam edilmelerine ve hatta diri diri yakılmalarına neden olan gerekçe, doğayı inceleyerek elde ettikleri bilimsel olguları, başka bir deyişle doğanın nasıl hareket ettiğini ortaya koyup paylaştıkları içindir. Zaten var olan bu doğal gerçekler, kutsal kitaba ters düşüyor diye kilise tarafından yüzyıllarca yasaklanmıştır. Ancak aynı kilise, yüzyıllar sonra da olsa; Michael Servetus, Giordano Bruno, Galileo, Charles Darwin gibi örneklerde görüldüğü gibi, yanlış yaptığını itiraf etmiş ve bu bilimsel olguları doğru olarak kabul etmek zorunda kalmıştır. Tarih boyunca bu hep böyle olmuştur ve kuşkusuz gelecekte de böyle devam edecektir. Şunu unutmamamız gerekir ki; bilim, kendisine yön vermeye çalışan ideolojik, politik, sosyolojik veya dinî etmenlere, baskı ve yasaklara rağmen, doğası gereği eninde sonunda hep galip gelecektir.
PEKİ, NEDİR BİLİM VE BİLİME NEDEN GÜVENİLMELİDİR?
Belirttiğimiz gibi 15. yüzyılda Avrupa’da Rönesans’la başlayan bilimdeki gelişmeler her kesim gibi filozofların da ilgisini çekmiştir. Filozofların, o zamana kadar kilisenin kontrolünde yapılan ve tanımıyla yöntemi pek belli olmayan bilim üzerine düşünmeye, başka bir deyişle bir bilim metodolojisi geliştirmeye çalıştıkları dönem yaşanmıştır. İngiliz filozof Fransis Bacon (1561-1626), yeni çağın bir bilim çağı olacağını öngörmüş, o dönemdeki bilim yapma metodunun hızla gelişen bilimsel çalışmalara dar geldiğini, hatta bu çalışmaları engellediğini düşünmüş ve bilimin gelişimini hızlandırmak, önünü açmak için yeni bir yöntem, yaklaşım tarzı önermiştir. O zamanlar bir iddiayı kanıtlama yöntemi olarak kabul edilen “tümdengelim” yönteminde bazı sorunlar olduğunu düşünmüş, bunun yerine deney ve gözleme dayanan yeni bir bilgi ortaya koyma yöntemi olan “tümevarım” yöntemini öne sürmüştür. Çünkü tümdengelim mantığının yürütülmesinde deney ve gözleme yer yoktur. Ancak var olan ve doğru olduğu kabul edilen (ki çoğunlukla bilimsel olarak doğruluğu test edilmemiş veya edilemeyen, örneğin bir yaratıcının varlığı gibi) bilgilere göre yeni bilgiler üretilirdi. Bu metot Aristoteles’ten Rönesans’a kadar kilise tarafından gerçeğin tek kanıtlama metodu olarak kabul edilmişti. Bu nedenledir ki yaklaşık bin yıldan fazla süren Avrupa’nın karanlık çağında, Avrupa’da elle tutulur, kayda değer hiçbir bilimsel gelişme dahi yaşanmamıştır. Tümevarım mantık yürütme yöntemine basit bir örnek vermek gerekirse; Galileo örneğinde belirtildiği gibi, “İncil’de yazılanlar kesin doğrudur, o hâlde ne kadar bilimsel delille desteklenirse desteklensin, İncil’le çelişen bilgiler yanlıştır.” denmesidir. İşte Bacon bu yönteme karşı tümevarım yöntemini önermiştir. Somut delil ve gözlemlerle ortaya çıkan bilimsel olguların birikmesiyle oluşan bilgilerin doğru olarak kabul edilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Bilimsel olguları bulma metodundaki bu akılcı değişiklik birçok biliminsanı tarafından kabul görmüş ve geliştirilmiştir. Böylece Avrupa’da bilimsel çalışmaların önü açılmış, bilimsel düşüncelerin ileri sürüldüğü bir dönem başlamıştır. Francis Bacon da “modern bilimsel düşünce biçimini ve yöntemini ilk kez formüle eden kişi” olarak tarihe geçmiştir.(23)
17. ve 18. yüzyıllarda Newton fiziğinin doğaya uygulanması, doğada mutlak bir determinizmin (gerekircilik) hüküm sürdüğü, evrende olup biten her şeyin neden-sonuç ilişkisine göre meydana geldiği düşüncesini öne çıkarttı. Bu düşünceye göre doğa yasaları zorunlu olan yasalar olarak kabul ediliyordu. Ayrıca 19. yüzyılda fizikte, ışığın yayılması ve dalga kuramı; kimyada, atomla ilgili çalışmalar, enerjinin korunumu yasası ve termodinamik yasası gibi gelişmeler kaydedilmiştir. Bu yasaların mutlaklığı hâkim olmuştur.
