Ana Sayfa Dergi Sayıları 87. Sayı Felsefenin ve bilimin karşında sanatın yeri ve anlamı

Felsefenin ve bilimin karşında sanatın yeri ve anlamı

3731
0

Bilim ve felsefe zorunlu olarak nesnele yönelirken sanat hem nesnele hem öznele yönelir. Buna göre bilimin işi doğru’yladır, felsefe hem doğru’yla hem iyi’yle ilgilenir, sanat doğru’yu ve iyi’yi dışlamayacak biçimde güzel’e yönelir. Buradaki güzel plastik güzel olmaktan çok anlamlı olandır. Kültürün üç alanı, felsefe, bilim ve sanat insanın kendini aradığı ve kendi için yani büyük insanlık için gelişim olanakları yarattığı üç kardeş alandır. Onlar yaşamı hem aydınlatır hem dönüştürürler.

Estetiğin kapısından girdiğimizde kaygan bir alana girmiş oluruz. Bu alanda hiçbir sorun bilim adamının öngördüğü ölçüde kesinlikli değildir. İnsan sallantılı ortamdan tedirgin olur, ayağını yere sağlam basmak ister. Gerçekte yaşamın kendisi de o kadar güvenli değildir. Her köşe başında beklenmedik durumlar bekler bizi. Buna kendilerini alıştıramayanlar yaşamakta zorluk çekerler. İnsanoğlu hiç değilse bilimde bu kesinliği bulmaya çalışıyor, en azından karmaşık durumlardan belirginlikler düzeyine geçmek istiyor. Bilimin alanında bile hiç beklemediğimiz koşullarla karşılaşabiliyoruz. Sonra her şey değişebiliyor. Kepler gezegenleri meleklerin çektiğine inanıyordu. Hani nerede şimdi o güzel melekler? Estetiğin alanı iyice kaygandır. Bilimin alanından çıkıp estetiğin alanına girenler ayaklarının altından toprak kayıyormuş duygusuna kapılabilirler. Kaldı ki estetik Baumgarten’den beri olmasa da Lessing’den beri bilim olduğunu söylüyor ve buna güveniyor. Belki de bizler tepeden tırnağa kaygan bir dünyada yaşamakta olduğumuzu benimsemek durumundayız.

 

Yaşamdaki çeşitlilik ve kesinlik arayışı

Enine boyuna düşünmek alışkanlığında olmayanlar bu kayganlığın bilincine ya da sezgisine ulaşmakta eksik kalabilirler. Doğrular çoğumuza sarsılmaz görünür. Doğrular mutlak bir biçimde kalıcı mı? Elbette değil. Değişmez gibi duran doğrular yerlerini yeni doğrulara bırakırken bu yeni doğrular için dayanak ya da çıkış noktası oluştururlar. Bilinmeyen ya da iyi bilinmeyen şeyin bilinen ya da azçok bilinen şeyden daha kaygı verici olduğunu hepimiz biliyoruz. Bilgi bizim tedirginliklerimizi hafifletiyor, yaşam karşısında biraz daha rahat olmamızı sağlıyor. Elbette insan sonuna kadar rahat olamaz: geleceği olan, daha doğrusu her an bilinemez bir geleceğe doğru yürümek zorunda olan insan nasıl rahat olabilir? Sizi neyi nerede beklediğini bilemiyorsunuz. Sonunda doğrular da başka doğrulara dönüşecektir.

Kesinlik her zaman iyidir. Apaçıklık bir yanıyla bize garip de görünse bir yanıyla her zaman güven verir. Ancak yaşam karmaşıktır, çeşitliliklerle doludur, çeşitlilikler çelişkilerle önümüze serilir. Bilinç yaşamı yalınlaştırarak kavrar, soyutlamalar bunun için önemlidir. Sokağı döndüğünüzde yeni bir görünümle karşılaşırsınız: yaşamın bir saniyesi öbür saniyesine benzemez, bir yüzü öbür yüzüne uymaz. Yalnız gördüğümüz kadarı bizimdir diye düşünsek de bu doğru değildir. Yaşamda birbirini kovalayan renk renk an’lar vardır, yaşamın çeşit çeşit yüzleri vardır.  Kesinlikler bilincin öngörüleriyle, çok özel yöntemlerle bu karmaşık yapının içinden süzülmüşlerdir, görünmez bir yerlerden bulunup getirilmiş gibidirler. Bilim bir yanıyla bir görme ve saptama alanıysa bir yanıyla da bir kurgulama alanıdır. Doğruları görebilmenin temel koşulu düş görebilmektir. İç’le dış’ın birbirine pas atmadığı yerde bilim yeşermez.  Sağı solu öylesine gözleye gözleye mi bilime ulaşacağız? Dünyayı donanımlı bir gözle gözlemlemek verimlidir ancak. Bilim için böyle olduğu gibi felsefe için de hatta sanat için de böyledir bu.

 

Yöntem gereksinimi

Doğayı görüyorum ama doğa yasalarını göremiyorum. Doğa vardır ama doğa yasası yoktur, doğa yasası bir buluştur, buna göre doğa yasası bir durumun ya da bir ilişkinin soyutlamayla elde edilmiş varolma koşuludur. Öyleyse doğa yasası vardır. İnsan zihni benzerleri saptayarak yani değişmezi ya da değişmez gibi duranı gözleyerek doğa yasasına ulaşır. Doğayı anlamadan doğada kalmak da bir yaşam biçimidir. Çoğumuz bizi tarihin oluşturduğunu bilmeyiz. İnsanoğlu tarih bilincine ulaşmış olmadan da tarihin içinde olabilir. İnsan tarihte olduğunu bilmese de doğada olduğunu bilir. İnsan doğası doğadadır, onun bir parçasıdır. Madde dünyası karmaşıksa insan dünyası da karmaşıktır. Bilinç dünyayı yalınlaştırarak kendine alıyor olsa da madde dünyası kadar karmaşık bir yapı ortaya koyar. İnsan ruhu maddenin incelmiş bir biçimidir diye düşünüyordu Epikuros. Epikuros’dan ayrı olarak maddenin bir türevi de diyebiliriz ona. Ruh maddede ve madde ruhtadır. Yapıları çözmeye çalıştığımızda bir sonsuzda yitip gittiğimizi sezeriz. Gene de bilim vardır ve olmalıdır. Her olguyu bir bir çözmek, yaşamı liflerine ayırmak, yaşamın bileşenlerini ayrı ayrı göstermek bizim için bir zorunluluktur. Bütün gizleri çözme serüvenine gelince onu şimdilik bir yana bırakmak doğru olur.

