Uzay uçuşuna hazırlanırken her bakımdan tedbirli olmak gereklidir. En küçük bir ihmal, bir trajediye yol açabilir. Dikkate alınması gereken çok sayıda etken vardır. Hemen ölüme yol açan mutlak vakum, radyasyonların öldürücü soğuğu, göktaşları, çekim kuvvetleri, evrenin milyonlarca yıllık sessizliği, uzun süre ağırlıksızlık koşullarında yaşama zorunluluğu gibi daha nice etken. Kuşkusuz bunların birleşik etkisi durumu çok daha tehlikeli kılmaktadır. Kısacası uzay hafife alınamaz.
Sunuş
Sovyetler Birliği pilotu ve kozmonotu Yuri Alekseyeviç Gagarin (1934-1968), 12 Nisan 1961’de Vostok uzay aracıyla atmosferin dışına çıkarak Dünya yörüngesinde turunu tamamladı. Böylece uzaya çıkan ilk insan oldu.
Uzay çağının başlangıcının simgesi olan Gagarin, uluslararası bir ün kazandı ve ülkenin en büyük onuru olan Sovyetler Birliği Kahramanlığı dahil pek çok madalya ve ödüle layık görüldü. Yuri Gagarin, pilotluk yaptığı Mig-15 eğitim jetinin kaza yapmasıyla 27 Mart 1968’de hayatını kaybetti.
Gagarin’in ölümünün 50. yıldönümü dolayısıyla, uzay araştırmalarına öncülük eden Sovyetler Birliği’nde bu çalışmaların öyküsünü mümkün olduğunca geniş bir biçimde okurlarımıza sunmak istedik. Yuri Gagarin ve dönemin Sovyetlerinde önde gelen bir psikolog olan V. Lebedev’in birlikte kaleme aldıkları “Uzay ve Psikoloji” adlı kitabı (Süreç Yayınları, Haziran 1984, Çev. Sibel Özbudun) temel aldık. Bu kitap 50 yıl önce yazılmış, 35 yıl önce her nasılsa Türkçeye kazandırılmış, tek baskı yapmış, artık ancak sahaflarda bulunabilen bir eser.
Sovyetler Birliği’nin 4 Ekim 1957 günü Dünya yörüngesine oturtmayı başardığı ilk yapay uydu Sputnik-1 ile insanoğlu binlerce yıllık uzayı keşfetme düşünü gerçekleştirme yolunda ilk somut adımı atmıştı. Bunu peş peşe yeni girişimler izledi: 1959’da Sovyet yapımı bir uzay aracı ilk kez Ay’ın yüzeyine indi; 12 Nisan 1961 tarihinde Sovyet kozmonotu Gagarin Vostok-1 ile Dünya yörüngesindeki turunu tamamladı. Temmuz 1969’da ABD uzay aracı Apollo-2 ekibinden Neil Armstrong ve Edwin Aldrin Ay yüzeyini adımlayan ilk insanlar oldular. SB ile ABD arasındaki uzay yarışının göstergeleri olan bu ilk adımlardan sonra günümüze dek uzay araştırmaları dev adımlarla ilerledi.
Biz bu yayında 60 yıllık uzay yolculuğu girişimlerinin bir özetini vermeyeceğiz. Söz konusu kitaptan yaptığımız derlemede, Sovyetlerdeki uzay araştırmalarının ardındaki altyapıyı ve bilimsel tartışmaları sunmak istedik.
Doğaldır ki, uzay araştırmaları ve yolculukları gibi dev adımlarla ilerleyen bir alanda 50 yıl önce yazılmış bir kitabın teknik açıdan fazla bir değeri yok. Kitabın değeri, insanoğlunun ilk kez atmosfer dışına çıkışının arka planındaki inanılmaz kolektivizmi yansıtıyor olması.
Bilimin hemen hemen her alanında üst düzeye ulaşmadan, yani genel anlamda bir bilim seferberliği gerçekleştirmeden ve bu farklı alanlardan biliminsanlarının ortak hedefe kilitlenerek kolektif çalışmasını örgütlemeden böyle bir adımın atılmasına olanak yok. Ve bu çapta bir başarıyı, 30 yıl içinde iki dünya savaşında iki kez yakılıp yıkılmış, en değerli evlatlarını yitirmiş bir emekçi iktidarı gerçekleştirmiş. Sosyalizmi seçmiş bir halkın sadece kendi adına değil, tüm insanlık adına ulaştığı düzeyi göstermektedir insanoğlunun uzaya çıkış serüveni. Teknik düzeyden veya bu iş için gerekli olan maliyeden söz etmiyoruz; daha farklı bir düzlemden, olabilecek en rafine emeğin kolektif örgütlenişindeki ulaşılan düzeyden söz ediyoruz.
Kitaptan aktardığımız pasajlardan da anlaşılacağı üzere Sovyetler, sadece kısa süreli uzay yolculuklarının yaratabileceği problemler üzerinde kafa yormamış. Uzun süre uzay koşullarında yaşamak, hatta gezegenlerarası insanlı uzay yolculukları yapmak için ne tür sorunların üstesinden gelmek gerektiği üzerinde son derece ciddi bir biçimde çalışmışlar. Bu konuda oluşturdukları geniş literatür, gerek hangi sorunların çıkabileceğinin tespiti, gerekse bunların nasıl çözümlenebileceği açılarından günümüzde de değerlidir. Bugünün ileri teknolojileri ve bunların getirdiği yeni yaklaşımlar, 50-60 yıl önce yaratılan bu birikimin üzerinde yükseliyorlar.
Yuri Gagarin’i ve ilk uzay kâşiflerini bir kez daha saygıyla anarken, dikkatlerimizi bu büyük insanlık atılımının arka planında yatan bilimsel birikime ve en çok da insan kolektivizminin ulaşabileceği düzeylere çevirmemiz gerektiğini düşünüyoruz.
Bakalım ilk uzay kâşifleri ne gibi sorunlarla karşılaşabileceklerini öngörmüşler ve nasıl çözümler üretmişler. İyi okumalar…
‘Uzay gemim benim evimdir’
İnsan, havanın olmadığı, ısının sıfırın altında 270 santigrad dereceden sıfırın üstünde binlerce dereceye dek değişim gösterdiği, göktaşı ve diğer göksel cisimlerin büyük bir süratle yörüngelerinde yol aldığı uzayda, gerçek bir kaleye gereksinecektir.
İlk uzay gemisi Vostok iki ana kısımdan oluşmaktaydı; hava geçirmez bir kabin (iniş modülü) ve güç kaynağını, tepkili roket birimini, vericiyi, kısacası yörüngeli bir uçuş için gerek duyulan her şeyi içeren bir alet bölmesi.
