Ana Sayfa Dergi Sayıları 238. Sayı Jeopolitik emperyalizmin teorisidir

Jeopolitik emperyalizmin teorisidir

Jeopolitik, kapitalizmin tekelleşme aşamasına vardığı ve tekelin mali sermaye ile aşılandığı 19. yüzyılın sonlarında, bu aşamaya ulaşmış ve bu nedenle dış pazarlar ele geçirmeye ihtiyaç duyan devletlerin yayılma ve nüfuz alanları kurma, bunun için sınırlarının öte yanına müdahale etme, rakiplerini ve komşularını istikrarsızlaştırma, sömürge elde etme vb. pratiklerinin teorisi olarak ortaya çıktı.

371
0

Hasan Bögün

Kimi çevreler jeopolitiğin bilim olduğunu ileri sürer. Bu tartışmalıdır, ama jeopolitiğin bir teori olarak 19. yüzyılın sonundan bu yana gelişmiş kapitalist ülkelerin yeni pazarlar ve nüfuz alanları elde etme gereksinimlerine yanıt verdiği de ortadadır. Doğru tutum jeopolitiği tarihsel gelişme içinde yerli yerine ve dayandığı sınıfsal ilişkilere oturtmaktır.

Coğrafya toplumların değişmezleri arasındadır. Milletler coğrafyanın sunduğu olanakları azami ölçüde kendileri yararına kullanarak gönenç elde eder ve gelişirler. Tarih boyunca topluluklar coğrafya düzleminde savaştı, barıştı, karıştı, ticaret yaptı, etkileşti, birleşik kültürel alanlar kurdu, sık sık siyasi birlikler oluşturdu, kısacası ortak bir tarih biriktirdi. Komşulukta çatışma geçici ve ikincil; ortaklık, her türlü alışveriş ve iş birliği esastır. Üçüncü tarafların kışkırttığı çıkar çatışması komşuların her birine şu veya bu ölçüde zarar verir. Ortak çıkarlar temelinde iş birliği ise istikrar ve refah doğurur. Tarihte daima böyle oldu ve tarih de milletlerin değişmezlerindendir.

Jeopolitik, kapitalizmin tekelleşme aşamasına kadar geliştiği (yani iç pazarın yetmemekte olduğu), ideolojik bakımdan liberalizmin “bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler” felsefesinin egemen olduğu ve siyasi olarak jeopolitik iddianın arkasına bu iddiayı desteklemeye yetecek büyüklükte kuvvetin konulabildiği koşulların ürünüdür.

Coğrafyayla ilişkili ortak tarih, günümüzde komşu milletlerin tek tek her birinin ve ortaklaşa hepsinin gücü demektir. Komşu milletler birbirleri için güvenlik ve istikrar garantisidir. Bir milletin komşusuna ihraç ettiği istikrarsızlık, eninde sonunda gelir kendisini bulur. Emperyalistlerin Irak’ı, Libya’yı ve Suriye’yi istikrarsızlaştırma planlarında yer alan Türkiye’nin kendi istikrarının bozulmuş olması, halen yaşamakta olduğumuz bir örnektir.

Jeopolitiği bilim olarak kabul etsek bile, salt “coğrafyanın siyaseti” bakış açısı jeopolitiği bütün tarih boyunca en başa, hatta tarih öncesi topluluklara kadar uzatır. Fakat 19. yüzyılın sonundan önceki tarih içinde jeopolitiğe anıştırmalar yapmak bilim dışıdır.

Güneş, yıldızlar ve gökcisimleri galaksimizin, hatta kimisi evrenin oluşumundan beri uzayda hareket halindedir. Yerleşikliğe geçen bütün topluluklar gökyüzünü gözleyerek takvimler oluşturdular, mevsim geçişlerini saptadılar, evrenin işleyişi üzerine fikirler geliştirdiler vs. Hem gözlemlerini hem gözlemlerinin sonuçlarını zaman içinde olgunlaştırdılar, kapsamlarını genişlettiler ve paylaştılar. Astronomi işte bu olgunlaşmanın belirli bir aşamasında bilim olarak sistematik kazandı. Nasıl o aşamanın öncesine astronomi denilemezse, Alman coğrafyacı Friedrich Ratzel’in teorisini kurduğu ve İsveçli öğrencisi siyaset bilimci Rudolf Kjellen’in adını koyduğu jeopolitik de daha öncesine uzatılamaz.

Alman jeopolitiğinin kurucusu coğrafya öğretmeni Friedrich Ratzel (1844-1904).

Jeopolitik, kapitalizmin tekelleşme aşamasına vardığı ve tekelin mali sermaye ile aşılandığı 19. yüzyılın sonlarında, bu aşamaya ulaşmış ve bu nedenle dış pazarlar ele geçirmeye ihtiyaç duyan devletlerin yayılma ve nüfuz alanları kurma, bunun için sınırlarının öte yanına müdahale etme, rakiplerini ve komşularını istikrarsızlaştırma, sömürge elde etme vb. pratiklerinin teorisi olarak ortaya çıktı. Ratzel ve Kjellen de zaten jeopolitiği, Otto von Bismarck’tan başlayarak Alman imparatorluğunun genişlemesine hizmet edecek bir yöntem olarak sistemleştirdiler. Alman jeopolitiğinin iki dünya savaşının çıkmasında önemli rolü vardır.

Kısacası, jeopolitik, üretim tarzı bakımından kapitalizmin tekelleşme aşamasına kadar geliştiği (yani iç pazarın yetmemekte olduğu), ideolojik bakımdan liberalizmin “bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler” felsefesinin egemen olduğu ve siyasi olarak jeopolitik iddianın arkasına bu iddiayı desteklemeye yetecek büyüklükte kuvvetin konulabildiği koşulların ürünüdür.

Siyasette güç kullanımı çok eskilere gider. Ancak Ratzel ve Kjellen, kendilerinden önceki pratiği, yaşamak için zayıf olanı ezmeyi hak olarak gören Sosyal Darvincilikle sistemleştirerek devletler arası ilişkilere uyguladılar ve buna da realpolitik dediler. Belirli coğrafyalarda erken zuhur etmiş devletlerin izlediği realpolitik jeopolitik olarak adlandırıldı ve böylece yayılmacılığın bütüncül teorisi ortaya çıktı. Jeopolitik güçle yapılır. Jeopolitikte hukuku da güç belirler. Tek cümleyle jeopolitik, yeni güç elde etmek için güç kullanmaktır.

Ratzel’in İsveçli öğrencisi siyaset bilimci Rudolf Kjellen jeopolitik terimini ilk kez kullanan kişiydi.

Jeopolitikçi lafız, Kjellen’in önermesi uyarınca jeopolitiği devletin kaçınılmaz içkin bir fonksiyonu saydığı için, bütün devletleri ideolojik yapısına, tarihsel gelişimine, stratejik konumlanışına, siyasal hedeflerine ve bu hedefleri gerçekleştirmeye hasredebileceği potansiyele vs. bakmaksızın eşitler. Bu durumda, örneğin Afganistan, ABD siyasasının iddia ettiği gibi, ABD’nin çıkarlarına zarar veren ve ileride de verebilecek bir rakip oluverir.

Jeopolitiğin doğuşu
Jeopolitiğin tekelci aşamaya gelmiş olan bütün kapitalist ülkelerde, 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başında eş zamanlı ortaya çıkmış olması, emperyalist karakterini gösteriyor. Belli başlı bütün jeopolitikçiler bu dönemde yaşadılar ve mensup oldukları milletleri merkeze koyan teorilerini inşa ettiler. Kısa bir liste yapalım:

Alman jeopolitiğinin kurucusu coğrafya öğretmeni Ratzel 1844-1904 yılları arasında yaşadı. 1897’de yayınlanan Politische Geograhie (Siyasi Coğrafya) kitabında jeopolitiği teorileştirdi. Kitabını genişleterek Siyasi Coğrafya veya Devletler, Ulaştırma ve Savaş Coğrafyası adıyla 1903’te yeniden yayınladı.

Ratzel’in öğrencisi Kjellen 1864-1922 yılları arasında yaşadı. 1916’da yayınladığı Staten som Lifsform (Yaşam Biçimi Olarak Devlet) kitabında, devleti yaşayan bir organizmaya benzetti ve beş unsurunu saydı. Bunlardan biri jeopolitiktir. Böylece sözcük siyasal yazına girdi. Birinci Dünya Savaşı’nın ortasında yayınlanan Kjellen’in kitabı, Alman genelkurmayında önemli ölçüde heyecan yarattı.

1869-1946 yılları arasında yaşayan General Karl Haushoffer, Alman jeopolitiğinin bir başka önemli ismidir. Haushoffer, Ratzel’in görüşleri ile Nazizm’in “lebensraum” (yaşam alanı) kavramı arasında köprü oldu. Adolf Hitler’in yardımcısı Rudolf Hess’in öğretmeniydi. Hitler’in Kavgam kitabının bir bölümünü Haushoffer’in yazdığı söylenir.

