Yeni meclis, ulusal bir meclis, Konvansiyon Meclisi kuruldu ve Yasama Meclisinin yerini aldı. Yeni meclisin seçiminde kralcılar haliyle elendiler. 25 Eylül’de Cumhuriyet ilan edildi. Kasım’da kralın gizli demir dolabı bulundu ve açıldı, içinden çıkanlar -dağıtılan rüşvetlerin, satın alınanların, provokasyon planlarının belgeleri, Avusturya’yla yapılan yazışmalar ve daha birçok şey- kamuoyuna açıklandı. Aralık’ta kraliyet ailesi yargılanmaya başlandı ve kral vatana ihanetten suçlu bulunarak Ocak 1793’te giyotinle idam edildi. “Taht yıkıldığına göre tahtın sahibi de ortadan kalkmalı”ydı. Kraliçe ise daha sonra, 16 Ekim’de, iki günlük bir yargılanma sonunda giyotine gönderilecekti. Kralın yargılanarak idam edilmesi, Devrimin monarşik geçmişle bağları tamamen koparmasını sağlayacaktı.
DEVRİME DOĞRU…
“Eski Düzeni doğumsuz fakat sonlu yapan nedenlerden ötürü Devrim de doğumlu ve sonsuzdur.” F. Furet (1)
- yüzyıl ortalarından başlayan Aydınlanma, Fransız Devriminin düşünsel, siyasal ve ideolojik temelini oluşturdu.
Çeşitli sınıflar, rejime, rejimin uygulamalarına, merkezi ve yerel yönetimlere muhalefete başladığında Fransız Aydınlanma düşünürlerinin yazdıklarından yararlanacaklardı. Hatta Montesquieu, Voltaire ve Rousseau’nun, devrimci havanın ve ortamın ortaya çıkmasında birincil ölçüde rol oynadıkları, dolayısıyla “1789”a doğru ilerleyen günleri hızlandırdıkları aşağı yukarı bütün kaynaklarca kabul görmüştür.
Yükselen sınıf: burjuvazi
Her biri işlevli olmamakla birlikte Fransa’da adına États Généraux denilen üç meclisli bir sistem vardı: Soylular Meclisi, Kilise Meclisi ve Üçüncü Meclis, Tiérs État yani halk meclisi. Ticaretle zenginleşen yeni kent sınıfı burjuvazi, toplumsal ve siyasal haklar talep ediyordu. Ortaçağın özelliği olan bir sınıftan başka bir sınıfa geçmenin olanaksızlığını ya da zorluğunu yeni sınıflar çeşitli yollarla aşmaya çalışıyorlardı. Ekonomik eşitsizlikle uyum içinde olan “hukuksal eşitsizlik”, yeni sınıfın ekonomik yükselişiyle zorlanıyordu. “Mali aristokrasi”, siyasal ve sınıfsal aristokrasi olmak peşindeydi ve devletin yönetiminde hak sahibi olmak istiyordu. En azından kamu maliyesini denetlemek istiyordu, çünkü rejime borç para verdiği için alacaklı durumdaydı. Ayrıca, birinci ve ikinci tabakalar hiç vergi vermezken, ekonomik gücü olan sınıflar arasında devletin vergi gelirini yalnızca onlar karşılamaktaydılar. Özenme de vardı, haklı bir istek de; aristokrat olmayan zenginler, soylu olmayan seçkinler kendilerine toplumsal bir yer bulmak, siyasal bir işlev edinmek hevesindeydi. Bulunan yer, kazanılan siyasal hak, eğer bu kesimlerin beklentisinden az olur ve ekonomik gücüne dar gelirse -ki o günün Fransa’sında öyleydi- muhalefet giderek şiddetlenen bir çizgi izler; nitekim öyle de oldu.
İlk iki meclise giremeyen burjuvazi “Üçüncü Meclis”i değerlendirdi. Burada çoğunluğu sağladığı gibi, önüne, meclisi güçlendirmeyi, ağırlığını artırmayı hedef olarak koydu. Kral, yeni sınıfın dayatmalarını kabul etmek zorunda kalacaktı.
Siyasette öne çıkmak, karar mekanizmalarında söz sahibi olmak isteyen burjuvazi, programını da oluşturmaktaydı. Feodal sistemin sınıflarına, ilişkilerine ve kurumlarına karşı olmak temelinde lonca örgütlenmelerini dağıtmaktan gümrük sistemlerini belirlemeye varıncaya kadar ayrıntılandırılmakta olan bu program siyasette İngiliz parlamenter sistemini örnek alıyordu.
Toplumu keskin çizgilerle bölen loncalar, üretim dışı olmalarına rağmen ekonomide önemli işlevlere ve büyük ağırlığa sahip tarikatlar, eşitsizlikleri ve iletişimsizlikleri büyütüyor, toplumun birliğini bozuyor, bölünmeleri derinleştiriyordu. Standardizasyonun olmaması ve ölçü birimlerinin çokluğu ekonomik iletişimi önlüyor, verimi düşürüyordu.
Sarayın maliyesi iflasta
- yüzyılın sonuna yaklaşıldığında Fransa’daki ekonomik durum, köklü çözümler devreye girmezse düzeltilemeyecek kadar kötüleşmişti. Aslında kötü olan, Fransa’nın ekonomik durumu değil, sarayın maliyesiydi. (2) Tarım sektörü verimli olduğu gibi, XIV. Louis döneminden sonra -her türlüsüyle- dokumacılık ve ağır sanayi de önemli bir gelişme göstermişti. Ama devlet, gelir-gider dengesini sağlayamıyordu, Fransız parası değer kaybediyor, piyasa kontrol edilemiyor, görevlilerin maaşları arasındaki uçurum her gün büyüyordu. (3) Vergiler daha toplanmadan harcanıyordu. Hükümetler vergi toplayıcıların esiri durumundaydı. Maliyeden sorumlu görevliler çaresizdi. Göreve getirilen maliye bakanlarının hem yapmak istedikleri engelleniyor, hem de bir süre sonra başarısız bulunarak görevden alınıyorlardı. Sırasıyla Turgot, Necker, Calonne, ayrıcalıklılık üzerine giderek kesin yarar sağlayacak somut planları olmalarına karşın, ne ticareti düzene sokabildiler, ne de vergi reformunu gerçekleştirebildiler. Kraliyet, vergi bağışıklıklarını kaldırmak ve yüksek sınıflara yüklenmek istemiyordu. En büyük gider kalemi olan sarayların özel harcamalarının kısılması, müsrifliğiyle bilinen Kraliçe Marie Antoinette yüzünden mümkün olmuyordu. Vergi vermeyen varlıklı sınıflardan vergi alınamayınca ve giderler kısılamayınca ekonomik buhran siyasi bir şekle büründü. Sıkıştırılan yüksek aristokrasi, kraldan, yüz elli yıldır toplanmayan États Généraux’nun toplanmasını istedi.
Kılıç Soyluları – Giyim Soyluları
Kraliyet, denetimi kaybettiği ölçüde keyfiyeti yükseltmişti. Ancak baskılara da direnemedi. Devrimin yıkacağı ve kellesini giyotinle keseceği kral, gerçek durumun ve olası gelişmelerin bilincinde değildi.
Soylular sınıfı, aileden gelen soylular olan “Kılıç Soyluları” (noblesse d’epée) ve sonradan soyluluk unvanını kazanmış olan “Giyim Soyluları” (noblesse de robe) olmak üzere iki gruptan oluşuyordu. Kılıç Soyluları, merkezi krallık kurulmadan önceki toprak sahiplerinin, çoğu Frank kökenli olan senyörlerin nesliydi. Aralarına girmiş çok az sayıdaki Gallo-Roman (Galyalı ve Romalı) asıllılar dışında Kılıç Soylularının hemen hepsi Frank kökenliydi. Giyim Soyluları ise, kral tarafından verilen unvanla ya da ele geçirdikleri memuriyetle soylu olanlardı (sonraları, 18. yüzyıl boyunca bunlara parayla unvan satın alanlar ve evlilik yoluyla sınıfa katılanlar eklenecektir). Saray da ekonomik zorluklarını gidermek için soyluluk unvanlarını satıyordu. Bu satışlar, gelirler içinde zaman zaman en önemli kalem oluyordu. Hatta bazen kral, fermanıyla daha önce verdiği unvanları geri çekiyor, yeniden ödeme yapılmasını isteyebiliyordu. Bu iş kraliyet için bir soyguna dönüşmüştü. İç borçlanmalar ve kraliyetin kendi borçları, bazen para alınmadan da, borçlara karşılık sayılarak da “soyluluk”un genişlemesini sağlamaktaydı. “Sonradan görme”ler, paralarıyla, “sonradan soylulaşmışlar” arasına karışmaktaydı. Karar mekanizmalarında fazla ağırlığı olmayan Giyim Soyluları giderek bu şekilde sayıca büyümekle birlikte, gene de soylu sınıfın küçük bir grubu durumundaydı.
Mali güç, iktidar, ordu, yargı ve en yüksek devlet görevleri Kılıç Soylularının elindeydi. Sayısı 350 bin kadar olan bu esas soylular, nüfusun yüzde 1,5’uydu (4), ama toprakların dörtte birine, fieflerin ise çok büyük bir çoğunluğuna sahipti. Bunların merkezde yaşayanlarının önemli bir kısmı, arazilerine, mülklerine, malikânelerine hiçbir zaman gitmemişti ve gitmezdi. Tarım yapılabilecek geniş toprakları olan “Fransa’da, büyük toprak mülkiyeti olmasına karşın, küçük tarım uygulanırdı, onun için devrim büyük toprak mülkiyetini” yıkacak, yıkmak zorunda kalacaktı. (5) Taşra soyluları ekonomik bakımdan etkili olabilmek için bulundukları bölgelerde halkı soymak, köylülerden aldıkları haraçları yükseltmek için hem baskı yapıyorlar, hem de belge üreterek soygunlarına yasal kılıflar giydiriyorlardı. Köylülerin gemlenemeyen nefreti, belge yakma hırsı, malikâneleri tahripten kendilerini alamamaları bu yüzden ortaya çıkmıştı.
- yüzyıldan başlayarak soylular ekonomik güçlerini sürekli kaybediyordu. Mülklerinin parçalanma yoluyla küçülmesi yanı sıra, sömürüleri de her geçen gün verimsizleşmişti. Bunun sonuçlarından biri, “yönetimden ve yöneticilik ruhundan gittikçe yoksunlaşmaları”ydı. “İktidarlarını yitirdikleri oranda [da daha fazla] fakirleşiyorlardı.” (6)
“Soylu” kesimler arasındaki gerilimler ve çatışmalar gündemi belirlemiyordu ama aristokrasinin asalak olarak değerlendirilmesi yaygınlaştığında, Giyim Soyluları bu sürece hemen katılmaktan hiç çekinmiyorlar, hedefi Kılıç Soylularına çevirmeye çalışıyorlardı. Kendilerini asalak olarak görmüyorlardı çünkü.
- yüzyılda ekonomik zorluklar üst sınıfların otoritelerini sarstığında aristokrasi içindeki bütün kesimler ittifak yapıyor, Kılıç ve Giyim Soyluları birbirlerine destek oluyor, böylece hükümet ve yerel yönetimler üzerindeki nüfuzlarını yeniden elde ediyorlardı.
Yönetenler artık yönetemiyor
Kamu yönetiminde görevleri olan soyluların çoğu, herhangi bir işe yaramamakta, makamlarında bir süs gibi oturmakta, yalnızca paralarını almakta (bunlara sinemagor deniyordu) ve çoğunlukla da yolsuzlukların sorumluları olmaktaydı.
Krallığın ileri gelenleri içinde birçok soylu, bindikleri dalı kesercesine, krala ve bakanların çabalarına muhalefet ediyordu. Önemli bir kısmı ne yaptığının farkında değildi. Hatta kraliçe bile, kralın isteklerine, yapmak istediklerine karşı çıkıyor, bakanların çözüm arayışlarını zorlaştırıyor, önerilerini beğenmediklerinin görevlerinden alınmalarını da sağlıyordu.
Tarihinin en parlak dönemini yaşayan soyluların (7) içindeki aydınlar başta olmak üzere aristokrasinin önemli bir kısmı, kendi sınıflarına karşı güvenlerini kaybetmişlerdi. Sarayı suçlayan ve kraliyetten taleplerde bulunanlar arasında bunlar da vardı. Farklı sınıfların merkezi yönetime karşı ortak cephe kurmasında onları harekete geçiren nedenler büyük oranda farklıydı, ama soylular arasında ortak görüş, hâlihazır rejimin artık aristokrasinin çıkarlarına hizmet edemeyeceğiydi.
Adalet mekanizması çalışmıyordu. Yargıçlar, dava süresine göre para aldığı için davalar sürüncemede kalıyor, sonuçlanmıyordu. Adliye görevlileri ihbarlarla davaları çoğaltıyorlar, kişisel çatışmaların davalara dönüşmesini teşvik ediyorlardı. Yargıçlar o kadar itibar kaybetmişti ve onlara öyle kızılıyordu ki, görev yerlerinden her çıkışlarında yuhalanıyor, hatta bazen dayak bile yiyorlardı. Ayrıca hapishaneler neden geldiği belli olmayan sanıklarla, unutulmuş tutuklularla ve ceza süresini doldurmuş mahkûmlarla doluydu.
Kilise görevlileri içindeki sınıf farklılaşması
Mekanizmalarıyla etkili ve hakim durumdaki Katolik Kilise, halktan tamamen kopuk bir siyasi kuruma dönüşmüştü.
Sayıları altmış bin kadar olan ruhban sınıfı, Kilisenin yüksek görevlileriydi. Yirmi bine yakını piskoposluk müşaviri ve başrahipti. Elli bini geçen köy papazı ve altmış binden fazla kadınlı erkekli keşişler olmak üzere diğer kilise “çalışanları” 125 bini bulmaktaydı. Ancak Kilisenin zenginliğinden nasiplenemeyen bu alt görevliler kesimi toplumun en düşük tabakasına dahildi. Kırsal alanlardaki manastır rahipleriyle köy papazları “ruhban”a uzak, halka yakındı.
En yüksek din görevlileri olarak “Kilise Babaları”nın hem dinsel, hem hukuksal dokunulmazlıkları vardı. Hiçbir konuda suçlanmaları söz konusu olamazdı.