17. yüzyıla geldiğimizde ise Newton fiziğine duyulan büyük güvenin sarsıldığı bir süreç yaşanmıştır. Newton fiziğine duyulan güveni sarsan üç önemli kuram ortaya konmuştur. Birincisi, Albert Einstein’ın (1879-1955) görelilik kuramıdır. İkincisi, Max Planck’ın başlattığı (1848-1947) kuantum kuramıdır. Üçüncüsü ise Werner Heisenberg’ün (1901-1977) doğa yasalarının kesin ve zorunlu yasalar olmayıp olasılığa dayalı yasalar olduğunu dile getiren, olasılık ya da belirsizlik kuramıdır. Bu önemli kuramların keşfinden sonra da bilimin ilerleyişini tamamladığını, artık keşfedilecek bir şeyin kalmadığını ileri sürenler bile olmuştur. Bu üç kuram Newton fiziğini aşmanın yanında geleneksel, klasik bilim anlayışının da sorgulanmasını beraberinde getirmiştir. Böylece bir zamanlar kesin doğrular olarak sunulan bilimsel bilgilerin güvenilir olduğu konusunda birtakım kuşkular ortaya çıkmıştır. Bu gelişmelere bağlı olarak, bilim tanımının düzenlenmesi ve bilim metodolojisinin belirlenmesi ihtiyacı ortaya çıkmıştır.
İşte bilimin yeni bir felsefe dalı olarak ortaya çıkışı, 19. ile 20. yüzyılın başında meydana gelen o olağanüstü bilimsel gelişmelerle birlikte olmuştur. Bilimin devam eden başarıları, ona olan ilgiyi büyük oranda artırmış, düşünürleri bilim üzerinde sorgulamaya itmiştir. Bunun sonucu olarak bilim felsefesi diye ayrı bir felsefe dalı ortaya çıkmıştır. Bilim felsefesi bilim üzerine düşünmektir; bilimin geçerliliğini, güvenilirliğini sınamak, kavramları, yasalarını sınıflandırmaktır. Bilim yapma yöntemini belirlemektir. Diğer alanlarda olduğu gibi, bu dönemde farklı filozof ve biliminsanları bilim ve bilimsel çalışmaların yapılması ile ilgili farklı yaklaşımlar da geliştirilmiştir. Ancak bilim ve felsefe camiasınca benimsenen, kabul gören, bilimin en sağlıklı, en doğru şekilde gelişmesine yardımcı olacak modern bilim yaklaşımı “mantıkçı pozitivizm” yöntemi olmuştur.
Günümüzdeki bilim: mantıkçı pozitivizm
Günümüzde geçerli olan ve “klasik görüş” diye de bilinen mantıkçı pozitivizm anlayışı, büyük oranda Fransız filozof Auguste Comte’un kurduğu pozitivist bilim anlayışının hâkim olduğu, Reichenbach, Carnap, Hempel gibi filozofların da savunduğu anlayıştır. Bu yeni bilimsel görüş sayesindedir ki bilimsel ilerlemeler ve buna bağlı olarak teknolojik gelişmeler son yüzyılda muazzam bir şekilde artmıştır. Şimdi bu klasik görüşün bilim anlayışından kısaca bahsedelim ve neden din ile bilimin farklı şeyler olduğunu, birbirleriyle karıştırılmaması, karşılaştırılmaması, birbirlerinin alternatifi gibi sunulmaması, en önemlisi de birbirleriyle bağdaştırmaya çalışılmaması gerektiğini görmeye çalışalım.
