İslam üzerine yazmak benim için bir estetik değer içerir ve bu değer sadece yaşayan İslam’a yöneliktir, henüz hayata uygulanmamış kuramsal bir İslam bu yazının konusu değildir; dolayısıyla “hakiki İslamiyet”, “sahte İslamiyet” ve öteki İslam türleri burada tartışılmayacaktır. Reel İslam her yerde karşılaştığımız İslam’dır ve bu da doğrudan ussal ve duyusal algılayışım kapsamına girmektedir. Reel İslam üzerine düşünmek ve yazmak bir lüksüm değildir, daha çok estetiksel bir yansımadır.
Psikoanalizin kurucusu Freud, genel olarak din olgusunu bir ruhsal hastalık olarak adlandırır, ona göre din evrensel bir nevrozdur, demek oluyor ki dünyada varlığını sürdüren insanların büyük bir kısmı doğrudan hastadır. Ona göre insandaki din gereksiniminin kökeni ana-baba sorunsalında yatmaktadır; her şeye muktedir yüce Tanrı, anne ve baba sevgisinin ve onların koruyucu rolünün süblime edilmesidir. Erginlik çağında anne ve babasında bulamadığı bu muktedir gücü Tanrı’da bulacağını sanan insan, hayvan türleri arasında en zayıf olanıdır; ebeveynlerin yardımına en çok ve en uzun süre gereksinim duyan insandır. Psikolojik açıdan korunmaya ihtiyacı olan çocuk, erginleştiğinde doğa güçlerine karşı çaresiz ve zavallı olduğunu anlayacaktır. Demek ki din, Marx’ın iddia ettiği gibi bir afyon değil, ana göğsüdür, başka bir ifadeyle, din Varlık duygusunun yarattığı çaresizlikten, psikolojik zaaftan kaynaklanmaktadır. Psikoanaliz, saplantının ikinci önemli nedenini yaşan(a)mayan ve bastırılan cinsellikte görür.
Psikoanalize benzer yaklaşımı felsefede de görmekteyiz, özellikle Max Scheler ve varoluşçu Martin Heidegger gibi düşünürler, insanın, doğa güçleri karşısında boşluğa ya da Hiç’e düştüğünü vurgularlar ve bu boşluktan kurtulmanın gerekliliğini dinlerde ve daha sonra ideolojilerde aradığını ifade ederler. Örneğin İbrahim dinine mensup Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam dinleri bu boşluktan kaçış ediminden oluşmuşlardır. Gerçek olgusundan tamamen uzaklaşan İbrahim, kendi çocuğunu Tanrıya kurban olarak sunabilecek kadar psikoza girmiştir. İlkel ve barbar toplumlarda ritüel olarak uygulanan insan kurbanı, İbrahim’in ediminde doruk noktasına ulaşmış ve nitekim Tanrının müdahalesiyle son bulmuştur. İbrahim figürü ilginç bir karaktere sahiptir: Tüm putları tek tek kırarak, kırdığı putların yerine asla kırılmayacak olan tek Tanrı putunu yerleştirmiştir. İbrahim’in tek tutarlı takipçisi İslam’dır, çünkü bu üç tek tanrılı dinler arasında değişmeyen ya da neredeyse hiç değişmeyen din İslam’dır. Batı dünyasında yaşanan Rönesans, Yahudi dinini özellikle de Hıristiyan dinini büyük ölçüde değiştirebilmiştir, İslamiyet’te ise deşiğim cüzi miktardadır. Reel İslam, Mezopotamya’da başlayıp günümüze kadar süregelen medeniyetten payını alamamıştır ve İslam dini içerisinde gelişmeye yönelen bireyler ve topluluklar Ortodoks ya da egemen olan İslam tarafından bastırılmıştır. Örneğin Antik Yunan felsefesini devam ettiren Arap Felsefesi Ortodoks Müslümanların yani günümüz reel İslamiyet’in kökenleri ya da öncüleri sayılabilen İslam güçlerince sona erdirilmiştir.
