Özal bu alemden göçeli yıllar oldu. Fakat onun sağladığı rutubet ortamının çocukları, aynı vizyonu ayakta tutmaya devam ediyorlar. Şöyle hoşgörülüydü, böyle iyi şeyler yapacaktı… Dönemin hegemonik söylemindeki Özal ile ilgili geniş uzlaşmanın devam ediyor olması boşuna değil. Özal, ‘derin 12 Eylül’dür. Baskı aygıtlarıyla uygulanan şiddet bir süre sonra görece asli mecrasına çekilmiş ve işlevini bu derin ideolojik şiddete bırakmıştır.
Cemal Dindar
“Turgut Özal mutlaka kabinede olmalıdır”
12 Eylül olmuş. Ordu yönetime el koymuş. Sokaklarda, evlerde özellikle solcu avı başlamış. Bir iki yıldır sanki yokmuş gibi davranan Devlet Baba, şef olarak geri dönmüş. Darbenin üçüncü günü; 14 Eylül 1980 ve yer: Genelkurmay Başkanlığı. Kenan Evren’in anılarından okuyoruz:
“Bugün İkinci Başkan odasında DPT Müsteşar Vekili Turgut Özal’la Maliye Bakanlığı Müsteşarı müşterek bir toplantı yaparak, siyasi partilerin ve kapatılan sendikaların bankalardaki paralarına yapılacak işlem ve grev ve lokavtların ertelenmesinden dolayı işçilere verilecek avansların ne kadar olması gerektiği üzerinde çalışma yaptılar…” (1)
Türkiye’nin neoliberalizasyonu sahnesini bu satırlardan daha güzel ne özetleyebilir? Birlikte 14 Eylül 1980 gününü ve bu sahneyi düşünelim. Sokaklar tanklarla ve askeri birliklerle dolu. Her yerde ve her vakit kimlik kontrol noktaları kurulmuş. Herkes şüphenin evrenine hapsedilmiş. Oradan ancak gözaltına alınmak, yani şüpheyi doğrulamak için dışarı çıkartılıyor. Bir milyondan fazla insanın gözaltına alındığı günlerden söz ediyoruz. Genelkurmay Başkanlığı’nın bir odasında DPT Müsteşar Vekili Turgut Özal ve Özal’ın imgesi belirginleşirken adı darbe lideri nezdinde bile zaman içinde silinmiş bir Maliye Müsteşarı çalışıyorlar. Evren’in anlattıklarından bile anlaşılıyor ki toplantının gündemi o güne değin emekçilerin kazanılmış haklarının nasıl gaspedileceğinin yolunun yönteminin belirlenmesi…
Yine Eylül ayı içinde 12 Eylül Hükümeti’ne Başbakan aranmaya başlanıyor. Cunta’nın epey zorlandığı anlaşılıyor. Turhan Feyzioğlu’na teklif götürüldüğünde, Feyzioğlu’nun şartı: “Turgut Özal mutlaka kabinede olmalıdır.” Bilindiği gibi Feyzioğlu değil, Bülend Ulusu Hükümeti kuruluyor. Adnan Başer Kafaoğlu ile Özal birlikte çalışmak istemiyorlar. Tercih Özal’dan yana yapılıyor. Gerekçe:
“…dış borçların ertelenmesi, yeni krediler bulunması konusunda dış ülkelerle ve finans kuruluşları ile müzakereleri yürüten Özal olduğu için sonunda Kafaoğlu’nu feda edip Özal’ı bırakmayı uygun bulduk.” (2)
12 Eylül darbesinin erken günleri, Kenan Evren ve diğer Cunta üyelerinin de ötesinde, Büyük Başka’nın sahneyi düzenlediği, o sahnenin sonraki otuz yıl içinde olacakları belirlediği günler oluyor. 12 Eylül’ü sadece bir askeri darbe olarak değil, Türkiye Cumhuriyeti’ni yeniden biçimlendirme hamlesi olarak gördüğümüzde, bu sahnenin belirleyici çizgilerinin Kenan Evren’de değil, Turgut Özal’da sembolleşmesi hiç de şaşırtıcı değil.