Kilise ve dinsel kuruluşların elinde, bütün ülke topraklarının üçte biri toplanmış durumdaydı. Kilise, kendi toprakları dışındaki tarım üretiminden de dîme adında onda bir vergisi alıyordu.
Katolik din adamlarının içinde geniş arazileri olanlar, ticaret ve tefecilik yapanlar, hatta 40 bine yakın kölesi olanlar bile vardı. (8)
Kılıç Soylularıyla bu ruhban sınıfı ayrıcalıklıydı ve vergiden bağışıktı. Haklarında soruşturma da açılamayan bu ayrıcalıklı sınıflar Fransa’daki bütün toprakların yarısına sahipti. Ayrıca aralarında, hiçbir iş yapmadan büyük paralar alan çok sayıda asalak “görevli” de bulunuyordu.
Köylülüğün durumu
Nüfusun yüzde 80’inden fazlasını oluşturan köylülerin çoğunluğu topraksızdı ve toprağa bağlıydı. (9) Devrime esas özelliğini verecek olan bu topraksız köylülerin önemli bir kısmı son derece yoksuldu ve çaresiz durumdaydı. (10) Fakat köylülüğün bütününün yoksulluk içinde olmadığı, tarımdan alınmak istenen yüksek vergiler yüzünden çok yoksul olmayan köylülerin de kendilerini yoksul göstermek zorunda kaldıkları ayrı bir gerçekti. Çünkü o dönemde Fransa’da verimli ve düzenli bir tarım sektörü vardı, Avrupa’da en ileri tarımcılık Fransa’daydı. Köylülük için yoksulluk kadar önemli olan şey, hakları konusu idi. Örneğin, “avlanma hakkı” senyörlere aitti ve köylüler avlanamazdı. Yaptırımı da çok ağırdı. Tavşan bile avlasalar kolları ve bacakları kopana kadar çarklarda gerilerek öldürülürlerdi. Köylüler ürünlerine zarar veren hayvanları bile öldürmek hakkına sahip değildi. Büyük hoşnutsuzlukların kaynağında, değiştirilebilecek ama ciddiye alınmadığından hiç gündeme gelmeyen bu gibi saçmalıklar bulunuyordu. Ayrıca köy yoksullarının ve kırsal yoksullaşmanın yanında becerikli ve uyanık köylülerden oluşan bir “köy burjuvazisi” de ortaya çıkmıştı.
Devrim öncesi dönemde topraksız (fiefsiz) soylular olduğu gibi, soylu olmadığı halde büyük topraklar eline geçirmiş olanlar da vardı. Feodal sistemle soyluluk arasındaki kopmaz ilişki bozulmuş, sistem “yozlaşmıştı”. (11) Soyluluk bozulurken, feodal sistem de her geçen gün daha fazla yozlaşıyordu.
Soylularla soylu olmayanların hukuku farklıydı. İki ayrı sınıftan insan arasındaki yasal ilişkilerde de eşitlik yoktu. Örneğin, fief (toprak) satın alan kişi eğer soylu değilse fazladan vergi de ödemek zorundaydı.
Kentlerde yoksulluk uç noktalara varmıştı. Devrimin de merkezi olacak olan başkent, kraliyetin bütün önlemlerine, engellemelerine, hatta yasaklamalarına (12) rağmen önlenemez ve ürkütücü bir şekilde büyüyordu. Surların dışına taşmış kentten, kral ve bütün soylular artık korkuyordu; haklıydılar…
Amerika’dan gelen devrimci düşünceler
İngiltere ile rekabet yürütmekte olan Fransa, Kuzey Amerika’da İngiltere’ye karşı yürütülen bağımsızlık savaşını İngiltere’ye zarar vereceği düşüncesiyle olumlu görüyordu. Bu savaşa maddi olarak da yardımda bulunması (bir yıl içinde yalnız para olarak 2 milyon Frank gönderilmişti), Fransa’nın ekonomik bunalımını derinleştirdi. Bu arada Amerikan Bağımsızlık Savaşının Fransa’ya siyasal ve ideolojik yansımaları da oluyor, devrimci düşünceler bu yüzden de yaygınlaşıyordu.
Amerikan Devrimini destekleme, Bastille’in ele geçirilmesinden daha bir yıl önce Amerikan Anayasasının ilanıyla kraliyet ve devlet çevrelerinde yerini bocalamaya bırakmıştı bile. Zaten kral Amerika’yı desteklemenin, “ayaklananları”, “isyancıları” desteklemek olduğundan rahatsızdı ve bunu her vesileyle sürekli söylemişti, söylüyordu. Fransa’nın Amerika’ya desteğinin İngilizlerle Amerikalılar arasındaki savaşın uzamasını sağlaması elbette yerindeydi, Fransa’nın çıkarınaydı, ama yardımlar sonunda “ayaklananlara”, “isyancılara” verilmiş oluyordu.
1770’lerde büyümeye başlayan bütçe açığı, 80’lerin sonuna doğru tam bir iflas durumuna geldi. 1786’da İngiltere ile yapılan bir anlaşma ile Britanya’nın sanayi ürünlerinin Fransa’ya yayılması bütün zanaatkârları iflas ettirdi. Soyluluk ve Kilise, krizin yükünü üstlenme veya paylaşma konusunda hiçbir şey yapmadı. Kitleler katlanma sınırına dayandı.
Kentlerde Rousseau’nun yazdıklarını okuyarak haklarını öğrenmiş, komşu ve rakip İngiltere’de yönetim biçiminin özenilecek bir şey olduğunu kabullenmiş, uzaktaki yabancı ülke Amerika’dan gelenlerin anlattığı eşitlik ve özgürlüğe imrenen önemli bir kitle oluşmuştu.
Devrimin arifesinde
Bu koşullar Fransa’yı devrime doğru götürmekteydi. Sonunda Fransız Devrimini mali bunalım doğurdu. 1787’de başlayan siyasal bunalıma bir de iktisadi bunalım eklenmişti. Tarımsal, endüstriyel, meteorolojik (13) ve toplumsal zorluklar Fransa’yı patlama noktasına getirdi. Devrimin önderi olacak burjuvazi, kent emekçilerini, esnafı, köylüleri, aydınları, liberal soyluları ve yüksek düzeylerde olmayan bir kısım din adamını yanına çekecek ve onlara dayanacaktır.
Sefaletin devrime neden olduğu genel bir kabul görmekle birlikte, Fransız Devriminin, ülke ve ekonomi en kötü durumdayken değil, hatta şartlar önemli ölçülerde iyiyken ve daha da iyileşmekteyken patlak verdiği de ileri sürülmüştür. (14) Furet, 18. yüzyılın Fransa için “mutlu bir yüzyıl” olduğunu belirtmektedir. “… daha az savaş görmüş, daha az bunalım geçirmiş, daha az kıtlık çekmiştir, … [bu sayede] krallık nüfusu, önce bir toparlanma dönemine girip, sonra da hızla artarak … 27 milyona” çıkmıştır. (15) Kaldı ki 18. yüzyılda Fransa Avrupa’nın ekonomisi en istikrarlı olan en bayındır ülkesiydi. Avrupa’daki nakit paranın yarısı Fransa’nın elindeydi. 1788 yılı, dış ticaretin elli yıl öncesine göre dört katına çıktığı ve elli-altmış yıl ulaşamayacağı bir düzeye varmıştı. (16)
Devrimin ve sonra bütün Avrupa’yı saracak ve sarsacak hareketlenmelerin demografik bir temeli de vardı. Fransa’nın ve kıtanın nüfusu ani bir şekilde artmıştı. Avrupa 1700’de 100 milyonken, 1800’de 200 milyon olmuştu. Fransa 18. yüzyılın başında 18 milyonken, 1770’lere doğru 25 milyonu geçiyordu. (17)
Fransız Devrimi öncesinde Almanya
Frank Krallığının doğu bölümünden ortaya çıkmış Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu, Avrupa’daki en geniş topraklara sahip devlet olmakla birlikte iyi örgütlenmemişti ve merkezi bir yapısı yoktu. Ondan sonraki en önemli ve güçlü Alman devleti Prusya’ydı. Çok sayıdaki prenslik ve beylikten oluşan Alman dünyasının sorunu, birleşik bir güç haline gelememek ve gelişememekti. İmparatorlukla Prusya krallığının birbirleriyle savaşması yanında küçük prenslikler de birbirleriyle çatışma içindeydiler.
Alman devletlerinde verimli tarım yapılamıyordu, endüstriyel bir gelişme olmamıştı, okyanus yollarına açılmış ticaret Baltık limanlarını köreltmişti.
100 Yıl Savaşlarının (18) neden olduğu yıkım, kendini 18. yüzyılda da bütün Avrupa’da göstermeye devam ediyordu. Kırlık alanlar ıssızlaşmıştı, kentlerin bazıları terk edilmiş gibiydi. Almanya’da Hamburg ve Leipzig dışında, o da sınırlı olarak, ticaret faaliyeti neredeyse yoktu. İç dinamiklerle durumun düzelme şansı bulunmuyordu. Alman hükümdarların birbirleriyle yarışmaları ve bunun sonucu olan gereksiz harcamalar, toplumsal bir bedele karşılık geliyor, bürokrasinin yerleşmiş zorlaştırıcı ve otoriter uygulamaları yolları tıkıyordu.
İngiltere, Fransa ve Hollanda’daki endüstriyel ve tarımsal gelişme Almanya’ya yansıyamamış, Aydınlanma ile bilimsel gelişmeler Almanya’da görülememişti.
Yüzyılın ikinci yarısından sonra bazı şeyler değişti. İngiltere ile savaşı yüzünden Amerika’nın Almanya’nın kuzey limanlarını kullanmak zorunda kalması Hamburg’u parlattı. Yılda 2 bin geminin geldiği Hamburg’da ticaret dışında bankacılık ve sigortacılık da gelişti. Buna bağlı olarak Almanya genelinde keten dokumacılığı, kömür madenlerinin açılması ve endüstri olarak madencilikte olumlu bir tablo ortaya çıktı.
Ancak Fransa’da geniş bir köylü proletaryasının varlığına karşılık Ren Nehri’nin doğu yakasında bunun izine bile rastlanmıyordu. Ekilir toprakların yüzde 90’ı işletici-toprak sahiplerinin elindeydi. (19)
Aydınlar arasında zaten zor ortaya çıkan ilerici akımlar hemen bastırılıyordu. 1784’te Bavyera’da gelişme ve yayılma göstermiş, içinde Weishaupt ve Lessing (20) gibi önemli aydınların da bulunduğu Illuminati hareketi kolayca yok edilmişti. Hareketin yüzlerce üyesi işkenceler içinde öldürülmüştü.
Kilisenin baskıcı ve yobaz anlayışları içine hapsedilmiş halk, siyasal otoritelerin kitleleri itaate zorlayan tutumlarıyla inisiyatifsiz ve suskundu.
DİPNOTLAR
1) Furet, 1998, s.35.
2) İyi bir kayıt sistemiyle ortada olmayan, dolayısıyla gözden geçirilip kontrol edilemeyen bütçenin en büyük gideri sarayın kalemleriydi. Devletin borcunun 4,5 milyar Frank olduğu 1789’da yıllık açık da 60 milyondu ve sürekli yükselme eğilimi gösteriyordu.
3) Ülke çapında devlet görevlilerine verilen maaşların yıllık tutarı, saraya mensup soyluların aldığına çok yakındı. Ordu giderlerinin yarısı 9 bin (soylu) subaya, diğer yarısı 150 bine yakın askere veriliyordu.
4) Çeşitli kaynaklarda bu rakamlar farklıdır, örneğin, Hobsbawm, 23 milyonluk nüfusun 400 bininin soylu olduğunu yazmaktadır (s.66). Buna göre soyluların oranı yüzde 1,7’yi geçmektedir. Büyük olasılıkla bu farklar, zamanla soyluluğun Giyim Soyluları olarak katılanlarla birlikte sayıca artışı yüzünden ortaya çıkmakta ve her araştırmacının değişik tarihsel kesitleri ele almasından ileri gelmektedir.
5) Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yayınları, Ankara 1979, s.264.
6) Tocqueville’den akt. Furet, 1998, s.168-169.
7) “Soyluluk bu yüzyılda tarihinin en parlak dönemini yaşadığı gibi, herhangi bir uygarlık da hiçbir zaman Aydınlanma dönemi Fransız uygarlığı kadar aristokratik olmamıştır.” (Furet, 1998, s.132)
8) Lloyd M. Graham, Deceptions and Myths of the Bible, Is the Holy Bible Holy? Is it the Word of God?, New York 1979, s. 459; akt. İlhan Arsel, Tevrat ve İncil’in Eleştirisi / Semavi Dinlerin “Kutsal” Bilinen Kitapları: 1, Kaynak Yayınları, İstanbul 1997, s.246.
9) Aslında toprak köleliği Turgot tarafından 1779’de resmen ilga edilmişti. Ama taahhütlere uyulmamasından, kayıtlardaki cambazlıklardan, satış ve mülkiyet işlemlerinde çıkarılan yapay zorluklardan, belge sahtekârlıklarından, düzmece suçlamalar ve tutuklamalardan, köylülerin ise haklarını bilecek ve kullanacak düzeylerde olmamasından dolayı fiiliyatta bağımlılık aynen sürüyordu.
10) Din adamlarını ve soyluları sırtında taşıyan köylüleri gösteren karikatürler devrim günlerinde son derece yaygınlaşmıştı. “Devrim karikatürleri”nin karikatür sanatının gelişmesindeki etkisinden çok yerde söz edilmiştir. Çünkü Devrim halka karikatür ve şarkılarla hitap ediyor, halk ise Devrime bunlarla sarılıyordu. Karşıdevrim de halkı etkilemek amacıyla karikatürler kullanma yoluna girdi. Kralcılar neredeyse bütün Devrim önderlerinin ama önemlilerinin hepsinin çirkinleştirilmiş karikatürlerini düzenli dağıtıyorlardı. Devrim sürecinde şarkılar ve marşlar çok önem taşıdı. Bu şarkı ve marşların beste ve güfteleri derlemelerde ve Devrim tarihini konu edinen birçok kitapta, karikatürlerle birlikte yer aldı.