İslam ülkelerini incelediğimizde klasik psikoanalizin her iki tezinin de tam olarak onaylandığını görürüz. Bunu görmek için bu ülkeleri uzun uzadıya incelemeye gerek bile yoktur, çünkü İslamiyet esas olarak sembollere dayandığı için, sembollerin ardında yatanı görmek çok kolay. Cinselliğin gördüğü topyekûn baskıyı insanın diğer hiçbir doğal dürtüsü görmemiştir ve cinsellik İslam ülkelerinde devasa bir korku filmidir. Bu ülkelerdeki 1968 Kuşağı da cinselliği politik bir ideolojinin egemenliğine almaktan öteye gidememiştir. (1)
Saplantıya dair birkaç örnek sunalım. Bir şarkı ritmik bir bünyedir ve melodik bir birlik sağlar ve bu birlik birçok ölçü ile ifade edilebilir. Ateşin çevresinde edilen dans buna örnektir. Burada sahnelenen estetiksel edim bir ritüel olup armonik bir bütünlüğü sağlayabilendir. Tekrarlayıcı karakterinden dolayı nevroza pek yakın gibi gözükse de, psikolojik bir zaaf içermediğinden ve zora dayalı bir karakter taşımadığından nevrozdan pek uzaktır. Ritüel zaman ve içerik açısından özgür karaktere sahiptir; şu yerde, şu saatte, şu kadar olmak zorunda değildir ve özellikle de “bunu yapmak zorundayım” özelliğine sahip değildir. Şamanın dansında saplantı göremiyorum, Şaman trans yoluyla aşkın ve deneyüstü dünyayı keşfe yönelirken, reel Müslüman, öte dünyada cinsel sefa içeren cennete erişmek için günde beş kez namaz kılar. Her iki durumda da ritüele kutsallık yüklenirken, Şaman Kutsal’da fenomeni anlamayı amaçlar, reel Müslüman ise, kendini Kutsal’a teslim eder ve ona boyun eğer, bu durumda reel Müslüman düşünmez olur, çünkü onun adına düşünen biri vardır artık: Bu düşünen biri Kutsal’ın ta kendisidir. Dolayısıyla namaz zorunlu ve şart olma karakteri taşır, bu da kişiyi psikolojik açıdan hapseder. Tekrarlamak edimi, namazda ritüel olmaktan çıkıp saf monoton ve saplantı karakteri alır. Onlarca ve yüzlerce saplantı Müslüman kişiyi hapseder, bu da bu kişiyi normal gündelik hayattan alıkoyar: Dolayısıyla Müslüman yaratıcı olamaz, değişemez, objektif-bilgi edinemez, içinde yaşadığı çağı algılayamaz, analiz edemez, bilimsel yöntem kullanamaz, mantıksal düşünüp hareket edemez. Bu nedenle de tutucudur, muhafazakârdır, aşırıdır, tek yanlıdır, hor görüşlüdür, mizah zekâsından yoksundur ve başkaları için tehlikelidir. İslam ülkelerinde yaşanan, reel İslam budur.
Başka bir örnek: Estetiksel değerden uzak türban gibi reel İslami örtünmeler, haz ve zevk içermezler. Genel örtünme genel olarak üç karakter içerir: Korunma, ar ve estetik değer (haz, zevk, düşünsel algılama vb.). Bedenini İslami örtünmelerle sergileyen (daha doğrusu sergileyemeyen) Müslüman kadın, istediği an o örtüyü çıkarıp bir kenara koyamaz, bunu yapacak olsa, içinde bulunduğu psikoz sistemini kırar ve bozar. İslami örtünme “bunu yapmak zorundayım” karakteri taşır. Müslüman kadın örtü müptelasıdır, sigara içmekten kurtulamayan kişi gibi. Kızılderili Reis’in, Beyaz Adama sunduğu barış çubuğu sadece kültürel bir ritüel sergilemektedir. Beyaz Adam ise sigara bağımlısı olmuştur. Yalın Varlık karşısında uçuruma düşen Beyaz Adam ve Müslüman, sıcak ve koruyucu ana kucağını yansıtan Tanrıya sarılırlar. Denize düşen balığa sarılır, evet, böyledir, bu balık bir de balina cinsinden ise.