Britanya Sömürge İmparatorluğu’nun jeopolitiğini yapan Halford John Mackinder (1861-1947) de coğrafyacıydı. Mackinder jeopolitiği küresel boyuta taşıyanlardandır. Mackinder’in görüşleri Amerikan jeopolitiğine yön vermeye devam ediyor. İleride daha ayrıntılı inceleyeceğiz.

General Karl Haushoffer, Alman jeopolitiğinin bir başka önemli ismidir. Adolf Hitler’in yardımcısı Rudolf Hess’in öğretmeniydi. Haushoffer (solda), öğrencisi Rudolf Hess ile birlikte.

Amerikan jeopolitiğinin kurucusu Amiral Alfred Thayer Mahan (1840-1914) jeopolitiğe hem denizleri kattı hem de jeopolitiğin kapsamını dünya ölçeğinde genişletti.

Amerikan jeopolitiğine giriş
“Yeni bir bilincin -güçlülük bilincinin- ve onunla birlikte gücümüzü gösterme isteğinin bize egemen olduğu anlaşılıyor… Aşırı tutku, çıkar düşkünlüğü, toprak açlığı, gurur, yalnızca çarpışma isteği, adına ne derseniz deyin, yeni bir duygu bize canlılık veriyor… Ormanda kan tadını duymak gibi, halkın ağzında bir imparatorluk tadı var. Bu gelişme, yeniden doğmuş olan Cumhuriyetin uluslararasında yerini silâhla alarak bir imparatorluk siyaseti gütmesi demektir.”1

Yukarıdaki alıntı Washington Post gazetesinin bir başyazısından. 1890’ların sonları… ABD’nin, Avrupa’nın büyük devletlerinin oluşturduğu emperyalistler ligi La Haye Konferansı’na davet edildiği günler… Amerikan jeopolitiğinin kurucusu Alfred Thayer Mahan’ın yazılarının eylem kılavuzu haline geldiği günler… O dönem ABD’sinin egemen sınıflarının ruh halini betimleyen bu satırlar, aynı zamanda ABD’nin emperyalist oluşunu ilan ediyordu.

Gazetenin yazısı, “Kurucu Babalar”dan beri ABD’de sürmekte olan, taraflarını “Bağımsızlık Bildirgesi”nin yazarı Thomas Jefferson ile ilk Hazine Bakanı Alexander Hamilton’un temsil ettiği tartışmayla da ilişkili. Hamilton, “insanoğlunun o güne kadar geliştirmiş olduğu en iyi model olan” Amerikan modelinin zorla (silah kullanarak) dünyanın geri kalanına kabul ettirilmesini önerirken, Jefferson zor kullanımına karşı çıkarak, en iyi modelin başkalarınca gönüllü olarak benimseneceğini savunuyordu.

Amerikan jeopolitiğinin kurucusu Amiral Alfred Thayer Mahan (1840-1914) jeopolitiğe hem denizleri kattı hem de jeopolitiğin kapsamını dünya ölçeğinde genişletti.

Tartışmayı ABD’nin ilk başkanı George Washington uzlaştırmıştı. Günümüze kadar ABD’nin dış siyasetine yön veren Washington’un vasiyeti şuydu: Aslolan ABD’nin çıkarlarıdır. Çıkarları silah kullanmayı gerektiriyorsa ve buna gücü varsa silah kullanılacaktır, gücü yoksa silaha başvurulmayacaktır.

ABD’nin dönem dönem içe kapandığı, dönem dönem dışarıda müdahaleci bir çizgi izlediği söylenir. İşin doğrusu, ABD hiçbir zaman içe kapanmacı olmadı. Dış müdahale çıkarına olmadığı zamanlarda müdahale etmedi, o kadar.

ABD, daha bağımsızlık savaşını kazandıktan hemen sonra yeni topraklar ele geçirmeye girişti. ABD’nin topraklarının 1800’deki genişliği 892 bin 135 mil kare idi. Üç yıl sonra 885 bin mil karelik Louisiana’yı, 1819’da 59 bin 600 mil karelik Florida’yı, 1845’te 389 bin mil karelik Texas’ı Meksika’dan kopararak, 1846’da 285 bin mil karelik Oregon’u, 1867’de Alaska’yı Rusya’dan 7 milyon 200 bin dolara satın alarak, 1850’de 410 bin kilometre karelik Meksika’dan ayrılmış olan California Cumhuriyeti’ni, 1857’de Pasifik’te Howland ve Baker adalarını, 1867’de Pasifik’te Midway adalarını topraklarına kattı. Meksika’nın tamamını ve Kanada’yı ele geçirme girişimleri yaptı.

ABD, kuzeyde Kanada konusunda İngiltere ile uzlaştıktan sonra, güneyde Latin Amerika, doğuda Atlantik Okyanusu, batıda Pasifik Okyanusu boyunca yayılmayı sürdürdü. Amerikan yayılmacılığının kapsama alanına Küba, Santa Domingo, Kosta Rika, Porto Riko, Haiti, Nikaragua, Panama, Kolombiya, Afrika kıtasında Liberya, Hawai, Samoa, Guam, Wake, İspanya ile savaşı kazandıktan sonra İspanyol sömürgesi Filipinler ve Çin anakarasında Kvançov, Şangay, Ningpo, Amoy gibi limanlar girdi. Bütün Latin Amerika ülkeleri Amerikan müdahalelerinden nasibini almıştır.

ABD’nin göz koyduğu en uzak hedef Çin idi. Tarihin değişmez yasasının güçlü olmak olduğunu belirten Başkan John Quincy Adams’ın jeopolitikçi torunu Brooks Adams, Amerikan sanayisinin ürettiği mal fazlasını dış pazarlara satamadığı zaman çökeceğine inanıyor ve Çin pazarının bu fazlalığı eriteceğini savunuyordu. ABD, “açık pazar” siyasetini ileri sürerek, gerekirse güç kullanarak Çin pazarını ele geçirmeliydi.

ABD’nin yayılmacılığında yeni pazarları ele geçirme güdüsü dolaysız olarak gözlenir. Çoğunlukla önce Amerikan sermayesi ele geçirilmek istenen pazarlara girip hakimiyet kurmuş, askeri müdahaleler arkasından sökün etmiştir.

Bunun yanında, pazar olarak önem arz etse de etmese de yayılmacılık bakımından daha ileri hedeflere ulaşmada stratejik değer taşıyan köprü başlarını tutmak da Amerikan jeopolitikçiliğinin ilkelerindendir. Küba’nın denetimi, Panama’nın Kolombiya’dan koparılarak elde edilmesi ve Panama Kanalı’nın inşası, Hawai’nin ele geçirilmesi, batı Afrika’da azat edilmiş kölelere “oğul” devlet Liberya’nın kurdurulması bunun örneklerindendir.

1903’te Panama’da bir ayaklanma çıkarıldı. Amerikan ordusunun koruduğu ayaklanmacılar bağımsızlıklarını ilan etti. Kurulan sözde bağımsız devleti ABD tanıdı. Panama Kanalı, iki ailenin oluşturduğu kukla devletin ABD’ye verdiği 10 mil genişliğindeki bir koridordan geçti.

Bakırı ve şeker kamışı Amerikan sanayisi için önem taşısa da Küba’nın asıl önemi Meksika Körfezi’nin çıkış kapısını bir kapak gibi tutmasından geliyordu. Hawai’yi ele geçirmek, denizci bir ülke için bütün Pasifik’i kontrol etmek demekti. (Amerikan deniz kuvvetlerinin Pasifik ana karargâhı halen Hawai’de.) Panama’da açılacak kanal ise Atlantik’ten Pasifik’e geçiş yolunu kısaltacaktı. Bütün bu şemayı Mahan çizdi.

Kanal önceleri Nikaragua’da düşünülüyordu. Nikaragua’nın İngiliz Honduras’ına yakınlığı nedeniyle İngiltere ile sorunlar çıkınca, ABD kanalın hiçbir devlete ait olmamasını ve kanalda asker bulundurulmamasını kabul etti. Fransa da Süveyş Kanalı deneyiminin başarısına dayanarak, Kolombiya toprağı Panama’da bir kanal açma girişimlerinde bulunuyordu. Başarısız olan Fransız girişimini ABD devraldı. 1903’te Panama’da bir ayaklanma çıkarıldı. Amerikan donanmasının ve askerlerinin koruduğu ayaklanmacılar bağımsızlıklarını ilan etti. Kurulan sözde bağımsız devleti ABD tanıdı. Kanal, iki ailenin oluşturduğu kukla devletin ABD’ye verdiği 10 mil genişliğindeki bir koridordan geçti.