İnsan gerçeğini gelişigüzel yönelimlerle ayrıştırmaya kalkmak gözleri bağlı kuş avlamaya benzer. Belirtileri yakalamak ve onların arkasındaki gerçekliği görmek için belli bir yönelim biçimini benimsemiş olmamız gerekir, tek bir yönelim için de olsa bir yordam bulmuş olmamız gerekir. Yöntem kaygısı burada kendini gösteriyor. Yöntem zorunludur. Bu yalnız bilimde değil, sanatta da bir gereksinimdir, sanatçı açısından olduğu kadar izleyici açısından da bir gereksinimdir. Elbet felsefe açısından da bir gereksinimdir. Yöntemsizlik ilkelliktir. Bir estetik nesneyi gelişigüzel gözleyen bir izleyici hiçbir şey göremez ya da ilgisiz bir şeyler görebilir. Ancak sanatın bilimdeki gibi çok belirgin bir yöntem anlayışına uygun düşeceğini söyleyebilmek kolay değildir. Sanatta yöntemli bakışı sağlayan daha çok donanımdır, belki de sanatın ya da sanatların bilgisidir. Yoksa aratma mutlak bir özgürlük içinde gerçekleşir. En azından mutlak bir özgürlük duygusu içinde gerçekleşir. Bizi özgür kılan şey bilincimizin yetkinlik koşullarıdır. Yaratıcının kendini özgür duymadığı yerde yaratıcı edim sakatlanır.

 

Yaşamdaki belirtileri anlamak

Yaşamda sayısız belirtiler vardır. Nasıl bilim adamı doğada yasaya yükselmek için bir takım belirtileri okumaya çalışıyorsa sanatçı da anlamlara ulaşabilmek için öncelikle kendinde ve dünyada bir takım belirtileri okumaya yönelecektir. Yaşam bir anlamlar dizgesidir, karmaşık da olsa. Bilim adamı kendiyle ilişkisi olmayan bir şeyi arar, sanatçının aradığı ve bulduğu şey biraz kendi dışındaysa biraz da kendiyle ilgilidir. Ağlayan bir çocuğun yüzündeki anlam bizi mutlak bir ortak kavrayışa götürmese de hepimiz için geçerli bir ortak zemin oluşturuverir. İnsanlık en büyük buluşmayı sanatta gerçekleştirir. Onda yalnız dostlarımızla değil karşıt olduğumuz insanlarla da buluşuruz. Sanatta her zaman gönül işe karışır. Gene de ortak belirtiler vardır: bir kaşını kaldırmış olan adamın düşünmekte olduğunu düşünürüz. Bir kaşı yukarıda dolaşan pekçok kişinin düşünmekle bir ilişkisi olmadığını bile bile. Bir kaşını kaldırmış öylece duran bir adamın korkuyu yaşadığını söyleyemeyiz: korkunun tepkisi daha başkadır. Ama her şeyi doğru okuduğumuz konusunda her zaman kuşkularımız olacaktır. Ayrıca her şeyi doğru okumak zorunda değiliz ve her şeyi doğru okumak diye bir zorunluluk yoktur.

Bazı belirtiler kesinlikli olmadıkları için yanlış da okunabilirler: yaşam yanlış anlamalarla doludur. Gündelik yaşamda yanlış anlamalar, aşkta yanlış anlamalar, sanatta bir yapıtın izini sürerken yanlış anlamalar… Aşkın açmaza düştüğü yer burasıdır, izleyicinin yapıt karşısındaki dalgalı durumu buradan gelir. Keşke sanatçı yapıtında her şeyi çok açık anlatmış olsaydı ve keşke sevgilide bilinmezliklerle dolu bir yan bulunmasaydı. Ne yazık ki “keşke”nin ders çıkarmak adına bile bir anlamı olmadığı kesindir. Kimileri her şeyi doğru okuduğunu sanır. Onları düşünmeden düşünenler olarak ayrı koymak gerekir. Bir çırpıda anlayıp çıkmak çok zaman anlamamaktır ya da eksik anlamaktır. Çünkü yaşam engebelidir, zorunlu olarak sorunludur, üstelik insan onu yalınlaştıracağı yerde karmaşıklaştırmıştır. Bu noktada felsefeden bir şeyler ummak zorundayız. Felsefe olabildiğince genele ulaşmaya, bütüne bakmaya çalışır, bölmeden parçalamadan görmeye özen gösterir, böylece karmaşığı yalına indirgemeye çalışır, karmaşığı yalında anlamaya ve anlatmaya çalışır, ancak onun bu çabası yaşamdaki karmaşıklığı artırmaz da gidermez de. Yapsa yapsa uzun erimde dolaylı olarak ve bir ölçüde yapabilir bunu.

 

Görme sorunu ve felsefenin önemi

Ancak sanatta yaşamı doğru görmenin tek yolu onu olduğu gibi görmek değil de özel bir gözle görmektir. Bunun için de özel bir göz olabilmeyi başarmak gerekir. Kendi olarak bakmayı bilen göz de diyebiliriz buna. Her bakanı bir gören diye nitelemek doğru olmaz. İnsan çok yerde bakar kör’dür. Gördüğünü söyler ama görmez. Göz görmeye alışık olmadığı zaman hiçbir şeyi doğru dürüst göremez. Ne olursa olsun felsefeye gereksinimimiz vardır bu yüzden: bize doğru görmenin yollarını öğretse öğretse o öğretecektir. Bilimdeki, felsefedeki, sanattaki temel çaba doğru görebilme çabasıdır. Düzmece bilim adamları görür gibi yaparlar. İğreti filozoflar da çok şey gördüklerini sanırlar. Yetersiz sanatçılar boş düşlerini görü diye değerlendirirler. Doğuştan yetenekli olduğuna inanan safdiller özellikle pek sevimlidirler: kendi yaratıcı güçleri dışında bir güç tanımazlar ve kendilerini keskin bir görü’yle donatmayı düşünmezler. Onların bu inançları sanat çabasında gün gelip düş kırıklığına uğrayacakları noktaya kadar sürer. Belki düş kırıklığına uğrayabilmek bile bir şeydir. Sanatın zavallılaştığı ve sanatçının gülünçleştiği yer işte burasıdır. Kendini bilmek dediğimiz şey en çok gerçek kültür adamlarının sorunudur.