Adresine vaktinde ulaşmış tek 12 Eylül mektubu Vehbi Koç’un…
12 Eylül nedir? Elbette, bir de, adresine gecikmiş mektuplardır. 12 Eylül günlerinde vaktinde adresine ulaşmış ender mektuplardan birinin sahibi Vehbi Koç’tur. Vehbi Bey, 3 Ekim 1980 tarihinde Evren’e bir mektup yazıyor. 12 Ekim Pazar günü buluşuyorlar. Vehbi Bey, kendisiyle yapılmış konuşmalarda anekdotlarla giden ve Cumhuriyet’ce “Yürü ya seçilmiş ailem” yönünü bir tarafa bırakarak halka sürekli öğüt verici cümlelerinin bir kısmını Kenan Evren’e de, üstelik Paşa’nın en güçlü olduğu bir dönemde, söylüyor. Bir de Türk burjuvazisinin yeni dönemden beklentilerini bildiren bir mektup bırakıyor. 12 Eylül sonrasının TÜSİAD’ının bu mektuptan çıktığını söylemek hiç de yanlış olmaz. Özellikle de bu örgütte Koç ailesinin yeni kuşaklarının liderliği düşünülürse. Neler mi var bu görüşme ve mektupta?
Öğüt 1: Kenan Evren’in zorlu görevinde sağlığına dikkat etmesi ve özellikle öğle yemeklerinden sonra bir süre uyuması.
Öğüt 2: Ordunun çok dikkatli kararlar alması, aksi takdirde ülkeye komünizmin gelebileceği.
Öğüt 3: Batılı ülkelerin ve onların kuruluşlarının “Hür Demokratik Parlamenter” sisteme dönüleceği konusunda inançlarının sarsılmaması. Bu öğüdün, TÜSİAD ve medyanın yaygın kullanımıyla “iş çevreleri”nin, AB projesindeki söylemine ne kadar benziyor değil mi?
Ve Öğüt 4: “Turgut Özal bir dâhi değildir. Onun da hataları olabilir. Fakat bu nazik dönemde, mevcudun içinde, meselelerimizi en iyi bilen insandır. Dedikodulara bakmadan kendisini tutmakta fayda vardır.” Zaten Vehbi Koç da, Özal’ı işaret ettikten sonra mevcut iktidarın geçiciliğini ince bir cümle ile belirtiyor: “Bugünkü yönetim kadrosunun ‘iktidar hastalığı’na yakalanmasına… imkan verilmemelidir.” Ve bununla mektup bitiyor (3).
Vehbi Bey’in darbe lideriyle görüşmesinde ortaya konan ruhsal dinamiği; sürecin asıl öznesinin ve sahneyi düzenleyenin bir başkası olduğunu, Evren Paşa’nın anlamakta güçlük çektiği anlaşılıyor. Bunu özellikle 1983 seçimlerinden aldığı tutumdan, Özal’a karşı MDP horozunu öttürmeye kalkışmasından biliyoruz.
“İyi yetişmiş insanlarımız var, onlar rutubet gibidir”
Bir de Güneri Civaoğlu’nun 30 Mayıs 1981 tarihli Tercüman’da yayınlanmış fıkra yazısı var ki, buraya değin yazdıklarımızı özetliyor:
“…Turgut Özal, 12 Eylül sonrasının Başbakan Yardımcısıdır. Sosyal ve siyasi tercihleri ekonominin gerekleriyle dengelemekte, uyum sağlamakta birinci derecede sorumludur.
O sorumluluğun sürdüğü 8’nci ayın sonlarında, vardığımız çizgiye bakıyoruz ve yine insaf ile teslim etmekte fayda görüyoruz ki, Özal tartışmasız bir başarının altındaki imzadır. Özal için eleştirilen bazı uygulamalar sadece ayrıntılardadır. Ayrıca her iyinin daha iyisi olabileceği bir gerçektir. Özal da insan faktörünün başarıdaki rolünün aktüel örneğidir. Hiç karamsar olmayalım. Her alanda her kesimde iyi yetişmiş insanlarımız var, onlar rutubet gibidir.” (4)
Althusser, “İdeoloji istihdam eder” tezini, üstelik de devletin baskı aygıtları ile ideolojik aygıtlarının ilişkisini çözümleme sürecinde ileri sürerken, kastettiği tam da bu olmalı. 12 Eylül’ün mıntıka temizliği sonrasında rutubet gibi yayılan bir ideolojik istihdam hamlesi: “iyi yetişmiş insanlarımız var, onlar rutubet gibidir.”