11) Albert Soboul, Die Große Franzözische Revolution / Ein Abriß ihrer Geschichte (1789-1799), Athenäum, Frankfurt/M 1988 (s.34-39); Server Tanilli, Yüzyılların Gerçeği ve Mirası / İnsanlık Tarihine Giriş – IV / XVIII. Yüzyıl, Say Yayınları, İstanbul 1989 (s.445-581).
12) Örneğin, yeni ev yapmak yasaktır. Kralın bütün emirnamelerinin “bir öncekine rağmen, Paris’in genişlediğini” gösterdiği ortadadır (Tocqueville, s.141).
13) 1787 ve 1788 yılları hava şartları bakımından çok kötü olmuştu. 1789 yılı baharında ise Fransa’nın bütün kuzey bölgelerini etkisi altına alan dolu ve sağanak yağmurlar yüzünden neredeyse hiç ürün alınamayacaktı.
14) Marx, kötüleşen şartların Devrimin yararına olduğuna inanıyordu (Stephen J. Lee, Avrupa Tarihinden Kesitler / 1789-1980, Dost Kitabevi, Ankara 2004, s. 12), Alexis de Tocqueville’e göre ise en kötü şartlarda devrim olmazdı (s.144, 264-273).
15) 1989, s.131. Bu nüfus Avrupa’daki en büyük nüfustu (Gaxotte, s. 29).
16) Tanilli, Dünyayı Değiştiren On Yıl, s.24-27 ve M. Mathiez, akt. Gaxotte, s.19; ayrıca Gaxotte, s.20 vd.
17) Tanilli, aynı yerde, s.23.
18) 1337’de başlayıp 1453’te sona eren Yüz Yıl Savaşları, İngiltere ile Fransa arasındaki hanedan savaşlarıydı. Çatışmaların son döneminde Lorrainli bir genç kız olan Jeanne d’Arc’ın (Orleans Bakiresi, 1410/12-1431) çıkışı ve bir kahramanlık simgesi olarak Fransa için önder rolü, savaşların seyrini değiştirdi. Üstün durumda olan İngiltere Fransa topraklarından püskürtüldü ama Jeanne d’Arc İngilizler tarafından daha 20’li yaşlarının başında diri diri yakılmaktan kurtulamadı. Bu savaşlar döneminde iki ülke de çok büyük zorluklar içinde kaldı.
19) Furet, 1989, s.116-117.
20) Johann Adam Weisshaupt (1748-1830) ve Gotthold Ephraim Lessing (1729-1781), 18. yüzyıldaki en önemli Alman yazarlardı.
DEVRİM VE DEVRİMİN GÜCÜ
“Bugün, burada, insanlık tarihinin yeni bir devri başladı.” Goethe (21)
Aristokrasi kendi kuyusunu kazıyor
1778’de Fransa, Kuzey Amerika’daki kolonilerin İngiltere’ye karşı ayaklanmasını her bakımdan desteklemeye başladı. (22) Fransızlar Amerikan başkaldırısının, kendi düşünürlerinin ve Aydınlanmanın etkisi sonucu olduğunu sanıyorlardı. Ancak ekonomik çıkarlar düşünülerek ve siyasal hesaplarla yapılan yardımlar Fransa’ya çok pahalıya mal olacaktı. Zaten açığı bir türlü kapanamayan hazine, ölçüler üstünde borçlu duruma girdi. Ayrıca 1783’teki Versailles Barış Anlaşmasıyla Amerikan Bağımsızlık Savaşı sona erince, bu sefer Amerika’dan Fransa’ya önlenemez bir devrimci heyecan dalgası yayılacaktı.
Fransa’ya büyükelçi olarak gelen Benjamin Franklin, soylular ve aydınlar arasında büyüleyici bir etki yaptı, Amerika’yı ve Amerikalıların mücadelesini efsaneleştirdi.
Fransa’nın devlet yardımının görevlilerinden yazar Beaumarchais (23), Amerika’dan Paris’e döndükten sonra yazdığı tiyatro oyunlarıyla Amerikan devrimini kültür alanında Fransa’ya taşıdı. “Tehlike” hemen hissedilecekti. Kral XVI. Louis, bazı soyluların da kışkırtmasıyla, yazarı tutuklattı, Beuamarchais’nin yazdığı Seville Berberi ve Figaro’nun Düğünü adlı iki oyunun sahnelenmesini yasakladı. Ancak yasak, Amerika’dan halkın gözünde kahramanlaşarak dönen yazarın ününü ve desteklenmesini, oyunların ise sahnelenmesi isteklerini artırmaktan başka bir işe yaramadı. 27 Nisan 1784 günü Figaro’nun Düğünü yetkililerin izniyle Théâtre Français’de sahnelenince Fransız Devrimi -fiilen değil ama heyecan olarak- başlamış oldu. (24) Seville Berberi ise, soyluların, hatta saraydaki kraliyet mensupları ve çevresinin “yasağı çiğnemek için” oyunu Versailler Sarayı’nda sahneleyince meşrulaşacaktı. Oyunda kraliçe Rosina’yı, kralın bir kardeşi de Figaro’yu oynamışlardı. Beaumarchais’nin hapse atılması o kadar büyük bir tepki görmüştü ki, oyunların yasaklarının geçersiz olmasının ardından hemen serbest bırakılmak zorunda kalındı.
“Yozlaşmış sosyete için pek karakteristik olan o esrarengiz kendini mahvetme içgüdüsü”nün etkisiyle oyunlara hayran olan aristokrasi, kendi kuyusunu kazıyordu. Kraliyete ilk siyasal darbeyi 1787’de, güvenli konumuna dayanarak aristokrasi vurdu. Bu durum, 1580 gibi erken bir tarihte Montaigne’nin, “devlete ilk darbeyi vuranların kendileri de, çöküş sırasında ilk mahvolanlar arasında yer alır” şeklindeki öngörüsünü doğrulayacaktır. Aristokrasinin çıkışı, burjuvazinin ve diğer muhalif kesimlerin cesaretlenmelerine ve ortaya atılmalarına yetti.
Devletin bütçesi denkleştirilemiyor, her geçen gün daha kötüye gidiyordu. XVI. Louis’nin Maliye Bakanı Necker’i görevden alması, yeni bir hükümet kurma girişimi, meclise kaptırdığı bazı mevkileri tekrar ele geçirmeye kalkışması, gelişmeleri öyle hızlandırdı ki, kralın ne olduğunu artık hiç anlamayacağı bir süreç başlamış oldu.
Ekonomik durum yeni vergiler gerektirdiğinde kralın karşılaştığı ise, daha önceki dönemlerden çok farklıydı. XIV. Louis ve XV. Louis de kitlelerin katlanamayacağı vergiler koymak zorunda kalmıştı, ancak o dönemde yaygın bir toplumsal muhalefet olmadığından kitlelerin itirazı ortaya çıkamamıştı. Aristokrasi uysal, burjuvazi biraz utangaç, köylüler ise tamamen cesaretsiz ve çaresizdi. XVI. Louis’nin yeni vergileri ise Fransa’yı ayağa kaldırdı.
Devrimin programı hızla şekilleniyor
14 Temmuz 1789’da Paris’teki hapishane Bastille’in halk tarafından ele geçirilmesiyle (ki kraliyet otoritesinin çöküşünün simgesi olacaktı) mutlakıyete, krala karşı üçüncü zafer kazanılacaktı. Kral, sonradan Fransız bayrağını oluşturacak olan renklerle (beyaz, kırmızı, mavi) yapılmış ayaklanma sancağının (“üç renkli kokart”ın) kendisine verilmesine razı olarak yenilgisini kabul etti, geri adım attı. O dönemde devrimciler arasında henüz kral karşıtlığı yoktur, “kral karşıtları” da kralcıdır. Amaç, krala bazı şeyleri kabul ettirmek; hedef, haklar elde etmektir. Hatta Devrim öncesinde, bırakalım, kral, kraliyet ve aristokrasi karşıtlığını, “muhalefet”, düzeni yıkmak gibi bir şey düşünmediği gibi, isteklerini belirlemiş ve sistemleştirmiş bile değildi.
Ancak önderler ve kitleler aniden değişim geçirdi. Burjuvazi önderliğini pekiştirmenin ve başarının verdiği güvenle köktencileşti, yoksullar durdurulamaz olduklarını görünce eylemlerini yaygınlaştırdı. Amaçlar ortaya çıktı, hedefler kondu. Ağustostan başlayarak soyluların ayrıcalıkları ve feodal hakları ellerinden alındı, manastırlar ve tarikatlar kapatıldı, okulları devletleştirildi, evliliğe Kilise dışı nikâh getirildi. Kilisenin aldığı haraçlar yasaklandı.
26 Ağustos, İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisiyle sınıfların ve sınıf devletinin ortadan kalkması tarihiydi. On yedi maddeden oluşuyordu.
Kurucu Meclis, mahkeme kararı olmadan sanıkların suçlu sayılamayacağını benimsediğinden “suçu ortaya çıkartmak için yapılan işkence”, 9 Ekim 1789’da yasaklandı. Bu konudaki yasa, işkence cezasını ve ölüm cezasının infazından önce yapılan işkenceleri de yok ediyordu. Devrimin suçlu bile olsa insana acı çektirmeme anlayışı, 1792’den sonra idam cezalarının giyotinle yapılmasını sağlayacaktı. (25)
İlk günlerde Katolisizmle çatışmanın bir belirtisi yokken, hatta ruhban grubu Meclisin üçte birinden bile fazlayken, Kilisenin en önemli geliri olan öşür vergisi Ağustos’ta kaldırıldığında arkası çorap söküğü gibi gelecektir. Kasım’da din adamlarının mallarını “ulusun mülküne” geçiren, Şubat 1790’da ruhban zümresini ortadan kaldıran, Nisan’da ise Kilisenin bütün mallarını ve mülklerini kamulaştıran kararlar çıktı. Kilise mülkleri, 19 Eylül 1789’da çıkarılan yeni para assignate’ın karşılığı, teminatı yapıldı. (26)
Özgürlük ve eşitlik ilkelerinin medeni haklar konusundaki uygulamaları, bir dönem sonra Kilisenin ideolojik ve pratik hakimiyetine bir darbe daha vuracaktı. 20 Eylül 1792’de, Katolisizmin bozulamaz evliliği yerine boşanabilmeyi öngören medeni bir contrate (anlaşma) yürürlüğe sokulacak, Kilise evliliği tamamen ortadan kaldırılacaktı.
Söze ve yazıya getirilen özgürlük, birkaç ay içinde onlarca yeni gazete çıkmasını, yüzlerce broşür basılmasını sağlayacaktır.
Eşitlik anlayışının gereğince sınıfların hukuksal eşitliğini melezlerin de seçme ve seçilme hakkı kazanması izledi (3 Aralık 1789). Ayrıca, yalnız Fransızlar için “bencilce” savunulan özgürlük, “evrensel” özgürlüğe dönüştürülerek sömürgelerde de özgürlük hareketi başlatıldı. “Bundan böyle renklerine bakılmaksızın herkes Fransız yurttaşlarının haklarından yararlanacaktı”. (27)
Arkasından, geçmiş kıyımlardan kurtulmuş ve bütün Fransa’da sayıları 40 bin kadar olan Yahudilerin “Fransız yurttaşı” sayılmaları kararı çıkarıldı.
“Av yasağı” kaldırıldı.
Bu köklü uygulamalar kitleleri her yerde harekete geçirdi, devrimci ayaklanmalar 90 yılı boyunca yayıldı, istekler kapsamlı bir hale geldi, Anayasa ilan edildi. 19 Haziran 1790’da “babadan oğla geçen soyluluk” ve soyluluğun bütün unvanları kaldırıldı, “doğuş farklılığını çağrıştıracak” bütün göndermeler ve işaretler artık kullanılamayacaktı. Soyluluk simgesi olarak kullanılan perukalar toplandı (bütün soylu erkekler peruka takarlardı). Kral heykelleri devrildi, binalardaki taştan taç figürleri parçalandı, kraliyetin alameti zambaklar, bulundukları her yerden kazındı. 1790 yazında halkın bütün feodal yükümlülükleri ve feodal vergiler yasaklanarak yok edildi.
Ülkenin kırlık bölgelerinde köylüler topraklara el koydular, şatoları yağmaladılar.
Katolisizm Devrimin karşısına geçiyor
1791 yılında din adamlarının Anayasa yemini etmeleri zorunluluğu getirildiğinde Katolisizm Devrime tam cephe aldı, edilgen bir durumdayken aristokrasinin ve kraliyetin safına geçerek karşıdevrimci bir rol oynayacağını gösterdi. Papa VI. Pius, Devrimi lanetledi, ruhbanı itaate zorlayan Anayasayı dine karşı olduğu için mahkûm etti, Tanrısal otoriteyi dışladığı için “insan hakları”nı suçlayıp reddetti. Soyluluk ve ruhban, birlikte etkiledikleri Katolik kitleleri kışkırtarak ayaklandırmaya çalıştılar, büyük toprak sahiplerinin ayaklandırdığı köylüleri desteklediler. Her yerde yoksul köylüler işgaller yapar ve derebeylerin sahiplik belgelerini yakarken, bazı yerlerde de köylüler Kilisenin ve soyluların kışkırtmalarına kapılarak ve onların beklentilerine uygun bir şekilde Devrime karşı savaşı ve direnişleri başlattılar.
Kral ve kraliçe kaçarken yakalanıyor
Kraliyet ailesi gelişmeleri kaygıyla izliyordu. Kralla kraliçe, Mirabeau’nun (28) ölümü üzerine Devrimin önüne geçebilme umutlarını tam olarak kaybettiklerinden 20 Haziran 1791’de Paris’ten kılık değiştirerek ve gizlice (29) kaçtılar. Ayrıntılarını Avusturya elçisinin planladığı kaçışla, Avusturya sınırında bulunan Avusturya’nın komutası altına girmiş Fransız generali -halk arasında lakabı “cellât” olan- Marki de Bouillé’nin karşıdevrimci ordusunun Montmedy’deki mevzilerine ulaşmak istiyorlardı. Fransa kralıyla kraliçesi Avusturya topraklarına varınca Avusturya ordularıyla birlikte Devrimin üzerine yürümek amacındaydı, böylece “eski rejim”i (Ancién Régime) “yabancı” müdahalesiyle geri getireceklerdi. Ama Fransa topraklarından çıkamadan ve kaçışlarından beş gün sonra sınıra yakın Varennes kasabasında yakalanarak geri getirildiler. (30)
Kralla kraliçenin kaçması, Avusturya yolundayken yakalanmaları, Paris’te bomba etkisi yaptı, geri getirilmeleri ise, kitleleri sessiz bir şekilde kinlendirecek ve kraliyeti savunmak isteyenlerin durumunu bu tarihten sonra düzeltilemez bir şekilde zorlaştıracaktır.