Yaşamı çıplak gözle doğru dürüst kavrayamadığımıza göre bileştiren ve ayrıştıran düşünceye ya da felsefeye gereksinimimiz vardır. Yaşam en genel özellikleriyle, bu arada bütün karmaşasıyla sanatta billurlaşır, sanatta aydınlanır. Sanatçı karmaşayı yapıtına taşımaz, onu belki bir karmaşık yapı olarak sanatında yansıtır. Karmaşayı sanatına taşımaya kalkarsa yarı yolda kalır. İç içe girmiş sayısız ögeleri iyi kavrayamadığımız için yalını seçmişizdir, sanatçı da bizi bu yalına ulaştırdığı ölçüde sanatçıdır. İnsan karmaşığı yalına çevirmekle yükümlü gibidir, bilincin başlıca yükümlülüğü budur. Bilim adamı ve felsefe adamı bir göz’se sanatçı daha da bir göz’dür. Yüzden görmek kolaydır, insanlar genelde her şeyi yüzden görürler. Derine inmek için, bir şeyin içini ve hatta arkasını görmek için felsefe gereklidir. Yaşam sanatta felsefesiyle vardır: bu felsefe doğrudan sanatçının bilincinde görünür. Sanatçı gerçekliği bu yetkinliğiyle görmüş, bu derinliğiyle yapıtına aktarmıştır. Yaşamı kavramak için felsefenin oluşturduğu yalın düşünselliğe gereksinimimiz vardır. Felsefi düşünceye olan bu gereksinim herkes için olduğu gibi sanatçı için de sözkonusudur. Önemli olan bir şeyi doğru kavramaktır. Felsefede yaşam neyse sanatta da yaşam odur, sanatta özel anlatımlara götürülmüş de olsa yaşam aynı yaşamdır, sanattaki yaşam bilinmez bir yerlerden getirilmiş değildir.

Kısacası her şey bizden kavradığını doğru kavrayabilen yalın bir bakış bekler, bu yalın bakış da felsefenin sağlayacağı bir yetkinliktir. Sorun doğrudan doğruya düşünmeyi bilmekle ve bilmemekle ilgilidir. Bu noktada düşünenlerle düşündüğünü sananlar arasında bir ayrım olması gerektiği kesindir. Öküz de kuş da kedi de ben de aynı ağaca bakıyoruz: dördümüzün aynı ağacı gördüğümüzü kim söyleyebilir? Her şeyden önce türün özel koşulları belirleyicidir. İki öküzün aynı ağacı aynı biçim altında görmesi akla yatkındır. Kaba algı pek bir şey söylemez. Göz olmak bilinçli bir varlık olan insanın konusudur. Görmek için insan olmak da yetmez, düzenlenmiş bir gözümüz yoksa bakışımız herhangi bir nesneye çarptığında düşer kırılır ya da o nesneye yapışır kalır. Gerçekte gören bilinçtir, göz bilincin görebildiğini görür. Sanatta görmek dediğimiz şey düzenlenmiş algı’yla gerçekleşir. Gündelik yaşamda bile bir şeyleri görebilmek için azçok düzenlenmiş bir göz ya da hiç değilse alışık bir göz gerekir. Düzenlenmiş algı dediğimiz şey öncelikle görmek istediklerimizle, görme istemimizle ilgilidir. Görmek durumunda kaldığımızda gerçekleşen algı kendiliğinden algıdır. İnsanlar çok zaman nesnelerin dış yüzlerini görmekle yetinirler. Pekçok insan özel bir gözle görme ya da derin bakma işini başkalarına bırakmıştır. İşte bu yüzden bilimin alanına girerken de sanatın alanına girerken de felsefe açısından donanımlı olmak gerekir, felsefenin oluşturduğu ayrıştırıcı ve bileştirici bakışa ulaşmış olmak gerekir. Sanatta görü de kazanılır ama daha çok ustalık kazanılır. Yetkin düzeyde görme gücünü besleyen felsefe olacaktır.

 

Bütünleyici bakışa doğru…

Eskiden tüm üst düzey düşünceler, bu düşüncelerin yöneldiği sorunlar, bu sorunların çözüm önerileri felsefenin alanını oluşturuyordu, bir başka deyişle insan hangi biçimde düşünüyor olursa olsun gerçek anlamda düşünmek felsefede gerçekleşiyordu. Felsefenin dışında düşünmek sıradan sorunların, uygulamayla ilgili basit sorunların alanına yönelmek demekti. Felsefe tüm temel sorunlardan sorumluydu. İster doğayla ilgili bir sorunu ister insanla ilgili bir sorunu ister doğaüstüyle ilgili bir sorunu irdeliyor olalım yaptığımız şey felsefeydi. Kuramla eylemin ya da uygulamanın birbirinden son derece ayrı durduğu, kuramın deneyden ve deneyin kuramdan kaçtığı, kuramın deneye yukardan baktığı, deneyin kuramdan sanki utandığı zamanlardı. Elbette hiçbirimiz o geçmiş zamanları hafife alamayız, öte yandan geçmişle aramızdaki ayrılığı, dönüşümlerle gelmiş olan ayrılığı görmek de bizim sorumluluğumuza girer. Tarih açısından bakmayan her baktığı şeyde kendini görür yani yanlış görür. Tarihe yerleşmeden hiçbir şeyi çözemeyiz. O zaman sanatı yapan kişilerle sanatı düşünen kişiler apayrı dünyaların insanlarıydılar. Estetik üzerine görüşler geliştiren filozofun sanattan ne kadar anladığı da tartışma götürürdü. Elbet bugün de sanatı yapanla sanatı izleyen, sanatı yapanla sanattan estetiğe yükselme çabası içinde olan insan aynı insan değildir. Bugün estetiğin alanında üçlü bir ilişki vardır: sanatçı yaratmakla, izleyici izlemekle, estetikçi kurama yükselmekle yükümlüdür. Bu ilişki sıkı bir ilişkidir. Bunların üçü de öncelikle ve doğrudan doğruya sanatla içli dışlıdırlar ya da öyle olmaları gerekir. Uygulama ya da deney çıkış noktasıdır, kuram bundan sonra başlar. Kant gibi biz de deney yoksa bilgi de yok diyebiliriz. Öte yandan kuram yoksa sağlıklı uygulama ya da sağlıklı deney de yoktur. Sanatçı kendini gelişigüzele adadığı yerde sıradan bir teknisyen durumuna düşer. Onun sanatından dünyaya çok şey yansımayacaktır.

Ancak uzun süreçlerden sonra düşünmenin uygulamadan ve uygulamanın düşünmeden iyiden iyiye ayrı olmadığı zamanlara gelindi. Bilimin gücü ya da genel olarak bilgi’nin gücü burada kendini göstermiştir. Düşünmeye ister dış dünyadan kendimize bakarak başlayalım ister kendimizden dış dünyaya bakarak başlayalım, bundan böyle dünyayla bizim ortak ürünümüz olan bütünsel bir bilgiye ulaşacağız. Dünyayı insandan ve insanı dünyadan ayırmama tutarlılığını Gaston Bachelard’dan çok önce Francis Bacon’la yaşadık. Yeniçağ’ın başlarına geldiğimizde salt ülkücülükle salt gerçekçiliğin bir anlamı kalmamıştı. Felsefi düzlemde düşünen insan için yandaşlık bitti bitiyor derken düşünce öznelci bulanıklığın batağına saplandı. Bilimler güç koşullarda elde ettiler bilim olma haklarını. İyi ki bilimin öznele sığınıp kalma kolaylığı yok. Öznele sığınıp kalma kolaylığı yok ama uygulamaya sığınıp kalma kolaylığı var. Felsefede öznelcilik bilimsele olan, ussala olan, olumluya olan düşmanlığı körüklerken bilimler uygulamanın bodrumuna indiler. Doğasını yitiren felsefe gizemcilik yalanını söyleme yükümlülüğünü üstüne aldı. Dünyayı ince ince gözlemlemeden felsefe yapmanın da bilimle uğraşmanın da olasılığı yoktu. Öznele sığınmakla inancı, uygulamaya sığınmakla günü kurtarabilirdik. Nitekim öyle oldu. Gene de sağlıklı bakmayı bilenler bütünleyici bakıştan ayrılmadılar. Bakışını doğaüstünden alıp gözlerini doğaya ya da daha doğrusu dünyaya, bir başka deyişle doğadaki insana çevirmiş olan sanat da sağlıklı bilim ve sağlıklı felsefe gibi yaptı, bütünleyici bir bakışa ulaştı. Sanatın zanaatçılıktan geçerek düşünselliğe ulaşması diye de yorumlanabilir bu.

