Rennan Pekünlü’ye yapılanların hesabı sorulmadan Türkiye’de bilim özgür olmayacaktır. Yapılanların sınıf mücadelesinin bir parçası olduğunu görmeden de, gerçek anlamda hesap sorulamayacaktır.
Ne denilebilir ki? Bir biliminsanı, bir aydın, bir öğretmen yasalara uymaları konusunda birilerini uyardığı için hapsedildi. Bu cümleyi bir zaman sonra okuyanlar (umarım bu zaman kısa olur), eminim inanmayacaklardır. Gerçekten de, Rennan Pekünlü’ye destek sağlamak amacıyla Avrupalı biliminsanlarıyla yaptığımız görüşmelerde bu sorunla karşılaşıyoruz; yasaların uygulanması için çalışan bir kişinin yine aynı ülkenin yasalarıyla hapsedilmesini asla anlayamıyorlar.
Sonuçta Rennan hapse girdi ve biz bunu engelleyemedik. Uğraştık elbette ama belli ki bir şeyleri eksik yapmışız ki sonuç böyle oldu. Böyle bir muhasebenin zorunlu ama henüz çok erken olduğunu düşünüyorum. Bu aşamada, bence, neden Rennan Pekünlü hedef alındı ve buna bağlı olarak, bundan sonrası için nasıl bir strateji gerekir sorularını yanıtlamak gerekiyor. Önce genel bir giriş:
Akademisyen kimdir?
Sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada akademisyen, ürettiğine, üniversitesine ve içinde bulunduğu topluma yabancılaşmaktadır. Ancak, ne kadar yabancılaşırsa yabancılaşsın çok açık bir biçimde kendisini mücadelenin tam da en önüne götürecek potansiyel özeliklere sahiptir. Bu potansiyel biliminsanı, aydın ve sınıfsal konum olarak ele alınabilir.
1) Biliminsanı olarak akademisyen. “Laboratuvarıma kapanmak benim için hep çekici olmuştur ama kendime sormuşumdur: Buluşlarımdan kim yararlanacak? O zaman anlamışımdır ki laboratuvarımda rahat çalışabilmek için, bilimin kirli amaçlara, savaş hazırlıklarına değil barışa hizmet etmesini isteyenlerin safında savaşım vermem gerekiyor… Biz bilim adamları, ancak sürekli bir barış var oldukça iç huzura kavuşabilir ve bütün günlerimizi laboratuvarda geçirebiliriz.” (Gönenç 1994)
Yukarıdaki sözlerin sahibi, Nobel Kimya Ödülü sahibi, Sorbonne öğretim üyesi, 17 ülkenin bilim akademisi üyesi Frederic Joliot-Curie, aynı zamanda işgal altındaki Fransa’da ulusal direnişin lideri, Dünya Barış Kongresi Başkanı ve Fransız Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesiydi. Gerek bilimsel gerekse toplumsal sorumluluk olarak belki de uç bir örnek olan Joliot-Curie, aslında tam da akademisyen kimdir sorusunun yanıtıdır aslında.
Akademisyen sorgulayan biliminsanı mı yoksa egemen ideolojiyi koşullara uygun biçimde aktaran “öğretmen” mi olacağı sorusuyla karşı karşıyadır.
2) Aydın olarak akademisyen. “Her akademisyen aydın mıdır?” sorusuna olumlu yanıt vermek çok güç, çünkü çevremize baktığımızda bunun böyle olmadığını kolaylıkla görebiliyoruz. Aydın olmanın ölçütünün akıl yürütme, değerlerine sahip çıkma, buna uygun tavır alma ve doğacak sorumluluğu taşımak olduğu düşünülürse, bunun tam olarak bilimsel bilgi üretim süreciyle örtüştüğü söylenebilir. Gerçekten de bilimsel sürecin, hipotez oluşturma, bunu kanıtlama, yayınlama ve sonuçlarını savunmadan oluştuğu hatırlanırsa, aydın olma süreciyle benzerliği açıkça ortaya çıkacaktır. Şunu söylemek istiyorum; biliminsanı olmak beraberinde aydın olmayı da getirecektir. Enis Batur’un tanımıyla, “doğrunun eğriden ayrılması uğruna, değil başkalarının çıkarlarını, kişisel çıkarlarını da göz ardı edebilen, daha iyisi, başka türlü yapmak elinden gelmeyen kişidir” aydın. (Batur 1985, Günal 2012)
Aslında aydın kavramı aydınlanma ile birlikte tarih sahnesine çıkmıştır ve entelektüel sözcüğünün entelektüel/aydın kişiyi tanımlamada kullanılışı bin altı yüzlü yılların ikinci yarısındadır. Bu dönemde, aydınlanma ile birlikte kilise denetiminden kurtulan üniversite ile aydın arasında gerçek bağlantı ortaya çıkmıştır. Kant’ın “Fakülteler Savaşı” isimli kitabında anlattığı da budur.
