“Doğada Haremlik-Selamlık”. Böylesi bir başlık aracılığıyla “doğa”, bir kez daha kültürel olarak fethediliyor: Kadim Yakın Doğu toplumlarında görülen ve İslam Uygarlığı’nın kimi temsilcileri tarafından miras alınan kültürel bir kurum, “haremlik-selamlık” tarafından. Başlık, okurlarda daha ilk anda ve kaçınılmaz olarak dişilerin ayrı, erkeklerin ayrı mekânlarda toplandığı ve dişilerin (belki de kastre erkekler tarafından) erişime ehliyetsiz erkeklerden korunduğu bir doğa imgesi uyandırıyor. İrkiliyorsunuz.
TÜBİTAK’ın yayımladığı Bilim ve Teknik Dergisi’nin Mayıs 2004 tarihli 438. sayısında ilginç bir yazı yer alıyor. Yazının “ilginç”liği bildik sosyobiyolojik tezlerin bir tekrarı olmasından kaynaklanmıyor. Daha çok, “bilimsel bulgular” kisvesiyle sıralanan kimi yakın dönem araştırma sonuçlarının içine yerleştirildiği söylem ilginç, ilginç olduğu kadar da demogojik. Öncelikle yazının başlığı: “Doğada Haremlik-Selamlık”. Böylesi bir başlık aracılığıyla “doğa”, bir kez daha kültürel olarak fethediliyor: Kadim Yakın Doğu toplumlarında görülen ve İslam Uygarlığı’nın kimi temsilcileri tarafından tevarüs edilen (miras alınan) kültürel bir kurum, “haremlik-selamlık” tarafından. Başlık, okurlarda daha ilk anda ve kaçınılmaz olarak dişilerin ayrı, erkeklerin ayrı mekânlarda toplandığı ve dişilerin (belki de kastre erkekler tarafından) erişime ehliyetsiz erkeklerden korunduğu bir doğa imgesi uyandırıyor. İrkiliyorsunuz.
Yazı ne anlatıyor, başlık ne…
Ancak yazıyı okudukça, anlatılanların, başlığın çağrıştırdığından çok farklı olduğunu sezinliyorsunuz. Yazı, özetle, özellikle toynaklılar arasında yapılan son araştırmalara dayanarak, kimi kuş ve memeli türlerinde seksüel dimorfizm (cinsiyetler arasındaki boyut farklılıkları) arttıkça, cinsiyetler arasında enerji gereksinimi ve besin arama davranışındaki farklılıkların arttığını anlatmakta. Ancak seksüel diformizmin belirgin olduğu toynaklılarda dahi, dişilerle erkeklerin bir “haremlik-selamlık” düzeni içinde yaşadığına ilişkin herhangi bir izlenim edinemiyorsunuz.
Diğer türlere gelince, albatroslarda ve bir yelkovankuşu türünde dişilerle erkeklerin besinlerini farklı bölgelerde aradığını, erkek ve dişi zürafaların aynı ağacın farklı dallarından (boyları farklı olduğuna göre, normali bu olsa gerek) beslendiklerini, kahverengi yarasalarla uzunkulaklı yarasaların erkeklerinin besinlerini dağların yüksek bölgelerinde ararken, dişilerin daha alçakları yeğlediğini, dişilerin kış uykusundan fazla haz etmediklerini, erkek ve dişi farelerin ana rahmindeyken ayrı taraflarda dizildiğini, şempanzelerdeyse çiftleşme dönemlerinde genç erkeklerin birlikte dişi arama davranışı gösterdiklerini öğreniyorsunuz örneğin. Ama, yukarıda anılan vakalardan hiçbirinde, dişilerle erkekler arasında, başlığı haklı çıkartacak mekânsal bir ayrışmadan söz edilmiyor.
Ne ki yazı, ne denli popüler olursa olsun, bir bilim dergisinde sergilenmesi gereken bilimsel titizliğin gereklerini ve mantığı zorlayan bir sıçramayla, sözü insan davranışlarına getirerek, bu alanda cinsiyetler arasındaki davranış farklılıklarının ve cinsiyetlerin ayrı gruplaşma eğiliminin kültürel olduğu kadar, hatta ondan fazla, biyolojik/genetik yapılanışa bağlanabileceği hükmüyle -ve avcı-toplayıcılara dair grotesk bir teşhisle [“Erkekler kadınlardan daha fazla gereksinim duydukları kalorileri yiyecek toplamaya yardım ederek pekâlâ sağlayabilirler. Ama avlanarak kadınlara hava atmak daha çok işlerine geliyor (!) Bu işte iyi olanlar, daha fazla sayıda ‘eş’e, dolayısıyla da daha yüksek statüye sahip oluyorlar” (!!)] sona eriyor. [Bu satırları yazan kişi avcı-toplayıcılarda temel toplumsal örgütleniş biçiminin tek-eşli çekirdek aile ile takım olduğundan, erkek çokeşliliğinin ise ağırlıklı olarak tarımcı (hortikültüralistler dahil) toplumlarda ortaya çıktığı yolundaki antropolojik “kaziye”den habersiz olmalı!]
“Pseudo-bilimsel” bir yazı!
Tartışma hattı bildik; mesaj ise vulger bir tarzda açık: Yakın Doğu, özellikle de İslam toplumlarına atfedilen kültürel bir uygulamanın (“haremlik-selamlık” sistemi) doğada olduğu ve biyolojik-genetik olarak kodlandığı imasıyla ve kimi etholojik bulgulardan hüccet (delil) getirilerek meşrulaştırılması. Ancak sonsuz çeşitlilikte kültürel biçimlemeler alabilen, üstelik de durmaksızın değişen, dönüşen kadın-erkek ilişkilerinin böylesi bir indirgemecilikle, tek kalemde açıklama girişiminin abes olduğu, açık. İnsan toplumlarında kadınlık ve erkeklik, nicedir doğal-biyolojik faktörlere bağlı olarak değil; biyolojik farklılıkların “toplumsal cinsiyet” (gender) denilen toplumsal-kültürel temelde yorumlanmasıyla (ve yeniden-yorumlanmasıyla) biçimlenen roller olarak tanımlanıyor ve böyle ele alınıyor, sosyal bilim literatüründe. Üstelik bu, insanların biyolojik olarak kalıtmadıkları birtakım davranış kalıplarını (örneğin din, ibadet gibi) nasıl olup da geliştirdiklerini anlamaya da olanak sağlayan bir yaklaşım. Öyle ya, yazgımızı biyolojik yapılanışımızla sınırlasaydık, o zaman başka hiçbir türde rastlanmayan -ve herhalde genetik yapılanışımızda da bulunmayan- Tanrı inancını da anlamlandırmamız ve de açıklayabilmemiz olanaksız olurdu; en azından “bilimsel” olarak!
Muhafazakâr çevrelerin yayınladıkları kadın-aile dergilerinde yer alması yadırganmayacak böylesi “pseudo-bilimsel” bir yazının TÜBİTAK yayınında yer alması ise, işin trajik boyutunu oluşturmakta… Ne demeli, demogojinin sınırı yoktur!