 

Felsefe-estetik-sanat ilişkisi

Kuram uygulamaya ve uygulama da kurama her zaman denk düşmüyor olabilir. Sanatçıdan yapabileceğinin daha çoğunu beklemek ona haksızlık etmek de olsa onun uygulama kadar kurama ve kuram kadar uygulamaya ağırlık vermesini bekliyoruz. İyi bir sanatçı gerçekte gizli ya da açık bir estetikçidir. Bu bekleyişimiz her zaman yaşamda karşılığını bulan bir bekleyiş değildir. Sanatçının çok zaman kurama yan çizdiğini görüyoruz. Çünkü sanatçı çok zaman kendi üzerine, ustalıkları üzerine, yetenekleri üzerine, kendinden öncekiler üzerine, en önemlisi de en genel çerçevede insan üzerine düşünmek yatkınlığına ulaşmış olamıyor. Sanatçı çok zaman kendine güvenini abartıyor, gücünü kendinden ya da bir yerlerden getirdiğine inanıyor, doğuştan özel yetenekleri olan biri olduğuna inanıyor ve deyim yerindeyse bunun ağır vergisini de ödüyor. Özgüveni olmayan sanatçı elbette eksikli insandır ama insan kendine güvenirken ölçüyü kaçırmamalıdır. Kuşkuculuk nasıl bilimin ve felsefenin çağdaş çerçevede temel sorunlarından biri olduysa sanatçının da en azından bir şeylerden kuşkulanmak zorunda olduğunu bilmesi önemlidir. Şu özlemi içimizden atamayız: keşke sanatçı aynı zamanda estetikçi olsaydı. Örnekleri yok mu? Elbette var. Bu örnekler bize her zaman olmasa da çok zaman iyi bir sanatın güçlü bir düşünsellik üzerine temellendirilebildiğini gösteriyor.

Eskiden estetik felsefenin içindeydi, bugün estetiğe giden yol felsefenin içinden geçiyor ama orada kalmıyor. Gerçekte bütün bilgi alanlarına giden yol felsefenin içinden geçiyor. Düşünce dünyamızı sağlam bir temele oturtmadan doğru düşünebilir miyiz? Başka bilgi alanları için de estetik için de felsefe gerekli koşuldur ama yeterli koşul değildir. Estetikçi filozof değil artık, felsefenin yöntemleriyle düşündüğü zamanlarda estetikten kopup bir tür sanat felsefesi yaptığını biliyor. Eskiden estetikle sanat felsefesi aynı şeydi. Eskiden öyleydi ama bugün öyle değildir. Öyle olsaydı estetik bilim olmak hevesine kapılıp felsefeden ayrılmazdı. Felsefe gerekli koşuldur, eskiden yeterli koşuldu. Her şeyi felsefede başlatıp bitirmek de buna karşılık felsefenin pek gerekli olmadığı gibi bir duyguya kapılmak da bizi yanlışlara düşürür. Nitekim estetiğin verimi son zamanlarda artmış, estetik bilim olma çabasıyla sanatın en büyük yardımcısı durumuna gelmiş, buna bağlı olarak sanatın sorunları çeşitlenmeye ve incelmeye başlamıştır. Bu verim estetikçiler felsefeden tümüyle koptukları noktada azalacaktır. Herkes gibi sanatçının ve estetikçinin de felsefeye gereksinimi vardır. Bugün birileri estetiği felsefeden ve özellikle sanat felsefesinden ayrı düşünemiyorsa, sanat ruhbilimini estetikle bir tutuyorsa bir şeylerin tümüyle dışında yaşıyor demektir. İnsan gerçeğiyle içli dışlı olan insanların birbirini tümleyen bu üç alanı, felsefeyi, bilimi ve sanatı doğru tanımlaması gerekiyor. Bir şeyleri yerli yerinde görebilmek için, bu arada sanat yapıtlarını etkin bir biçimde kavrayabilmek için felsefe denen yükü çekmemiz yüzde yüz gerekiyor mu? Bu korkunç bir yük olmalı. Sanat yapmanın ve sanata ulaşmanın daha kolay, daha basit, daha az yorucu bazı yolları yok mudur? Sanat dediğimiz etkinlik Tarihöncesi’nden bu yana anlaşılmak için sanki felsefeye mi gereksinim duydu? Eskiden de mi böyleydi? Tembelliklerimiz bize bu sözleri çok kolay söyletebilir. Eski sanat bir insan araştırması olmaktan çok tanrısallık yolunda bir adanmaydı, dinsel-toplumsal bir gereklilikti. En eski toplumlarda üst güçler karşısındaki korkularımızı dengeleyecek bir yakarma biçimiydi. Artık gerçek anlamda sanat yapmak da gerçek anlamda sanat izleyicisi olmak da eskisi kadar kolay değil. Bugün sanat üreticiliği ve sanat izleyiciliği dolgun bilinçliliği gerektirirken bilinçler arasında yoğun bir alışverişi de gerektiriyor. Sanat izleyicisine de bugün rahatça sanat üreticisi gözüyle bakabiliriz ve bu hiç de yanlış olmaz. İzleyici sanatsal üretime etkin olarak katılıyor.