Müslüman ülkeler arasında Türkiye’nin şu ana kadar “ilericiliğini” ve modernliğini bir parça da olsa henüz koruyabilmesinin nedeni Türklerin kendi kökenlerini tam olarak yitirmemiş olmalarından kaynaklanıyor: Şamanist öğeler bu kültürde hâlâ yaşamaktadır. Diğer bir nedeni ise, ‘Atatürk’ adına layık görülen tanrıtanımaz bir Türk’ün İslamiyet’in muhafazakâr karakterini çok iyi kavramış ve bunu engellemeye, yaşatmamaya çalışmış olmasıdır. Atatürk, psikoanaliz ve felsefeden uzak da olsa, modern bir toplumun sosyolojik ve politik temellerini analiz edebilmiştir. İçinde yaşadığımız post-modern değerler-dünyasında ise klasik psikoanaliz ve genel felsefi değerler, aydınlanma (vb.) içselleştirilip yaşandıktan sonra geriye değerlerin yokluğu kalmıştır; bir açıdan yüzeysel bir Nietzschecilik hâkim olup sefa sürmektedir; bu sefa yüzeyselliğinden ötürü yokluk sefaletini de beraberinde getirmiştir. Aslında Nietzsche’nin, önceli Max Stirner’den devraldığı öğretiyi bir Showmaster karakteriyle sunması, post-modern yaşantının şu anki durumunu anlaşılır kılıyor. Freud’ün nevroz ve psikoz üzerine analizleri ve Nietzsche’nin Hıristiyanlıkla boğuşmaları bana Stirner’i anımsatır, Stirner saplantıyla ilgili şöyle der:
“Sen kaçıksın be insan! Kafasında büyük şeyler ve tanrılar dünyası kuran ve kurduklarına da inanan Sen, hayaletler ülkesi kurup kendini onlara karşı vazifelendiriyorsun, oysa o, Sana el sallayan bir idealdir. Senin saplantın var! Şaka yaptığımı ya da mecazili konuştuğumu sanma, yüksekliklere tutunanları, insanların büyük çoğunluğunu, neredeyse dünyadaki tüm insanları gerçek deliler olarak görüyorum, tımarhanelik deliler. ‘Saplantı’ diye neye derler? İnsanları egemenliğine almış bir düşünceye. […] Örneğin, birçok gazetelerimizde işlenen töre, yasa, Hıristiyanlık ve benzeri aptal ve boş laflar, saplantı ve kaçıkların zevzekliği değil mi? Ve içinde gezindikleri tımarhanenin çok büyük olmasındandır ki, özgürce dolaştıkları sanılmaktadır. Böyle bir kaçığın saplantısına dokunun da görün, Sizi arkadan vuracak kadar sinsi ve haindir.” (2)
Şimdi, saplantının nedenlerini incelerken, Batı’nın düştüğü tuzağı iyi kavramak gerekiyor. Bu nedenle de psikoanalizi ve felsefeyi şaman unsurlarla bir arada tartışmak gerekiyor, çünkü Reel İslam’da gördüğümüz İslamiyet saplantısı, ritüel-nevroz sorunsalını çıkmaza sürüklüyor. Atatürk, Batı’dan bazı değerler ödünç alırken, Batı’nın tuzağına düşmemeye özen gösteriyordu; ardıllarıysa, saplantılarını yaşayan reel Müslümanlara benzer bir tarzda ama ters yönde, aydınlanmayı içselleştirmeden, sadece bir özenti-saplantısı olarak sahneye sürdüler. Diğer taraftan İslam kesimleri, saplantılı düşünüş ve davranışlarını sürdürmeye devam ettiler. İşte bu durumda Türkiye kendini çıkmaz sokağa taşıdı. Bugün Türkiye, Reel İslamiyet’ten arınacak olsa, Batı’nın post-modern tuzağına düşmeye hazır durumdadır – bir müpteladan başka bir müptelaya düşmeye uygundur.
DİPNOTLAR
1) Türkiye’de sol, bilinçli süblime sürecini bile gerçekleştirememiştir, süblime edebilseydi yaratıcı bir yaşam tarzı sunabilecek duruma gelebilirdi belki, ama bunun yerine İslam’a alternatif olarak seçtiği Sosyalizm-dini adına cinsel enerjiyi bastırmıştır. Batı dünyası, alt-bilinci sahneye taşırken (Çiçek kuşağı, Rock, Dadaizm, sürrealizm vb.), İslam ülkelerinde kendilerine “ilerici”, “modern” “(d)evrimci” diyen birey ve topluluklar, bağlı oldukları ideolojileri birer tek tanrılı dine dönüştürmüşlerdir. O yıllardaki en radikal, en ilerici TR Cumhuriyeti solcusu, yine o yıllardaki en gerici ve en tutucu bir Alman Hıristiyan’dan çok daha tutucu ve çok daha muhafazakâr olduğunu kanıtlamıştır. Sol’un tüm politik sembolleri bastırılan cinselliğe işaret eder. Sol, Milli Güvenlik Konseyi ile aynı düzeyde olup Atatürk’ün tanrıtanımazlığını göremeyecek kadar da Müslüman’dır.
2) Max Stirner: Der Einzige und sein Eigentum (Biricik ve Mülkiyeti). Reclam, Stuttgart 1981, s. 46. Çeviri: HİT.