Amerikan jeopolitiğinin ekonomi politiği
ABD, dört yılda iki taraftan toplam 655 bin kişinin öldüğü iç savaşta 1865’te kuzey eyaletlerinin galip gelmesiyle merkezileşme yönünde büyük bir adım attı. İç savaşın arkasından ayak bağlarından kurtulan Amerikan ekonomisi hızlı büyüme ivmesi kazandı. Köle emeğine dayalı geri tarım ekonomisinin yerini, esas iticisini Avrupa ve Asya’dan durmaksızın akan göçmenlerin emek gücünün oluşturduğu, olağanüstü bolluktaki doğal kaynakların ve teknolojik atılımın desteklediği sanayileşme aldı.

İç savaştan 25 yıl sonra 1890 yılında toplam sanayi üretimi değer olarak toplam tarımsal üretimi geçti ve 1900 yılında iki katına çıktı. Sanayi üretimi 1914 yılında 1850’lerdeki sanayi üretiminin 20 katına, 1870’tekinin 8,1 katına ulaştı.

1850-1900 arasında nüfus 23 milyon 192 binden 75 milyon 995 bine üç kat arttı. Tarım üretimi de yine üç kat arttı. Sanayi üretimi ise 11 kat artışla değer olarak 1 milyar 019 milyon dolardan 11 milyar 406 milyon dolara çıktı.

1870 ortalarında ABD pamuk üretiminde dünya birincisi, buğday ve petrolde tek rakibi Rusya, ipek sanayisinde Fransa’dan ve pamuk sanayisinde İngiltere’den sonra ikinci, demir ve çelikte birinci idi. 1878’de demir cevheri çıkarılmasında ve 1890’da ham demirde İngiltere’yi geçti. 1899’da kömür üretiminde birinciydi. 1860’ta 12 bin ton olan ABD’nin çelik üretimi 1913’te 31,8 milyon tona, aynı dönemde 18,2 milyon ton olan kömür üretimi 500 milyon tona yükseldi.

ABD’nin ilk tröstü Standard Oil, Amerikan eyaletlerine yayılmış bir dizi şirketin John D. Rockefeller’in 1870’te kurduğu petrol şirketi Standard Oil’in çatısı altında birleşmesiyle 1879’da kuruldu.

ABD sanayi üretiminde 1860’ta dünyada dördüncüyken, büyük bir sıçramayla 1894 yılında birinci oldu. 20. yüzyılın başında dünya sanayi üretiminin yüzde 38’ini yapan Amerikan ekonomisi, bu oranla İngiltere, Fransa, Almanya ve Japonya’nın toplam üretimini geride bıraktı. ABD Birinci Dünya Savaşı öncesinde “dünyanın fabrikası” oldu. 1890 McKinley ve 1897 Dingley gümrük yasaları Amerikan ekonomisini korumaya aldı.

Altın üretimi bu değerli madenin California’da bulunduğu yıl olan 1848’den, gümüş Colorado’da 1860’tan, bakır Montana’da 1890’dan, petrol önce Pennsylvania’da 1859’dan, sonra da 10 kadar eyalette 1880’den, doğalgaz Pennsylvania’da 1873’den beri çıkarılmaktaydı.

1849’da sermayenin toplamı 533 milyon dolar, ücretli çalışan 957 bin ve mamul mal değeri 1 milyar 019 milyon dolar idi. 1889’da toplam sermaye 6,5 milyar dolara, işçi sayısı 4,2 milyona ve mamul mal değeri 9 milyar 300 milyon dolara; 1899’da da sermaye toplamı 9,8 milyar dolara, işçi sayısı 5,3 milyona ve üretim değeri 13 milyar dolara yükseldi.

Demiryolu ağı başka hiçbir yerde görülmeyen bir hızla inşa edildi. Doğu ile Batı kıyılarını birleştiren ilk demiryolu Union Pacific Railroad 1883’te tamamlandı. Birkaç yıl içinde buna kıtayı bir baştan bir başa aşan dört demiryolu hattı daha eklendi. Küçük hatlar birleştirildi, büyük şirketler ortaya çıktı. Cornelius Vanderbilt, James J. Hill ve J. P. Morgan gibi büyük sermaye grupları demiryolu ulaşımındaki ilk tekeller oldu. J. P. Morgan, zamanla mali sermayenin en büyüklerinden biri haline geldi.

Demiryolu ulaşımının ülke çapında yayılmasının arkasından gelen hızlı ekonomik büyüme uluslararası ticareti artırdı. 1895’te 800 milyon dolar tutan ihracat, 1914 yılında yüzde 240 artışla 2,3 milyar dolara fırladı. Dış yatırımlarda da hızlı artış oldu; 1898’de 684,5 milyon dolar tutarındaki Amerikan doğrudan dış yatırımı, 1915’te beşe katlanarak 3,513 milyar dolara çıktı.

Sınai büyüme ve sermayenin yoğunlaşması tekelleşmeyi de hızlandırdı. 1897’den itibaren mali sermayenin hâkim olduğu tröst en yaygın tekel tipi oldu. ABD’nin ilk tröstü Standard Oil, Amerikan eyaletlerine yayılmış bir dizi şirketin John D. Rockefeller’in 1870’te kurduğu petrol şirketi Standard Oil’in çatısı altında birleşmesiyle 1879’da kuruldu. Standard Oil’i Andrew Carnegie’nin çelik tröstü izledi.

Diğer belli başlı sektörlerde kurulan tekeller şunlardır:

Telefonda Bell, çeşitli motorlarda Charles M. Manly ve Wright Kardeşler, sentetik reçinede Leo Baekland, tungsten lambasında William D. Coolidge, dokuma tezgahlarında James H. Northrup ve George A. Draper, tütün işinde Duke ailesi, şekerde Henry Havemeyer, bakırda Guggenheim ailesi ve ayrıca Du Pont, Westinghause, General Electric…

1900’lerin başında Amerikan sanayisine hâkim olan tröstlerinin sayısı 318’e yükselmişti. Sanayinin önemli dallarını elinde tutan bu tröstler, 7 milyar doları aşkın sermayeye hükmediyordu. 1909 yılında toplam sayısı 268 bin 491 olan işletmelerin yüzde 1,1’ine denk düşen 3 bin 60 şirket, toplam 6,6 milyon sanayi işçisinin 2 milyonunu (yüzde 35) çalıştırmakta ve 20,7 milyar dolarlık toplam üretimin 9 milyarını (yüzde 43,8) yapmaktaydı.

Demiryolu işkolundaki tekelleşmeyi Eyaletler Arası Ticaret Yasası 1887’de, ABD Federal Yüksek Mahkeme ise 1897’de yasakladı. 1890’da federal Sherman Antitröst Yasası kabul edildi. Ancak Yüksek Mahkemenin gücü 1895’te Amerikan Şeker Arıtma Tröstünü dağıtmaya yetmedi.

Tekeller yasakları delmenin yollarını buldu. Dönemin etkili çevreleri bu konuda tröstlere yardımcı oldu. Örneğin Columbia Üniversitesi Siyasi İktisat profesörü Henry Rogers Seager, “rakiplerini yutmak, onlara egemen olmak ya da onlara hayat hakkı tanımamakla rekabetin neden olduğu gereksiz harcamaları ortadan kaldırdığı” için tröstü övüyordu.

Tröst karşıtı yasaların çıkmasından sonra holding biçimi yaygınlaştı. Holding türünde tröstte olduğu gibi öncülüğü Standard Oil yaptı.

Standard Oil’in öyküsü, Amerikan emperyalizminin ortaya çıkışını ve yükselişini anlamak bakımından tipiktir. Şirket, arkasındaki mali sermaye gücüne dayanarak küçükleri yok etti ya da yuttu. İçeride veya dışarıda hiçbir kural, yasa vs. tanımadı. Uyduğu tek kural kendi çıkarıydı. Dünyadaki petrol alanlarının paylaşımı konusunda silahların, bombaların patladığı gerçek anlamda savaşlar çıkardı, ittifaklar yaptı. 1904’te şirket iç ticaretin yüzde 85’ini, dış ticaretin yüzde 90’ını elinde tutuyordu. 15 Mayıs 1911’de ABD Yüksek Mahkemesi, petrol piyasasının yüzde 90’ından fazlasına sahip olan Standard Oil’i Sherman Antitröst Yasası’nı ihlal ederek tekel oluşturduğu gerekçesiyle 34 parçaya bölme kararı aldı. Bölünmeden Exxon, Mobil, Sohio, Chevron gibi halen dünyanın büyükleri arasında yer alan şirketler ortaya çıktı.

Standard Oil, 1893’te Brezilya yurtsever hareketine müdahale etti. Brezilyalı yurtseverler, uzun zamandan beri ABD ile Brezilya arasındaki, ABD yararına eşit olmayan ilişkileri değiştirmek istiyordu. Şirket, yurtsever hareketi önlemesi için Başkan Grover Cleveland’a baskı yaptı. Cleveland’ın Brezilya’ya gönderdiği savaş gemileri yurtsever hareketin yenilmesinde etkili oldu.