 

Felsefe bizi insanlığa bağlar

Felsefenin alanını kolay girilemez bilgilerin alanı sayanlar az değildir. Felsefe adamına kuşkuyla bakılır. Felsefeyle ilgilenenler belki de zihin sağlığı yerinde olmayan insanlardır. Onlardan belki bazıları olağanüstü yeteneklerle donanmıştır, belki bazıları üst dünyadan işaretler alabilecek kadar yetkindir. Böyle düşünenler az değildir. Felsefe zor mudur? Bilmediğimiz her şey bize zor görünür. Felsefe de bilinmezlerin alanı olarak gözümüzü korkutuyor. Atom fiziği benim için zordur, çünkü onunla ilgili hiçbir şey bilmiyorum. Atom fiziği herkesin değil yalnızca onunla ilgilenen kişilerin konusudur. Felsefe için aynı şeyi söyleyemeyiz. Felsefe insanla ilgili en genel araştırma olmakla hepimizi ilgilendirir. Evet, felsefe kavramsal çerçevede bir insan araştırmasıdır. Felsefe demek insanın bilgisi demektir. Felsefe yapmak insanı düşünmektir. Felsefe yapmak insanı gelişigüzel bir biçimde değil yöntemli bir biçimde düşünmektir. Bu yüzden felsefe dediğimizde dizgesel düşünce gelir aklımıza. Dizgenin dışında felsefi düşünce kafa karıştırıcı bir söz yığınından başka bir şey değildir. Felsefenin kapısından girdiğimiz anda evrensel insanın zenginlikleriyle yüzyüze geliriz. Felsefenin zorluğunu onu zorlaştıranlardan sormalıyız. Evet, öznelliğin sinsi koridorlarında dolaşarak felsefeyi gerçekten yok yere zorlaştıranların varlığını da yadsıyamayız.

İnsanlar genelde felsefeden korkuyorlar çünkü düşünmekten korkuyorlar. Düşünmek çoklarının gözünde eziyetli bir iştir. Hepimiz düşünmüyor muyuz? Düşünmek gündelik yaşam koşulları çerçevesinde hiç de zor değildir. Çarşıya çıkmadan önce arkadaşıma telefon etmem gerektiğini düşünmem bana büyük bir zorluk yüklemez. Ancak yerde ve zamanda geniş çerçeveli bir düşünce serüvenine girmek düşünmeye alışmamış bilinçlere zor gelir. İşin çok önemli bir yanı gözden kaçırılıyor: düşünmekten korkan insanın yaşamı her türlü tehlikeye açıktır, düşünmeyen insan başkalarının kullanabileceği insandır. Bu bireyler için böyle olduğu gibi toplumlar için de böyledir. Sürekli gelişen bir dünyada gelişime ayak uydurabilmenin temel koşulu düşünmeyi bilmektir. Düşünmek gelişmenin temel koşuludur. Buna göre düşünmek insani ya da evrensel bir yükümlülüktür. İnsanlığın her sorunundan ve özellikle gelişiminden yalnızca bazı kişiler değil bütün insanlar bilinç koşulları çerçevesinde sorumludurlar. İnsan için sorumluluk erkenden başlar ve ölüme kadar sürer.

Böylece felsefe bizi insanlığa bağlar: felsefede tek insan evrensel insana ulaşır. Felsefede dünüyle, bugünüyle, yarınıyla bütün bir insanlık vardır. Bir yerin ya da bir zamanın insanı değil her şeyiyle bütün bir insanlık vardır. Karl Jaspers şöyle der: “Felsefe yapmak evrensel bir iletişim sağlamak için çalışmaktır.” Felsefede ikili bir çaba içindeyimdir: insanlığa katılmak için düşünüyorum ve aynı zamanda insan olmak için düşünüyorum. Benim işim bir yandan kendimi geliştirmek bir yandan da insanlığın gelişimine katkıda bulunmaktır. Bu durumda öncesel soru şu olabilir: nasıl bir insan olmalıyım? Stoa’nın imparator filozofu Marcus Aurelius bunu şöyle açıklar: “Kendinin efendisi olmak, kendini başka şeyin sürüklemesine bırakmamak, her koşulda hastalıklarda bile sevinçle davranmak, kişiliğinde yumuşaklığı ve ciddiliği mutlu bir biçimde bütünleştirmek.” Bu da bizi felsefenin içinde özel bir alana, ahlakın alanına çıkarır. Ahlak sorunlarından ayrı bir felsefe düşünmek olası değildir. Gerçekte felsefe başlıbaşına ahlaktır. Onda bütün doğru’lar iyi’yle ilişkileri içinde bir anlam kazanırlar. Bir başka deyişle iyi olmayan, iyi olmak zorunda olmayan bir doğru yoktur. Bunun başka bir açıklaması şudur: insanlık için yararlı olmayan şey doğru değildir. Çünkü yaşam insan içindir, yaşamı açıklamakla yükümlü olan felsefe de tümüyle insan içindir. Temelde bilgi sorunları her zaman bağımsız sorunlar gibi duracaktır ama ahlak sorunları dışında bilgi sorunları insanı açıklamaya yetmeyecektir.

 

Sanat ve sezgisel düşünce

Sanatla felsefe arasında bir yöntem ayrımı sözkonusudur. Gidimli düşünce felsefenin işidir, bu tür düşüncenin sanatla dolaylı ilgisi olsa da doğrudan ilgisi yoktur. Sanat yapmak daha çok sezgisel çerçevede düşünmektir. Sezgisel düşünce sanat için tek düşünce biçimi olmasa da sanat sözkonusu olduğunda biz en çok sezginin geniş çerçeveli ve bütünleyici gücüne başvururuz. Bu durum gerektiğinde ayrıştırıcı bakmamızı engellemez. Sezgisel düşünce bilinçsel yaşamın kendiliğinden bir işlevi değildir, sezgisel kavrayışın altında geniş bir bilgi birikiminin olması gerekir. Sezmek için bilmek gerekir. Güçlü bir bilgi birikiminden beslenmeyen sezgilerle sanat yolunda ilerlemek olacak iş değildir. Sezgisel düşüncenin dili değişik bir dildir. Sanatın sezgisel dilinde terimler nesnel içeriklerinden daha başka anlamlar yüklenirler. Bir başka deyişle sanatta kavram içeriklerine özel anlamlar yükleriz. Sezginin dili olmadan sanatta salt gidimli düşünceyle çok uzağa gidemeyiz. Eğlence olsun diye ya da değişiklik olsun diye değil daha yetkin anlatıma ulaşabilmek için başvururuz sezgisel olana. Sanatçı gerektiğinde bozarak çarpıtarak anlatmak zorunda kalır. Onun anlatmakla yükümlü olduğu şeyler zor anlatılır şeylerdir. Sanatçıda filozofun ve bilim adamının mantıksal rahatlığı yoktur.