Sıkıştırılmış hava ve oksijen depoları kabinin alet bölmesine bağlandığı noktada yer almaktaydı. Bunlar davranış kontrol sistemine ve kabinde ani bir basınç düşüklüğü halinde kozmonotun uzay giysisi içinde nefes almasını sağlamaya yönelikti.
Alet bölmesi dışında güneş-alıcı paketi ve davranış kontrolü sisteminin bir kısmı yer almaktaydı. Bunun yanı sıra radyo haberleşmesi için birkaç anten uzay gemisinin iki yanına raptedilmişti.
Yörüngeye giriş ve yörünge uçuşu sırasında kabin ve alet bölmesi bir bütün oluşturmaktaydı. İnişten önce kabin, paraşüt sistemi sayesinde güvenlik içinde gezegenimizin yüzeyine inerken, atmosferin yoğun tabakalarına girişte yanacak olan alet bölmesinden ayrılıyordu. Paraşütlerin açılmasından önce alet bölmesinin kaderini paylaşmasını önlemek üzere, kabinin ısıya karşı koruyucu bir kabuğu vardı. Unutulmasın ki, atmosfere giren uzay gemisinin etrafındaki hava tabakasının ısısı 10.000 dereceye kadar ulaşır!
Kozmonotun “ev”i yeryüzündeki sıradan bir odaya pek az benzerlik gösterir. Öncelikle şekli küreseldir; bu nedenle büyüklüğü kare değil küp birimleri olarak verilir. Kabin küresi çapı itibarıyla 2-3 metre, total hacmi ise 6 metre küp idi.
Her oda gibi kabin de döşeliydi. Aslında tüm döşeme, kozmonotun üzerinde çalıştığı, dinlendiği ve yemek yediği tek bir döşekten ibaretti. Kozmonotun yalnızca çalışması ve dinlenmesini değil, uçuşun başlangıcı ve yörüngeden alçalışı aşamalarında harekete geçen çekim kuvvetlerine karşı dayanmasını da kolaylaştıracak tarzda yapılmış olan döşek aynı zamanda uzay giysisi havalandırma sistemini de taşımaktaydı.
Dış görünüşüyle kozmonotun döşeği bir uçağın koltuğunu andırmaktaydı. Gerçekte koltuğun kendisi uçan bir makineye benziyordu; kozmonotun gerektiğinde kabini terk etmesini ve kendi başına dünyaya inmesini sağlayan özel bir jet fırlatıcısı vardı. İniş otomatik olarak işleyen, oldukça gelişkin bir paraşüt sistemiyle mümkün olmaktaydı.
7000 metrelik bir yükseklikte, giriş bölümünün kapağı otomatik olarak açılıyor ve iki saniye sonra kozmonot, koltuğu üstünde fırlıyordu.
Doğal olarak Vostok, tek kişilik kısa uçuşlar için yapılmıştı. Bütün bir ekibi uzun yörüngesel ve gezegenlararası uçuşlarda taşımak üzere yapılmış büyük uzay gemilerinde, yalnız çalışma ve dinlenme için değil, başka amaçlar, örneğin seralar için de ayrı odalar gerekecekti.
Nefes almak için gerekli oksijen nasıl sağlanacak?
Vostok’taki havanın gaz bileşimi, yüksek ölçüde aktif kimyasal bileşkeler kullanan bir rejeneratör ile normal tutulmaktaydı. Bunlar verilen karbondioksiti emip aynı zamanda gerekli oksijeni salabilecek bileşkelerdi; bazı zararlı bedensel gaz yan ürünlerini ve nemi emebilmekteydiler. Ancak hava nemi ne olacaktı? Bir uzay gemisi içindeki çevrenin en önemli etkenlerinden biri de buydu. Uzay gemisi kabini için en uygun nem yayılımı yüzde 30 ila 70 arasındadır. Vostok rejeneratör sisteminin sabit tuttuğu göreli nemlilik oranı da budur.
Gözenekli maddelerin yüzeyine yerleştirilen rutubet emici bir eklenti, kabin atmosferindeki su buharını derhal emiyor ve havadaki su buharı miktarı ve sistemin işlerlik süresine bağlı olarak ya kristalinhidrata ya da doymuş bir eriyiğe çeviriyordu.
Kabin-içi ısısı başka bir özel sistemle, artık ısıyı uzaya dağıtan sıvıyla soğutulmuş bir ısı-değiştiricisi ile normal tutulmaktaydı.
Görevlerini yaptıktan sonra kimyasal bileşkeler havayı arıtamaz olurlar. Bu ise, uçuş süresi uzadıkça daha çok rejeneratif maddenin alınması gerektiği anlamına gelir. Ancak gezegenlerarası uçuşlarda her gramın önemi olacaktır. Şu halde çıkış yolu nedir?
İsveçli bilimadamı Scheele’in oksijeni keşfedişinden bu yana iki yüzyıl geçti. Aynı gazı, ondan bağımsız olarak bir de İngiliz kimyager Priestley bulmuştu. Tüm canlıların soluması ve yanmaların neden olduğu sürekli kaybı karşılayacak oksijenin nereden geldiğini düşünmeye başlayan Priestley’dir.
Bu bilimadamı, 1771’de basit bir deney yoluyla, canlıların solumaya elverişli olmayan havayı verdiğini, bu havanın ise bitkilerce restore edildiğini gösterebildi. Güneş ışınlarının vurduğu bir pencerenin kenarına, kavanoz içinde canlı bir fare yerleştirdi. Birkaç saat sonra fare, oksijen yokluğundan ölmüştü. Ancak Priestley, kavanozun içine fareyle birlikte bir nane sapı yerleştirince, hayvan oldukça normal davranmaya başladı; hiçbir rahatsızlık belirtisi göstermiyordu. Priestley’in buluşu çağdaşları arasında geniş yankılar uyandırdı. Ancak kısa bir süre sonra, deneyi yapan Priestley de olsa, her zaman başarılı sonuç vermediği görüldü.
1779’da Hollandalı botanikçi Jan Ingenhousz, yeşil bitkilerin havayı yalnızca güneş ışığında temizlediğini göstererek, konuya açıklı getirdi.
İsviçreli botanikçi Jean Senebier bu hayret verici deneyi daha da aydınlattı. 1782’de güneş ışığında yeşil bitkilerin oksijen verdiğini ve havayı yalnızca nefes aldıkları için değil, karbon beslenmeleri işlemi sırasında temizlediklerini, kuşkuya yer bırakmayacak tarzda gözler önüne serdi. Bitkiler havadan karbondioksit alırlar ve onu karbon ve oksijen olarak çözerler. Oksijen atmosfere verilir, karbon ise bitki organizması içinde su ile birleşerek karbonhidrat olarak bilinen azotsuz tözleri (yağ ve şeker) oluşturur. Daha sonra bu işleme fotosentez adı verildi.