Avrupa monarşileri Devrime karşı işbirliği yapıyor
Şu bizim ünlü Prusyalıların
Bakın neler oldu tarihlerinde:
Zafere yürüyorken adım adım
Avusturyalıyla verip el ele,
Peşindeyken şöhretin, zafer tacının,
Üzüm devşirdiler o taç yerine.
“Yurtsever Neşe” (31)
1791 güzünde Eski Rejim silahlı direnişe geçti. Çok yerde Devrime karşı ayaklanmalar başladı. Fransa’nın illerinin çoğunda karşıdevrimci bir direniş vardı.
Monarşinin yıkılması ve Kilisenin gücünü kaybetmesi sonucunu doğuran yeni sınıfın halk ayaklanmasıyla iktidarı ele geçirmesi, en başta Avrupa’nın en büyük monarşisi olan Avusturya’yı rahatsız etmişti. Prusya da Devrime karşıydı ama kendi düzenine ve disiplinli toplumuna duyduğu güvenle Devrimden Avusturya kadar korkmamaktaydı. Hatta Avusturya Paris’e ceplerine para koyarak çok sayıda kışkırtıcı gönderirken, Prusya, kendisine rakip olarak gördüğü Avusturya’nın zararına olacağı düşüncesiyle başlarda, devrimcilere gizlice para desteğinde bile bulunmuştu. Birçok kaynak, Avusturya Devrime karşı koalisyon görüşmeleri içindeyken Paris’te Devrim önderlerine verilen Prusya paralarından, Prusya’nın Fransa elçisinin Devrimin en sol önderlerinden olan Pétion’la sık sık yemek yediğinden söz etmektedir.
Devrimi boğmak ve Devrim güçlerini dağıtmak üzere işbirliğinin gene de şartları vardı. Prusya doğudaki askeri güçlerini çekmeye, batıya doğru kaydırmaya başladı, Avusturya Osmanlıyla savaşını sonlandırmaya yöneldi. Habsburg imparatorluğu 1791 Ağustosunda Ziştovi Anlaşmasıyla, üstün durumda olduğu halde Osmanlıya tavizler vererek çekilecek, bu anlaşma sonucu ortaya çıkan zararını ve kaybını bir daha hiç telafi edemeyecekti. Osmanlı, Fransız Devrimi sayesinde büyük bir saldırıya uğramaktan, belki de ömrünü kısaltacak bir Batı hamlesine maruz kalmaktan kurtulmuştu.
Hollanda’nın Avusturya hakimiyeti altında bulunan kesimi olan bugünkü Belçika topraklarının önemli bir bölümünde de Fransız Devriminin etkisiyle bir devrim patlamış ve bağımsızlık ilan edilmişti.
Fransa’ya bağlı Alman prenslikler, senyörlük hakları zedelendiği için İmparatorluk Yüksek Meclisine şikâyette bulunmuş, duruma el konmasını talep etmişlerdi.
Bunlar da önemliydi ve gerekçe yapıldılar. Prusya ve Avusturya, birbirleriyle savaş halinde oldukları halde aralarındaki çekişmeleri “unutarak”, Şubat ayında gizlice görüşmelere başladılar. İki ülkenin hükümdarı “Pillnitz Bildirgesi”inde anlaşarak (27 Ağustos 1791), amaçlarının XVI. Louis’nin iktidarını yeniden kurmak olduğunu açıkça imzaladılar. (32) Fransa’da düzenin tekrar kurulması bütün Avrupa’yı ilgilendiren bir konuydu!
Çeşitli hesaplar ve isteksizlikler yüzünden hemen harekete geçilemedi. Prusya, bir yandan yeni şartlar dayatıyor, birliği zora koşuyordu. Aslında taraflar yapmaktan kaçınacakları taahhütlerde bulunmuşlardı.
7 Şubat 1792’de yapılan aleni bir ittifak anlaşmasıyla ordularını birleştirme kararı aldılar ve Devrim üzerine yürüdüler. Avusturya-Prusya ortak orduları Fransa’ya girdi.
Devrim, içte sınıf düşmanlarıyla boğuşurken Alman devletlerinin saldırısına uğramıştı. Bu iki Alman ülkesinde burjuvazi siyasal iktidar mücadelesini yürütebilecek güçte olmadığından, Avusturya ve Prusya’dan Devrime destek, hatta Devrime karşı olmayan “tarafsızlık”, “hayırhahlık” gibi politikaların ortaya çıkma şansı yoktu. Bu iki ülkeyi Fransa’dan ayıran temel özellik buydu.
Avrupa’daki diğer monarşiler de dikkatlerini Fransa’ya çevirdiler. Saltanatları konusunda Devrim yüzünden kaygılanmakta haklıydılar ama aynı zamanda Devrimin Fransa’yı içine düşüreceği zaaftan yararlanma olanakları çıkıp çıkmayacağını da anlamaya çalışıyorlardı. Belki bu sayede Fransa’nın sömürgelerinde ve hakimiyet alanlarında hak sahibi olacaklar, belki Fransa’dan toprak bile koparabileceklerdi. Onlar için Fransa’ya istikrarsızlık gerekiyordu, Devrim ise mutlaka başarısızlığa uğramalıydı.
Kralın hesapları
Kral XVI. Louis, o dönemde İspanya tahtında oturan yeğeni IV. Charles’tan, İtalya prensi olan kardeşi Charlot’dan, “durum kötüye giderse” kendisine yardım etmelerini istemişti.
Fransa’da Kurucu Meclis yerini Yasama Meclisine bıraktı. Fransa’nın “iç işlerine karıştığı” ve Fransa’ya saldırdığı gerekçesiyle Kral meclisten Avusturya’ya savaş ilanını istedi. Dış düşmanı öne çıkararak içteki tehdidi savuşturmak niyetindeydi. Ayrıca hesaplarını, savaşın Fransa’nın yenilgisiyle sonuçlanması üzerine yapmıştı. Müttefiklerin, yani düşmanların savaşı kazanacağına inanıyordu. “Kralın zaferi”, düşmanın Fransa’yı yenmesiyle olacaktı. Zaten ordu da savaşa hazır olmadığından yenilgi kaçınılmazdı. Aslında, her iki olası durumda da, Fransa’nın zaferi ya da “düşman” Avusturya’nın zaferi olan iki durumda da, Kral, tahtını savaş sayesinde kurtaracağını düşünüyordu. Kaybedilirse Avusturya, kazanılırsa muzaffer ordu, kraliyeti ayakta tutacaktı.
Karşıdevrim ancak dış güçlerin işgaliyle başarılı olabilirdi. Kraliçe, yeğeni olan Avusturya imparatorunun üç hafta içinde Paris’i ele geçireceğini umuyor ve buna güveniyordu.
Hesapların boşa çıkmaması için sonuç bir an önce alınmalıydı. “Kazanamayacaksak bir an önce kaybetmeliyiz” deniyordu.
Kraliçe Marie Antoinette’in kurduğu comité autrichien’in (“Avusturya Komitesi”nin) yaptığı “yenilgi hazırlığı”, 23 Mayıs 1792’de Yasama Meclisinde açıkça teşhir edildi ve suçlandı. Komitede “yenilgi için savaşacak generaller” de bulunuyordu.
Devrimciler, “Kralın savaşını” vatan savunmasına dönüştürüyorlar
Robespierre (33) tek başına savaşa karşı çıktı. Çok az sayıdaki devrimcinin ve savaştan korktuğu için birkaç utangaç Föyyan (Feuillants) grubu üyesinin direnmesine rağmen çoğunluk savaştan yana olarak kralın oyununa geldi, karşı oylar yalnızca yedi taneydi. Jirondenler (Girondins), kraliyete ve aristokrasiye düşman olarak savaşın onları yok edeceği yorumunu yaparak (savaş “monarşiyi yıkabilir”di de); “aristokrat devrimciler”, kraliyetin savaş sayesinde kalacağını düşünerek; halkın temsilcileri, savaşla vatanı savunduklarına inanarak kralın girişimin arkasında oldular. “Avusturya ile savaş, Bastille’in zaptı kadar gerekli”ydi. Brissot (34), savaşın “Devrim düşmanlarının maskesini düşüreceğini”, “Devrimi güçlendireceğini” ileri sürdü. “Özgürlüğe kavuşmak için savaş şart”tı, “korkulacak biricik felaket, savaş olmaması”ydı, “ulusun çıkarları savaşı gerektiriyor”du. Ayrıca “savaş tehlikesiz”di. Devrimin “büyük ihanetlere ihtiyacı var”dı, “bizi kurtaracak olan ihanetlerdi”. (35)
Savaşa karşı çıkış sürecinin ürünü olan Montanyarlar grubu (Montagnard, “dağlı” anlamına geliyordu; “dağ” sözcüğü, mecliste en arka ve en yüksek sıralarda oturduklarından dolayı kullanılmıştı) sonuna kadar savaşın partisi olacaktı.
Devrim, savaşını, devletin savaşına dönüştürmek zorunda kalıyordu.
Savaşın Avusturya’nın zaferleriyle ilerlemesi ile Ağustos 1792’de kurulan Komünün kraliyet ailesini tutuklaması, yeni bir dönemi başlattı. 3 Ağustos’ta Paris’e yaklaşan Avusturya-Prusya ordusu komutanı Prusya Kralı II. Friedrich’in yeğeni Brunswick, “Avusturya İmparatoru ve Prusya Kralı adına”, Fransa Kralına dokunulmamasını ve ona saygıda kusur edilmemesini istedi, ‘bir zarar görürse yakarım, yıkarım’ gibisinden tehditler savurdu (gönderilen metinde “Saray”a en ufak bir zarar gelecek olursa Paris halkının kılıçtan geçirileceği bile yazılmıştı). Fakat bu müdahale girişimi ters tepki yapacak, halkın öfkesi büyüyecek, Brunswick’in ültimatomundan yalnızca iki gün sonra Paris’teki 48 bölgeden biri hariç hepsi, kralın tahttan indirilmesinden yana olacaktı. “Saray” çok zor duruma düşmüştü.
Devrimciler, gerici savaşı devrimci savaşa, “kralın savaşını” vatan savunmasına dönüştürmeyi öngördüler, Devrimin savunmasını Fransa’nın savunmasıyla birleştirdiler, Devrimin savaşma potansiyelini, kendilerinin savaş yeteneklerini keşfettiler. Avusturya-Prusya’nın Fransa’ya saldırması, “devrimi daha da devrimcileştirmiş”, “devrimin boyutlarını genişletmiş”, savaşla Devrim tek bir şey olup çıkmış, savaş, devrimcileri daha atılgan ve etkili hale getirmişti. Bu heyecan ve doğru strateji başarının yolunu açtı, 20 Eylül’de Valmy’de Fransız kuvvetlerince Avusturya-Prusya orduları durduruldu ve Devrimci Fransız orduları savunmadan taarruza geçti, bunun sonuçları 1792 yılının Kasımında alınmaya başlanacak, Ren bölgesi, Worms ve Frankfurt ele geçirilecekti.
Kral ve Kraliçe giyotine…
“Kötülük yapmadan krallık yapılamaz. Her kral gasıptır.” Saint-Just
Bu dönemde yeni meclis, ulusal bir meclis, Konvansiyon Meclisi kuruldu ve Yasama Meclisinin yerini aldı. Yeni meclisin seçiminde kralcılar haliyle elendiler, iktidar 165 Jironden ve 145 Montanyar arasında paylaşıldı. 25 Eylül’de Cumhuriyet ilan edildi. Kasımda kralın gizli demir dolabı bulundu ve açıldı, içinden çıkanlar -dağıtılan rüşvetlerin, satın alınanların, provokasyon planlarının belgeleri, Avusturya’yla yapılan yazışmalar ve daha birçok şey- kamuoyuna açıklandı. Aralık’ta kraliyet ailesi yargılanmaya başlandı ve kral vatana ihanetten suçlu bulunarak 310’a karşı 380 oyla mahkûm oldu, Ocak 1793’te giyotinle idam edildi. “Taht yıkıldığına göre tahtın sahibi de ortadan kalkmalı”ydı. Kraliçe ise daha sonra, 16 Ekim’de, iki günlük bir yargılanma sonunda (36) giyotine gönderilecekti.
Kralın yargılanarak idam edilmesi, Devrimin monarşik geçmişle bağları tamamen koparmasını sağlayacaktı. Fransız tarihinde, bir kralın değil idamı, yargılandığı bile o güne kadar görülmemişti. Kralın iyi olduğuna inanılırdı. Olumsuz her şey, ya kralın bilmemesinden olurdu, ya da çevresindeki kötü görevlilerin ve bakanlarının işiydi. Hatta kralın, Fransız krallarının kutsallığı söz konusuydu. (37) Bu bakımdan idam, yalnız önemli değil, aynı zamanda bir dönüm noktasıydı. Böylece köprüler atılmış, feodal sistemle bağlar koparılmış, geleneklerden kurtulunmuş oluyordu.
Bu sarsıcı durum Devrimi daha da devrimcileştirmişti, ancak hem halk kitlelerinde, hem de Devrim saflarında bocalamalar, fazla ileri gidildiği yönünde kaygılar da ortaya çıktı. Devrimin önderleri arasında bile görülen bu tereddütler, Jakoben Kulübü içinde tartışmalara ve tartışmalar sonunda ayrılmalara yol açacaktı. Bazı yeni grupların ortaya çıkması kralın idamı dolayısıylaydı.
Eski idari sistem daha Konvansiyon döneminde yerini yeni uygulamalara bıraktı. Ulusal Konvansiyon üç yıl içinde 11250 yasa çıkaracaktı.
DİPNOTLAR
21) Prusya ordusunun arkasından gelerek Valmy’de Alman bozgununa tanık olan Goethe’nin bu sözleri Fransızların savaş alanındaki şehitler anıtının üstünde yazılıdır.