Değişik olmak yetmez. Özgün olmak ya da özgün görünmek de yeterli değildir. Her şey anlamın dışlaştırılabilmesinde önem kazanır. Gelişigüzel biçimbozmalar yapmak, bir şeyleri oradan alıp buraya koymak sanat yapmak değildir. Sanatçının anlatmayı amaçladığı şeyler öznel çerçevede derinlikli olmakla iletilmesi zor şeylerdir. İnsan gerçeği karmaşıktır, bu gerçeği ortaya dökmeye çalışan sanatçının işi de zordur. Sanatçının en büyük yükümlülüğü özneli nesnel kılmaktır yani herkesin anlayabileceği biçimler altında vermektir. Sanatta işin içine renk renk öznellikler, çeşit çeşit duygusallıklar karışır: felsefede ve bilimde olduğunun tersine sanatta duygusallıklar sonuna kadar yasaldır. Felsefede ve bilimde kavramların nesnel içerikleri duygusal içeriklerinden olabildiğince ayrı tutulurlar ya da arındırılırlar. Bu elbette nesnellik adına öngörülen yapay bir girişimdir, bir kaçınılmaz zorlamadır. Felsefede ve bilimde öznellikler bozucu etkenlerden başka bir şey değildir. Kavramların nesnel içerikleri öznel içeriklerinden ayrı düşünülebilir mi yoksa? Nesnelliğin öznellikle iç içe geçtiği bir dünyada yaşıyoruz. Öznel içerikleri ayrı tutmak kolay mı? Önemli olan öznel içerikler yokmuş gibi davranmak, olabildiğince onların sesini kısmaktır. Çünkü onlar artık ögeler olarak her türlü nesnel arayışa engel çıkarabilirler.

 

Gerçek kültür adamı felsefe kadar bilimle, bilim kadar sanatla ilgilidir

Bilimde öznel içerikleri yokmuş gibi düşünmek biraz daha kolaydır. Nesnelin alanında iş görürken öznel özelliklerle özel olarak bir işimiz olabilir mi? Felsefede bu konuda biraz daha özenli olmak gerekebilir. Bilim hiçbir zaman sanata yaklaşma eğilimi göstermez, oysa felsefede bu eğilim her zaman vardır: onda nesnelden yola çıkıp nasıl olduğunu anlamadan öznele kayabiliriz. Öznel bizi kendine çektikçe felsefi düşünce sanatsal renklere bürünür. Ayıca bile bile sanata yakın duran felsefeler de vardır, bunlar öznellik temelinde özellikle gizemci felsefelerdir ya da daha genel bir çerçevede duygucu felsefelerdir. Felsefede tutarlı bir bakış geliştirmek istiyorsak kavram içeriklerini oldukça nesnel ölçülerde belirlememiz, buna özen göstermemiz gerekir. Felsefe yapmak kavramlarla düşünmektir. Kavramlar düşüncenin yapı taşlarıdır. Her kavram varolan ya da varolduğu düşünülen bir nesneyi karşılar, her kavram bir nesnenin düşünce dünyamızdaki karşılığıdır. Kavram bir nesnenin ya da bir varlığın zihindeki sunumudur. Doğru düşünebilmek için bilinçte kavramların ya da daha doğrusu kavram içeriklerinin doğru ve dolgun olması, içlem ve kaplam ilişkisi içinde belli bir sıradüzeni ortaya koyası gerekir. Elbette karışık kafalarda böyle bir tutarlı görünüm olmadığı gibi kavram içeriklerinin de sağlıklılığından sözedilemez. Her kavram kendisiyle ilgili olanı içeren ve kendisine ilgisiz olanı dışlayan bir tutarlılıkta kurulmuş olmalıdır. İyi bir bilinç özenle oluşturulmuş bir bilinçtir. Onda eksikler elbet vardır ama ayıklanması gereken çok şey yoktur.

Kavramlarla ortaya konan yargıların da yaşam gerçeklerine uygun olması gerekir. Kavramlar sağlıklıysa yargıların da özenle yapıldıklarında sağlıklı olmaları beklenir. Böylece felsefe bizi doğru bilgiler çerçevesinde insanlığın doğru bilincine bağlar. Oysa sanat bizi ancak gerçekliğin kaygan sezgisine ulaştırabilir. Bu sezginin yüksek kavrayış ve etkin anlatım biçimlerinde evrensel uzanımlı olmadığını söyleyemeyiz elbette. Sanatın alanına girdiğimiz zaman öznel-nesnel bütünlüklerin çeşitliliğinde ve hatta çelişkililiğinde insan olmanın sayısız yüzleriyle karşılaşırız. O zaman sanatta boşuna oyalanmak yerine bilimin ve felsefenin bilgileriyle yetinmek daha akıllıca olmaz mı? Hayır, bu korkunç bir yanılsama olabilir. Doğru ve geniş çerçeveli insan araştırması için bilimin ve felsefenin yeterli olacağını düşünmek yanlış olur. Sanatı gözden çıkarmak bütünlüklü insanı gözden çıkarmaktır. İnsan nesnellikleriyle olduğu kadar öznellikleriyle insandır. Descartes pek haklı olarak “İnsan bilgisi bir bütündür” diyordu. Yetkin bilinçler bu üç alanın, bilimin, felsefenin ve sanatın üçüyle de ilgilidir, onların bilgileriyle beslenmiştir. Dar açılarda bütünsel insanı yakalamak olası değildir. Kendini bilimin dar alanına hapsetmiş adama güvenemeyiz. Ben felsefeden anlarım, bilim ve sanat benim için önemli değildir diyen adamın felsefesine güvenemeyiz. Bilim adamı sanatla ve felsefeyle içli dışlı olmadıkça basit teknisyen olarak kalacaktır. Sanatçı felsefeden ve bilimden beslenmeden sanat yaparsa ne olur? O sanat son derece verimsiz olur. Şöyle de diyebiliriz: gerçek kültür adamı felsefe kadar bilimle, bilim kadar sanatla ilgilidir.

 

Genel bir bilim kavrayışı edinmek

Genel bilinç koşulları gereği bilimle ilişkimiz ister istemez belli bir sınırda kalıyor. Her bilim alanı çok özel koşullarıyla bilim alanıdır. Bilim alanları hepimizin rahatça girebileceğimiz alanlar değildir. Bir bilim adamının kendi bilim alanının dışındaki bilim alanlarına girmesi bile kolay değildir. Biz sıradan insanlar için önemli olan geniş çerçevede bilimsel bir bakış açısına ulaşmış olmaktır. En azından bilimin ne olmadığını bilmek gerekir. Bilim adamları zorunlu olarak komşu bilim alanlarına girerler. Bir jeofizikçi toplumbilimle içli dışlı olamasa da onunla ilgili bir bakış açısına ulaşmış olmalıdır. Daha yakın durmamız gereken bilimler vardır: tarih gibi, toplumbilim gibi, ruhbilim gibi bilimler azçok bilgi sahibi olmamız gereken alanlardır. “Bilim”den çok “bilimler”den sözetmek doğru olur. Eskiden bilimleri parmakla gösterebiliyorduk, şimdi bilimler öylesine çoğaldı ve çeşitlendi ki geçmiş yüzyıllarda bazı filozofların yaptığı gibi bir bilimler sınıflaması bile yapamıyoruz. Belki de bugün bilimleri doğa bilimleri ve insan bilimleri diye ikiye ayırmakla yetinmek zorundayız. Ara bilimler oluştu, iki ya da üç bilimin kavuştuğu noktada yeni bilimler ortaya çıktı. Bu çerçevede günümüzün aydın insanı belli bir bilim alanında uzman değilse genel olarak bir bilim kavrayışı edinmekle yetinmek durumundadır. Bazı bilgiler yaşamsal önem taşır: jeofizikten anlamayana değil ama tarihten ve toplumbilimden anlamayana aydın demekte zorlanırız. Uzun uzun tarih bilgileriyle donanmak yerine tarihin ne olup ne olmadığını bilmek yeterlidir.