Rus biyologu Kliment Timiryazev fotosentezin yalnızca aydınlıkta ve yalnızca bitkilerin yeşil kısımlarında, klorofil tanelerinde gerçekleştiğini kanıtladı. Ayrıca, bu tanelerin, spektrumun tüm görünen ışınlarını değil, sadece kızıl ve mavi-moru emdiğini gösterdi.
Havanın rejenerasyonu sorununun nasıl çözümlenebileceğini, kendisi de gerçekte evrenin uçsuz bucaksızlıkları içinde seyreden dev bir uzay gemisi olan dünya ortaya koymuştu. Bu öneriyi ilk kavrayan kendini yetiştirmiş Rus dâhisi Konstantin Tsiolkovsky olmuştur. Şöyle yazıyordu:
“Dünyanın atmosferi nasıl güneşin yardımıyla bitkiler tarafından temizleniyorsa, bizim yapay atmosferimiz de aynı şekilde rejenere edilebilir… Dünyanın yüzeyinde nasıl sonsuz bir mekanik ve kimyasal bir madde döngüsü varsa, küçük dünyamızda da bu yapılabilir.”
Su ihtiyacı nasıl karşılanacak?
Suyun bir insanın bedeninin ağırlığının yüzde 60-65’ini oluşturduğu bilinir. Bunun yüzde 10 kadarının kaybı dahi, ölümcül sonuçlara yol açabilir. İnsan besinsiz oldukça uzun bir süre yaşayabilir, oysa susuz birkaç gün içinde ölmeye mahkûmdur.
İnsanın organizması gündelik 2-2,5 litre suya gereksinir. Bu miktar çevrenin ısısına, yapılan işe, beslenmeye vb. göre değişiklik gösterebilir. Bir uzay uçuşu da bir iştir, üstelik olağanüstü koşullarda yapılan bir iş; yine de kozmonotun normal su içmesi gerekir. Bu nedenle su sorunu uzay uçuşu lojistiğinde en önemli sorunlardan biridir.
Ancak şimdiye kadar uçuşların hiçbiri bir geceden uzun sürmedi. Su tedariki böylesi uçuşlar için yeterli olmuştur. Ancak su sorunu uzun uzay yolculuklarında nasıl çözümlenecektir? Her şeyden önce, birkaç ay hatta yıl sürecek bir gezegenlerarası uçuşta, su yalnız yemek hazırlamak için değil, hijyenik amaçlar için de gerekli olacaktır.
Ekibin her üyesinin günde 4 litre suya gereksineceğini varsaysak (içmek için 1,2 litre, yemek hazırlamak için 1 litre, hijyenik ve diğer ihtiyaçlar için 1,8 litre), 6 kişilik bir ekibin bir aylık uçuş için su ihtiyacı 720 litredir. Böylesi bir miktarın ağırlığının engelleyiciliği aşikârdır. Açıktır ki, organizmaya, dışladığı, derisinden buharlaşan ve soluğundan verdiği suyu yeniden sağlamak gerekmektedir. Bilimadamları tüm bu suyun yeniden kullanılabileceğini önermektedirler. Hijyenik ve diğer ihtiyaçlar için kullanılan su da böyledir.
Basit bir hesap bir ayı geçen uçuşlarda su tedarikini birlikte götürmenin kullanışsızlığını gösterir; onun yerine insanın dışkısından yeniden su çıkartılabilir. Böylesi bir yeniden çıkarma aygıtının ağırlığı gereksinilen su miktarından birkaç kat daha az olacaktır.
Uzay gemisinde kapalı bir eko-sistem yaratılarak su devridaimi kurmanın yolları araştırılmalıdır.
Uzayda ne yenecek?
Sovyet bilimadamları altı ayı geçmeyen uçuşlar için yiyecek tedarikini birlikte götürmenin uygun olacağı görüşünü savunuyorlar. Bunun için yiyeceğin ağırlık ve hacminin asgariye indirilmesi gerekiyordu. Bu ise liyofize edilmiş, yani suyu alınarak bastırılmış yiyeceklerin kullanılması anlamına gelmektedir. Bunun pek de iç açıcı bir tasarı olmadığını teslim etmek gerekecek, ancak ne var ki bilim de fedakârlık ister… Peki, daha uzun yolculuklarda ne yapmak gerek?
Bilim dengeli bir beslenme için orantıları tespit etmiştir. Beslenmemiz her bir protein ve bir yağ birimi için dört karbonhidrat birimi içeriyorsa dengelidir. Hafif beden işi yapan bir kişinin gündelik öğünü 400 gram karbonhidrat, 100 gram protein ve 100 gram yağ, yani (su hariç) 600 gramlık bir miktardan oluşur. Örneğin Mars’a yapılacak bir yolculuğun (gidiş dönüş için birkaç yıl gerektirecek bir yolculuk) gerektireceği yiyecek miktarını göz önüne getirmek hiç de zor olmasa gerek. Bu gezegenin yüzeyine indirilecek bir kilogramlık yiyeceğin maliyeti bir kilogramlık külçe altından fazla olacaktır.
Açıktır ki, başka bir çözüm aranmalıdır. Maddenin yok olmayacağı bilinir. Organizmanın kullandığı, besinin tözü değil, içerdiği enerjidir. Enerjiyi verdikten sonra karmaşık organik alaşımlar olan proteinler, yağlar ve karbonhidratlar organizmadan dışlanırlar. Ancak dışlanmaları azot, karbon, hidrojen, kalsiyum ve fosfor gibi basit tözler biçiminde olur. Bu nedenle bu basit tözlerden insanın yeniden kullanımı için karmaşık alaşımlar halinde sentezleştirmede yararlanmak, mantıklı olacaktır. Bu bir uzay uçuşunda gerçekleştirilebilirse, ekibin her bir üyesi için bu tözlerden yalnızca birkaç kilogram gerekecektir. Ne yazık ki, fizibilitesi yüksek olmasına karşın bilim ve mühendisliğin mevcut düzeyinde böylesi bir sentezin gerçekleştirilmesi zordur.
Çözüm önerisi yine Tsiolkovsky’nin serasından gelmektedir. Bedensel artıklardan besin maddesi yapmak için uğraşmak gerekmektedir.