22) 18. yüzyılın ortalarından beri Fransa İngiltere ile “kolonilerde savaş” yürütmekteydi. Genel olarak Fransa’nın zararlı çıktığı bu savaşlar sırasında İngiltere’ye karşı büyük bir düşmanlık gelişmişti.
23) Kralın talimatıyla Almanya’ya gizli görevle giden Pierre-Augustin Caron Beaumarchais (1732-1799), daha sonra gönderildiği Amerika’dan döndükten sonra kral nezdinde güven kaybetti ve devrim kahramanı oldu, ancak bu sefer servet ve para düşkünlüğü yüzünden 1792’de hapse girdi.
24) Furet-Richet, s.32. Soyluluğu eleştiren ve çöküşünü yansıtan oyun, Mozart’ın bestelediği aynı adlı opera olarak Viyana’da 1788’de sahnelendiğinde devrim heyecanı Avusturya’ya ilk kez o günlerde Figaro’nun Düğünü ile taşınmıştı (Robertson ve Stevens, Geschichte der Musik, III, Klassik und Romantik, Atlantis, München 1990, s.38, 102-105; Afşar Timuçin, Gerçekçi Düşüncenin Gelişimi, de yayınevi, İstanbul 1986, s.344-45).
25) Baltayla yapılan idam cezası uygulamaları idam mahkûmunun bazen saatlerce öldürülememesiyle sonuçlanıyor, idam cezası bir işkenceye dönüşüyordu. Adı, o zamana kadar benzeri görülmemiş bir düzenekle idamın çok kısa sürede ve acısız yapılmasını sağlayan yeni icada verilen Dr. Joséphe-Ignace Guillotin (1738-1814), aslında bu aletin mucidi değildi. İcat eden meslektaşı Antonie Louis’ydi (bu yüzden giyotinin ilk adı “Louison”du, ama sonradan adlandırma değişecekti). Dr. Guillotin’in yaptığı, bu yeni insancıl infaz makinesini Ulusal Meclisin benimsemesi için çalışmaktı, savunucusu olarak alet onun adıyla özdeşleşti. (Davies, s. 748; geniş bilgi için bkz. Hans-Eberhard Lex, Der Henker von Paris / Charles-Henri Sanson, die Guillotine, die Opfer, Rasch und Röhring Verlag, Hamburg 1989) Kralın idamından sonra giyotine alay olsun diye uzun süre “Capet’nin penceresi” denmiştir.
26) Lex, An den Stätten der Französischen Revolution, s.230.
27) Delacroix’dan akt. Luciano Canfora, Avrupa’da Demokrasi / Bir İdeolojinin Tarihi, Literatür Yayınları, İstanbul 2010, s.44.
28) “Devrimin sesi” Honoré de Mirabeau (1749-1791), sarayla meclis arasında uzlaşma yanlısıdır ve ilişkiyi sağlayan tek insandır. Cesur çıkışları olmasına rağmen kralla sıkı ilişkileri yüzünden güvenilmezdir.
29) Bilimci ve hekim olan Marat’nın (Jean-Paul, 1743-1793) gazetesi Pére Duchesne (“Duchesne Baba”) kralın kaçış hazırlığını çok önceden duyurmuş, ancak böyle bir şey yapılabileceğine kimse ihtimal vermemişti. Marat, en radikal gruplardan birinin, Montagnarların önderiydi, devrim yıllarında hep gazetecilik yaptı.
30) Varennes’den Paris’e dönüş o kadar korkunç bir aşağılanma ve ezilmeyle olmuştu ki, buna üzüntü, uykusuzluk, yorgunluk ve çok sıcak havada sıkışık arabada yapılan rahatsız yolculuk eklenince, Paris’te saraya sokulan kraliçe o gecenin sabahında saçlarının bembeyaz olduğunu görecekti.
31) Anonim bir halk şarkısından; bkz. Alkan, s.125. Kıtanın sonunda “komşunun bağına gözünü dikme, yoksa barsakların bozulur” yolundaki alaylara gönderme yapılıyor.
32) Pillnitz Şatosunda Saksonya elektörüne konuk gelmiş olan Prusya Kralı Friedrich-Wilhelm ile imparator Leopold, Paris’ten ilk kaçan göçmen grubunun (başlarında kralın kardeşi Artois Kontu vardı) dayatmalarına muhatap olmuşlardı.
33) Hukuk eğitimi gören, önce hakim ve sonra avukat olarak meslek hayatına atılan Maximilien Robespierre (1758-1794) Flandrlı (Kuzey Belçika) bir aileden geliyordu. Soylu olmadığı için mesleğinde yükselme şansı yoktu (A. Odabaşı, aynı yerde, s.10-11). Devrimden önce bir adamı idama mahkum etmek yerine hakimlik mesleğini reddettiği söyleniyordu (Davies, s. 750). Geniş bilgi için bkz. Tanilli, Fransız Devriminden Portreler, s.15-112.
34) Girond vilayetinden gelen aydınların oluşturduğu gruba elli yıl sonra Lamartine’in “Girondin”ler adını verdiği orta burjuvazinin sözcülüğünü yapan Jirondenlerin önderi Jacques-Pierre Brissot (1754-1793), kraliçeyi yeren ve hükümeti eleştiren yazılar yazdığı için Devrim öncesinde bir süre Bastille’de kalmıştı. Sonraları krala yakınlaştığı ve kraliçeyle gizlice yazıştığı için Devrime ihanetle suçlanacak ve savaşın Devrim saflarındaki sorumlusu olarak idam edilecekti. Dışişleri Komitesinin üyeliğini yapan Brissot XVI. Louis’nin tahttan indirilmesine de karşı çıkmıştı. Brissot’nun 1788’de kurduğu kölelik karşıtı “Siyah Dostları Derneği”, Devrimin ilk örgütlenmelerindendir.
35) Brissot’nun sözleri. Akt. Furet, 1998, s.90 ve 146.
36) Halkın Bastille’e saldırdığı günlerde kralı orduyla Metz’e çekilmeye zorlayan, Ulusal Meclisin feodal ayrıcalıkları kaldırma ve kralın yetkilerini kısıtlama girişimlerine direnmesini sağlayan, Varennes kaçışını planlayan ve düzenleyen kraliçe, Kutsal Roma Cermen İmparatoru II. Leopold’dan (ki onun kızkardeşi oluyordu) Fransa’ya savaş açmasını istemiş (Eylül 1791), savaş başlayınca Başkomutan Dumouriez’in harekât planlarını “düşman” ordunun “değerlendirmesi” için Viyana göndermişti (Nisan 1792).
37) İktidarı sorgulanamaz ve tartışılamaz olan kralın “kutsallığı” o derecedeydi ki, dokunuşuyla mucizeler yaratacağına bile inanılırdı. Marc Bloch’un en önemli tarih çalışmalarından biri olarak görülen eseri Kralın Dokunuşu (Les rois thaumaturges, 1924), Fransa kralının hastaya dokunmayla hastalığını iyi edeceğine inanılmasını konu almıştı. İyileştirme gücüne sahip kral düzenlenen merasimlerle toplanan kalabalıklardaki insanlara bir bir dokunuyordu. Hastalardan çoğunun birçok defa dokunulmayı istemesi, “tedavi”nin işe yaramadığını bilmelerine rağmen hastaların inançlarından vazgeçmediklerini gösteriyordu. “Mucizeye inanmayı doğuran etken mucize beklentisiydi.” Orta Çağ’da başlayan bu inanış yüzyıllarca devam etmişti. Geniş bilgi için bkz. Peter Burke, Fransız Tarih Devrimi / Annales Okulu, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2002, s.43-48.
DEVRİM KENDİNİ SAVUNUYOR
“Düşman orduları sınırlarımıza doğru ilerlemektedir. Özgürlükten korkup dehşete kapılanlar devrimimize ve anayasamıza karşı silaha sarılmışlardır. Vatandaşlar, vatan tehlikededir!” (Yasama Meclisi, 11 Temmuz 1792)
“Bu andan itibaren düşman, Cumhuriyetimizin topraklarından sürülüp atılıncaya kadar bütün Fransızlar ordu hizmetindedir.” (Konvansiyon Meclisi Kararı, 23 Ağustos 1793)
Konvansiyonun güneyde ve doğu sınırında yeni harekât kararları alması, Avusturya-Prusya birliğinin genişlemesine yol açtı. 1793 başında Fransa’ya ve Fransız Devrimine karşı, İspanya, Hollanda ve İngiltere’nin de içinde bulunduğu bir koalisyon oluştu. Bu ilk Koalisyon daha sonra genişleyecek, ileriki yıllarda içine Rusya ve Osmanlı devletini de alarak Devrime karşı iki koalisyon daha oluşacaktır.
Rus Çariçesi Katerina (38), Avusturya ve Prusya’nın yakınlaşmasını, iki ülkenin Fransa’ya karşı ortak eyleme geçmelerini istiyor ve teşvik ediyordu. Devrimden en çok korkanların başında gelen Çarlık Rusya’sının, Devrimi başkalarının silahlarıyla ezme niyetinin yanındaki başka bir hesabı da, Prusya ve Avusturya’nın Fransa ile savaşmak yüzünden Polonya ile ilgilenemeyecekleri, bu sayede Polonya’nın kendisine kalacağıydı.
Osmanlı, Devrimle pek ilgilenmedi
Devrimin diplomatlarından Lebrun (Charles-François, 1739-1824), Osmanlı ile ittifak yaparak koalisyonu zayıflatmayı düşünüyor, hatta Osmanlı ile Rusya’yı birbirine kapıştırarak Devrimi Rus tehdidi ve baskısından kurtarmayı bile planlıyordu. Ancak başaramadı.
Osmanlı devletine, sırasıyla, Deschorches, Verninac ve Aubert du Bayet adlarındaki elçiler, aynı zamanda Cumhuriyet propagandası yapmaları için gönderildi. Bu elçilerin hepsi “meslek”lerine Devrimle başlamış, girişken kişilerdi. Toplantılar düzenlemekle kalmadılar, Devrimin belgelerini de İstanbul’da her yere dağıttılar.
Osmanlı devletindeki hükümdar-uyrukluk ilişkisi ve bunun bilinçlerdeki yansıması Devrimin anlaşılmasını, Fransa’da yaşananların kavranmasını imkânsızlaştırıyordu. Osmanlı zihniyetinde “özgürlük”, kölenin azat edilmesinden başka bir şey olamazdı. “Eşitlik” uyruklara aitti, zaten bütün uyruklar eşitti, kardeşlikse, elbette olmalıydı, ama Müslümanlar arasında geçerliydi, ancak aynı dinden olanlar kardeş olabilirdi (din kardeşliği). Bu bakımdan Devrim ve Devrimin temel sloganı Osmanlı toplumu için pek anlamlı değildi ve Fransız Devriminin, Osmanlıları, padişahı hedef almadıkça ve ona dokunmadıkça ilgilendiren bir tarafı da yoktu. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik kavramlarının Osmanlı devletinde ve toplumunda bir anlam ve işlev kazanabilmesi için o yüzyılın sonuna yaklaşmak gerekecekti.
1798 ilkbaharında Reis ül-küttab Ahmet Atıf Efendi, koalisyoncuların Osmanlıyı aralarına katılması için yaptıkları davet ile ilgili olarak Divana hazırladığı muhtırada, “Voltaire ve Rousseau gibi tıynetsiz lanetlik sapık Allahsızların iftiralarıyla ortaya çıkan düşmanlık ve vahşet”ten bilgiler sunuyordu. Atıf Efendi Devrimin Osmanlı ülkesi için tehlike olduğu ve felaket yaratacağı düşüncesindeydi. (39) Ancak fazla dikkate alınmadı.
Fransız Devrimi Osmanlı Devletini hiç etkilemedi, Devrim yalnız yeni bir ordunun Fransız Devrimine gönderme yapılarak adlandırılmasında ortaya çıktı, II. Selim’in yeni ordusu, “Nizamı Cedid” adıyla kurulacaktı.
Devrimin ordusu
Avrupa “dengeleri” bozulmuştu. Bütün ülkeler gözünü Fransa’ya dikmişti. Ayrıca Avusturya “Fransız” Devrimi karşıtlığındaki enerjisi, girişkenliği ve işgüzarlığıyla bütün Avrupa monarşilerini peşinden sürüklüyordu. İngiltere bile kara Avrupası’na, Fransız topraklarına 14 bin kişilik bir ordu çıkardı, Toulon kentini ele geçirdi. Fransa topraklarında altı koalisyon ülkesinin orduları yürüyordu. Amaç “yönetime el koymak”tı. “Bulaşıcı” diye niteledikleri Devrime karşı Fransa’nın iç işlerine karışmanın, hatta Fransa’yı işgal etmenin mazereti “kıtanın barışını ve güvenliğini korumak”tı. Devrim “savaşçıydı, saldırgandı, vahşiydi”, bu yüzden saldıracak ve savaşacaktı. Devrim böyle bir şey yapmazdı, yapamazdı, yapmayacaktı ama gene de -İmparator Leopold’un deyişiyle- “bugünkü sınırların çiğnenmezliğini, bugünkü anlaşmaların yürürlüğünü garanti altına almak” gerekiyordu!
Dışarıdan Devrime gelen saldırı Devrim Fransa’sında o kadar büyük bir heyecan yarattı ki, o zamana kadar görülmemiş ölçüde, gönüllülük temelinde ve vatan savunması için genel seferberlik sonucu, ilk anda, 80 bini yalnız Paris’ten olmak üzere, 500 bin kişilik bir ordu ortaya çıktı. “Herkes asker”di. (40) Bu ordu, “kral için değil, vatan için” savaşacaktı ve sloganı “Yaşasın Kral” değil, “Yaşasın Ulus”tu. (41) 5 Nisan 1793’te, soylu sınıftan subayların bu ordu içinde olmaması kararlaştırıldı. Daha Mayıs 1792’de Robespierre, “birkaç şerefli insan hariç, generallere hiçbir zaman güvenim yok” demişti. Yurtsever askerlerin subayları ve generalleri de yurtseverlerden olmalıydı. Komutanlarını seçimle belirleyen askerlerin ast-üst ilişkisindeki rahatlığı başarıda önemli bir etkendi. 32 yaşındaki Pichegru Ren’deki orduya, 25 yaşındaki Hoche Mosel’daki orduya komutan oldu. Daha 27 yaşındaki Saint-Just (42) Ren ordusunu yönetti, büyük askeri başarılarından sonra kuzey ordusunda görevlendirildi. Vendée ayaklanmasına gönderilen Kléber ve Marceau da otuz yaşın altındaydılar ve hiçbirinin o güne kadar askerlikle ilgileri olmamıştı, ama devrimciydiler.