Felsefe insana bütünsel ya da bütünleyici bir gözle bakarken, sanat insanı bir bütün olarak ele alırken, insanı hem bir duygu hem bir düşünce varlığı olarak anlamaya çalışırken bilim insan gerçeğini parçalayarak ele alır, onu belli bir yönüyle görmeye çalışır, böylece “bilimler” oluşur. Her bilim bir olgular bütününü kendi açısından irdeler: tarih kendi açısından, kimya kendi açısından, toplumbilim kendi açısından dünyaya ya da insana bakar, dünyayı ve insanı yorumlar. Her bilim olgulara yönelir, olgularla ilgili kuramlar geliştirir, bazen yasalar bazen kurallar ortaya koyar. Demek ki bilim adamı dar alanda çalışır. Henri Poincaré şöyle der: “Bir ev nasıl taşlarla yapılırsa bilim de olgularla yapılır. Ancak olguları yığmak bilimi sağlamaz, taşları yığmakla nasıl ev yapılamazsa.” Bilimler konularını ve yöntemlerini olgularla olan ilişkileri çerçevesinde geliştirirler. Her bilimin ayrı yöntemi ya da yöntemleri, apayrı bir konusu vardır. Konu ve yöntem ne ölçüde belirginse bilim o ölçüde aydınlık olacaktır. Bilimlerde yöntem öncelikli olarak gözlem ve deneyin koşullarıyla belirgindir. Felsefenin bir tek konusu vardır: insan. Bilimin de bir tek konusu vardır: belli bir açıdan insan. Sanatın konusu da tektir: bir düşünce ve duygu varlığı olarak insan. Buna göre felsefenin yöntemi düşünme yöntemidir, bilimin yöntemi özel açılardan görme ve belli bir çerçeve içinde düşünme yöntemidir, sanatın yöntemi çok özel ya da çok özgün anlatım yolları bularak insan gerçeğini ortaya koyma yöntemidir. Her üç alanın da insan araştırması olması bu anlamdadır. Gene de bilimi dar alanlara sığıştırılabilen bir uğraş olarak görmemek gerekir. Bir alanda özelleşmek kendini bir hücreye kapatmak, tüm alanlarla ilgiyi kesmek olduğu zaman verimsizlik başlar. Felsefe gibi bilim de sağlam, güçlü, dirençli, aydınlık kafalar ister. Derine inebilen ve geniş gören insanların işidir bilim.

 

İnsan düşünerek kendini yaratır

Felsefe genel olarak insanlara zor bir alan gibi gelirken çok zaman bilim bu zorluk duygusunu daha derinden yaşatır. Gerçekte bilim için de felsefe için de bir ölçüde hazırlıklı olmak gerekir, düşünmeye alışık olmak gerekir. En küçük bir düşünce çabasında yorgun düşen, en küçük bir düşünme çabasında kendini büyük bir yük altına girmiş duyan, benim adım falanca derken bile paslı menteşe gibi gıcırdayan kafalar felsefeden de bilimden de uzak dururlar. Onların sanatla da bir alıp veremedikleri yoktur, ara sıra şiir yazsalar da. Sanatçılıkları fıkra anlatmak düzeyinde kalmıştır. Özellikle sanat onlara eğlendirici olmanın ötesinde boş bir uğraş gibi görünür: onlara göre kendini bilen insanların sanatla gerçek anlamda ilgilenmeyecekleri kesindir. Düşünmeye alışık olmayan ve bu yüzden düşünmekten korkan insanla düşünmeyi bir sevinç durumuna getirmiş insan iki ayrı dünyanın insanı gibidir. İnsanı insan yapan düşünmeye adanmışlıktır. İnsan düşünerek kendini bulur, kendini kurar ve kendini yeniler, düşünerek dünyaya yerleşir ve insanlığın bir parçası olur. İnsan düşünerek varolur, düşünerek kendini yaratır.

Düşünmeden yaşamak gerçek insan olma koşullarının dışında yaşamaktır. O durumda sınırlı bir insani etkinlik içinde kalmak ve evrensel dönüşümde bir yer tutmaktan çok bir akıntıda sürüklenip gitmek bir yaşam biçimi olur. Yaşamı dönüştürmeye katkıda bulunan insanla tam anlamında edilgin bir varlık sıfatıyla varlığını sürdüren ve hep bir takım gerekleri yerine getirmek durumunda olan insan aynı insan değildir. Düşünce dünyasına yönelmek insan olmanın eşiğinden girmektir. Edmond Goblot şunları söylüyor: “Bilimsel kavrayış üst düzeyde düşünsel niteliklerden kurulmuştur, özellikle ahlaki niteliklerden kurulmuştur. Bu niteliklerin en önemlisi doğru sevgisi’dir. Zihinsel yalınkatlık genellikle çabucak bilgisizliğe boyuneğme anlamı kazanır. İnsanlar zahmete girmekten korkarlar. Bilmemek bilgiyi aramaktan daha iyidir onlar için, anlamamak anlamaya çalışmaktan iyidir. Düşünce çabasından sevinç duyacaklarına tiksinti duyarlar.” Henri Poincaré de şöyle der: “Ahlaki doğru’dan korkmamamız gerekiyorsa bilimsel doğru’dan haydi haydi korkmamamız gerekiyor. Bilimsel doğru her şeyden önce ahlakla karşıtlık içinde olamaz. Ahlakın ve bilimin kendilerine özgü alanları vardır, bunlar birbirlerine karışmazlar. (..) Ahlakdışı bilim olmadığı gibi bilimsel ahlak diye bir şey de yoktur.”

 

Özelden geneli bulup çıkarmak

Kültürün üç alanından biri olan sanat bilimden ve felsefeden ayrı olarak insanı yalnızca ussal bir varlık olarak değil, aynı zamanda bir duygu varlığı olarak ele alırken onun görünmez derinlerine inmeye çalışır. Tüm nesnelliklere karşın insanın ancak sanatta açınlanabilen görünmez gizleri vardır ve estetiğin her şeye karşın bir gizler alanı olması buradan gelir. Bilincin bilinçaltı verimini de her zaman göz önünde tutmak gerekir. Her üç alanda öncelikle düşünen insan vardır ama sanatta ayrıca duygulanan insan vardır, duygusallığıyla hesaplaşan, duygu dünyasına ters bakmadığı gibi ona sıkı sıkı sarılan, gülen insanı anladığı gibi ağlayan insanı da anlayan, duygularından utanmayan, duygusallığından sıkılmayan insan vardır. İç dünyamız renk dürbünü gibidir, durmadan değişir ve ondan daha önce hiç duyulmamış ve bir daha hiç duyulmayacak duygular geçer. Her duygu bir defalıktır, akıp geçenler şu ya da bu koşulda zaman zaman birbirini andırsa da, sevinç bazı durumlarda acıya benzese de. Duygu dünyası eşi olmayan şeylerin dünyasıdır.