Buraya kadar anlattığım aydın ve akademisyenin bilgi/bilim düzleminde buluşmasıydı. Bunun dışında ayrıca eleştirellik düzleminde de aydın/öğretim üyesi kimlikleri kesişir. Eleştirellik düzlemi için belki de en uygun örnek Edward Said’dir. İsrail askerlerine karşı Filistin’de temsili taş atması gerçek anlamıyla eyleme dönüştürülmüş bir eleştiridir ve kalınca bir kitap yazmaktan daha değerlidir. Ancak en az Edward Said kadar, Columbia Üniversitesi rektör yardımcısı Jonathan R. Cole’un Said’i tüm gerici tepkilere karşı savunması ve yaptığı eylemi eleştirellik ve özerklik sınırları içerisinde değerlendirmesi önemlidir.
Eleştirellik anlamında Türkiye’den de olumlu örnekler sayılabilir. 1932 yılındaki Tarih Kongresinde dönemin Eğitim Bakanı Reşit Galip’in Güneş-Dil teorisini savunurken, bu teoriye bilimsel olarak karşı çıkan Zeki Velidi Togan’ı kastederek “iyi ki onun öğrencisi olmamışım” demesi üzerine, bakana “iyi ki Togan’ın öğrencisi olmuşuz” diye telgraf çeken ve bunun üzerine üniversiteden ayrılarak öğretmenlik yapmak zorunda kalan Pertev Naili Boratav ve Nihal Atsız; 1933’te üniversiteden uzaklaştırılmasına karşın ne kendi ilkelerinden nede cumhuriyet ilkelerinden vazgeçmeyen İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu;1946’ da yine Boratav’a ek olarak Behice Boran ve Niyazi Berkes; 1970’lerde İsmail Beşikçi ve 1980’lerde tüm 1402’likler sayılabilir. (Günal 2012, 2013)
Elbette bunun tersi de olanaklıdır: bu düzen içerisinde durup entelektüel kimliğini korumak isteyen birinin önünde tek bir çıkış yolu vardır: Negatif entelektüellik.Negatif entelektüel, inanç ve önceliklerini devlete göre hizalayan, düşünce sistematiğinin merkezinde iktidarın çıkarlarına hizmet yer alan ve attığı her adımda iktidara yakınlaşmayı gözeten bir “aydın”dır… Bu anlamda düzenin sembolik kolluk kuvveti pozisyonundadırlar. (Alpan, 2014)
3) Sınıfsal konum ve tavrıyla akademisyen. Gerek ekonomik, gerekse siyasal anlamda akademisyen proleterleşmeye başlamıştır. Ekonomik anlamda derinleşen kriz ve bunun üniversiteye yansıması sadece öğretim üyesi gelirini sürekli olarak aşağıya çekmekle kalmamış, aynı zamanda öğretim üyesi gelirini doğrudan yaptığı işe endeksleyerek onu “emeğini satarak geçinir” hale getirmiştir. (Günal 2006)
Siyasal anlamda ise kapitalizmin bilimden bekledikleri bellidir: teknik dallarda kârı arttırıcı çalışmalar yapılması, sosyal bilimlerde ise süreci rasyonalleştirici teoriler oluşturulması. Bu da ilk maddede açıkladığım, biliminsanı tanımıyla çelişmektedir.
Neden Rennan Pekünlü?
Yukarıda sırlamaya çalıştığım özellikler açısından Pekünlü’yü değerlendirecek olursak, öncelikle söylemek gerekir ki, Rennan Pekünlü alanında önde gelen biliminsanlarından birisidir. Konu dışı birisi olarak bunu değerlendirmek bana düşmeyebilir ama basit bir karşılaştırmalı “scientometric” araştırma en azından üretim niceliği ve değini sayısına bağlı nitelik bağlamında Türkiye’de astronomi alnında ön sıralarda yer aldığını gösterecektir. Ayrıca Pekünlü iyi bir öğretmendir de. Bunu sadece kendisinden ders alan öğrencileri için değil, tüm toplum için söylüyorum. Örneğin ben kendisinden çok şey öğrendim. Benim gibi çok sayıda kişinin evrenin evrimi kavramını ilk kez ondan duyduğu kanısındayım. Popüler bilim dergilerine yazdığı makalelerle, bıkmadan usanmadan bunu hepimize öğrettiğini düşünüyorum.