Eski Rejimin subaylarına da, vatan savunmasına katılacakları belli olduğunda görev verildi. Clarke harita bölümünde, Montalembert topçu birliğinde, Robert Lindet yiyecek ve giyecek, Prieur de la Côte d’Or hastane ve cephane örgütlenmesinde çalıştılar.
Bu orduların askeri başarıları ve Devrim Fransa’sının dalga dalga yayılan ve giderek artan siyasi etkisi, karşıdevrimci saldırgan koalisyonun hiçbir şey elde edememesini sağladığı gibi, Fransa’da da yeni bir demokratik ve devrimci anayasayla Cumhuriyetin kurulmasına yol açtı.
1794 yılı başında Devrime saldırıya geçen koalisyon güçlerinin karşısında, ayaklarında tahta kunduralar ve üstlerinde yalnızca gömlek olmasına rağmen vatan için savaşan 14 ordu bulunuyordu. 1,2 milyon kişiye ulaşan Devrim ordusu (ki, “askerlerin” bazılarında av tüfeği ve hatta yalnızca tırpan olan tarihin bu ilk ulusal ordusu, bir yıl sonra 3 milyon “Ulusal Muhafız”lı bir ordu olacaktır ve Avrupa ve dünya tarihinde o zamana kadarki en büyük ordudur), hem iç ayaklanmaları bastırdı, hem de düşmanlara öldürücü darbeler indirdi. (43) Sayısal katılımın büyüklüğüne devrimci coşku da eklenmişti. Ordunun devrimci niteliği, aynı zamanda, Eski Rejimin ordu ve yönetim anlayışlarının terk edilmesinden de ileri geliyordu.
Sivil seferberlik
Askeri seferberliğin yanı sıra büyük bir “sivil seferberlik” de yaşandı. Halkın coşkusu ve yaratıcılığı, beklenmeyen ve hesaplanmayan katkıların ortaya çıkmasını sağlıyordu. Kadınlar, askerler için giysiler dikiyor, işçiler elleriyle ilkel silahlar üretiyor, dericiler askerler için matara ve ayakkabı üretmeye çalışıyor, zanaatkârlar kilise yapılarından alınan metallerle, kulelerden sökülen çanlarla top ve ağır silahlar yapıyordu. Coşku bütün toplumu ve toplumun her alanını sarmıştı. Halk, elinde ne varsa veriyordu.
Birlik ve dayanışmayı hiçbir şey bozamadı. Yaygın kullanımda olan “hava telgrafı”, olayların kısa sürede her yerde öğrenilmesini sağladıkça birlik ve dayanışma duyguları daha da güçlendi. Haberleşme olanağının böyle artması, yerelliklerin ulusallığa, dağınıklığın merkezileşmeye dönüşmesini kolaylaştırıyordu.
1792’de Fransız kenti Strasbourg’da bir yüzbaşının (44) “Ren Ordusunun Savaş Şarkısı”nı (Chant de Guerre de l’Armèe du Rhin) yazması ve bestelemesi, Devrimin kaderinde önemli bir rol oynadı. Almanya’ya sınır olan o bölgede söylenebilmesi için Almancaya çevrilen güfte, Fransızca olarak, Fransızca bilmeseler ve konuşamasalar bile bütün Fransa’da kitlelerin devrimci yürüyüş, mücadele ve savaşlarının marşı oldu. Marsilya’daki gönüllü taburunun Paris’e gelene kadarki yürüyüşünde dillerinden düşmeyen şarkı, önce “Marsilyalıların Marşı” (Marche de Marseillois), sonra da “Marseyyez” (La Marseillaise) olarak anıldı. “Tanrı kralı korusun” tarzındaki kraliyet marşlarına karşı ulusal marş geleneğini yarattı ve başlattı. Başta Valmy olmak üzere Fransa’yı, Devrimi ve Cumhuriyeti savunma savaşlarındaki zaferlerin nedeni olan La Marseillaise, Avrupa’nın her tarafında ilerleyen devrimci orduların adımlarını da hızlandıracaktı. “La Marseillaise”, demişti Napoleon, “Cumhuriyetin en büyük generaliydi.” (45)
Avrupa monarşileri dize geliyor
Nisan 1795’te Prusya barışa razı oldu. Ama bunun asıl anlamı ve sonucu, Prusya’nın Devrimin Cumhuriyetini tanımış olmasıydı. Mart 1796’da Napoleon Bonaparte komutasındaki ordular Avusturya’yı bozguna uğrattı ve imparatorluğu Campo Formio Anlaşmasını imzalamak zorunda bıraktı (17 Ekim 1797). İtalya’da önemli bölgeler ve geniş alanlar Fransız hakimiyetine girdi. Bu kazanımlarıyla Fransa, Osmanlı devletine de sınırdaş oldu.
1797’de Prusya kralı, “hükümdar katili olan adamlarca yönetilen Fransız Cumhuriyetiyle” barış antlaşması imzaladı.
İkinci Koalisyon Savaşı (1798-1802) sonunda yenilen Avusturya İmparatoru II. Franz, bütün Ren bölgesinin Fransa’ya bağlanmasını öngören Lunèville Anlaşmasına (9 Şubat 1801) imza attı.
Hollanda’nın önemli bir kısmı ve Belçika Fransa’ya katıldı. (46)
- yüzyıldaki Papalık çekişmelerinin sonucunda Papalığa ait Papalık kenti olan Avignonlular Fransa ve Devrim yönünde karar aldılar, Papalık kalıntılarını ve taraftarlarını kovdular, Cumhuriyeti benimsediler.
DİPNOTLAR
38) Tarihimizde Osmanlı ile yaptığı savaşlarla (1774 Küçük Kaynarca Anlaşması ile sonuçlanan 1768 Türk-Rus Savaşı, 1770 Çeşme baskını vb.) iyi bilinen II. Katerina (Yekaterina, 1729-1796), “Büyük Katerina” diye de anılır. Rusya’daki bu “aydın despot”, reformlara girişmesine, Montesquieu, Rousseau gibi Aydınlanmacıları benimsemiş olmasına, Diderot ve Voltaire’le dostluk ilişkileri yürütmesine, sanata, kültüre, bilime çok önem vermesine rağmen halk ve devrim düşmanlığıyla ün kazandı. Döneminde Rusya tarihinin en büyük halk ayaklanması oldu (Pugaçev), acımasızca ezilen ayaklanma büyük izler bıraktı. Rusya’nın dünya tarihini etkileyen büyük devletler arasına girmesini sağlayanlardandır.
39) Bernard Lewis, “Fransız Devriminin Türkiye’deki Yankıları”, Tanilli, Dünyayı Değiştiren On Yıl içinde, s.229-269.
40) Prusya’nın askerileşerek yükselmesi döneminde daha önce görülen ve bir Prusya icadı olan “herkes asker”le, Devrimin “herkes asker”inin bir benzerlik ve (Devrimin Prusya deneyiminden yararlanılması şeklinde) devamlılık ilişkisi yoktur. Devrimdeki “herkes asker”in özü olan “yurttaş asker” kavramı, tarihsel ve siyasal olarak Fransız Devrimiyle ortaya çıkmıştır. Esas olarak 19. yüzyılda örülecek olan askerlikteki “topyekun savaş” teorisi de, halkın seferber edilmesi konusundaki yönelimi ve özelliğiyle gene Fransız Devriminin yarattığı “yurttaş asker”den esinlenmiş ve kaynaklanmıştır.
41) Bu slogan dönüşümü, Türkiye’nin uluslaşma sürecinde, bir yüzyıl sonra Osmanlı toprağında aynı şekilde tarihi bir paralellik olarak yaşanacaktır. Alışılagelmiş olarak söylenen “Padişahım çok yaşa” sloganı, 2. Meşrutiyet öncesinde ve döneminde “Millet çok yaşa” şeklini almıştır. Esas olarak 1919 sonrası mücadeleler tarihsel paralelliği belirginleştirecektir. Kurtuluş Savaşımız ve Fransız Devriminin Anadolu’daki versiyonu olarak da değerlendirilen Cumhuriyetimiz, bir devrim olarak sürekli Fransız Devrimini çağrıştırmış, Fransız Devrimine göndermelerle yorumlanmıştır.
42) Devrimin önderlerinden Louis-Antoine Florelle de Saint-Just’un (1767-1794) babası subaydı. Devrimin ilk günlerinde yarbay rütbesiyle Ulusal Muhafız Birliğindedir, Varennes dönüşünde kralın arabasını teslim alan ve getirenler arasındadır. Yaşı tutmadığından (o günlerde daha 24 yaşındadır) Yasama Meclisine seçildiği halde giremez.
43) Tanilli, Dünyayı Değiştiren On Yıl, s.103-109, 122-123; Arda Odabaşı, “Jakobenizm ve Robespierre”, Teori, Sayı 153, Ekim 2002, s.22.
44) Devrimci yüzbaşı, Juralı bir mühendis olan Claude-Josephe Rouget de Lisle (1760-1836) idi. 24 Nisan 1792’de savaş ilan edildiği haberi Strasbourg’a ulaştığında, belediye başkanının evinde yapılan eğlencedeydi ve hemen coşkuyla şarkının güftesini yazmış, bestesini yapmıştı.
45) Davies, s.767. Daha sonra bu marşa, Çaira (“Olacak Bu İş”), Le chant du depart (“Yola Çıkışın Şarkısı”) ve Sankülotların Carmagnole’u da eklenecekti. Sankülot (sans-culotte) sözcüğü, giyimini tamamlayamayacak kadar yoksul olmayı ifade eden bir deyimdi. Dilimize çoğunlukla “baldırıçıplaklar” şeklinde çevrilmiştir. Sonkülotlar pantolonluydular ama sözcüğün anlamı “pantolonsuz” demekti. Soyluların alay etmek için taktığı bu adı kendileri de benimsemişlerdi. Karmanyola, Sankülotların giydiği ceketin adıydı. Modernlikten uzak, geriye dönük, fanatik ve duygusal olmalarına rağmen Sankülotlar, emekçi özellikleri ve devrimci talepleriyle sonraki yüzyılların proletaryasının öncülleridir. Kırmızı başlık takarlardı.
46) Kurulduğu zaman (36 prensliğin birleşmesinden oluşan) Ren Konfederasyonunun dışında kalan Prusya, Napoleon’a karşı kurulan 3. Koalisyona girmekle Napoleon’un yanında yer almak arasında kararsız bir durumda kaldığı için ne kendine, ne de Almanya’ya bir hayrı dokundu. Koalisyona katılsaydı belki Napoleon püskürtülecek, Fransa’nın Almanya’ya hakim olması engellenecekti. Napoleon’a katılsa Ren Nehri’nin doğusunda ve kuzeyinde en etkili güç Prusya olacaktı. Avusturya teslim olduktan, Rusya geri çekilmeye başladıktan ve Napoleon daha da güçlendikten (Napoleon konfederasyonuna başka Alman prenslikleri de katılmıştı) sonra 1806 Ekim’inde Fransa’ya savaş ilan eden Prusya artık geç kalmıştı ve yapayalnızdı. Hohenzollern orduları büyük bir yenilgiye uğradı, Berlin işgal edildi, Prusya, topraklarının yarısını kaybetti.
ALMAN DEVLETLERİNİN TUTUMU
Prusya ve Avusturya monarşileri (elbette diğer Avrupa monarşileri gibi) doğal olarak sınıfsal bir sezgiyle Devrime karşı çıktılar. Elbette Devrimin kopardığı gürültü, uyandırdığı dehşet yüzünden ürkmüşlerdi de. Devrimin mutlaka ezilmesi, Fransa’da Eski Rejimin tekrar kurulması ve Devrimin kendi sınırlarından içeri girmemesi gerekiyordu. Yok edilmezse Devrim kendilerini de vurabilir, iktidarlarını kaybedebilirlerdi. Bu yüzden Devrime saldırdılar. Ama aynı zamanda Devrime kendi topraklarında da önlemler almaya başladılar. Devrimi yasakladılar, Devrimle ilgili her şeye sansür uyguladılar, Devrimi baskı altına almaya, etkisini ve yayılmasını önlemeye çalıştılar.
Cermen kökenli aristokrasi
Prusya ve Avusturya’nın Fransa’daki gelişmeler konusundaki ilgi ve kaygılarının bir başka önemli nedeni daha vardı: Fransa’da kraliyet ailesinin ve aristokrasinin Cermen kökenli olması. Kurulduğu dönemdeki adıyla “Batı Frank Krallığı”ndan başlayarak Fransa’daki bütün hanedanlar (Capet, Valois ve Bourbon Hanedanları) Cermen-soyluydu. Bazı bölgelerdeki sınırlı sayıdaki yerel soylular (Fransa’nın batı sahilleri ve güneybatı bölgelerindeki büyük toprak sahipleri) dışındaki aşağı yukarı bütün soylular, genel olarak bütün aristokrasi, Cermen kökenliydi. (47) Hanedan ve soyluluk, halkın çoğunluğu olan Galyalılar ve Roma asıllı olmayanlardandı. Tarih sahnesine Cermen krallığı olarak adım atmış Fransa’nın kralları, gerek rex Francorum (Frankların kralı), gerek rex Francia (Fransa kralı) (48) olarak hep “Cermen-soylu”ydular.