Çok sayıda deney, bilimadamlarını uzay yolculukları için en elverişli bitkinin tek-hücreli algler olduğu sonucuna vardırdı. Gerçekten daha yüksek bitkiler güneşten aldıkları enerjinin yalnızca yüzde 1’ini kullanabilirken alglerin bazı tipleri yüzde 10’a kadar kullanabilmektedir. Yanı sıra insan ve hayvan artıklarını işleyerek fotosentez işlemiyle yağ, protein, karbonhidrat ve vitaminlere dönüştürebilmektedirler. Bir eko-sistemden istenen de işte tamamen budur.
Peki, organizma böylesi bir besinle yaşayabilir mi? Gerek ABD’de gerekse ülkemizde algi insan beslenmesine dahil etmek yolunda girişimlerde bulunuldu. Ancak yemeklere alg ilave edildiği fark edildi, insanlar bu besinin lezzetsizliğinden, kötü koktuğundan yakındılar, bazı mide bozuklukları vakaları görüldü. Böylece yalnız başına algin gezegenlerarası uçuşlardaki besin sorununu çözemeyeceği açığa çıktı.
Biyologlar, tek hücreli algin yanı sıra, daha yüksek bitkileri de kapalı eko-sisteme dahil etmeye çalışıyorlar. Uzay gemisinin seralarında salatalık, bezelye, domates, kabak ve fasulye gibi sebzeleri yetiştirmek mümkün olabilmelidir; tabii havuç, şalgam ve turp gibi kök bitkileri de unutmamak gerekir. Her yerde mevcut patates de tabii ki bulunacaktır.
Hayvanlar da muhtemelen yararlı olacaktır. Daha aşağı hayvanlar arasında en ilginci kuşkusuz planktondur; ayrıca su sineği ve kykyop gibi küçük kabuklular da böyledir. Doğrusu, uzun süre besin olarak kullanılırlarsa insan organizmasını nasıl etkileyecekleri şimdilik bilinmiyor. Daha yüksek hayvanlar arasında uzun uçuşlar için en uygunları tavuk ve tavşanlardır; çabuk büyüyüp üremekte, dahası göreli olarak az besine ihtiyaç duymaktadırlar (kilogram başına). Bu hayvanlar tek hücreli algle, daha yüksek bitkilerin artıklarıyla ya da kendi artıklarıyla beslenebilmektedirler.
Bilimadamları Tsiolkovsky’nin rokette bir tözler devridaimi kurma fikri üzerinde çalışıyorlar. Ne var ki bu sorunun çözümlenmesi için daha çok gayret gerekiyor. Sıfır çekim koşullarında nasıl yemek hazırlanacağı, kokuya karşı ne yapılması gerektiği gibi yeni sorunlar da gelmektedir gündeme.
Tahminen bu sorunlarla başa çıkmak çok zor olmayacaktır. Elde edilmesi çok daha çapraşık olan şey, insanlar, hayvanlar ve bitkiler arasındaki gerekli biyolojik dengeyi kurmak, yani tümünün yaşam süreçlerinin ritmini birbirine yaklaştırmaktır. Bu, insan ve bitkilerin solumasını biyokimyasal bir uyum içine sokmayı ve kozmonotların besin ürünlerinin artışını tüketimlerine tümüyle uygun olarak düzenlemelerini gerektirecektir.
Uzay giysisi nasıl olmalı?
Gerçekte tüm dünyalılar bir hava okyanusuna dalmış durumdadırlar. Hava bir yüzeyin her santimetre karesine bir kilogram ağırlıkta basınç yapmaktadır ve organizmamızda daima büyük miktarda bir hava erimiş halde bulunur. Eğer bu okyanusun yüzeyine hızla çıkartılacak olsak, okyanus derinliklerinden hızla yüzeye çıkartılan dalgıcın başına gelenler, bizim başımıza da gelir.
Uzay uçuşları koşulların dünyadakine benzediği hava geçirmez kabinlerde yapılır. Yine de kabinde basınç düşüklüğü hiçbir zaman göz ardı edilmemesi gereken bir olasılıktır; küçük bir göktaşının uzay gemisine çarpması dahi buna neden olabilir. İlk insanlı uçuşlar hazırlanırken göktaşı olayına büyük dikkat gösterilmekteydi. Kabinde basınç düşmesi durumunda kozmonotun güvenliğini sağlamak için uzmanlar özel bir uzay giysisi hazırladılar.
Vostok sınıfındaki uzay gemileri için uzay giysisi hazırlayanlar şu hedefleri tespit etmişlerdi: Uzay giysisi her şeyden önce kozmonotu korumalı ve kabinde basınç düşmesi halinde işine devam etmesini sağlamalıydı. İkinci olarak şu ya da bu nedenle atmosferde zararlı maddeler belirirse, kozmonotun kendini kabin atmosferinden yalıtlayabilmesini sağlamalıydı. Üçüncü olarak suya inmesi halinde yüzmesini sağlamalıydı. Dördüncü olarak soğuk bir alana inmesi durumunda onu soğuktan koruyabilmeliydi. Ve beşinci olarak, uzay giysisi fırlatma sırasında koruyucu olmalıydı. Nihayet uzay giysisi, ormanlara ya da tepeler arasına iniş yapması halinde kozmonotun bir yerini incitmesini önlemeliydi.
Uzay giysileri içinde kozmonotlar yalnızca basınç odalarında eğitilmekle kalmazlar. Paraşütlü atlayışlarla hem karaya hem suya inerler. Ve uzay giysisi şimdiye dek onlara ihanet etmemiştir. Örneğin, giysi içindeki bir insanın 12 saat süreyle soğuğu hissetmeksizin buz gibi suda kalabileceği anlaşılmıştır.
İnsanın uzaydaki ilk adımları özel bir uzay giysisinin hazırlanmasını gerektirdi. Bu giysi model olarak diğerlerinden farklıydı; daha hafif, hareket etmek ve çalışmak için daha elverişliydi. Uzay gemisine göbekten bağlı olmasına karşın, oksijen tedarikinde özerkti.
Ay’a, Mars’a ya da diğer göksel cisimlere ayak basma görevini yüklenecek olanların “uzay zırhı” daha da karmaşık olacaktır.
Uzayda ‘aşağısı’ ve ‘yukarısı’ neresi?
İnsanlar yeryüzündeyken neyin yukarı neyin aşağı olduğunu akıllarına dahi getirmezler. Bu yönler kendiliklerinden bellidir. Ya uzayda?