Klasik anlayışa göre bilim gözlenebilir olguları ele alır. Nesnel gerçekliği konu edinir. Başka bir deyişle inancımızdan, hislerimizden, düşüncemizden bağımsız şekilde var olan dış dünyayı, yani doğadaki olayları, nasıl meydana geldiklerini, doğayı yöneten yasalara ulaşmaya çalışarak anlamaya ve açıklamaya çalışır. Olgular arasındaki ilişkileri açıklar. Bilimsel düşünceler tamamen akılcıdır/rasyoneldir ve mantıksal tutarlılığa sahiptir. Hâliyle birbirleriyle çelişemez. Zaten çelişiyorsa vazgeçilir. Doğrulanabilme ve mutlaka yanlışlanabilme özelliğine sahip olmalıdır. Bu, bilimsel çalışmalarda zorunlu bir kuraldır. Örneğin evrim teorisine göre günümüzdeki insanlar son 7-8 milyon yıl önceden itibaren diğer primat atalarından ayrılıp evrimleşmeye başlamışlardır. Bu bir bilimsel olgudur ve o kadar çok bilimsel veri ile doğrulanmıştır ki bunun tersini iddia etmek saçma olur. Ama bir düşüncenin bilimsel olabilmesi için sadece doğrulanabilmesi yetmiyor, bunun yanında mutlaka yanlışlanabilme özelliği de olmalıdır. Örneğin eğer 100 milyon yıllık bir kayacın içinde veya Kambriyen dönemine (550-470 milyon yıl önce) ait bir jeolojik yapıda bir insan fosili bulunursa, oldukça fazla veri ile doğrulanmasına rağmen günümüzde kabul edilen insanın evrimi ile ilgili düşüncelerden vazgeçilir ve insan evrimi elde edilen yeni delillere göre tekrar inşa edilir. Bilim bir süreçtir ve böyle gelişir. İşte bu nedenle bilim dışı önermeler yanlışlanamadığı veya doğrulanamadığı için bilimsel değildir. Örneğin metafizik, estetik, etik, inanç, felsefe, önyargı, kültürel değerler, sanat vs. ile ilgili önermeler deneylerle, gözlemlerle veya akıl yürütmeyle ortaya konulmadığı için yanlışlanamazlar. Dolayısıyla bunlar bilimin konusu olamazlar.
Zaten gerçek bir biliminsanı, bilim yaparken kişisel inanç, kanaat, siyasi ve felsefi görüş veya önyargısının bilimsel çalışmasını etkilemesine izin vermez. Tamamen nesnel (objektif) tavır takınmak durumundadır. Çünkü bilim objektiftir/nesneldir. Bilimsel bilgi kişiden kişiye ya da toplumdan topluma değişmez. Örneğin Dünya’nın yuvarlak olma olgusu kişinin inancına, düşüncesine, hissine, kültürüne veya yaşam biçimine göre değişmez. Bu nedenle özellikle Amerika’da kendilerini “yaratılışçı biliminsanları” diye tanıtan ve “biliminsanı olmalarının tek amaçlarının İncil’de yazılanları bilimsel olarak ispatlamak” olduğunu ileri süren sözde biliminsanları bilim çevrelerinde ciddiye alınmazlar.
Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi, bilimin dünyayı anlamaya çalışmanın bir yolu olduğunu ileri sürer.(15) Bunun için yapılan çalışmaların doğrulanabilen gözlem ve deneyler üzerine kurulduğunu, deneysel bulgulara dayanmayan açıklamaların bilimin parçası olamayacağını vurgular. Bilimin amacı doğayı tanımlamak ve anlamaktır. Bunun için pek çok gözlem ve deney yapılarak dünyanın ayrıntılı bir anlatımı ortaya çıkarılır. Biliminsanları bu anlatımlarını hakemli dergilerde yayımlama, bilimsel konferanslarda sunma gibi çeşitli yollarla kamuoyuna duyururlar. Sonra da diğer biliminsanlarına bunları sınama, inceleme fırsatı verilir. Eğer herhangi bir problemle karşılaşılırsa o anlatımlar yeni gelişmelere göre düzeltilir veya doğruluğu teyit edilir yahut da onlardan tamamen vazgeçilir. Görüldüğü üzere, bilim; bilimsel yöntemle elde edilen kuram ve kanunlardan oluşmuş kesin, mantıksal, nesnel ve birikerek ilerleyen bilgiler yığınıdır. Bilim, geçmişten günümüze artarak ilerleyen bir yapıya sahiptir. Bilimsel bilgi biriken bir bilgidir.
Bilimsel düşünceler, zamanın bilimcilerinin önceki nesil bilimcilerin çalışmalarını düzelterek, hataları ayıklayarak veya yeni delillerle güçlendirerek, yeni eklemeler yaparak, o düşüncelerin zamanla doğruluk ve bütünlüğünü artırma eğilimi gösterirler. Başka bir anlatımla, bilim eskinin doğrularına yenilerini katarak, yanlışları ayıklayarak ileriye doğru gelişen bir süreçtir. Bilimde doğru denilen şey budur. Bilimde normal hayatta bilinen ve kullanılan “kesin” veya “gerçek” gibi bir kavram bulunmaz. Biliminsanları belirli bir açıklamanın tam ve sonuncu açıklama olduğundan hiçbir zaman emin olmazlar. Doğru kabul edilen birçok açıklamanın daha sonraları -örneğin Newton’un veya Galileo’nun bazı düşünceleri- yapılan gözlem ve deneylerle doğru olmadığı ortaya çıkmıştır. Ancak bazı bilimsel açıklamalar o kadar çok sayıda sınamalardan geçmiş, o kadar çok sayıda delillerle desteklenmiş ve doğrulanmıştır ki onların yanlış olabileceğini kabul etmenin yararı da pek kalmamıştır. Hâliyle onlar doğru olarak kabul edilir. Bilimde doğru denilen şey budur. Örneğin, Dünya’nın yuvarlak olduğu o kadar çok gözlem ve deneyle desteklenmiştir ki artık yuvarlak olmadığını iddia etmek akıl dışılık olur.
