Ana Sayfa Antropoloji Başıboş modernite

Başıboş modernite

458
0

Ender Helvacıoğlu

Son 25-30 yıllık süreci (ve devamını) “geri düşüş”, “yeni ortaçağ” gibi tanımlarla açıklamayı -ilk bakışta gerçek gibi görünseler de- doğru bulmuyorum. İçinde bulunduğumuz dönemi, öncekilerden farklı ama yine de bir tür modernite atılımı dönemi olarak tanımlamak daha doğru olabilir. Dünya toplumlarının modernleşmesi, modernitenin küreselleşmesi devam ediyor; ama önceki modernite atılımı dönemlerinden farklı olarak, arkasına büyük güçleri almış büyük anlatılar eşliğinde değil, daha karmaşık ve zikzaklı bir biçimde. Belki bu dönemi “başıboş modernite” diye adlandırabiliriz. Başıboşluk, modernite öncesine dönüldüğü anlamına gelmiyor. İdeal modellere uymayan, çapraşık, daha öngörülemez ve olasılıklı bir modernite aşamasından geçiyoruz.

Modernite tarihinin ilk büyük anlatısı “Avrupa-merkezcilik” veya “Batı-merkezcilik” olarak adlandırılabilir. Burjuva (kapitalist) modernitesinin temel ideolojisidir ve tüm dünya toplumlarına bir “modernite yolu” sunar: Uygarlığın (modernitenin) merkezi ve öncüsü kapitalist Batı Avrupa devletleridir ve diğer toplumlar -gönüllü veya zorla- bu yolu izleyerek modernleşeceklerdir. Bu yolun, göç, fetih, talan ve soykırımlarla (Kuzey ve Güney Amerika); sömürgeleştirme, hatta köleleştirmeyle (Asya ve Afrika); emperyalizm ve paylaşım savaşlarıyla sürdüğü biliniyor. Bu “modernite modeli” 20. yüzyılın başına kadar işlemiş, epey yol almış ama o tarihten itibaren tıkanmış ve giderek “modernleştirme” potansiyelini dahi yitirmeye başlamıştır.

İkinci büyük “modernite anlatısı” ise sosyalizmdir. 19. yüzyılda Avrupa’da burjuvazi ile proletarya arasındaki sınıf mücadelesinin keskinleşmesiyle ortaya çıkmış, ama asıl atılımını 20. yüzyılda başta Asya olmak üzere Afrika ve Latin Amerika toplumlarındaki sosyalizm ve anti-emperyalist mücadele pratikleriyle yapmıştır. Sosyalizm, dünya toplumlarına, burjuva modernitesine alternatif bir “emekçi modernitesi yolu” önermiştir. Bu modeli 19. yüzyıl Avrupa’sında Marx ve Engels “Bütün ülkelerin işçileri birleşiniz” sloganıyla “Avrupa işçi devrimi ve sosyalizm” olarak, 20. yüzyılda Lenin ve Bolşevikler “emperyalizm, proletarya devrimleri ve ulusal kurtuluş mücadeleleri”, Mao ve Çinli komünistler “devletler bağımsızlık, uluslar kurtuluş, halklar devrim istiyor” saptamalarıyla formülleştirmişlerdi. İlkine göre çok daha evrensel nitelik taşıyan bu model, hem eski modernite coğrafyalarında (Avrupa ve Kuzey Amerika) emekçilerin moderniteye kendi inisiyatifleriyle katılımına katkı yapmış, hem de asıl diğer coğrafyalarda halkların modernleşmesinin öncülüğünü yapmıştır. Fakat bu model de 20. yüzyılın sonuna doğru tıkanmaya ve yozlaşmaya başlayarak (nedenleri ayrıca tartışılmalı) geri çekilmiştir.

Bugün modernite tarihinin bu iki “ideal akımı” ya modernleştirici potansiyelini yitirmiş veya geri çekilmiş durumda. Ortada dünya toplumlarının kadim veya yeni çıkmış sorunlarına çözüm öneren yeni bir büyük anlatı ve model de gözükmüyor. Modernite “öncüsüz” ve “başıboş” kalmış durumda, ama halkların “moderniteyi koruma” veya “moderniteye ulaşma” arzuları devam ediyor. Peki, bunu nereden çıkarıyoruz?

Başıboşluğun” en önemli göstergelerinden biri giderek yoğunlaşan göçlerdir. Kendi ülkelerinde yaşamlarını güvenle sürdürme ve geleceklerini kurma umudunu yitirmiş insanlar kitleler halinde göç ediyorlar. Göçlerin yönü, nedenini de ortaya koyuyor. Göçler esas olarak Asya’dan ve Afrika’dan Avrupa’ya ve Kuzey Amerika’ya (bu arada Doğu Avrupa’dan da Batı Avrupa’ya), Orta ve Güney Amerika’dan Kuzey Amerika’ya doğru yaşanıyor. Yani modernite birikiminin zayıf olduğu ülkelerden modernite birikiminin güçlü olduğu ülkelere doğru. İnsanlar kendi ülkelerinde yaratamadıkları moderniteye, moderniteyi tarihsel olarak yaratmış olan ülkelere göç ederek ulaşmaya çalışıyorlar. Bu açıdan, acil nedeni ne olursa olsun (savaştan kaçma, güvenlik, refah vb.) bu göçler, modernite arzusunun dışavurumudur, dolayısıyla bir modernite akımıdır.

Devrimlere “çaresizliğin çaresi” denir. Peki, devrim yapılamadığı veya devrim umudunun kalmadığı zaman çare yok mudur? İnsanlar ölecek midir; karanlığın dipsiz kuyularında yaşamaya mahkûm mu olacaklardır? İşte göçler (aslında tarih boyunca olduğu gibi), “devrimsizliğin çaresi” (çaresizliğin çaresinin çaresizliğinin çaresi) olarak gündeme geliyor. Öyle bir “çare”dir ki bu, insanlar çoluk-çocuklarını terk etmeyi, tıklım tıklım botlarla denize açılmayı, yüksek dağlarda donmayı, çölleri yürüyerek aşmayı, boğulmayı, kurşunlanmayı, katledilmeyi göze alıyorlar. “Devrimsizliğin çaresi” böyle bir şey! “Başıboş modernite” böyle bir şey!