Aşağıdaki deney bir kozmonotun kendini (kısa bir süre) ağırlığın bulunmadığı bir durumda bulunduğunda yönünü nasıl belirleyebileceğini saptamak üzere düzenlenmiştir. Kozmonot adayı iki koltuklu jet uçağının arka koltuğuna kemerle bağlanmıştı. Uçuşta sıfır yerçekimine varıldığında pilot uçağı 60-65 derece yatırmış, kozmonot ise izlenimlerini ona radyoyla aktarmıştı. Deney sonucu kozmonotun gözleri açık olduğunda yönünü belirlemede güçlük çekmediği, ancak kapattığı andan itibaren yanılsamalara uğradığı görülmüştür.
Bu neden olur? Kişi vücudunun dünya yüzeyine ya da çeşitli nesnelerin kendisine ya da birbirlerine göre olan konumlarını duyum organları aracılığıyla saptar. Bu organlar ya dış dünyaya (dış alıcılar) ya da organizmanın içine (iç alıcılar) yönelik alıcılardır. Gözler, kaslar, eklemler, deri ve kanallar sisteminden sürekli bilgi alan beyin, mekânı doğru olarak duyumsamamızı olanaklı kılar.
Mekânsal yönelişi belirleyen esas duyum organlarından biri vestibüler analizördür. Bu çevresel alıcı (reseptör) aygıt, yani ilerici sinirler, çekirdekleri beyin sapında bulunan merkezi bir kısım ve beyin kabuğundaki (cerebral korteks) bölgelerden oluşan tekil bir sistemdir. Alıcı aygıt ise, şakak kemiğindeki yarım daire kanalları ve otolit mekanizması olmak üzere iki kısma ayrılır. Üç yarım daire kanalı, birbirini dik kesen üç düzlemde yer alır ve endolenf adı verilen bir sıvıyla doludurlar. Her bir kanalın ucunda, tüyler halinde duyarlı vestibüler sinir uçları bulunur.
Ünlü Rus fizyolog E. Tsion, 1878 yılında bu yarım daire kanallarının, mekânın duyumlanmasındaki rolünü ilk açıklayan olmuştu: “Yarım daire kanalları, mekân duygusunun çevresel organlarıdır; üç boyutlu mekân kavrayışımızı buradaki sinir uçlarının uyarılmasıyla ediniriz.”
Vestibüler analizör, görme organlarıyla sıkı sıkıya bağlıdır. İnsan uzun süre olduğu yerde dönüp birden durduğunda bir süre çevresinin döndüğünü hisseder. Öte yandan görme organları da vestibüler analizörü etkiler.
Yerçekimi gücü yalnızca canlıların destekleyici iskelet ve kas sistemlerinin oluşumunda önemli bir rol oynamakla kalmaz, kas-eklem duyumu olarak da bilinen propriyoseptör (kas, kiriş ve eklemlerde bulunan ve vücudun gerilim ve durumu hakkında bilgi veren hassas sinir ucu) duyarlığın gelişimini de belirler. Vücudu belirli bir biçimde tutan kas-eklem sistemden gelen bilgiler kişiye yeryüzüne ilişkin konumu hakkında fikir verir.
Dokunma duyusu da önemli bilgiler sağlar. Vücut dikey durduğu zaman dokunma işaretleri taban derisinden, yatay durduğunda ise sırt derisinden gelirler.
Damar çeperlerindeki kan basıncını kaydeden alıcılar da yerçekimi gücünün yönünü belirleyen göstergeler arasındadır. İnsan, ayakta durduğu zaman aşağı doğru çekilen kan alttaki organların damar çeperleri üzerinde daha fazla basınç yapar. Bu bilgiler hemen beyne iletilmektedir.
Fakat sıfır çekimde, gözler dışında hiçbir duyum organı vücudun mekân içindeki konumu hakkında tam ve doğru bilgi sağlamaz. Gözün dışındaki tüm alıcılar, yersel etkenlerin etkisi altında biçimlenmişlerdir; ancak göz doğrudan kozmik etki altındadır. Kozmonotların gözlerini kapadıklarında uçağın konumunu saptamada neden yanıldıkları da böylece açıklanır.
Gece ya da bulutlar arasında kör uçuşlarda, ne denli keskin olursa olsun pilot kendi görüşüne güvenemez ve araçlarına güvenmek zorundadır. Ancak bu sanıldığı kadar kolay değildir; araçların gösterdiğinden değişik şeyler “gören” pilot, kendini araçların doğru olduğuna ikna etmek zorundadır.
Uzay ise yanılsamalar için çok daha uygun bir ortamdır. Kozmonotların çoğu gemilerinin lumbozunda yeryüzünü yukarıda yıldızları ise aşağıda gördükleri zaman kabin içindeki yukarı ve aşağı nosyonlarını karıştırmaktadırlar. (Bu konularda eğitim gemilerinde kozmonotlara çok yönlü eğitimler verilir.) Kozmonot çeşitli manevraları gerçekleştirirken uzay gemisinin dünyanın ufuk çizgisine ya da uzaydaki başka bir cisme göre olan konumunu ve aracının izlediği yönü bilmek zorundadır.
Araç-dışı keşiflerinde ise kabin içindeki çeşitli nesnelere veya desteklere dokunmanın sağladığı dokunma ya da kas duyumlarının yardımı yoktur. Kozmonotun uzay gemisiyle tek bağlantısı, tek desteği esnek cankurtaran ipidir. Kendisine yön tayininde ne kas-eklem sisteminden ne de derideki alıcılardan sinir uyarımları yardımcı olabilecektir; bu uyarımlar uzayda ancak organların birbirleriyle ilişkileri konusunda uyarım sağlayabilirler. Bu durumda güvenilebilecek tek duyum organı gözdür.
Yörünge uçuşları ve insanoğlunun uzaydaki ilk adımları bu denli bilinmedik koşullarda bile insanoğlunun, öncelikle gözleri sayesinde yönünü belirleyebileceğini kanıtlamıştır.
Ancak uzay araçları başka gezegenlere yöneldiğinde ve insanoğlu itici sistem sayesinde, desteksiz olarak uzay gemisinden uzaklaşabildiği zaman yeniden mekânsal yanılsamalara uğrayabilir. Bu nedenle daha şimdiden kozmonotlara operatörlerin karmaşık işlemleri öğretilmekte ve uçuş sırasında karşılarına çıkabilecek durumlara uygun olarak eğitilmektedirler.
Mürettebat nasıl oluşturulmalı?
Yüzyıllar boyunca deniz keşifleri deneyimi, meslekleri birleştirmenin hiç de kolay olmadığını göstermiştir. İlk gezegenlerarası uzay gemilerinin ekipleri, aralarında yetkin bir işbölümü kurulu 4-6 kişiden oluşabilir. Bu kişiler kimler olacaktır?