Fransa tarihi Franklardan başlamaktadır ve “Fransa, Franklarla kralları arasındaki bir sözleşmeden doğmuştur”. (49)
Avrupa feodalizminin modern araştırmacıları haklı olarak, büyük toprak sahipleri ve soyluların etnik kökenleri üzerinde durmanın (50) önemli olmakla birlikte her zaman fazla anlamlı olmayacağında, Avrupa tarihinde etnik kökenin her zaman dikkate alınması gereken bir özellik göstermediğinde birleşirler. Hatta M. Bloch, “ne vassaliteye, ne de daha genel olarak feodal kurumlara belli bir etnik köken arama hatasına” düşmemek gerektiği konusunda uyarıda bile bulunmuş, “17. yüzyıl soyluluğunun hemen tamamen Frank savaşçılarından [Cermenlerden] indiğini” sanmamak gerektiğini bile yazmıştır. (51) Doğrudur, Fransız soyluluğu da elbette Cermen-soylarla sınırlanmış değildi, ancak Fransa aristokrasisi içinde ağırlığın Cermen-soylarda olduğu, büyük prensliklerin yönetimlerinin ise hemen hepsinin Frank kökeninden geldiği ortadaydı. Ayrıca Fransa’daki hanedanların tamamının Cermen-soylu olduğu da ayrı bir olguydu.
Fransız Devrimi konusunda ilk önemli eseri yazmış olan Alexis de Tocqueville (1805-1859), Fransız soyluluğunun Frank fatihlerle özdeş olduğunu, Fransız soylularının “fetihten doğan bir aristokrasi” olduğunu görüyordu. Bunun sonucunda Fransız aristokrasisi bir kast özelliği (52) göstermiş, “bir grup” anlayışına sahip olmuş, grupsa “doğumla belirlen”mişti. (53)
Bu yüzden, Cermen kökenli olan soyluların çoğunluğu için “Cermen kökenli olmak” soyluluğun karşılığı gibiydi. Soyluluğa yönelen tehditler, onların gözünde doğal olarak Cermenliğe karşıtlıktı. Fransız soyluluğu açısından Devrim, Cermenliğe yönelikti.
Alman devletleri de, Fransa’daki soyluluğun kökeninin ağırlık olarak Cermen kavimlerine dayandığının bilincinde olduğu gibi, uygun durumlarda bunu kullanmaya da çalışırdı.
Fransa’nın doğusundaki Alman devletleri ise Devrimi, “ayaklanan alt tabakaların (avamın, ayaktakımının) monarşiyi yıkması” yanı sıra, Cermen olmayan halkın Cermen soyluluğu tasfiyesi olarak, Cermen aristokrasinin iktidardan uzaklaştırılışı olarak, Frank kökenli hanedanın alaşağı edilmesi olarak da algıladılar. Dolayısıyla, Cermen oldukları için Fransız Devrimini “kendilerine” de yönelmiş bir hareket olarak görmeye, yorumlamaya çalıştılar ve bunu, Devrimin antifeodal özelliğini perdelemekte ve bulanıklaştırmakta kullandıkları bir gerekçeye ve bahaneye dönüştürdüler. Devrim, Cermenliğe ve Almanlığa “karşı”ydı ve Almanya’ya karşı bir savaştı.
Bu algılama ve yorumlama, olayları çarpıtmayı ve yalanları doğurdu. Ren Nehri’nin doğu yakasındakiler, batı yakasındaki halk ayaklanmasını kötülemek için, Büyük Fransız Devrimini olumsuzlamak için her şeyi yaptılar. Devrimi olumsuz göstermenin hizmetine koşulan çarpıtmalar, Devrim hakkında olumsuz propaganda yapabilmenin kolaylaştırıcısı olarak kullanıldı.
Avusturya’ya göre Fransa “Devrim saldırganı”!
Devrimin herhangi bir ülkede değil Fransa’da olmasının Avusturya için başka bir anlamı da iki komşu devlet arasındaki ilişkinin sarsılacağı korkusuydu. Fransa başka yerler gibi değildi. Avusturya, Fransa Hanedanıyla, dolayısıyla Fransa’yla son on yıllarda köklü bir ittifak yapmıştı. Dahası, imparatoriçenin kızı Fransa kralının karısı olmuştu. Devrimden daha on yıl önce Paris’e gelerek kızkardeşi Marie Antoinette’i ziyaret eden İmparator II. Joseph, “Fransız sarayı”nın dünyanın farkında olmadığını gördüğünde tehlikeyi, aynı zamanda kızkardeşi ve eniştesi için de sezmiş, “Devrimin acımasız olacağı” öngörüsünde bulunmuştu. (54)
Alman asıllıların bölgesi ve Avusturya toprağı olan ve hep Alman olarak kalması düşünülen Alsace, zaman zaman geçici olarak Fransa’ya da geçmekle birlikte, her zaman Almanya tarafında olmuştu. Alman tarafının hiç beklemediği ve istemediği bir şekilde Alsace, devrimci gelişmelerin sahnesi halindeydi. Devrimin Fransa’da yaptığını, feodalizme karşı mücadelesini, aynı devrimci eğilimlerle Alsace’a aynı şekilde uygulamış ve kendi isteğiyle Devrim Fransa’sına katılmış, çevresindeki bölgeleri de bu yönde etkilemişti. Avusturya’nın her şeyiyle yasakladığı, mırıldanılmasına bile sansür uyguladığı Devrimin marşı Marseillaise, bütün Alsace’ta ve çevresinde coşkuyla söyleniyordu. Böylece Alman Alsace ve Fransız olmakla birlikte Almanca konuşan Lorraine (daha doğrusu Lorraine’deki Avusturya toprağı olan Alman bölgesi; Almancasıyla Lothringen) Fransa’nın olmuştu. Avusturya bunu, Fransa’nın ilhakı olarak değerlendirdi, Alsace Avusturya’dan Devrim tarafından “koparılmış” ve alınmıştı. Bölgedeki Alman prensliklerin mülklerinin önemli bir kısmı, üstelik “karşılık söz konusu olmaksızın” ellerinden alınmış, müsadere edilmiş, yani mülkler “gaspedilmiş”ti. Devrimci Meclis, milletin egemenliğini haklı olarak devletler hukukundan üstün görüyordu. Bu anlayış, prenslerin bütün feodal hakları da kısıtlanmasına yol açmıştı. (55) Fransa’nın yaptığı, hem taraflar arasında sağlıklı bir çözümdü, hem de “iç sorun” kapsamındaydı. Ama olay, Avusturya açısından geçiştirilemeyecek gibiydi. Ayrıca Avusturya’daki hanedanın bir ucu, hep Alsace’la birlikte düşünülen ve ele alınan, kaderi Alsace’la birleşmiş, bu yüzden de herkesin adeta Alsace saydığı, Alsace’a dahil gördüğü Lorrain’e (Lothringen’e) dayanıyordu (İmparatoriçe Maria Theresia’nın eşi Franz Lorrainliydi).
Dahası, Saksonya’da, Almanya’nın Ren bölgesinde, özellikle Mainz’da ve Fransa sınırına yakın bazı prensliklerde köylü hareketleri oluyordu. Ezilmekle birlikte bu ayaklanmalar Avusturya’nın kendini kaybetmesine ve zıvanadan çıkmasına yol açacaktı.
Belçika, İsviçre gibi Avusturya hakimiyetindeki ülkeler de Devrimden etkilenmişler ve imparatorluğa başkaldırmışlardı. Savoie ve Nice prenslikleri de Fransa’ya kendiliklerinden katılmıştı. Bütün bu ülkeler ve bölgeler, askeri harekâtlar ve işgaller sonucu Fransa’ya geçmemişti. Devrim Fransa’sının bağımsızlıkçılığı gözeten ve fetihleri reddeden anlayışlarına göre bu zaten mümkün değildi. Fransa bunların bazılarının Fransa’dan kendilerine ordu gönderilmesi talepleri bile olmasına rağmen gönüllü katılmalarını beklemişti ve hatta plebisit yapmalarını bile kendi istemişti. Avignonluların durumunu değerlendirirken Robespierre, “halklar kendi kaderlerine kendileri karar vermelidir” diyordu, bu konuda çok katıydı ve bu düşüncesini her zaman muhafaza etti. Sonunda bunların hepsi kendi istekleriyle, birçoğu da plebisitlerin sonucunda Fransa’ya bağlanmışlardı. Ama Avusturya’ya göre, “devrim saldırganı Fransa her yeri ilhak ediyor”du, “Devrim Fransa’sı her yeri fethediyor”du, bu yüzden de “Fransa’nın zorla ele geçirdiği her yere bağımsızlığını vermek gerekiyor”du.
İsviçre ve Belçika’yı Avusturya, ancak bir yıl sonra ve Prusya’nın yardımıyla bastıracak, hakimiyetini tekrar kuracaktır. Bu aradaki sürede, Avusturya bu ülkelerin bağımsızlıklarını savunduğunu hiç aklına getirmeyecek, Fransa’nın saldırdığı ülkelerin “bağımsızlığı”na buraları ele geçirdikten sonra artık bir daha gerek kalmayacaktır!
Fransa-Avusturya ilişkileri
Fransa ile Alman devletleri birbirlerine “geleneksel olarak” düşmandılar, Frank devletinin Batı ve Doğu olarak ayrışmasından sonra birbirlerini tehdit eden esas hasımlar olmuşlardı, Batı Franklarla Doğu Franklar birbirleriyle hep savaşmışlardı. Doğu Frank devleti olan Avusturya 18. yüzyılın ortalarında, başka ülkelerle yaşadığı gerginlikler yüzünden Batı Frank devleti olan Fransa’yla iyi ilişkiler kurmayı, hatta Fransa’yla dayanışma içinde olmayı hedefledi. 1756’da Fransa ile iki ülkeden birine saldırıldığında yardımlaşmayı öngören bir anlaşma bile imzaladı. Ertesi yıl bunu başka bir askeri anlaşma izledi. İmparatoriçe en iyi diplomatı Kaunitz’i (56) çok uzun yıllar Paris’te tuttu.
1769’da hanedanlar arasında yakınlaşmayı sağlamak için İmparatoriçe Maria Theresia en küçük kızı Maria Antonia’yı Fransa veliahtı Capet Louis’yle evlendirmeyi kafasına koydu. Bunun için çok uğraştı. Fransa Kralı XV. Louis (veliahtın dedesi oluyordu) kendini epey naza çektiyse de sonunda razı oldu ve kız daha 13 yaşındayken Paris’e gelin gönderildi. Damat, “XVI Louis” adıyla 1774’te kral olduktan sonra da çocuklarının olmaması imparatoriçeyi çok korkutmuşken, evlilikten 12 yıl sonra, 80’li yıllarda kraliçenin üst üste çocuklar doğurması her şeyi yoluna koyacak, böylece “iyi ilişkiler” devam edecekti. Avusturya çok seviniyordu, kim bilir, belki de “Habsburg kanı” günün birinde Fransa tahtına bile geçerdi.
İki ülke de bu barışçı ilişkiden yarar umuyordu. En azından bir dönem bile olsa birbirlerine düşman olmaktan çıkacaklar, böylece Fransa’nın İngiltere’ye, Avusturya’nın Prusya’ya karşı durumları güçlenecekti. Fransa İngiltere’nin yayılmasını durduramıyor, sömürgelerini ve egemenlik alanlarını ele geçirmesini önleyemiyor, Avusturya ise Prusya ile baş edemiyordu.
Bu dönemden Fransa’nın kazançlı çıktığını söylemek olanaklı değildir. Birincisi, Fransa, Avusturya’nın zorlamasıyla kendisi için hiçbir anlamı olmayan Yedi Yıl Savaşı (Avusturya Veraset Savaşı, 1756-1763) anaforuna çekildi. Bu yüzden, mali bakımdan çok büyük sıkıntıların içine girdiği gibi, İngiltere’nin sömürgelerde üstün duruma gelmesini ve dünya çapında yayılmasını engelleyemedi. İkincisi, Avusturya ile yaptığı dayanışma, olumlu hiçbir sonuç sağlamaması yanı sıra, “ezeli düşman”la yakınlaşma halkta büyük bir hoşnutsuzluk ve tepki uyandırdı. Ayrıca burjuvazi, sınıfsal ve ekonomik çıkarlarını Avusturya ile yakınlaşmakta görmediğinden, ilke olarak da, uluslararası ilişkilerin ulusların karşılıklı çıkarları yerine hanedanlar arasındaki bağları temel alan anlayışlar çerçevesinde yürütülmesini doğru bulmadığından, “kapılar ardında” yapılan hesapların genel çıkarlarla bağdaşmadığını varsaydığından, “Avusturya diplomasisi”ne, dış politikada “Avusturya sistemi”ne karşıydı. Montesquieu, Voltaire, Mably, Rousseau, Mirabeau gibi burjuvazinin sözcüleri bu konuda yıllar boyu kaygılarını dile getiren yazılar yazmışlardı.
Kaldı ki, Fransa Avusturya ile dayanışmayı sürdürebilmek için, her zor durumda kaldığında Avusturya’ya -asker yardımı yanında- para yardımı da yapmaktaydı. Ekonomik krizin nedenlerinden biri de buydu. Burjuvazi bu paraların kendi cebinden çıktığını düşünüyordu. Ta XV. Louis zamanından beri elli yıldır ısrarla sürdürülen bu politika Fransa’yı “Avusturya’nın kullandığı bir alet” durumuna düşürmüştü. Fransa’nın sömürgesi Kanada’yı İngiltere’ye kaptırmasında Avusturya yandaşlığının sorumlu olduğu söyleniyordu.
Devrim, bu “barış” dönemini sona erdirdi, iki ülke arasında “sessiz elli yıl”dan sonra tekrar savaş başlıyordu. Ancak şimdi savaş nedeni, savaşın şekli ve savaşın mahiyeti bambaşkaydı. Ülkelerin yönetimleri aynı cephede yan yanaydı, iki ülkedeki yönetici sınıflar, devletleri birbirleriyle savaşırken birbirlerini kolluyorlardı, hanedanlar olarak ortak düşman olan Devrime ve Fransız halkına karşı birlikte savaşmaya başlamışlardı. Birbirine ezeli düşman iki devletin hükümdarları, Devrime, Fransa’ya ve Fransız halkına karşı el ele ve omuz omuzaydı.
Cermen kökenli İngiltere ise Cermen özelliklerini çoktandır silikleştirdiği için Fransız Devrimini “Cermenliğe saldırı” olarak yorumlamadı. Gerçekten öyle olsaydı da hiç üstüne alınmazdı. Hatta Cermenlikten “kurtulmuş”, Cermenliği geride bırakmış ve devrimini yüz yıl önce yapmış İngiltere için Devrim, sınıfsal bakımdan da kendisi için fazla önemli değildi. Korkulacak bir şey yoktu. Zorluklar içindeki Devrim Fransa’sı İngiltere için rakibin zaaf içinde olması demekti ve bu durum ona rakibe karşı üstünlük sağlama fırsatı verecekti. Bu fırsat kullanılmalıydı. Belirli ölçüde de kullanıldı.