Küba’nın ele geçirilmesinde Küba şekerine dayanarak tröst olan Havemeyer şeker tröstü önemli rol oynadı. Arjantin’e de Amerikan şirketlerinin talebi üzerine askeri müdahalede bulunuldu. Bu tür müdahalecilik 50’li, 60’lı, 70’li yıllarda da sürdü. Son örneklerden biri, ITT şirketinin isteğiyle Şili’de sosyalist Salvador Allende’ye karşı yapılan darbedir.

Jeopolitikçi Amiral Alfred Thayer Mahan, işte yukarıda bir bölümünü andığımız Amerikan tekellerinin emrinde bir deniz gücü tasarlamıştı.

Amerikan jeopolitiğinin ideolojik kaynakları
Democratic Review dergisinin yayıncısı Louis O’Sullivan, 1845’te “manifest destiny” (alın yazısı) kavramını ortaya atarak, yayılmacılığın ve genişlemenin ABD için zorunluluk olduğunu savundu. O’Sullivan başkanlar James Polk, Franklin Pierce ve James Buchanan’ın yakın dostu olduğu için, görüşleri Amerikan egemen çevrelerinin bakış açısının dolaysız yansımasıydı. Ne var ki ABD henüz ekonomik temel bakımından hazır değildi.

Ülkemiz adlı kitabın yazarı Papaz Josiah Strong’a göre, uluslararası ilişkilerde “haklılık ve mantık”ın yeri yoktu, haklılık “en güçlü taburların yanında” idi.

Zamanla ABD kendisini güçlü hissetmeye başladıkça, bu görüşler yaygınlık kazandı. Toplumsal Darvincilik keşfedildi. “En güçlüler hayatta kalır” önermesi temel inanç haline geldi. Doğa, kural olarak en güçlünün hayatta kalmasına ve egemenliğini kurması izin verdiğine göre, “daha yetenekli ırkların öbürlerini ezmeleri” de doğanın yasalarına uygundu ve bu konuda “ne bir açıklama yapmaları gerekliydi ne de özür dilemeleri”. “Birinin başkasının omuzlarına basarak yükselmesini sağlayan o yararlı özel savaşı” öven Sir Henry Main’in Halk Hükümeti (Popular Governement) kitabı, Polonyalı Ludwig Gumplowicz’in Irklar Savaşı (Rassenkampf – günümüzdeki Samuel Huntington’un Kültürler Savaşı’nın atası) kitabı, en rağbet gören kitaplardı. “İradeci” ve “güce tapmacı” John Ruskin, Thomas Carlyle, Friedrich Nietzsche gözde düşünürlerdi.

Amerikalı milyarder Andrew Carnegie, doğal yarışma yasasını toplum için de en sağlıklı yol olarak görüyordu. Carnegie’ye göre, ekonomik rekabet, rekabette üstün olan tarafa yarar getiriyor, onu zayıf ve yeteneksizlerden esirgiyordu. Eşitsizliğin doğaya ve evrene egemen olduğuna işaret eden liberal iktisatçı William Graham Sumner (ABD’nin toplumsal bilimlerdeki ilk profesörü), eşitsizlikleri yapay yöntemlerle ortadan kaldırmanın yalnızca “çalışkanı cezalandırmak ve tembeli ödüllendirmek” olacağını söylüyordu. ABD’nin önde gelen Toplumsal Darvincilerinden John Fiske, 1885 yılında Harper’s dergisinde şöyle yazıyordu:

“Yeryüzündeki her toprak, diliyle, diniyle, siyasal alışkanlıkları ve gelenekleriyle ve büyük ölçüde halkının kanıyla da İngiliz (Anglo Sakson anlamında) oluncaya kadar, İngiliz ırkının Kuzey Amerika’yı kolonileştirince başladığı iş sürüp gidecektir. Her iki dünyaya (Eski Dünya ve Yeni Dünya) ve güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar böylesine yayılan bu ırk, İngiltere Atlantik’i aşarak Virginia ve Massachusetts kıyılarına kolunu ilk attığı andan beri denizlerin egemenliğini ve ticari üstünlüğü elden bırakmayacaktır.”2

Papaz Josiah Strong Ülkemiz adlı kitabında, “Nüfus üstünlüğü ve ardındaki zenginlikten gelen güçle birlikte, eşi görülmemiş bir enerjiye sahip olan bu ırk -yani en geniş özgürlüğün, en saf Hıristiyanlığın, en yüce uygarlığın temsilcisi- kendi kanunlarını bütün insanlığa kabul ettirebilmek için özellikle saldırgan nitelikler geliştirecek, bütün dünyaya yayılacaktır. … Bu güçlü ulus, Meksika’yı, Orta ve Güney Amerika’yı, denizdeki adaları, Afrika’yı ve gerisini ele geçirecektir.” diyordu.3

Strong, Yeni Dönem ya da Geleceğin Devleti kitabında da Anglo Saksonların entelektüel düzey, zenginlik, teknoloji vb. bütün alanlarda en ileri ırk, Anglo Saksonlar içinde ise Amerika’nın İngiltere’den daha ileri olduğunu belirttikten sonra, “Tarihte ilk olarak, en büyük ırk en büyük topraklara sahiptir. Ne ulu bir birleşme: En yüksek ırk, en üstün uygarlık, en kalabalık nüfus, en büyük zenginlik; işte imparatorluk için en büyük maddî dayanak” sonucuna varıyordu.

Strong’a göre, uluslararası ilişkilerde “haklılık ve mantık”ın yeri yoktu, haklılık “en güçlü taburların yanında” idi. ABD zayıfların bir kısmını kendine katarak, bir kısmını istediği biçime sokarak bütün insanlığı Anglo Saksonlaştıracaktı.

Almanya’da tarih ve siyasal bilgiler okuduktan sonra 1880’de New York Columbia Üniversitesi’nde Siyasal Bilgiler Okulu kurulmasına önayak olan Prof. John W. Burgess, 1890 yılında yayınlanan Siyasal Bilgiler ve Karşılaştırmalı Anayasa Hukuku adlı kitabındaki “Ulusal Siyasal Nitelik” bölümünde, Almanların ve Anglo Saksonların dünyaya egemen olmalarının teorisini yaptı. Burgess’e göre, üstün uluslar kendileri kadar gelişmemiş olanlara müdahale etmekte serbesttiler; zayıfların barbar olması şart değildi. Bu müdahale hem bir hak hem de bir sorumluluktu.

ABD jeopolitikçiliğinin ideolojik kaynakları böyle uzayıp gidiyor.

Bu noktada pragmatizmi (faydacılık) anmamak olmaz. Bilindiği gibi ABD’nin felsefeye tek katkısı olan pragmatizmin iki önde gelen kuramcısı William James ve John Dewey’dir. Pragmatizm, insan iradesini ve çabasını sınırlayan nesnel gerçekliği reddeder. Pragmatizme göre gerçekliğin tek ölçütü başarıdır. Başarı ise inançla ve güçle elde edilir.

İngiliz filozof Bertrand Russel, Batı Felsefesinin Tarihi kitabında Dewey’nin felsefesi için “belli bir çeşit delilik, güç sarhoşluğu” demiş ve eklemişti:

“Bunda ciddi bir çekince (tehlike) bulunduğunu hissediyorum. Kozmik saygısızlık adı verilebilecek bir tehlike. Büyük ölçüde insan denetimi dışındaki olgulara dayanan bir nen (şey) olarak alçakgönüllülük (tevazu) öğesini bellettiği yollardan biri olmuştur. Onun üzerindeki bu denetim ortadan kaldırıldığında, belli tür bir deliliğe giden yolda daha ileri bir adım atılmıştır. Felsefeyi Fichte’yle kaplayan ve filozof olsun olmasın modern insanların yatkın olduğu erk (iktidar) zehirlenmesidir bu. Bu esrikliğin (sarhoşluğun), zamanımızın en büyük çekincesi (tehlikesi) durumuna geldiği ve istemeyerek de olsa ona katkıda bulunan herhangi bir felsefenin, geniş çaptaki toplumsal yıkımı (felaketi) artırdığı kanısındayım.”4

Amiral Mahan ve Pax Americana
Alfred Thayar Mahan emekli olduğu sırada albay rütbesindeydi. Amirallik, emekliliğinden sonra, ABD’nin emperyalist yayılmacı stratejisine ve jeopolitiğe katkılarından dolayı verildi.

1894’te gittiği İngiltere’de Kraliçe, Başbakan ve Amirallik Birinci Lordu ile görüştü, Oxford ve Camridge üniversitelerinden yine jeopolitiğe katkıları nedeniyle başka unvanlar aldı.