İlkin uzay gemisinin bir süvarisi bulunmalıdır; bu kişi hem mühendislik hem de uçuş konusunda eğitimli olmalıdır. Uzay uçuşlarını, radyo iletişimini, ana sistemleri ve genelde uzay gemisinin bütününü iyi bilmelidir.
Kılavuzsuz ne gemi ne uçaklar yol alabilir. Uzay gemisindeki kılavuz kozmonot köklü bir kozmoloji ve uzay seyri bilgisine sahip olmalıdır. En avantajlı uçuş yörüngelerini saptayabilmeli ve uzay gemisinin hareket hattını çizebilmelidir.
Gezegenlerarası uçuş ekiplerinin vazgeçilmez unsurlarından biri de haberleşme uzmanıdır. Olasılıkla uzay gemisinin çeşitli sistemlerinin bakımını sağlayabilmek için bir-iki mühendis, teknisyen bulunması gerekecektir. Kuşkusuz ekipte bir de doktor bulunması zorunludur.
Tek kişilik uzay araçları karmaşık bir sistemdir ve bu sistemi insan-makine sistemi olarak tanımlayabiliriz. Çok-kişili uzay gemileri ise, her ekip üyesinin hem gemiyle hem de birbirleriyle ilişki içinde oldukları daha da karmaşık sistemlerdir. Bu nedenle bu sistemi insan-insan-makine sistemi olarak adlandırabiliriz.
Kumanda, seyir, haberleşme ve diğer işlevlerin belirli bir işbölümü içinde dağıldığı göreli dar bir uzmanlaşmanın, çok-kişili bir uzay gemisinin kontrolünde, tüm bu görevlerin tek kişinin sırtına yüklendiği tek kişilik araçtan daha büyük bir yeterlilik sağladığını görüyoruz. Öte yandan, bu işbölümü iyi bir eşgüdümü, ekip üyeleri arasında karşılıklı işbirliğini ve arkadaşını işinde destekleme yeteneğini gerektirir. Ancak bu koşul karşılandıktan sonradır ki, bir uzay gemisi ekibini bekleyen zorlu sorunları çözümlemek olası olur.
Grup, bireylerin aritmetik toplamından ötede bir şey; yeni ilkelerce yönetilen yeni bir kimliktir.
Uçuculukta ekip ruhu birbirini izleyen uçuşlar sırasında geliştirilir; yetersizlik ortaya çıktığında ise aksayan kişinin yerine derhal yeni biri yerleştirilebilir. Ancak uzay uçuşunda bu olanaklı değildir. Bu nedenle eğitim yöntemleri ve psikoloji uzmanlarının uçuştan önce iyi bir takım kurup eğitmeleri çok önemlidir.
Aristoteles’e göre “dostluk yaşamdaki en büyük gereksinimdir”. Ve uzun süreli bir uzay yolculuğunun başarıya ulaşabilmesi için, ekip üyeleri meslektaşlığın ötesinde, dost olmalıdırlar.
Araştırmalar ortak bir amaç ya da görev için bir araya gelen grupların (nominal gruplar) en istikrarsız gruplar olduğunu ortaya koymuştur. Gruplar yalnızca bir amaç değil aynı zamanda karşılıklı seçme, sempati ve dostluk ile bağlanmışlarsa daha güçlü olurlar (bağlantılı gruplar). Nihayet gruplar arasında en dayanıklı olan gomphoteri denenlerdir. Bunlar ortak çıkarları ve psiko-fizyolojik bağdaşıklık temelinde oluşurlar. Bu tür gruplar yalnızca büyük bir esneklik göstermekle kalmazlar, daha da önemlisi bireysel çelişik zevk ve alışkanlıkları bağdaştırabilirler.
Grup psikolojisi üzerine ayrıntılı incelemeler yapılmıştır. Böylesi bir keşif için seçilmiş olanların yalnızca uçuş için birlikte eğitilmekle kalmayıp, boş zamanlarını da birlikte geçirmeleri ve birbirlerini iyice tanımaları gerektiği, artık iyice anlaşılmıştır.
Tüm bunlar, psikologların, eğitim uzmanlarının, eğitimcilerin ve doktorların ekibin psiko-fizyolojik bağdaşabilirliğini belirlemeleri, onu eğitmeleri, güçlendirmeleri, aynı zamanda uymayanları ayırt edip uçuş ekibinden uzaklaştırmalarını olanaklı kılacaktır.
“Ağırlıksızlık” ile başa çıkmak
Ağırlıksızlık yeni ve bilinmedik bir olgudur. İnsanoğlu bu koşulu ilk kez uzayda tanıma olanağı buldu. Ancak uzaya çıkılmadan önce insan organizmasını nasıl etkileyeceği bulunmalıydı. Yeryüzünde yaşayan istisnasız her canlı gezegenimizin güçlü çekimini her an üstünde hisseder. Ağırlığın etkisi olağanüstüdür. Hayvanların boyut ve şekillerini, fizyolojik işlevlerinin çoğunu belirleyen odur. İnsanlarda da düşey duruş ve dik yürüyüşle bağıntılı olarak, çekim kuvvetine karşı duracak ve vücudun süreğen dengesini sağlayacak özgül psiko-fizyolojik mekanizmalar gelişmiştir. Bu nedenle sıfır çekim tümüyle yeni bir durumdu. İnsan üzerindeki etkileri ne olacaktı?
Ağırlıksızlık koşullarının psiko-fizyolojik işlevler üzerine etkileri konusunda çok sayıda bilimsel veri toplanmıştır. İnsanlar bu etkinin niteliğine göre üç ana gruba ayrılmaktadır.
İlk grupta bu kısa süreli sıfır-çekim denemelerine genel durumlarında hissedilir bir kötüleşme olmaksızın dayanabilenler yer alır. Bunlar ağırlıklarını yitirdiklerinde çalışma yetilerini kaybetmemekte, ancak biraz gevşeklik ya da hafiflik duymaktadırlar.
İkinci grupta, sıfır-çekimde düşme, baş aşağı salınma duygusuna kapılanlar yer alır. Bu rahatsız edici bir duygudur; mekân içinde yön belirleme yetilerini yitirerek hatalı algılama gösterirler. 2-6 saniye kadar süren bu durum bazı kişilerde öforiye (kendini aşırı biçimde zinde hissetme) yol açar. Böylesi durumlarda bu kişiler deneyin programını unutarak oyun oynamaya başlayabilir.
Değişime uğrayan yalnızca mekânın, çevredeki nesnelerin algılanışı değildir. Kimi insanlar vücut organlarının şekil ve boyutları, organizmanın çeşitli kısımlarının mutlak ve göreli büyüklükleri, birbiriyle ilişkileri ve hareketleri konusunda da yanılsamaya kapılabilirler. Ağırlıksızlık koşullarında yabancılaşma olarak adlandırılan zihinsel çaresizlik duygusuna kapılanlar da yine ikinci gruba girerler.