SONUÇ
Gördüğümüz gibi günümüzde kabul edilen klasik bilim tanımına göre, sadece doğada gözlemlenebilen, ölçülebilen, test edilebilen, yanlışlanabilen ve mantıksal bütünlük içerisinde birbirleriyle çelişmeyen olaylar, kısacası aklımız, düşüncemiz, inancımız, hislerimiz, kültürümüz, yaşam tarzımız dışında kalanlar bilimin konusudur. İnançlar ise, kişiden kişiye, coğrafyadan coğrafyaya, farklı kültürlere göre tarih içerisinde değişiklikler gösterebilir.
Thomas Dixon, Science and Religion adlı kitabında şunları ifade eder:(2) “Bilim doğayı tanımamız, tanımlamamız ve anlamamız için bir yoldur. Ama tabii ki doğayı anlamak, ona anlam vermek için tek yol bilim değildir. Felsefe, din, sanat, müzik ve edebiyat gibi başka yollarla da doğayı anlamaya çalışırız. Bunlarla da doğa hakkında bir görüş edinmek, anlayış kazanmak, moral algılamalar elde etmek ve ahlak gibi özellikler geliştirebiliriz. Ama bunlar bilgi, estetik ve moral algılamayı zenginleştirse de bilimin dışında kalırlar, bilimden ayrı şeylerdir. Bilim gözlem ve deneylerle doğayı anlamamıza yöneliktir, bunların sınanabilir, yanlışlanabilir olması gerekir. Bundan dolayı doğaüstü güçlerin varlığını iddia eden görüşler bilimsel olamazlar, çünkü bilimsel yöntemlerle sınanamazlar.”
Din ve bilimin farklı olduğunu ileri süren düşünürlerden olan ünlü İngiliz ilahiyatçı Karen Armstrong, “Bilim belki tabiat konularında tarafsız olarak merakımızı giderecek çalışmalar yürütmesine rağmen, etik değerler, estetik, kişilik kimlik hissiyatı, yaşamın amacı gibi düşsel, ‘gerçekten öte’ konularda, bizi tam olarak tatmin edemeyecektir. Bilim ve dinî inanç, kişilerin yaşamında ayrı roller üstlenir, bunların birbirlerine karıştırılmaması veya karşılaştırılmaması gerekir.” diyerek görüşlerini açıklar. Armstrong kutsal kitapta yazılanları olduğu gibi doğru kabul eden fundamentalistlere ders niteliğinde şunları söyler: “Yaratılış hikâyeleri, hiçbir zaman tarihsel olarak doğru kabul edilmemişlerdir. Onların amaçları spiritüel açıdan iyileştirmektir. Genesis’i bilimsel olarak doğru ve geçerli kabul edersen, kötü bilim ve kötü din elde etmiş olursun.”
Bu nedenledir ki bilim ve dinî inançlar farklı şeylerdir. Bilim yeni gelişmelere açıktır ve devamlı kendini yeniler. Başından itibaren yanlış olabileceğini belirtir. Ancak dinî inançlar bunun tam tersidir. Dinî kitaplarda yazılanlar kutsaldır, kesin doğru olarak edilir ve değiştirilemezler. “Bilimsel olgular, dinleri ve tanrıları çürütemez. Çünkü bilimsel olarak bu kavramlar, insan aklının birer ürünüdür ve dolayısıyla ancak insanın aklı içerisinde, düşüncelerinde ve hayallerinde var veya yok olabilirler. Bir kişi bilimsel olguları, kendi inançları doğrultusunda değiştiremez. Gerekirse inançlar bilimsel olgulara göre değişir ama bilimsel bir olgu inançlara göre değişmez.”(17)
Bilim ve inançların dayandıkları gerekçeler farklıdır. Birinin varlığını diğerine göre ne ispatlayabiliriz ne de çürütebiliriz. Bilimle din arasında olduğu iddia edilen sorunların kaynağında bu iki yapının dayandığı disiplinlerin birbirinden tamamen farklı olması veya bu iki “etrafımızda olup biteni anlama yöntemi”nin dayandıkları bilgi kaynağı itibarıyla birbirlerinin karşısında olmaları yatmaktadır. Bilim ile eldeki delillere göre çevremizde meydana gelen bir doğa olayının neden, nasıl, ne zaman meydana geldiğini ve diğer olgularla olan ilişkisini anlamaya çalışırız. Ancak bilim bize bu olguların niçin, ne amaçla meydana geldiğini açıklamaz. Bilim bu olgulara ne anlam vereceğimizi, nasıl değerlendirmemiz gerektiğini veya hayatımıza nasıl bir anlam yüklememiz gerektiğini söylemez. Bu, bilimin konusu değildir. Bilim bize atomu nasıl parçalayacağımızı ve olağanüstü enerjiyi nasıl ortaya çıkaracağımızı söyler ancak bu teknolojiyi ne amaçla kullanmamız gerektiğini söylemez.
