Ana Sayfa Dergi Sayıları 236. Sayı Felsefi Antropolojinin Işığında Hz. Muhammed ve Kuran Üçüncü baskıya önsöz

Felsefi Antropolojinin Işığında Hz. Muhammed ve Kuran Üçüncü baskıya önsöz

114
0

Hasan Aydın

Felsefi Antropolojinin Işığında Hz. Muhammed ve Kuran adlı yapıtın ilk baskısı Eylül 2014’de, ikinci baskısı ise Mart 2018’de yapılmıştı. Genişletilmiş ikinci baskıda, kitabın sonuna bir söyleşi eklenmiş, bazı yazım hataları düzeltilmiş, başka bir değişikliğe gidilmemişti. Bu yeni baskıda ise sadece biliş-dil-kültür ilişkileri bölümüne birkaç pasajı geçmeyen küçük eklemeler yapılmıştır. Kitap, bilimsel ve eleştirel düşünceyle bakıldığında, kutsallaştırılan metinlerin nasıl antropolojik ve yerel, tarihsel ve kültürel metinlere dönüştüğünü göstermesi bakımından bir hayli ilginçtir. İlk baskıda söylendiği gibi, kitap farklı zamanlarda kaleme alınmış, çeşitli yazıların, belli bir yöntembilimsel ve kuramsal çerçevede yeniden örgütlenmesiyle oluşturulmuştur. Bu açıdan yazıların ilk nüvelerini Bilim ve Ütopya ile Bilim ve Gelecek dergilerinde yayınlanan yazılarda bulmak olasıdır. Bunlardan birisi de, gözden geçirilerek bu kitapta yer verilen “Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’e Yöneltilen Eleştiriler” adlı hacimli bir yazıdır. Eski notları karıştırırken, o yazıyla ilgili Prof. Dr. Mehmet Dağ’ın, “Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’e Yöneltilen Eleştiriler” Konulu Yazı Üzerine Birkaç Söz adlı bir yazısıyla karşılaştım. Yazı, Kur’an’a yönelik yürüttüğüm/yürüttüğümüz tartışmaların amacını ve içeriğini o kadar yalın bir biçimde özetliyordu ki, bu üçüncü bakının önsözünde onu buraya aynen almak gerektiğini düşündüm. Mehmet Dağ hoca söyle diyor:

“İnsanlığın kültürel gelişimine baktığımızda, bu gelişimin, başlangıcından bugüne değin giderek olgunlaşarak ve değişim geçirerek çeşitli zorlu aşamalardan geçtiğini görmekteyiz. Her aşamada belli kültürel normlar, modeller, çerçeveler oluşmakta; bu normlar, modeller ve çerçeveler, özellikle eleştirel düşüncenin bulunmadığı, otoriteye bağımlılığın egemen olduğu ortamlarda insanlığı tutsak etmekte; kullanılan kavramlardan davranışlara değin her şeyi etkilemektedir. Hz. Muhammed de içinde yaşadığı kültürün bir bireyi olarak, o kültürün belirlediği, sınırlarını çizdiği bir çerçeve içinde hareket etmiş; Arap toplumunun siyasal birliğini ve devletleşme sürecini başlatacak değişimin ilk tohumlarını atarken köklü bir kültürel dönüşümden çok Yahudi ve Hristiyan çerçevelere koşut bir kültürel çerçeve ortaya koymağa çalışmıştır. Bunu biraz açmak gerekirse, Hz. Muhammed’in zaman içinde oluşturmağa çalıştığı düşünsel ve toplumsal projenin Tanrı merkezli olması, Tevrat ve İncil’den, hatta Ortadoğu’da var olan çeşitli düşünsel ve toplumsal geleneklerden ögeler taşıması, genel kültürel çerçevenin pek değişmediğini ortaya koymaktadır. Nitekim Hz. Muhammed, başkaları bir yana, Hz. Musa ve Hz. İsa gibi, peygamberlik öncesi en az 40-45 yıllık yaşam deneyimlerini yok sayarak, aslında bu deneyimlerin bir sonucu olan her şeyi, toplumun da yatkın olduğu bir anlayışla Tanrı’ya bağlamaktadır. Bugün çoğu modern toplumlarda bu paradigma değiştiği içindir ki, peygamberlik kurumu geçmişte kalmış bir anı olarak değerlendirilmekte; Tanrı’nın güdümünde, tüm benliğiyle Tanrı’ya teslim olmuş birey anlayışı kabul görmemektedir. Ülkemizde Atatürk dönemi dışında paradigma değişikliği ülkeyi yönetenlerce tehlikeli görüldüğü ya da farkına varılmadığı için, bu paradigma değişikliğini yaratacak eğitim kurumları ortaçağın kültürel paradigmasıyla modern kültürel paradigma arasında bırakılarak yozlaştırılmış; bugün siyasete de damgasını vuran bir Türkiye tablosu ortaya çıkmıştır.

“Kültürel paradigma, yukarıda belirttiğim gibi, kullanılan kavramların ve sözcüklerin anlamlarını da belirlemekte; köklü bir dönüşüme uğramış başka kültürel paradigmalarda, aynı sözcükler kullanılıyor olsa da, köklü bir anlam değişikliğine uğramaktadır. Sözgelimi, Araplarla ortaklaşa olarak kullandığımız, Kur’an’da da geçen ‘adalet’ sözcüğü, siyasal İslamcıların yanıltmacalarının tersine, bugün aynı anlam ve içeriği taşımamaktadır. Ortaçağlarda adalet sözcüğünün içeriğini, toplumsal-siyasal yapı (özgür-köle, kadın-erkek, Müslüman-Müslüman olmayan ayırımı), ahlaki duyarlılık derecesi belirlemektedir. Bugün bütün bunlar köklü bir değişime uğramış ve adalet sözcüğünün içeriği buna bağlı olarak değişmiştir. Bu nedenledir ki kimi siyasal İslamcılar bu sözcüğün bağlı olduğu toplumsal ve kültürel çerçeveyi göz ardı ederek, bu sözcüğe çağdaş anlamlar yüklemeğe ve böylece kendi benlerini tatmine çalışırlar; bu tutumun kendilerini izleyen yığınlara zarar verebileceğini düşünmezler. Yine Arapların kullandığı Kur’an’da da geçen ‘ilm’ sözcüğü de bugün çağdaş gelişmeler ışığında anlam değiştirmiştir. Ortaçağlarda Tanrı’nın bir lütfu ve vergisi olarak görülen ve dilediğine verebileceği tamamıyla özel kişilere (peygamber ve kimi çevrelere göre filozoflara) özgü sırlı salt kuramsal nitelikli ‘ilm’ (bilgi), bugün her insanın kendi gücü ve yeteneğiyle doğayla, kendisiyle ve başka insanlarla ilişkisi sonucu nedensel bağlantılar kurarak elde edebileceği ve pratik sonuçlarından herkesin yararlanabileceği bir olanak haline gelmiş ve özel kişilerin tekelinden kurtarılmıştır.

“İleriki sayfalarda kutsal ve göksel diye nitelenen bir bildirinin bilimsel bir incelemeye tabi tutulduğunda nasıl sıradanlaştığı ve yerselleştiğini; Hz. Muhammed’in Arabistan dahil çeşitli Ortadoğu ülkelerindeki 40 yılı aşkın deneyimi, bu deneyim sonucu elde ettiği bilgi birikimi, bildirisini sunarken başkalarıyla yaşadığı olumlu-olumsuz ilişkilerin bildirilerin oluşumuna nasıl katkı sağladığını; bu ilişkilerde yaşadığı ruhsal durumların bildirilere nasıl yansıdığını; başkalarıyla tartışmalarda çoğu cedel (diyalektik) türünden tamamıyla insan kaynaklı zayıf bir ikna (kandırma, inandırma) yönteminin nasıl tanrısal bir yöntem olarak sunulduğunu okuyacaksınız. Çalışma, Türkiye’de din öğretimi programını yeniden düzenlemede nelere dikkat edilmesi, nasıl bir yol ve yöntem izlenmesi gerektiği açısından da yol göstericidir.”

Umarım kitap, Türk aydınlanmasına katkı yapmayı sürdürür ve daha fazla okuyucuyla buluşur.