Ancak bu gruptaki kişilerin daha sonraki uçuşlarda aynı duyguları yaşamadığı, organizmanın kendini ağırlıksızlık durumuna uyarladığı da belirtilmelidir.
Nihayet üçüncü gruptaysa, sıfır-çekim durumunda bulundukları sürece mekân içinde yön belirleme yetilerini tümüyle yitiren kişiler bulunur. Aynı durum yanılsamalar için de geçerlidir. Tüm bunların yanı sıra bazıları deniz tutmasına benzer bir rahatsızlık duyumsarlar. Bazen düşme yanılsaması o denli yoğunlaşır ki kişide dehşet uyandırır ve motor faaliyetini hızla artırır. Böylesi durumlarda mekânsal yönleniş tümüyle yitirilir. Bu tür psişik reaksiyonlar, kimi akıl hastalarına özgü “kıyamet günü kompleksi”ni getirmektedir akla.
Kıyamet kompleksi ve diğer benzeri bozuklukların, merkezi sinir sistemindeki bir arıza nedeniyle beyin sistemlerinden bazılarında işlev bozukluklarının baş göstermesi sonucu ortaya çıktığı anlaşılmıştır. Bu işlev bozukluğunun ana nedenlerinden birinin de duyum organlarından beyine iletilen bilgilerde bir değişim ve kırılma olduğu düşünülmektedir.
Sıfır-çekim koşullarında, mekânsal ilişkileri kuran, algılama mekanizmasını oluşturan duyum organları sistemi de yerçekiminin yarattığı mekanik kuvvetlerin etkisinden sıyrıldığından, beyne iletilen bilgiler de büyük değişimlere uğrar ve olağandışılaşır. Yarım daire kanallarıyla otolit arasındaki etkileşim bozulur; böylelikle beyne gelen bilgiler çarpıtılmaya uğrar.
Sıfır-çekimin psiko-fizyolojik mekanizmalar üzerindeki etkisini daha iyi kavramak ve uzun süreli uzay uçuşlarına hazırlıklı olması gereken kozmonotların seçim ve eğitiminde çok titiz davranmak hayati önemdedir.
Sıfır-çekimde sıfır destek…
Uzaya gidenler, uzay gemisinden çıkmak, desteksiz olarak bazı işleri yapmak, bir uzay aracından diğerine geçmek durumunda olacaklardır. Böylesi olağandışı koşullarda insanın psiko-fizyolojik tepkileri ne olacaktır?
Hangi eylemi yaparsa yapsın, kişi daima bir destek noktasına gereksinim duyar. En küçük hareket ya da durum değişikliği dahi, gövdenin çekim merkezinin yerini kaydırarak istikrar koşullarını bozar. Ne var ki, yitirilen denge başka hareketlerle (gövdenin öne doğru eğilmesi, kolun uzatılması vb.) yeniden kurulur. Çoğu zaman bu refleksif bir harekettir. Kişi daha ne olduğunu kavramadan gövdeyi düzeltme komutu gerekli kas gruplarına iletilmiştir.
Bilimadamları destek alanına ilişkin olarak konumu düzenleyen reflekslerin sıfır-çekimde nasıl işlediği konusuna ilgi göstermişlerdir.
İlk kez sıfır-çekim havuzuna giren insanlar hareketlerini kontrol yetisini yitirirler. Sıfır-çekime geçilmesiyle birlikte, içgüdüsel olarak el ve ayaklarıyla yüzme hareketleri yapmaya başlarlar. Yüzme bilmeyen birinin birden yerle teması yitirmesi sonucu su yüzünde kalabilmek için yapacağı hareketleri yaparlar.
Daha sonraki uçuşlarda bu rastgele hareketlerin yerini daha eşgüdümlü, daha uyumlu hareketler alır. İlk denemede havuzun bir duvarından diğerine “uçmaya” çabalayan kozmonot adayları, sonraki deneylerde gövdelerini dengede tutmayı (yüzmeyi) ve sükûnetle hareket etmeyi öğrenirler.
Kozmonotlar desteksiz dahi olsalar, çevrelerindeki boşluğun uçağın içi ya da uzay gemisi kabiniyle sınırlı olduğu unutulmamalıdır. Bu nedenle bir desteğe doğru yüzmeleri ya da destekten kuvvet almaları olanaklıdır. Başka türlü istedikleri yönde yol almaları mümkün olmayacaktır.
Yörüngedeki uzay gemisinden uzaya adım atan Alexei Leonov’u ise bambaşka ve çok daha karmaşık bir görev beklemekteydi. Bu, yalnızca bir yön bulma sorunu değil, uçsuz bucaksız uzayda hemen tümüyle desteksiz olarak hareketleri arasında eşgüdüm sağlayabilme sorunuydu.
Gelecekteki uzay işçilerinin, uzay aracı dışında çalışmaları gerekecektir. Bir cıvatanın sıkıştırılmasından bir nesnenin atılmasına dek her türlü el işlemi bir momentum yarattığına göre, kozmonot ters yöne doğru itilebilir.
Leonov uzayda beş kez uzay gemisine doğru gelip ondan uzaklaştı. Tüm bu hareketler eğitim çalışmalarında izlenen sıra içinde yapılmaktaydı. Ne var ki, bir kez olsun tüm gövdesini doğru tutmayı başaramadı, her seferinde ya yana ya da geriye dönüyordu. Sonradan her şey normalleşti; organizması olağandışı koşullara alışmıştı.
Dayanaktan yoksun bir kozmonotun, uzay gemisinden çıktıktan sonra hareketleri arasında eşgüdüm sağlayabileceği, yön bulma ve çalışma yetilerinin özde değişime uğramayacağı varsayımı böylece doğrulanmış oluyordu.
Uzayda biyolojik saat
Gezegenlerarası uçuşlarda, kozmonotlar gece ve gündüz ya da mevsim değişiklikleri gibi alışılmış jeofiziksel olgulardan uzak, sabit koşullarda yaşamak zorundadırlar. Bu şu soruyu getirir gündeme: Fizyolojik süreçlerin gülük ritmini ne kadar bir süre için izleyebilecekler, bir başka deyişle, “biyolojik saat”lerinden nereye kadar yararlanabileceklerdir.