Günümüzde biliminsanı, bilim tarihçisi ve birçok ilahiyatçı arasında benzer düşünceleri savunanlar çoğunluktadır. Bu kişiler; bilim ve dinin farklı şeyler olduğunu, ikisinin de hayatın farklı yönlerini anlamamızın farklı iki yolu olduğunu, hâliyle birbirleriyle karıştırılmaması veya karşılaştırılmaması gerektiğini ileri sürerler. Özellikle birçok ilahiyatçı arasında yaygınlaşan görüşe göre, bir yaratıcının varlığı ve yokluğunun bilimin konusu olmadığı, imanın konusu olduğudur. Yaratıcının dış dünyada bir nesne olmadığı, bu nedenle bilimin veya araştırmanın, ispatın konusu olamayacağı, hâliyle deneye veya teste tabi tutulamayacağı görüşüdür. Bunlara göre içlerindeki iman bilimle, deneyle çürütülemez çünkü onlarla inanmış değillerdir. Böylece dinle bilim, birbirlerine temas etmedikleri iki farklı yere konmuş olmaktadır.
KAYNAKLAR
1) Wikipedia, Free Online Encyclopedia.
2) Science and Religion, Thomas Dixon, Oxford, 2008.
3) Edward Rosen, “Was Copernicus’ Revolutions Approved by the Pope?” Journal of the
History of Ideas. Vol. 36, No. 3 (Jul. – Sep., 1975) 538.
4) http://www.msxlabs.org/forum/soru-cevap/221457-pisagor-nasil-vefat-etmistir.html#ixzz2GGkEb5kF
5) Science and Islam, A History, Ehsan Masood, Colchester, 2009, px,xi& p45
6) A Note from History: Persecution of Noted Physicians and Medical Scientists, Steven I. Hajdu – Annals of Clinical & Laboratory Science, vol. 37, no. 3, 2007).
7) İslam ve Evrim Teorisi, İhsan Eliaçık, 16/03/2009.
8) Dinsel Paradigma ve Evrimsel Gerçek, Cengiz Yalcın, pvi,p10-11.
9) Aydın Sayılı, İslam’da Gözlemevleri ve Rasathaneler, Ankara, 1960, s.289).
10) Aydınlık, 3.11.2014.
11) Hürriyet, 4/2/2001, Nasuh Mahruki, “Tarih Okyanusunda Bir Damla”.
12) Life News.com Editor, July 7, 2006.
13) Bilimin Öncüleri, C. Yıldırım, s.45-49, Bilim ve Gelecek, Sayı 38, Nisan 2007.
14) Galileo Galelei, Bilim Yontemi ve Dogma, acikbilim.com, Işıl Arıcan, 2011.
15) Bilim ve Yaratılışçılık, Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi, 1999, p15.
16) 99% Ape, How Evolution Adds Up, J.Silverstone, National History Museum, p197
17) Evrim Teorisinin Evrimi, www.evrimagaci.org
18) Galileo to Turing: the persecution of scientists throughout history,
http://www.wired.co.uk/news/archive/2012-06/21/scientists-persecuted-turing
19) Bilim ve Din Uzlaşır mı? Bilim ve Gelecek Dergisi, Sayı 46, 2007.
20) The Times, 2.11.2006.
21) Dobzhansky, 1973, “Evrimin ışığı olmaksızın biyolojide hiçbir şeyin anlamı yoktur’).
22) Washington post, 28.10.2014.
23) Uygarlıktan Kurtulmak: Uygarlık, Modernite, Marksizm Tartışmaları, Ender Helvacıoğlu, p96.