Rennan Pekünlü aynı zamanda, her profesörün olması gereken ama çok az bir kısmının olabildiği, gerçek bir aydındır. Ülke ve toplum sorunları konusunda düşünür, üretir, yazar ve çevirir. İşi bu noktada da bırakmaz, gereğini yapar. Türban konusunu da görmezden gelmemesi aydın olmanın, “başka türlü yapamamanın” bir sonucudur. Bu tavrı aydınlanmacı olmasının ve hurafelerle mücadelesinin bir parçasıdır. Park’tan çevirdiği Batıl İnanç kitabının arka kapağında şöyle yazar: “Batıl inanç deyince, eğitilmemiş kişilerin kafalarına kök salmış zırvalar gelir akla. Oysa en gelişmiş ülkelerin fen ve eğitim alanlarında çalışmakta olan “uzmanlar” arasından bile ecinni masalı gibi hurafelere saplantılı kalmış insanlar çıkabiliyor. Bunlardan kimileri yanlışlara içtenlikle inanırken kimileri de başkalarına ‘yutturup’ çıkar sağlamak amacıyla kafasal dolandırıcılık yapıyorlar. Devlet ve sponsor kademelerinde yandaş ayarlayıp “araştırma fonu” türünden inanılmaz paraları cebe indirmeleri çok sık rastlanan bir dalavere.”
Pekünlü’yü hedef yapan son bir özelliği de alçak gönüllülüğüdür. Tüm olumlu niteliklerine karşın asla ön planda olmayı sevmeyen bir yapısı vardır. Bu özelliği ile diğer öğretim üyelerinin kolayca empati yapmasına olanak sağlamakta, “benim de başıma gelebilir” korkusu yaratmaktadır.
Sınıf mücadelesi ve Rennan Pekünlü
DİSK Araştırma Enstitüsü (DİSK-AR) tarafından yapılan hesaplamalara göre, asgari ücretli bir işçinin, öğün başına 75 kuruşa karnını doyurması, bir buzdolabı için 27 gün çalışması, 311 liraya barınması ve ısınması, çocuk başına 2,9 liralık eğitim harcamasıyla çocuklarını yetiştirmesi bekleniyor. Türkiye’de şu an 891 lira olan asgari ücret 31 lira zamla Ocak 2015’te 922 liraya çıkacak. DİSK-AR’ın yaptığı çalışmaya göre Türkiye’de açlık sınırı 1.283 lira yoksulluk sınırı 4 bin 57 liradır.
Bu verilere göre işçi sınıfı Cumhuriyet tarihinin en kötü dönemini yaşamaktadır. Sendikalı işçi sayısı ise 12 Eylül öncesine göre neredeyse yüzde doksan düzeyinde azalmıştır. Taşeronluk sistemiyle “işçi altı” bir sınıf yaratılmıştır. Kıdem tazminatlarının ödenmemesi, yarım asgari ücret uygulaması gibi akıl almaz fikirler uygulanma aşamasındadır.
Tüm bu yoksulluğun, mantık dışılığın işçi sınıfına kabul ettirilmesi için güçlü bir ideolojik deformasyona gereksinim vardır. İşte dini ideoloji tam olarak bu noktada devreye girmektedir. Ebedi bir mutluluk karşısında, ebedi bir mutlu yaşam karşısında, bu dünyada çekilecek 60-70 yıllık bir çilenin ne gibi bir önemi olabilir ki? Kaldı ki, bu dünyadaki çileler öbür dünyadaki sonsuz mutluluk için bir sınav değil mi? Evet, ancak ve ancak böyle bir ideolojiyle bu vahşi sömürü kabul edilebilir. Bugün camilerde grevleri kötüleyen vaaz verilmesi tesadüf değildir. Gerici ideolojiyi toplumsallaştırmanın, toplumdaki gerici doku ile buluşturmanın araçlarından biri olarak ise türban gündeme getirilmiştir. Türban aracılığıyla aslında toplumsal yaşantının ve siyasetin din kuralları tarafından belirlenmemesinin dindarlar için bir mağduriyet olduğu ispatlanmaya çalışılmaktadır. Tersinden söylemek gerekirse siyaseti ve toplumsal hayatı belirlemek isteyen dinci gericilik kamusal alandaki dini sembol yasaklarını mağduriyet olarak sunmak istemiştir. Türbanla geleneksel örtünme biçimlerini ayıran mesele budur (TKP’li Öğrenciler, 2010-2011). AKP, kadını örterse, yoksulluğun yarısını gizleyecek; öbür yarısı da kadınların köleleştiği bir dünyada aptallaşacak besbelli. (Okuyan, 2014) Söylemek istediğim, Rennan Pekünlü’ye yapılanlar hiç kuşkuya yer bırakmayacak şekilde bir devlet operasyonudur ve Pekünlü sınıf mücadelesinin tam merkezinde yer almaktadır. Rennan Pekünlü’ye yapılan operasyonda önemli rolleri olan Ege Üniversitesi Rektörü Candeğer Yılmaz’ın, Fen Fakültesi Dekanı Nadide Kazancı’nın, hapis kararını veren yargıç Yahya Kesim’in, kararı onayan yargıçlar, E. Ertuğrul, M. A. Coş, B. Karadağ ve A. Kiriş’in oturup bunu planlamadıklarına eminim ama devlet refleksi içerisinde sürecin bir parçası olduklarını söylemek de zor olmasa gerek.