V. Myasnikov şöyle bir deney yapmıştı: Yalıtım odasındaki denek, deneyin 7 gün süreceğini biliyordu; ancak kendisine ne saat verilmişti ne de zamanı ölçebileceği bir başka araç. Kendisinden günlük rutine uyması da istenmemişti; istediği zaman yatabiliyor, yiyebiliyor ve beden hareketi yapabiliyordu. Birkaç gün içinde tüm zaman duyusunu yitirmişti. Bir günü olduğundan daha kısa olarak algılıyordu. Deneyin bitmesinden 14 saat önce, odayı terk etmeye hazırlandı.
Bir başka deneyde de, bir grup insan yerin altında, özel olarak donatılmış ses geçirmez bir korunağa yerleştirilmiş ve tümüyle kendi hallerine bırakılmışlardı. Ne zaman yemek yiyeceklerine, yatacaklarına, kalkacaklarına kendileri karar veriyorlar, fizyolojik işlevleri ise özel araçlarla kaydediliyordu. 18 gün sonra, astronomik zamanın 32,5 saat gerisinde kalmışlardı; bir başka deyişle bir günleri 24 değil, 26 saat sürüyordu.
Yalıtım odaları yerine, derin mağaralarda uzun süre yaşamak durumunda kalan Fransız mağarabilimcileri ilginç bulgular elde etmişlerdi. 1962’de böyle bir mağarada iki ay geçiren Michel Sieff’in raporları, yalnızlık ve dışarıyla bağlantısızlık koşullarının zamanı kısa sürede unutturduğunu belirtmektedir. Mağaraya inişinin üzerinden 1000 saat kadar geçtikten sonra (40 günden çok) yalnızca 25 gün geçtiğini sanıyordu.
1967’de 8 Macar mağarabilimcisi Buda tepelerinde tam bir ay geçirdiler. Keşif heyetinin üyelerine ne saat ne de radyo seti verilmişti. Nihayet telefonla yüzeye çıkmaları söylendiğinde, gerçek takvimin 4 gün gerisinde kaldıkları ortaya çıktı. İlk 10 gün boyunca her birinin biyolojik saati hatasız işlemiş, ancak bundan sonra geri kalmaya başlamıştı.
Sabit koşullarda zamanı sıkıştırma ve uzatma deneyleri de ilginçtir. Günlük devri sıkıştırma ya da uzatma deneyleri yalıtım odalarında da yürütülmüş, denek G. kolundaki saatin günde 180 dakika geri kaldığını, dolayısıyla bir günün 27 saat sürdüğünü fark edememişti. Deney 15 gün sonra sona erdiğinde, neden programlanandan 2 gün önce bittiğini anlamakta güçlük çekmişti.
Böylelikle, sabit koşullarda insanın fizyolojik süreçleri belli bir süre için günlük ritmi izlese de, bir süre sonra, bir zaman-gösterici olmadan vakti tayin etmenin olanaksız olduğu anlaşılmıştır.
Organizma her şeyden önce açık bir sistemdir, sürekli çevrenin etkisi altındadır ve kendini bu çevredeki değişimlere uyarlayabilir. Özellikle yeryüzünde ışık ve ısı gibi etkenler zaman gösterici görevi görürler. Fizyolojik ritmi astronomik zamana senkronize eden, eşzamanlayan sinyallerin işlevini yerine getirmektedirler.
Uzay teknolojisinin gelişimiyle birlikte, uzay uçuşu koşullarının yaratıldığı laboratuarlarda günlük faaliyetlerin çeşitli rutinleri incelenmeye başlandı. Deneyler, insanın yaşamsal faaliyet ritminin, alışılmışın sapması oranında güçlük çekeceğini kanıtlamıştır. Genel olarak bir rutinin yerine yenisi geçirildiğinde, kozmonotlar iki ile beş gün içinde eski çalışma yetilerini yeniden kazanabilmekte ve yeni vakit çizelgesinin öngördüğü saatlerde uyumaktadırlar. Ancak fizyolojik işlevlerin (nabız, solunum, vücut ısısı, metabolik süreçler vb.) uyum sağlaması 8. ve 15. günler arasında olabilmektedir; bu sürede denek zamanı alışageldiği günlük süreler olarak algılamaktadır.
Uzaya kimler çıkacak?
Uzay uçuşuna hazırlanırken her bakımdan tedbirli olmak gereklidir. En küçük bir ihmal, bir trajediye yol açabilir. Dikkate alınması gereken o kadar çok etken vardır ki. Hemen ölüme yol açan mutlak vakum, radyasyonların öldürücü soğuğu, göktaşları, çekim kuvvetleri, evrenin milyonlarca yıllık sessizliği, uzun süre ağırlıksızlık koşullarında yaşama zorunluluğu ve her biri gerekli önemler alınmadığı takdirde uzay gemisindeki tüm canlıları bir anda yok edebilecek daha nice etken. Kuşkusuz bunların birleşik etkisi durumu çok daha tehlikeli kılmaktadır. Kısacası uzay hafife alınamaz.
Uzay keşiflerinin altından ancak bilimsel ve teknolojik standartları yüksek toplumların kalkabileceği ve tüm uzay donatım ve teknikleri toplumun bilimsel ve teknolojik düzeyini yansıttığından, kozmonotların bu düzeye ayak uydurmaları gereklidir. Çok şey bilmeli, çok şey yapabilmelidirler. Son bilimsel buluşları yakından izlemeleri; laboratuarlarda, çizim atölyelerinde, araştırma enstitülerinde ve sınai kuruluşlardaki yeni gelişmeleri adım adım takip etmeleri gereklidir.
Uzay yolu ancak kapsamlı eğitimden geçenlere açıktır.
Günümüzde bilimsel ilerlemeler kolay kaydedilememektedir. Kozmonotların matematik ve fizik, astronomi ve sibernetik, radyo mühendisliği ve elektronik, mekanik ve metalürji, kimya ve biyoloji, psikoloji ve fizyoloji… eğitimi görmeleri gereklidir. Böylesi büyük boyutlardaki görevler yalnızca yetenek değil, tam sağlıklılığı da gerektirir. Ancak güçlü bir fiziksel yapı kozmonot eğitimini ve uçuşun zorluklarını kaldırabilir. Ve yalnızca eğitimli bir beden, güçlü sinirler ve sağlıklı bir zihin, kozmonot olmaya karar verenlerin payına düşen zor sınavların altından kalkabilir.
Uzayı güçlü olan fethedecektir.
Kozmonota ortalamanın çok üstünde yetenek ve yetkin bir fizik gereklidir. Ancak bunlar da yetmez. Sebatlı, kararlı ve işine sınırsız ölçüde bağlı olmalıdır.
Bireyler gücün ve eğitimin yanı sıra ancak bu özellikleri taşıyorlarsa kozmonot olma şansları var demektir.