Almanya Denizcilik Bakanı Amiral Alfred von Tirpitz, Mahan’ın kitaplarını Almancaya çevirtti; Alman deniz kuvvetlerinde ders kitabı olarak okuttu. Alman hükümeti kitapları satın alarak halk kütüphanelerine koydurdu.

Alfred Thayer Mahan’a göre, güçlü bir donanmanın önünde hiçbir engel duramazdı. Aynı zamanda güçlü bir ticaret filosuna sahip olan ulus bütün dünyanın zenginliklerini sömürebilirdi.

Mahan’ın yazdıklarının en çok çevrildiği ülke ise Japonya idi.

Amerikan iç savaşının deniz cephesini anlattığı Körfez ve İç Sular (1883) kitabı fazla ilgi görmeyen Mahan, çıkışını 1890’da yayınlanan Deniz Gücünün Tarihe Etkisi: 1660-1783 kitabıyla yaptı. Kitap, Newport Savaş Koleji’nde 1886 Eylül’ünde vermeye başladığı derslerin notlarından oluşuyordu.

Yayınlanan öbür kitaplarının bir bölümü şunlar: Deniz Gücünün Fransız Devrimine ve İmparatorluğa Etkisi: 1793-1812 (1892), Nelson’un Yaşamı: Büyük Britanya Deniz Gücünün Cisimleşmiş Hali (1900), Amerika’nın Deniz Gücüden Çıkarı Ne: Bugün ve Gelecekte (1900), Asya Sorunu ve Uluslararası Siyasete Etkisi (1900), Deniz Gücü ve 1812 Savaşı ile İlgisi, Deniz Subayı Tipleri, Deniz Stratejisi, Uluslararası Koşullara Amerika’nın İlgisi, Amerikan Bağımsızlık Savaşında Donanmanın Önemli Harekâtları, Savaşın Umursanmayan Yönleri, Deniz Yönetimi ve Şavaş.

Sırf kitapların isimlerinden bile Mahan’ın ABD’nin güç kullanarak yayılması, emperyalizm ve savaş dışında bir şey düşünmediği, küresel deniz jeopolitiğini bu amaçla geliştirdiği görülüyor. Dönemin önde gelen emperyalist devletlerinin Mahan’a onca ilgi duymasının nedeni de bu.

Mahan, döneminin Amerikan aydınlarının çoğu gibi Toplumsal Darvinci idi. Nereye baksa çatışma görüyordu. Ona göre çatışma yaşamanın kuralıydı. Şu sözler onundur:

“İnsanlarda olduğu gibi devletlerin de ilk kanunu hayatta kalmaktır.”

“Büyümek (genişleme anlamında) sağlıklı hayatın belirtisidir.”

Mahan, Amerikan emperyalizminin dünyaya egemen olma stratejisinin temel ilkelerini Deniz Gücünün Tarihe etkisi: 1660-1783 kitabında ortaya koydu. Sonraki kitapları ve makaleleri, ABD’nin ihtiyaç duyduğu daha ayrıntılı şemaları bu temel ilkeler doğrultusunda çizmekten ibarettir.

Mahan, o sıralarda dünyadaki en büyük armada sayılan İngiliz donanmasının gelişmesiyle Büyük Britanya Sömürge İmparatorluğu’nun kurulması arasındaki bağı analiz ettiği kitabında, dünyaya egemen olmanın yolunun denizlere egemen olmaktan geçtiği sonucuna vardı.

Ona göre, kıyıları olmayan ve toprak parçalarına sıkışıp kalmış olan devletler, ne kadar büyük olurlarsa olsunlar çökmekten kurtulamayacaklardı. Güçlü bir donanmanın önünde hiçbir engel duramazdı. Aynı zamanda güçlü bir ticaret filosuna sahip olan ulus bütün dünyanın zenginliklerini sömürebilirdi.

Mahan’a göre deniz gücü altı unsurdan oluşuyordu: Coğrafi durum, üretim ve iklim de dahil olmak üzere fiziki durum, toprağın sınırları, nüfusun büyüklüğü, halkın ulusal karakteri ve hükümetin niteliği.

Deniz gücü yalnızca savaş gemileri demek değildi, ticaret gemileri ve donanımlı deniz üsleri de deniz gücünün ayrılmaz parçalarıydı. Güçlü savaş filoları ve deniz çarpışmaları belirli bir hedefe giden araçlardı. Ticaret ve savaş filoları varlıklarını tek başlarına sürdüremezlerdi.

İngiltere ile Fransa’yı karşılaştıran Mahan’a göre, gücünü filo kurmakla kıtada genişleme tasarıları arasında bölmek zorunda kalması Fransa için handikaptı. Ayrıca hem okyanusta hem Akdeniz’de kıyıları olması, deniz gücünü bir bütün olarak kullanmasına olanak vermiyordu. Birbiriyle bağlantısız iki okyanusta kıyıları olan ABD de aynı sorunla karşılaşmak istemiyorsa, Orta Amerika’da kendisine ait bir kanal açmalıydı.

Mahan, devletler arasındaki sömürge ve ticaret mücadelesini Darwin’in evrim sürecine ilişkin olarak söylediği “En güçlü hayatta kalır” önermesinin tezahürü olarak görüyordu. ABD’nin en önemli çıkarı sürekli olarak ve durmaksızın yeni pazarlara ulaşmaktı. Bunun gerektirdiği ticaret filosu kurulmalı ve stratejik noktalar tutulmalıydı.

Mahan denklemi şöyle kurdu: Anayurtta limanlar, denizde ileri karakollar, uzak sömürgeler ve güçlü bir donanma… Modern bir donanmanın ve yeterli kıyı savunmasının dışında, ABD’nin ana deniz yollarında egemenliğini sağlayacak karakolları da olmalıydı.

Orta Amerika’da iki okyanusu birbirine bağlayacak ABD’ye ait bir kanal, Mahan’ın stratejisinin önemli ögesiydi. Kanal gibi iki çıkışındaki stratejik noktalar, yani Karayip Denizi ve Pasifik’te Hawai mutlaka ABD’nin olmalıydı. Panama Kanalı, Küba’nın ve Hawai’nin ele geçirilmesi, Mahan’ın planlarının hayata geçirilmesidir.

Mahan’ın planları bununla bitmiyordu. Nasıl ABD’nin Pasifik kıyılarını savunmak için kanal, kanalı savunmak için Hawai gerekiyorsa, Hawai’yi savunmak için de daha ileride karakollara ihtiyaç vardı. Ve bu böyle Çin’e kadar gidiyordu. Mahan Çin’in uyumakta olduğunu, ama bir gün uyanacağını, o zaman karşısına Avrupa ordularının değil Amerikan donanmasının çıkacağını söylüyordu.

Mahan sömürgeler elde etmeyi şöyle savunuyordu:

“Birleşik Devletlerin savaş gemileri savaşta kıyılardan uçup uzaklaşamayan kara kuşları gibi olacaklardır. Onlara kömür alabilecekleri ve onarım yapabilecekleri dinlenme yerleri bulmak ulusun denizdeki gücünü geliştirmek isteyen hükümetin ilk görevlerinden biridir.”5

Yayılmacılığı öncelikle ABD’nin çıkarlarına dayandıran Mahan, bunun aynı zamanda dünyanın iyiliğine olduğunu ileri sürüyordu. Çünkü ABD Batı uygarlığının koruyucusu olacaktı.

Mahan’ın Atlantic Monthly, North American Review, Forum, McClure’s ve Harper’s New Monthly Magazine adlı dergilerde yazdığı yazılar, zamanın devlet ve siyaset adamlarını, diplomatları, askeri stratejistleri ve düşünürleri, iş çevrelerini derinden etkiledi. Görüşleri Amerikan Kongresinde sık sık dile getirildi. Senato’da ağırlığı olan Henry Cabot Lodge’a “Mahan’ın müridi” deniliyordu. Daha sonra başkan olan Denizcilik Bakan Yardımcısı Theodore Roosevelt da öyle. Amerikan aydınlarında Mahan değişimi yaşanmaktaydı. Mahan bu değişimi şöyle ifade ediyordu:

“Bu değişen davranışın en ilginç ve önemli yanı ülkenin refahı için gözlerin yalnızca içeri değil, dışarıya da çevrik olmasıdır. Uzak pazarların önemini ve büyük üretim gücümüzün onlarla ilgisini kabul etmek, mantıki olarak, ürünlerle pazarları birleştiren halkayı, yani ticareti de kabullenmektir.”6

Mahan’a göre, öbür devletler de kabına sığmıyorlardı. Kıyıları olan devletler yalnızca karalardaki rakiplerine karşı tedbir almakla kalmıyorlar, “sömürgeler ve uzak bölgelerde etki alanları için ticari yayılma” peşinde de koşuyorlardı. Onların bu çabalarının ABD ile bir çıkar çatışmasına yol açması kaçınılmazdı.