Benim şu anki özlemim apayrı bir özlemdir, bunu başkalarına nasıl anlatabilirim? Anlatmam gerekir. İçsel yaşamın nesnelliğe ulaştırılması güçtür, bu güçlük ancak sanatçının ustalığıyla aşılabilecek bir güçlüktür ki onun herkes için geçerli olabilecek formülleri ya da reçeteleri yoktur. Düşüncenin nesnelliğiyle duygu dünyamızın öznelliği ve buna bağlı olarak kayganlığı bu noktada bir bütün oluşturur: geneli kavramak yetmez, özeli de kavramak gerekir, sonra bu kavranan özelden geneli bulup çıkarmak önemlidir. Öznel olan yani yalnızca özelde görünen şey her zaman olmasa da çok zaman genele götürülebilendir. Bunun için usta eller gerekir. Özel olarak özel kimseyi ilgilendirmez ya da ilgilendirmemelidir ya da ilgilendirse de önemli değildir. O ancak sanata götürüldüğünde bizi ilgilendirir, çünkü o zaman tek kişilik olmaktan çıkar bütün insan yaşamına açıklık getirir. Benim aşkım beni ve biraz da dedikoducuları ilgilendirir, benim aşkta ne düşünüp ne duyduğum herkesi ilgilendirecektir.

 

‘Doğru’, ‘iyi’ ve ‘güzel’

Benim aşkta ne düşünüp ne duyduğumun başkalarınca önemsenmesi gerçekte benimle değil kendileriyle yani genel insanla ilgilidir, dolayısıyla gene de benimle ilgilidir. Yaşamda her özel evrensele ve her evrensel özele kavuşmaya yatkındır. Sanatta yaşam ortak bir yoruma götürülür. Bu yüzden sanat da bir tür felsefedir ya da felsefi eğilimlerini apaçık göstermese de onları kendinde taşır. Gerçek sanatta biz insanı tanırız. Duygular dünyası dalgalıdır, onun özel bir biçim altında başkalarına iletilmesi son derece güç bir yükümlülüktür. Evet, benim tutkum çok özel bir tutkudur, onu başkasına kolay kolay anlatamam, daha doğrusu gündelik dille anlatamam. Onun için ayrı bir dil oluşturmak zorundayım. Onun için sanatın dili gündelik dilden, sanatın mantığı gündelik mantıktan ayrıdır. Bu dili ve bu mantığı kavrayamayanlar sanatı saçma bulacaklardır. Kısacası bilim ve felsefe zorunlu olarak nesnele yönelirken sanat hem nesnele hem öznele yönelir. Buna göre bilimin işi doğru’yladır, felsefe hem doğru’yla hem iyi’yle ilgilenir, sanat doğru’yu ve iyi’yi dışlamayacak biçimde güzel’e yönelir. Buradaki güzel plastik güzel olmaktan çok anlamlı olandır.

 

Acı içinde doğurmak

Gerçekte nasıl bilimden çok bilimlerden sözettiysek, bunun gibi sanattan çok sanatlardan sözetmeliyiz. Çünkü onların yaratma teknikleri ya da dışlaştırma yöntemleri kullandıkları gereçler yönünden birbirlerinden çok ayrıdır. Gene de bilimler nasıl bir bütüne katılırlarsa sanatlar da bir bütünde bir araya gelirler. Bir bakıma sanatlar yok sanat vardır. Estetik sanatları bir bütün olarak ele alır. Elbette daha çok yaratının teknik olanaklarını ele alan ayrı ayrı estetiklerden, bir müzik estetiğinden, bir roman estetiğinden, bir sinema estetiğinden sözetmek olasıdır. Ama gerçek estetik bütün sanatlara aynı yakınlıkta duran estetiktir. Sanatlar tek bir karından çıkmış gibidirler. Her sanat bir başka sanatın açıklanmasında ya da kavranmasında kolaylıklar sağlar. Her sanatın kendine göre bir dili vardır. Resim renklerle ve biçimlerle, şiir sözcüklerle, müzik seslerle konuşur. Sanatçı sanatının gerekleri çerçevesinde çeşitli gereçleri kullanarak insanı yorumlar, dünyadaki insanı ve insandaki dünyayı yorumlar. Van Gogh “İnsanlığın korkunç tutkularını renklerle anlatmak istedim” diyordu. Sanat özgür yaratının alanıdır, sanatçı özgürlük içinde yaratandır. Sanatçı özgür olduğu ölçüde yaratıcı olacaktır. Özgür olmanın temel koşulu yetkin ya da bir başka deyişle gelişmiş bir bilince ulaşmış olmaktır.

Sanatçı kendini kendine karşı ve dünyaya karşı özgür kılmış insandır. Bu özgürlük ancak yetkin bir bilincin sağlayabileceği bir özgürlüktür. Yetersiz bilinçler yetersizlikleri ölçüsünde tutsak bilinçlerdir. Tutsak ruhların ne yaratıcı ne izleyici olmak anlamında sanatla gerçek bir ilişkileri olabilir. Tutsak bilinç ya da yetersiz bilinç bilimde, felsefede ve sanatta bir izleyici bile olamaz. O dünyayı değiştirecek gücü kendinde yalan yanlış bulsa bile dünyayı kavrayacak güce ulaşamayacaktır. Sanat yapmak insanla ilgili yoğun araştırmaların hiç de kolay olmayan gerçeğinde yaşamaktır. Bu yüzden sanatı acı içinde doğurmak diye de adlandırabiliriz. Bu da onun insana sonsuz hazlar veren çileli bir iş olduğunu gösterir. Sanat da bilim ve felsefe gibi gelişime yöneliktir: acı çekmek gelişmenin zorunlu koşuludur. Gelişimin acısı acıların en güzeli ve en değerlisidir. Sürekli gelişim sanatsal yaratmanın temel koşuludur: her adımda daha üst bir düzeyde anlatım gücüne kavuşmak gerekir. Gustave Flaubert “Ben sanatımda deneyimimi artırdıkça sanatım benim için işkence oluyor” derdi. Kültürün üç alanı, felsefe, bilim ve sanat insanın kendini aradığı ve kendi için yani büyük insanlık için gelişim olanakları yarattığı üç kardeş alandır. Onlar yaşamı hem aydınlatır hem dönüştürürler.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz