Ana Sayfa Astronomi Uzaylıları da kendimize benzetiyoruz

Uzaylıları da kendimize benzetiyoruz

336
0

Ender Helvacıoğlu

UFO gördüğünü veya uzaylılarla temas ettiğini söyleyen kişilerin anlattıklarının -eğer düpedüz şarlatanlık değilse- kendi halüsinasyonlarından ibaret olduğunun en temel kanıtı, gördüklerini ve temas ettiklerini iddia ettikleri uzaylıların ve uzay araçlarının “bize” ve “bizim araçlarımıza” benzemesidir. Dünya-dışı canlı varlıklar olsa bile, bunların bize, araçlarının bizim araçlarımıza benzemeleri sıfır olasılıktır.

Eski Mısır hiyerogliflerinde tank, helikopter, gemi, astronot benzeri şekiller olduğunu söyleyenler var. Bilindiği gibi -şarlatan olduğu ortaya çıkan- Erich von Daniken de benzer iddialarda bulunmuştu. Diğer tartışmaları bir kenara bırakalım, eski Mısırlıların temas ettiği iddia edilen uzaylılar tıpkı 5000 yıl sonrasının insanları gibiler ve benzer araçları kullanıyorlar. Bu da sıfır olasılıktır.

Bir başka “tez” ise, eski Mısırlıların, uzaylılarla değil ama, sonradan bir şekilde yok olmuş ileri bir insan uygarlığıyla (Atlantis ve Mu kıtası efsaneleri vb.) temas ettikleri ve onları resmettikleri biçimindedir. Yani eski bazı uygarlıklar var, onlar bizim günümüzde ulaştığımız düzeye binlerce yıl önce ulaşmışlar, ama bir şekilde yok olmuşlar; hikâye budur. Böyle bir şey de sıfır olasılıktır.

Neden bütün bunlar sıfır olasılıktır?

Çünkü gerek evrenin evrimi, gerek gezegenimizin evrimi, gerek dünya üzerindeki canlılığın evrimi, gerek insanın biyolojik ve kültürel evrimi, gerekse toplumların evrimi çizgisel ve deterministik değildir. Her aşamada -hem olgu hem de süreç düzleminde- sayısız olasılığın birinin olmasının sonucudur bu gelişmeler.

Yani dünya-dışı canlıların bize benzemesi -sadece canlılığın evrimini göz önüne alsak bile- gezegenimizde 4,5 milyar yıl içinde yaşanmış bütün astronomik-jeolojik-biyolojik-toplumsal süreçlerin ve aşamalarının aynen o uzaylıların geldiği gezegende de yaşanmış olmasını gerektirir. Sıfır olasılık derken kastettiğimiz budur.

Atlantis’ciler ve Mu’cular da kültürel ve toplumsal evrimin deterministik ve çizgisel olduğunu iddia etmiş olmaktadır. Onlara göre “olması kaçınılmaz” bir gelişim çizgisi vardır; Atlantis ve Mu insanları bu gelişim çizgisini bizden binlerce yıl önce yaşamışlardır, hem de aynı araçları bularak ve icat ederek!

Veya şöyle bir hipotez ortaya atılması gerekir: Tanrı vardır ve onun bir ezberi vardır. Her mekânda ve zamanda aynı ezberi uygulamaktadır. Doğrusu hayalgücü çok kısıtlı, çok tekdüze ve sıkıcı bir tanrı olurdu!

***

Canlılığın evrimine ilişkin birkaç bilimsel yaklaşımdan söz edelim ki konu daha iyi anlaşılsın.

Daha önce de yazmıştım, özetleyeyim: Dünya’daki evrim sonucu ortaya çıkan canlı türleri gezegenimizin koşullarının ürünüdür. Eğer varsa, Dünya dışında gelişmiş olabilecek canlılık ve zekâ çok başka koşulların ürünü olacak, bugünkü bilgilerimizle hayal edemeyeceğimiz kökenlere, fonksiyonlara ve formlara sahip olacaktır. Geliştirdiğimiz mevcut kuramlar, kavramlar ve araçlarla belki tespit bile edemeyebiliriz onları. Tespit edebilir ve karşılaşabilirsek, “can”, “canlılık”, “zekâ” kavramlarımızı dahi geliştirmek, kapsamını genişletmek zorunda kalacağız büyük olasılıkla. O zaman bilimdeki en büyük devrimlerden biri olan Evrim Kuramı da bir “özel hal” halini alacak: Dünya gezegenindeki canlılığın evrimini açıklayan bir kuram. “Diğerlerini” de açıklayan çok daha kapsamlı evrim kuramları gerekecek.

Önde gelen evrimbilimcilerimizden Ergi Deniz Özsoy’un “Evrimin yönü önceden bilinebilir mi?” başlıklı bir sunuşunu dinlemiştim. Özsoy, canlılık tarihinde yaşanmış 5 büyük yok oluştan söz etmişti. Bunlardan en popüler olanı dinozorların yeryüzünden silinmesine yol açan (tabi memelilere ve sonraları bize yol veren) 66 milyon yıl önceki Kratese-Paleosen yok oluşu. Fakat 252,28 milyon yıl önce (Permiyen sonu) gerçekleşen bir kitlesel yok oluş var ki, dünyadaki yaşam topluca uçurumun kıyısına gelmiş ve canlı türlerinin yüzde 95’i kısa sürede yeryüzünden silinmiş. Yani evrimin yönünü belirleyen en önemli mekanizmalardan biri bu tesadüfi büyük yok oluşlar. Dünyadaki yaşamın yönünü radikal biçimde değiştiriyorlar. Bugün yaşayan türler, o yok oluşların çocuğu. Dolayısıyla evrimin yönünün önceden bilinmesine olanak yok. Özsoy, yok oluşlara ilişkin bu bulguların ışığında, evrim için bırakın ilerlemeci düz çizgi yaklaşımını, yaşam ağacının çatallanması biçimindeki yaklaşımın da geçerli olmadığını belirtmişti.

Diğer bütün canlı türleri gibi, insan denen canlı türünün ortaya çıkması da sonsuz sayıda tesadüfün ürünü. Bu sonsuz sayıda tesadüfün bir tanesi bile gerçekleşmeseydi, insan diye bir canlı türü olmayacaktı. Nerede kaldı, bambaşka bir gezegende gelişmiş olabilecek canlılığın evrimi sonucu bize benzer bir türün oluşması…

Ortaya atılmış bütün düşünceler, bütün felsefe akımları, en ütopik olanları dahi, parçası oldukları toplumsal sürecin (zamanın ve mekânın) koşulları ile sınırlıdırlar. Sadece fikir akımları değil, hayallerimiz, rüyalarımız, halüsinasyonlarımız, şarlatanlıklarımız da bu sınırlılıklar dahilinde. Bu nedenle UFO’cularımız, hep bize benzer uzaylılar ve bizim kullandıklarımıza benzer uzay araçları görüyorlar!

***

Çok daha küçük ve erekselliğin etken olarak gündeme girdiği bir süreç olmasına karşın insanın kültürel evrimi de düz bir çizgi izlemez; deterministik değildir, olasılıklıdır.

Diyelim ki, bugün bir nükleer savaş çıktı veya insanlığı yok edecek bir virüs salgını veya bir başka doğal afet yaşandı ve sadece Orta Afrika’da bir grup insan kaldı. Bu insanların 50 binyıl sonra bugünkü insanlık ortamına ulaşması mümkün müdür? Kültürel evrimin tek bir senaryosu mu var?

Yok olmuş yüksek uygarların varlığını iddia edenlerin, Mısır hiyerogliflerinde helikopter, gemi, tank “keşfedenlerin” tek bir senaryosu var! Batsa da çökse de, yeniden “helikopter, gemi, tank” aşamasına varılacak! Şarlatanlığın başladığı noktadır bu.