1890’lara girildiğinde ABD’nin iki adet ikinci sınıf savaş gemisi (Maine ve Texas) ile bir düzine kadar hafif kruvazörü vardı. Mahan’ın Deniz Gücünün Tarihe Etkisi kitabı yayınlandıktan hemen sonra üç adet birinci sınıf savaş gemisinin daha inşasına girişildi. Amerikan donanması günümüzde Mahan’ın hayâl ettiği gibi dünyanın en büyük donanmasıdır: 300 dolayında savaş gemisi, biri inşa safhasında 12 uçak gemisi, kimisi nükleer yakıtla çalışan 60 dolayında denizaltı, yardımcı gemiler, 3 bin 700 kadar uçak ve yeryüzü üzerinde dağılmış 800 dolayında üs…

Mahan’ın tasavvur ettiği jeopolitik hedeflere uygun biçimde dağıtılmış olan donanmanın ağırlığı Batı Pasifik’te. ABD’nin batı kıyılarını kontrol eden bir filo, Güney Amerika’yı kontrol eden bir filo, Atlantik filosu, Hürmüz Boğazı’nı ve Hint Okyanusu’nu kontrol eden bir filo… Akdeniz ve Karadeniz’e de ünlü 6. Filo ayrılmış.

İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar donanma ABD’nin bir numaralı stratejik askeri gücüydü. Japon kentleri Hiroşima’ya ve Nagazaki’ye atom bombası atılmasından, uçak menzillerinin artışından ve katı yakıtlı kıtalararası roket teknolojisinin gelişmesinden sonra, bu konumunu stratejik hava kuvvetlerine kaptırdı. Fakat özellikle denizaltılardan nükleer başlık fırlatan füzeler geliştirilince, bu kez deniz ve hava kuvvetleri eşit ağırlıkta stratejik araç oldular.

Mackinder ve İngiliz jeopolitiği
Jeopolitiği dünya hegemonyası teorisi haline İngiliz amiral ve coğrafyacı Sir Halford Mackinder getirdi.

Elbette Britanya Sömürge İmparatorluğu’nun 20. yüzyıl başlarındaki ihtiyaçlarına yanıt verme amacı taşıyan Mackinder’in jeopolitiği, Mahan’ın denizden yayılmacılığı ile Alman jeopolitiğinin karasal yayılmacılığından ilham aldı. Alman jeopolitiğinin kurucusu Friedrich Ratzel’in 1901’de ortaya attığı “lebensraum” (hayat alanı) kavramı, daha sonra Nazi Almanya’sının stratejisi olmuştu.

Oxford Üniversitesi’nde ve yöneticisi olduğu London School of Economics’te coğrafya dersleri veren Mackinder, hem derslerinde, hem seçildiği Avam Kamarası’nda, kaybolmakta olan “emperyal anlayışı” genç kuşaklara kazandırmak için çabaladı. Mackinder’in “emperyal anlayışı” Ratzel’in “lebensraum”u ile özünde aynı şeydi.

Jeopolitiği dünya hegemonyası teorisi haline İngiliz amiral ve coğrafyacı Sir Halford Mackinder getirdi.

25 Ocak 1904’te düzenlenen bir konferansta görüşlerini sundu. Yine aynı yıl içinde yayınlanan kitabı Tarihin Coğrafi Mihveri’nde teorisini en olgun haliyle ifade etti.

Mackinder’e göre, Britanya Sömürge İmparatorluğu, Mahan’ın analiz ettiği gibi deniz gücüne dayanarak kurulmuştu. Deniz gücü eski dönemin stratejik hegemonya aracıydı. Ancak dünya artık bütünüyle paylaşılmıştı. Fethedilecek yeni toprak parçası, ele geçirilecek yeni pazar kalmamıştı. Bundan böyle hegemonya mücadelesi hegemonyacı güçler arasında bir mücadele olacaktı.

Mackinder, hegemonya mücadelesinin eksenini ve mücadele içinde yer alacak kuvvetleri, özgün bir dünya tasavvuru betimleyerek açıkladı. Buna göre, Asya, Afrika ve Avrupa “Dünya Adası” (world island), Amerika kıtası, Japonya vs. Dünya Adası’nın açıklarındaki uydulardı. Dünya Adası’nın ortasında en kuzeyde Peçora Körfezi’nden Hazar Denizi’ne çizilecek dikey bir hattın doğusu Sibirya Denizi’ne kadar “Kalp Alan” (heartland) idi. Kalp Alan’ı Almanya, Avusturya, Türkiye, Hindistan ve Çin’den oluşan bir “İç Kuşak” ve Britanya, Güney Afrika, Avustralya, Japonya, ABD ve Kanada’dan oluşan bir “Dış Kuşak” çevrelemişti.

Kalp Alan dışarıdan müdahalelerle fethedilemezdi. Tersi ise mümkündü; Kalp Alan İç Kuşağa baskı uygulayabilirdi.

Mackinder, Mahan’ın “karacı güçlerin denizci güçlere karşı duramayacağı” tezinin tersine, Almanya’nın sanayisi ve ekonomisi ile Rusya’nın muazzam kaynakları birleşirse, Britanya Sömürge İmparatorluğu’nun hegemonyasına son verebileceği olasılığını göz ardı etmiyordu. “Asya tarihin eksenidir. Modern teknolojiyle, özellikle demiryolu teknolojisiyle tarihi denetleyecek, dünyaya egemen olacak” diyordu. Bunun önüne geçmek için Dış ve İç Kuşak güçlerini birleştirerek Kalp Alan’a sürekli baskı uygulanmalıydı.

Kalp Alan ile Kuşak ülkeleri arasındaki mücadele, Doğu Avrupa’ya egemen olma mücadelesiydi. Doğu Avrupa’ya egemen olan Dünya Adası’na, Dünya Adası’na hâkim olan bütün dünyaya hâkim olurdu.

8 Nisan 1904’te kurulan İngiltere-Fransa ittifakı, arkasından gelen Üçlü Antant (İngiltere-Fransa-Rusya ittifakı), Mackinder’in endişelerinin izlerini taşır. Mackinder, İngiltere ve Fransa’yı “Avrupa uygarlığının taşıyıcıları” olarak nitelendiriyordu.

“Avrasya” deyimini kullanan ilk kişi olan Mackinder, İkinci Dünya Savaşı ortalarında 1943’te yayınladığı Yerküresi ve Barışın Kazanılması kitabında görüşlerini derinleştirdi. Bu kitabında Kalp Alan’ın Sovyetler Birliği’nin hakimiyetinde olduğunu, savaşı Sovyetler kazanırsa hakimiyetini Almanya’ya kadar genişleteceğini ve böylece dünyanın en önemli bölgelerini denetleyen azman bir kara gücüne dönüşeceğini ileri sürdü. Buna karşı köprübaşı Fransa, dev uçak gemisi İngiltere ile insan gücü ve sanayisiyle ABD ve Kanada ortak bir güç oluşturmalıydı.

Mackinder’in görüşleri, 1946’dan sonra Sovyetler’i üstün bir askeri güçle bir “demir perde”nin gerisine sıkı sıkıya hapsetmeyi öneren Winston Churchill’in “üç halka” tezinin ilham kaynağı oldu. Churchill’e göre, birinci halka İngiltere ile ABD’nin Anglo Sakson birliği, ikinci halka Sovyet etki alanı dışındaki bütün Avrupa, üçüncü halka da Britanya Sömürge İmparatorluğu idi.

ABD Başkanı Lyndon Johnson’un Ulusal Güvenlik Danışmanı Walt W. Rostov, daha sonra ortaya çıkan neo-con’ların esin kaynağı olmuştu.

Jeopolitiğe küresel kapsam kazandıran Mackinder’e itiraz Yale Üniversitesi profesörü Amerikalı Nicholas Spykman’dan geldi. Spykman, 1944’te yayınlanan Barış Coğrafyası (The Geography of the Peace) kitabında Mackinder’in jeopolitiğinin Avrupa merkezli olduğu eleştirisini yöneltti. Havacılık teknolojisinin mesafeleri önemsizleştirdiğinden hareket eden Spykman, şöyle yazdı:

“Dünya gücünün merkezi Avrupa’da bulunduğu ve dünya egemenliği için mücadele eden belli başlı devletler Avrupalı olduğu ve dünyanın geri kalanı sömürge veya sömürge benzeri bir dünyayı temsil ettiği sürece, Avrupa’ya odaklanmış bu harita (Greenwich yakınlarından geçen 0 boylamını merkez alan Merkator projeksiyonlu dünya haritası) tamamen tatminkâr idi. Ancak 20. yüzyılın açılmasıyla birlikte, Avrupa’nın dünya politikasının tek belirleyicisi olma konumuna meydan okuyan bağımsız güç kaynakları ortaya çıktı… Günümüzde merkezde ABD’nin bulunduğu bir silindirik harita, onun gerek Avrupa’ya gerekse Uzakdoğu’ya kıyasla konumunu daha net şekilde görüntüleyecektir.”7

Başkan Carter’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Ukrayna/Polonya asıllı Brzezinski, Avrasya’yı satranç tahtasına benzetmişti.

Spykman’ın bir itirazı da Mackinder’in Kalp Alan’ın yenilmezliği savına idi. Avrasya ile deniz arasında kalan bütün topraklara “rimland” (kenar alan) adını veren Spykman, ABD bu ara bölgeye hâkim olduğu takdirde Avrasya’yı yenebileceğini savundu. Spykman ek olarak, ABD ile İngiltere arasındaki ilişkiye benzer bir ilişkinin ABD ile Japonya arasında da kurulması gerektiğini belirtti. ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşturduğu NATO, CENTO (Bağdat Paktı), SEATO vb. ittifaklar zinciri, birbirini izleyen Mackinder, Spykman ve Churchill’in görüşlerinin uygulanmasıdır.

Fransa, İtalya ve diğerleri
Avrupa’daki yayılmacı hamleleri tarihte birkaç kez geri püskürtülmüş olan Fransa’nın jeopolitiği, sonuç olarak güneye, Afrika’nın ortasına kadar Saheel bölgesine ve Akdeniz çevresine yöneldi. Fransız jeopolitiğinin gelişiminde etkisi olan Thierry de Montbrial, jeopolitiği “bölgeler temelindeki ideolojilerle ilgilenen siyasal coğrafyanın parçasıdır” diye tanımladı. Odaklanma alanı ve diğer koşullar, Fransız jeopolitiğinin İslami motiflerle bezenmesine neden oldu.

İtalyan jeopolitiği İkinci Dünya Savaşı sırasında Benito Mussolini’nin iktidardan alaşağı edilmesiyle iflas etti. İtalyan jeopolitiğinin esası, birinci milenyumun başlarındaki Roma Krallığını yeniden ihya etmekti. Bu bakımdan Balkanları, Akdeniz Havzasını, Kuzey Afrika’yı ve Afrika Boynuzunu hedef alıyordu.

Japon jeopolitiği, yine ikinci savaşta iflas eden bir başka örnektir. Meiji reformuyla hızlı bir büyüme ivmesi kazanan Japonya, Çin anakarası, Pasifik adaları, Hindi Çin elinde olursa bu büyüme ivmesinin hem hammadde hem pazar ihtiyaçlarını karşılayabileceğini öngördü. Sonuç olarak bugünkü Japonya, anayasası ABD tarafından yazılmış, iki atom bombasıyla zor atlatacağı bir travma yaşayan, topraklarında işgal hakkı olarak Amerikan birlikleri bulunduran, bir dönem doğrudan Amerikalı vali tarafından yönetilmiş olan vasal bir devlettir.

George W. Bush yönetiminin akıl hocalarından Samuel Huntington’un “uygarlıklar çatışması” tezi, Mahan’ın stratejisinin ırkçı bir biçiminin günümüze uyarlanmış halidir.

Polonya’nın durumu daha da ibret vericidir. Nazi Almanya’sı Çekoslovakya’yı yutmaya hazırlanırken, Polonya’yı da göz koyduğu Çekoslovak topraklarının bir bölümünü ele geçirmeye kışkırttı. “Baltık’tan Karadeniz’e Büyük Lehistan” rüyaları gören Polonya, Alman birlikleri Prag’a girerken Slezya/Teschen’i ele geçirdi. Sonuç, Polonya’nın Nazi Almanya’sı ile Sovyetler Birliği tarafından paylaşılması ve haritadan silinmesi oldu.

Çarlık Rusya’sının, İspanya’nın, Hollanda’nın, İsveç’in vs. jeopolitiğinden de söz edebiliriz. Ama gerek yok. Şimdiye kadar üzerinde durduğumuz örnekler, jeopolitiğin ne olduğu konusunda yeterince fikir veriyor.

Ayrıca jeopolitiğin kapsamı küreselleşti ve dünya hegemonyası peşinde koşan birkaç gücün teorisi haline geldi. Jeopolitik sesten kat kat daha hızlı uçan nükleer başlıklı balistik füzelerle, uzayda yörüngede dolaşan elektronik savaş uydularıyla, bir seferde altı nükleer başlık fırlatma yeteneğine sahip roketlerle, nükleer uçak gemileri ve denizaltılarla, deniz altından fırlatılan nükleer füzelerle yapılıyor artık.

Gelişmekte olan bir ülkenin jeopolitikle bir yere varmasının olanağı yoktur. Diyelim gelişmekte olan bir ülke bölgesel jeopolitik yapmak istese, Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik kitabında önerdiği gibi, stratejisini küresel jeopolitikçinin bölge stratejisine uydurmak, yani küresel jeopolitikçinin işbirlikçisi ya da vasalı olmak zorundadır. Bu da gelişmekte olan ülkeyi küresel jeopolitikçinin müdahalelerine açtığı gibi, komşularıyla hasım yapmaktan başka sonuç vermez. Yeni Osmanlıcılığın encamı meydanda.

Jeopolitiğin İkinci Dünya Savaşı sırasındaki ve sonrasındaki serencamı da emperyalizmin teorisi olduğunu net olarak gösterir. Savaş öncesinde Avrupa devletleri 1930’ların ortalarından itibaren jeopolitiği ders olarak okuturdu. ABD, 1942’de askeri okulu West Point’te jeopolitik dersi başlattı.

İkinci Dünya Savaşı bu durumu değiştirdi. Jeopolitik Alman yayılmacılığıyla eşanlamlı bir deyim olarak görülür oldu ve okullarda yasaklandı. Sadece okullarda değil, sözcük olarak da kullanılmaz oldu.

1960’ların ortalarından itibaren, ABD’den başlayarak siyasetçiler ve onlara öykünen gazeteciler sözcüğü yeniden kullanmaya başladılar. Böylece jeopolitik emperyalist merkezlerde yeniden gözde bir kavram haline geldi. Elbette sadece sözcük olarak değil…

Jeopolitiğin ihyasında üç Amerikan stratejistinin isimleri öne çıkıyor: Lyndon Johnson’un Ulusal Güvenlik Danışmanı Walt W. Rostov, Jimmy Carter’in Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniev Brzezinski ve George W. Bush yönetiminin akıl hocalarından Samuel Huntington.

Rus Yahudi’si sosyalist bir aileden gelen Rostov, katı bir anti-komünistti. Daha sonra ortaya çıkan neo-conlar Rostov’dan ve ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın Çek asıllı babası Josef Korbel’den beslenmiştir. Korbel, Genişletilmiş Kuzey Afrika Büyük Ortadoğu Projesi’ni başlatan oğul Bush’un Dışişleri Bakanı Condoleeza Rice’a da “manevi kızım” diyordu.

Rostov’un 1960 yılında yayınlanan The United States in the World Arena (Dünya Arenasında ABD) kitabında yer alan şu satırlar, Mackinder’in ve Spykman’in görüşlerinin izini taşır:

“ABD, özellikle devasa boyutlardaki Avrasya’nın açıklarında bulunan bir ada-kıta olarak görülmelidir. Avrasya’daki çeşitli güç kombinasyonları, ulusal çıkarlarımıza yönelik tehdittir ve potansiyel tehdit olmaya da devam edecektir. Avrasya’nın birleşen kaynakları ABD’nin askeri olarak yenilmesi yönünde ciddi bir tehdit olabileceğinden, düşman bir gücün ya da güçler grubunun o bölgeye ya da ABD’yi tehdit edecek büyüklükteki bir parçasına hâkim olmaması Amerika’nın çıkarınadır.”8

Rostov gibi Mackinder’in ve Spykman’ın izinden giden Ukrayna/Polonya asıllı Brzezinski, Avrasya’yı satranç tahtasına benzetti. En ünlü kitabına The Grand Chessboard (Büyük Satranç Tahtası) adını verdi. Brzezinski, “Dünyanın Kalbi”nin (diğerlerinin “Kalp Alan” dediği şeye Brzezinski “Dünyanın Kalbi” diyor) sınırlarını, Kazakistan’ın kuzeyinden Umman Denizi’ne, Süveyş Kanalı’ndan Çin’in Sincian-Uygur Bölgesi’ne kadar genişletti.

Brzezinski, son kitabı Choice: Global Domination or Global Leadership’te (Tercih: Küresel Egemenlik ya da Küresel Liderlik) ise, “Dünyanın Kalbi”ne “Küresel Balkanlar” adını verdi. “Küresel Balkanlar”ın merkezine İran’ı koydu. Bu adlandırmanın nedeni, Balkanlar’ın geçmişte hemen her dönemde, Avrupa’daki emperyalist hakimiyet mücadelesinin sahnesi olmuş olmasıyla bir paralellik kurmak.