Olaya bu şekilde bakmak, mücadelenin yöneleceği yeri belirleme açısından çok önemlidir. Aksi takdirde “kötü adamlar Rennan’la uğraşıyor”dan bir adım öteye gitmek olası değildir. Benzer biçimde, “pis insanlar çevre kirliliğine yol açıyor, her türlü toplumsal harekete acımasızca saldıranlar sadistlerdir” demek gerekir. Ferguson cinayetlerinin ve jüri kararlarının arkasında sınıfsal nedenleri, Tuzla cinayetleri, inşaat işçisi cinayetlerindeki sınıfı ve devleti görmemek veya görülmemesi için çabalamak hedefi karartmaktan başka bir şey değildir. Eğer suçlu kötü adamlarsa, bir gün bu kötülerin sandığınız kadar da kötü olmadığını keşfedebilirsiniz, Alev Alatlı örneğinde olduğu gibi. İstediğiniz kadar Pekünlü’nün arkasındayız deyin, eğer aynı metinde “devletimiz” diyorsanız, bu suçluyu saklıyorsunuz demektir. Eminim bir süre sonra aynı kişiler bu Fetullah Gülen’in işiydi deyip devleti bütünüyle aklama yoluna gideceklerdir. Zaten bunları söyleyenlerin, bu görüşlerinin bayraktarlığını yapanların geçmişte türban karşıtı imza kampanyalarına çeşitli nedenlerle katılmamış olmaları da dikkat çekicidir.
Diğer yandan, en başından beri açıktan Rennan Pekünlü’nün karşısında duran, türbanı özgürlük olarak görüp, türbanlıları destekleyenlerin de yukarıda açıklamaya çalıştığım şekilde sınıf mücadelesinde aldıkları yer bellidir ve devletle birlikte hareket etmektedirler. Pekünlü için “gitsin hapiste bilim yapsın” ya da “türbana karşı çıkmak cuntacılıktır” sözleri sadece AKP’lilerden değil, aynı zamanda bu özgürlükçü (liberal) gruplardan da gelmektedir.
İster Rennan Pekünlü’nün yanında görünsün ister karşısında, gerçek hedefi görememek insanı yanlışa götürür ve sonu Rennan’ı hapsedenleri aklamaya yarar. Birbirine çok uzak gibi görünen bu iki kesim tartışmaya başladığında içimden “durun, siz kardeşsiniz” demek geçiyor, inanın.
Elbette Rennan Pekünlü’ye yapılanların hesabı sorulmadan Türkiye’de bilim özgür olmayacaktır. Yapılanların sınıf mücadelesinin bir parçası olduğunu görmeden de, gerçek anlamda hesap sorulamayacaktır.
Kaynaklar
1) Alpan, A. S. (2014); “Yeni Türkiye’nin Kanaat Teknisyenleri”, soL 19: 19-20.
2) Batur, E. (1985); “Alternatif: Aydın”, İstanbul: Hil Yay.
3) Gönenç, G. (1994); “Hep Aranızda Olacağım”, İstanbul, Sarmal Yay.
4) Günal, İ. (2006); “Bilim İnsanının Toplumsal Sorumluluğu”, Bilim ve Gelecek, 33, s.45-7.
5) Günal, İ. (2012); “Onur Hamzaoğlu Olayı ya da Akademisyen Kimdir?”, DEÜHYO ED, 5: 82-4.
6) Günal, İ. (2013); “50 Soruda Üniversite”, Bilim ve Gelecek Kitaplığı yayını.
7) Okuyan, K. (2014); “Bu İşin Sonu 1789, Olmadı 1917”, soL, 19:25.
8) Park, RL. (2010); “Batıl İnanç”, Kültür Üni. Yay.
9) TKP’li Öğrenciler (2010-2011), Türban neyi örtüyor?