Civaoğlu’nun “şecaat arzederken” yaptığı bu rutubet metaforu, Özal ve çevresinin toplumsal işlevini açıklamakta, bugüne değin yapılmış olanların en iyisidir diyebiliriz. Neoliberal ideolojinin ancak bir bozma süreci ile yerleşebildiğini iyi ifade ettiği için.
Turgut Özal’ın söyleminde bu ideolojik bozma, sakatlama işlemine dair ipuçları zaten vardı. Mesela “Anayasa’ya bir kez delinmekle bir şey olmayacağı…”na dair meşhur sözleri. Mesela, rüşvet söylentilerinin ayyuka çıktığı günlerde, “benim memurum işini bilir”i. Bunları söylemiş olmasından çok, Turgut Özal tavrının ana renkleri olarak hâlâ yaşıyor olması önemli.
Dört eğilim ve vizyon…
Bilinir, Turgut Özal, Anavatan Partisi serüvenini özellikle iki nirengi noktasına bağlamıştı. Bunlardan biri, dört eğilimi birleştirmek. Bunun, daha önce sözünü ettiğimiz 12 Eylül sonrasında sağa yeni bir kimlik verme, üstelik Türkiye’de siyaseti uzun sürmüş bir kış gibi sağa mahkum etme hamlesinin önemli aşamalarından biri olduğu şimdilerde görülüyor. Özellikle solcuları ve solun liberalizme aşina söylemlerini sağ gömlekte birer renkli figüre dönüştürerek, bir; sahne tamamen sağa teslim edildi, iki; taşeron, hatta bizzat sola karşı fikir tetikçisi sollar ve solcular türetildi. Bu transvestik sağ kimlik inşasının önemli bir işareti de, Özal ve muhitinin dilinden düşmeyen “vizyon” kelimesidir. Ki, yeni sağın ideolojik olarak yekpare-katı bir vahşilikle, ama görünürde çeşitli eğilimleri bünyesinde taşımaya yönelik bir meyille yeniden dizayn edilmesine dair tezimizi en fazla destekleyen söylem parçasından biri budur.
Bu dizaynın, sağ mayanın tuttuğu görülüyor. Zira, Özal bu alemden göçeli yıllar oldu. Fakat onun sağladığı rutubet ortamının çocukları, aynı vizyonu ayakta tutmaya devam ediyorlar. Şöyle hoşgörülüydü, böyle iyi şeyler yapacaktı… Oysa o rutubete bulaşmama gayretinde olanların tanıklığı başka. Leman’ın sahibi Tuncay Akgün’ün bir söyleşide belirttiğine göre, Özal, Leman’da çıkan Reco Kongo Kenesi karikatürlerinden daha hafiflerine dava açmış bir hoşgörünün timsaliydi.
Türkiye 12 Eylül ile birlikte, özellikle maruz kalanların kurallarını ancak bedenleriyle öğrenebildiği bir karnavalesk şiddet yaşadı. Bunun bir yüzü, cezaevlerindeki süregen şiddet ortamıydı. 12 Eylül cezaevlerine dair tanıklıkları okuduğumuzda, o cezaevlerinde neredeyse tüm şiddet ve aşağılama tarihinin yeniden sahnelendiğini görürsünüz. Aklın geriye çekildiği, ya da başka türlü çalışmaya başladığı şiddetin uygulayan için bir coşkunluk nöbetine dönüştüğü anlardan söz edilir. Turgut Özal’ın ve özellikle yakın çevresinin 1980’lerdeki resimlerine ve uygulamalarına bakıldığında, aynı karnavelesk şiddetin bu kez dışarda bir vizyona, gösteriye dönüştürüldüğünü görürüz. Şortla askeri birlik denetlemeyi bir vesayeti ehlileştirme olarak görenler ve gösterenler, bir de buradan düşünmek durumundadır.
Bir de Özal döneminde de insanların darağacına çekildiği var.
Dönemin hegemonik söylemindeki Özal ile ilgili geniş uzlaşmanın devam ediyor olması boşuna değil. Özal, ‘derin 12 Eylül’dür. Baskı aygıtlarıyla uygulanan şiddet bir süre sonra görece asli mecrasına çekilmiş ve işlevini bu derin ideolojik şiddete bırakmıştır.
Civaoğlu’nun sözünü ettiği rutubet de budur.
DİPNOTLAR
1) Kenan Evren, Kenan Evren’in Anıları-2, Milliyet Yayınları, İkinci Baskı, Şubat 1991, s.29.
2) agy, s.68.
3) agy, s.119.
4) agy, s.335-336.