Huntington’un “uygarlıklar çatışması” tezi ise, Mahan’ın stratejisinin ırkçı bir biçiminin günümüze uyarlanmış halidir. Mahan, “Kalp Alan”a hâkim olma çatışmasının, aynı zamanda Tötonik (Latinleştirilmiş) kavimler ile Slavik kavimler arasındaki çatışma olduğunu öne sürmüştü. Mahan’a göre, ABD ve Avrupa Tötonik kavimlerin batı kanadını, Japonya doğudaki kanadını oluşturuyordu. Huntington, İslam, Çin ve Hint uygarlıklarını da düşman cepheye koyarak, bu ırkçı teoriyi günümüze uyarladı.

Pentagon’a danışmanlık da yapan ABD Deniz Savaş Koleji hocalarından Thomas P. M. Barnett’ın okuldaki ders notlarından derlediği anlaşılan kitabı, Huntington’un tezinin bir dönem ABD devlet aygıtınca yaygın ölçüde benimsendiğini gösteriyor.9 Çatışmanın, küresel “Core” (çekirdek) ile küreselleşmeyi reddeden “Gap” (yarık) arasında sürdüğünü belirten Barnett, ABD’nin Latin Amerika’dan başka, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’ya, Japonya’ya ve Güneydoğu Asya’ya hakim olduğunu, küreselleşmenin bu hakimiyetin bir sonucu olarak ortaya çıktığını (Amerikan tarzının yaygınlaşması), Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra gelinen noktada, küreselleşmeyi, küreselleşmeyi reddedenlere zor kullanarak kabul ettirmekten başka bir seçenek kalmadığını, “dünyanın tek süper gücü” ABD’nin bu tarihsel zorunluluktan kaçamayacağını öne sürüyordu. Barnett’ın bu ifadeleri, “Amerikan modeli”nin dünyaya güç kullanılarak kabul ettirilmesini savunan Hamilton çizgisine ne kadar benziyor!

Günümüzde ABD’nin küreselleşmeyi savunacak takatten yoksun kalmakta olduğunu hatırlatalım.

Yeni uyum tasarımı
Tarih sahnesine erken çıkan milletler kendilerini tarihin öznesi, diğerlerini nesnesi olarak gördü. Aslında dünya savaşlarının bile arkasında yatan bu bakış açısıdır. Çağımızda kimi milletlerin kendilerini özne, başkalarını nesne olarak gördüğü dönemin kapanması aşamasına girdik. Bu süreci İstiklal Savaşımız eylemli karşı duruşla başlattı. Arkasından Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki milletler kendilerinin nesne yapılmasına izin vermeme iradesini gösterdiler, egemen milli devletler kurdular.

Bu devletlerin egemenliklerini ve bağımsızlıklarını koruma mücadelesi iyidir, uygarlığa sıçrama yaptıracak bir ivmedir. Kuşkusuz eskiden beri özne olma alışkanlığına, yeteneklerine ve gücüne sahip olmuş milletlere bu durumu kabul ettirmek kolay değildir ve zaman gerektirir. Yalnız zaman da yetmez, ezen milletlerle mazlumlar arasında savaş düzeyine varabilen bir dizi çatışma yaşanacaktır, halen yaşanmaktadır. Bu çatışmalarda haklı-haksız ayrımını yapmak, aynı zamanda emperyalist jeopolitiğin de sorgulanmasıdır.

Gelişmiş milletlerin diğerlerini nesneleştirmesinin ifadesi olan jeopolitik, çağımızda yerini başka bir uyum tasarımına bırakmaya başlamıştır. Bunun ifadesi egemen, eşit ve bağımsız milli devletlerin, birbirlerinin egemenliklerine ve toprak bütünlüklerine karşılıklı saygı, saldırmazlık, içişlerine karışmama, eşitlik, ortak çıkar ve karşılıklı yarar temelinde kurduğu ortaklıklardır. Latin Amerika’da MERCOSUR, ALBA, CELAC; Afrika’da Afrika Birliği Örgütü; Asya’da ASEAN, ŞİÖ, Avrasya Ekonomik Birliği ve küresel çapta BRİCS yeni tür uyum tasarımının çeşitlilik gösteren örnekleridir.

Çin Devriminin yarattığı ortamda 1955’te toplanan Bandung Konferansı’nın kabul ettiği “barış içinde bir arada yaşamanın beş ilkesi”, günümüzde Avrasya’nın öncülük ettiği yeni uygarlık atılımının gelişme yatağını belirliyor.

Yeni uyum tasarımının ana hatları, örtük olarak Cumhuriyet Devrimi’miz pratiğinin bilince yansıması demek olan “muasır medeniyet seviyesine ulaşmak”, “yurtta barış, dünyada barış” ve “mazlum milletlerin birliği” ilkelerinde yatar. Bandung Konferansı, Çin ve Hindistan devrimlerinin pratiğiyle daha da belirginleşen bu ilkeleri geliştirdi, zenginleştirdi ve evrensel boyuta çıkardı. Çin Halk Cumhuriyeti Başbakanı Çu En Lay ile Hindistan Başbakanı Cevherlal Nehru’nun ana hatlarını çizdikleri ve konferansın kabul ettiği “barış içinde bir arada yaşamanın beş ilkesi”, günümüzde Avrasya’nın öncülük ettiği yeni uygarlık atılımının gelişme yatağını belirliyor. Ne yazık ki dönemin Menderes yönetimi, milli kurtuluş savaşları çağını başlatarak Bandung Konferansı’nın yolunu açan ve bu nedenle onur konuğu olarak çağrılan Türkiye’yi ABD’nin konferanstaki “Truva atı” yapmıştı.

Bandung Konferansı’nın yarattığı ortam, Birleşmiş Milletler’de (BM) önderliğini Nehru’dan başka Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdül Nasır’ın ve Yugoslavya Devlet Başkanı Josip Broz Tito’nun yaptığı Bağlantısızlar Hareketi’nin ortaya çıkmasına yol açtı. “77’ler Hareketi” diye de adlandırılan Bağlantısızlar, emperyalistlerin BM’de diledikleri gibi at oynatmasına önemli zorluklar çıkardı.

Çok kutupluluğun artık geri döndürülemez bir olgu haline geldiği günümüzde, gelişmekte olan ülkeler önlerine, başta BM olmak üzere küresel yönetişim kurumlarını yeniden elden geçirme görevini koydular. BRİCS+, Güney Afrika Doruk Toplantısı’nda konunun çeşitli yönlerini ele aldı. Toplantının sonuç bildirisi ağırlıklı olarak bu konuya ayrıldı.

İlk antiemperyalist kurtuluş mücadelesini başarmış olan Türkiye’den bu çabaya katkıda bulunmak görevimiz.

DİPNOTLAR
1) Robert Endicott Osgood, Ideals and Self-Interest in America’s Foreign Relations: the Transformation of the Twentieth Century (Amerika’nın Dış İlişkilerinde İdealler ve Çıkarlar: Yirminci Yüzyıla Geçiş) Chicago, the University of Chicago Press, 1964, s. 47-48; aktaran Türkkaya Ataöv, Amerikan Belgeleriyle Amerikan Emperyalizminin Doğuşu, Doğan Yayınları, 1968, s.51-52.

2) John Fiske, “Manifest Destiny”, Harper’s New Monthly Magazine, C. LXX (1885), s.578-590. Bu yazı şu kaynakta da var: J. Fiske, American Political Ideas Viewed from the Standpoint of Universal History (Evren Tarihi Açısından Amerikan Siyasal Fikirleri), s.101-152. Aktaran Ataöv age, s.33.

3) Josiah Strong, Our Country: Its Possible Future and Its Present Critics, New York, Baker ve Taylor, 1885, s.222; ayrıca bkz Merle Curti age, s.670-671. Aktaran Ataöv age, s.34.

4) Bertrand Russell, Batı Felsefesinin Tarihi 3, Modern Çağ-Yeni Çağ, Türkçesi: Muammer Sencer, Bilgi Yayınevi, 1972, s.497.

5) Alfred Thayar Mahan, The Influence of Sea Power upon History, s.83.

6) Henry Steele Commager, der., Living Ideas in America (Amerika’da Yaşayan Fikirler), New York, Harper, 1951, s.661-664’den A. T. Mahan, “The Interest of America in Sea Power” adlı makale, 1897. Aktaran Ataöv age, s.48.

7) Nicholas John Spykman, The Geography of the Peace, Hartcourt, Brace and Company, New York, 1944, s.13.

8) Walt W. Rostov, The United States in the World Arena, Harper & Row, New York, 1960, s.543.

9) Thomas P. M. Barnett, The Pentagon’s New Map: War and Peace in the Twenty-First Century, G.P. Putnam’s Sons. April 2004.