DİPNOTLAR
47) “Fransa”nın kökeni olan Frank devletinin kuruluşu, “barbar istilaları” da denilen Kavimler Göçünün bir sonucuydu. Roma İmparatorluğunun da yıkılmasına yol açan Cermen kavimlerin Avrupa’ya yayılması birçok Cermen devletçiğinin kurulmasıyla sonuçlanmıştı. Frank kabile savaşçılarının devletçiği olan Frank Krallığı, bunların arasında varlığını sürdürebilen, hatta büyüyebilen tek oluşumdu. Şarlman imparatorluğu haline gelen Frank Krallığı o kadar genişlemişti ki, onun ölümünden sonra imparatorluk bütünlüğünü koruyamadı ve parçalandı. Doğudaki parçası Almanya ve Alman prenslikleri olurken, batıdaki parça Fransa haline gelecekti.
48) Capet Hanedanından II. Philippe (August, 1179-1223), “Frankların Kralı” yerine “Fransa Kralı” unvanını almıştı.
49) Furet, 1989, s.61.
50) Avrupa’nın sağcı tarih çizgisi 18. ve 19. yüzyılda, Avrupa feodalizminin taraflarının kökenleri üzerinde durması yüzünden “klasik anlayış” da denilen bir tutuma sahipti.
- yüzyıl Fransız tarihçileri için ise “Clovis ve Frank istilaları ateşli bir konu”ydu, “soyluları fatihler soyundan, avamı ise boyun eğdirilenler soyundan getirerek, toplumun soylular ve avam olarak ikiye ayrılmışlığının kökenini Frank istilalarına bağlıyorlardı”, bunun nedeni “toplumsal yapılarının anahtarını” 10. yüzyıl öncesinde aramalarıydı (Furet, 1998, s.33).
51) Marc Bloch, Feodal Toplum, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2005, s.211.
52) Hindistan’daki toplumsal hiyerarşik sisteme sömürgeci Portekizlilerin verdiği adla (casta) sosyolojik bir terim haline gelen kast, kalıtımsal, mensubiyetin doğumla olduğu, içten evliliklerle dışa kapalı katı bir toplumsal birim karşılığı olarak kullanılmaktadır.
53) Akt. Furet, 1998, s.170 ve 169. Ayrıca Furet’nin kendisi de Fransız aristokrasisinin kast özelliği gösterdiği görüşündedir. Fransa’daki soylular, “bir aristokrasi (yani İngiliz usulü bir yönetici sınıf) değil”dirler, “siyasi düzlemde, kral iktidarından kopukturlar” (s.151). İngiltere’de ise, kast özelliğini düşünmek mümkün değildir. Gerçek aristokrasinin yalnız İngiltere’de olduğunu belirten Tocqueville, feodal sistemin Avrupa’nın her yerinde kastlar şeklinde olduğunu belirlemiştir. Bu durum genelleştirme yapılmazsa Fransa için tamamen doğrudur ve karakteristiktir. Çünkü Fransa’da “soylu olarak doğmuş olmayanlar bu özel ve kapalı sınıfın dışındadır” (s.152). Fransa’daki bu durum Almanya’da birçok bakımdan farklıydı. Fransa’daki soyluluğun yoğunlaşmış ortak kökeni, sınıfsal dayanışmayla sınırlı kalmıyor, köken konusunda da bir dayanışmanın temeli oluyordu. Bu yüzden başka etnik kökenlerin sınıfa sonradan dahil olmasında bir zorluk (engelleme) vardı. Doğu Franklarda ise Cermen-soydan gelmeyenler aristokrasiye dahil olmak konusunda özel bir zorlukla karşılaşmıyordu. Örneğin, Macar, Slav, Latin, Polonyalı, Bohemyalı vb. kökenli soyluların oranı hiç de az değildi. Bunun nedeni, imparatorluğun çok sayıda halkı kapsayan coğrafi genişliği ve imparatorluk olmanın getirdiği zorunluluktu. Yerel hükümranlıklar genel olarak yerel yöneticiler tarafından sürdürülmekteydi. “Fransa’da, altmış yıllık demokrasiden sonra, günümüzde bile, … [soylular ile yeni zenginlerin] evlenme yoluyla birbirlerine karışmaktan ellerinden geldiğinde kaçınmakta” olduklarını belirleyen Tocqueville (s.153), Fransa’daki kast sisteminin kanıtı olduğunu gösterdiğini düşündüğü çok ilginç bir dil olgusundan söz etmektedir. Fransızca’da gentilhomme sözcüğünün soyluyu (kastın mensuplarını), roturier sözcüğünün ise soylu olmamayı (kast dışında olanları) karşıladığını belirttikten sonra, İngilizcede bu anlamların, değiştiği için olmadıklarını ileri sürmektedir. Gentleman, genel bir kavramdır, Amerika’ya geçmiş haliyle ise “bütün erkek yurttaşlar”ın karşılığıdır. Ona göre bu “sözcüğün tarihi, bizatihi demokrasinin tarihidir”. (s.154)
54) Zweig, 2010, s.171.
55) Bu konuda F. Engels şöyle yazıyor: “Alsas ve Loren’in Almanya’dan ummaya asla cesaret edemeyecekleri şeyi, Fransa sundu onlara. Feodal zincirler kırılmıştı. Köle emeği harcamak zorunda bırakılan bağımlı köylü, artık özgür bir insan, çoğu durumda, kendi çiftliğinin ve topraklarının özgür sahibi olmuştu. Kentlerde, asilzade egemenliği ve lonca ayrıcalıkları kalktı. Aristokrasi sürüldü. Küçük prenslerin ağırlık sahibi olduğu köylerde köylüler, komşularını örnek aldılar, prensleri, bölgesel yetkilileri, asilleri kovdular ve kendilerini özgür Fransız yurttaşı ilan ettiler. Ve Fransa’nın hiçbir yerinde halk, Almanca konuşan bölgelerdeki kadar büyük bir heyecanla devrimin etrafında toplanmadı. Ve İmparatorluk, devrime savaş açınca, Almanlar, … Alsas ve Loren halkı kendini Alman saymaktan vazgeçti. İşte o zaman, Almanlardan nefret etmeyi ve onları küçümsemeyi öğrendiler ve Marseillaise, Strasburg’da yazıldı ve bestelendi ve ilk kez Alsas halkı tarafından söylendi.” (Tarihte Zorun Rolü, s.106-107) Daha sonraki dönemde Napoleon, Alsace bölgesine komşu Ren ve Pfalz bölgelerini ilhak edecek, buralardaki feodal ilişkilerin de tasfiyesine yol açacaktı.
Bu konuda Heine de şöyle diyor: “Alsace ve Lorrain’in insanları, Fransız Devrimiyle kazandıkları haklar ve edindikleri yurttaşlık yüzünden, eşitlik yasalarına ve özgür kurumlara hayranlıkları yüzünden Fransa’ya bağlıdırlar. Eğer Almanya Fransızların yaptığını yapıp onların vardığı yere varırsa, düşüncede ve eylemde onları aşarsa, köleliği saklandığı yerlerden bile çıkarıp yok ederse, insanı aşağılanmaktan kurtarırsa, yoksul halkı, baskıya uğrayan yeteneği, saldırıya uğrayan güzellikleri haysiyetlerine ve hakettikleri saygıya kavuşturursa, …, Alsace ve Lorrainliler Almanya’ya katılırlar.” (Deutschland. Ein Wintermärchen, “Vorwort”, Heine, s.134)
56) Wenzel Anton von Kaunitz (1711-1794), Prusya’ya düşmanlık, Fransa’yla dostluk politikasının mimarı olarak ün kazanmış Avusturyalı devlet adamı. İmparatorluğun ihtiyacına cevap veriyordu ve döneminde bu sayede çok önemli roller oynadı.
FRANSIZ ARİSTOKRASİSİ
“Derebeyliğin zorbalığından,
tutsaklığından kurtulmanın,
ve özgürlüğünüzün tadına varın,
egemenlik kurup üzerinizde
sizin emeğinizle yaşayanlar
artık üstün değil, eşit sizinle.”
Halk Şarkısı (57)
Fransa’da kraliyet ailesi ve bütün soylular da kendilerini Cermen kökenli olarak Fransa’daki halktan ayrı görmekteydiler. Devrim, aynı zamanda Fransa’nın uluslaşma sürecinde büyük bir sıçrama iken, hanedan ve aristokrasi, kendini bu gelişmenin dışında hissediyor, ulus olarak yaşanan gelişmelerin dışında kalmak istiyordu. Hem bunun sonucu olarak, hem de etnik farklılıkları yüzünden kendilerinin, başka bir ulus tarafından alaşağı edilmiş/edilecek “ayrı bir ulusun mensubu” olduklarını düşünüyor, Devrimi de “uluslar arasında bir savaş” olarak görüyorlardı. Devrim sürecinde ortaya çıkan vatan (patrie) ve vatanseverlik (patriotism) gibi kavramlar onlar için bir şey ifade etmiyor, vatandaşlar arasındaki “kardeşlik”ten (fraternitè) hiçbir şey anlamıyorlardı.
Aristokrasinin ulusu ve vatanı yok
Devrim bütün insanları “yurttaş” yapmış, yurttaşlıkta da eşitliği sağlamıştı. Bunun kökenle ilgili olarak başka bir şekilde ifade edilmesi, “bir zamanlar soyluların tekelinde bulunan ‘Cermen’ kökenli özgürlüklerin, … tüm ulusun malı olduğu, ulusun da geri alıcı kesin savaşı verdiği”ydi. (58)
Soylular sahip oldukları geniş arazilere de yabancıydı. Nerede olduğunu bile bilmedikleri topraklardan gelen paralara bakarlardı sadece.
Hanedanlar için Fransa, “vatan” değil, “krallık”tı. Kendileri de -Devrimin insanlara verdiği paye olarak- “vatandaş”, “yurttaş” değildiler, hanedan mensupları olarak krallığın ve Fransa’nın “sahipleri”ydiler. Cermen asıllı olmayanlarla, halkın çoğunluğuyla “aynı soydan gelmedikleri” için “kardeş” falan da değillerdi, olamazlardı. Kardeşleri vardı ama “kardeşler” Avusturya’daydı. Bu bakımdan dönemin Fransa Kralı XVI. Louis, Devrime ve Fransa’ya zarar vermek için Fransa’nın savaştığı düşman bloka bilgi vermesinin, Avusturya’ya hizmet etmesinin, pek olumlu görülmeyeceğini bilmekle birlikte, vatana (ya da belirli bir şeye) “ihanet” olduğunu, daha doğrusu bunun bir suç oluşturacağını, kendisinin de bu yüzden suçlanarak yargılanabileceğini hiç aklına getirmiyordu. (59) Kral ve kraliçe Varennes’de yakalandıkları zaman, gidecekleri yer Avusturya olduğu için, “başka bir ülke”ye gittiklerini de düşünmüyorlardı. Kralın iki erkek kardeşi Avusturya’ya kaçmıştı ama “yabancı bir ülkede” değillerdi. Kralın karısı ünlü Marie Antoinette, Fransa kraliçesiydi ama Kutsal Roma Cermen İmparatoriçesi Maria Theresia ile kocası İmparator I. Franz’ın -on beşinci ve son çocukları olarak- kızıydı. Habsburglar soyundandı, Avusturyalıydı.
Kraliçe için “Avusturya ve Prusya bayrakları dost, o memleketin tricolore’u ise düşman bayrağı”ydı. (60)
Kral ile kraliçe, Bourbon Hanedanı mensubu Frank kökenli “Capet Louis” ile Viyanalı Marie Antoinette (Almanya’daki adıyla Maria Antonia Josepha Joanna von Österreich-Lotringen), “ulus”tan, “vatan”dan anlamıyorlardı; ama eğer “ulus”tan, “vatan”dan mutlaka söz edilecekse, kendi “ulusları”ndan olanlar “oradakiler”di ve Avusturya onların “vatanı”ydı aynı zamanda.
Soylular halkı köle olarak görüyorlardı
Halkın çoğunluğu ve “burjuvazi, Galyalı-Romalı (Gallo-Romen) kölelerden, soylularsa Cermenlerden” gelmekteydi. (61) Fransa’da soylular, halkı ve Cermen kökenli olmayan herkesi “köle-soylu” olarak nitelendirme alışkanlığına sahipti. (62) Köleci toplum geride kalmış olmakla birlikte Batı Frankların aristokrasisi, feodal sistem hakim kılınmadan önce köleci sistem bulunduğundan ve onlar Roma’nın köleci sisteminin geleneğini devralmış ve bunun ardılı olduklarından dolayı Fransız soylularının söylemi, Romalılarınkinin aynıydı. Feodal Batı Frank aristokrasinin sözcükleri ve kavramları Roma köleciliğininkilerle örtüşüyordu. Roma köleci sistemini benimsemiş ve özümsemiş Batı Frank aristokrasisi ile Roma arasında bu konuda terminolojik bir ortaklık vardı.
Cermenler fatih olarak geldikleri Galya’daki Galyalıları azat etmişlerdi, köleci sistem dönüşmüş ve bitmişti, ama Galyalılar, alt sınıflar olarak köle gibi görülmeye devam ediyorlardı. Brissot, “bin yıllık kölelikten sonra halkın özgürlüğe kavuşmuş” olmasından söz edecekti (16 Aralık 1791). Fransız halkının Bastille’in ele geçirilmesinden sonraki sloganlarından biri, “Yeniden köle olmaktansa ölmeye hazırız”dı.
Yerliler “köle”ydi, Galyalılar “köle”ydi ve köleler soylu olmayanlardı. “Soyluluğun kaynağı” ise “Cermanya”ydı, “soyluluk, Frank soyundan gelme”ydi.
Köle sözcüğünün kullanılmadığı yerlerde ise mutlaka aşağılama vardı. Soylu olmayanlar, halktan kişiler hep kötüydü, örneğin, Latinler (Romanlar, Roma kökenliler) “hırsızlık ve dilencilikten başka bir yapmayacak kadar”, Galyalılar ise “insan sayılmayacak kadar” olumsuzdu. Soyluların sınıfsal algısı öyleydi ki, köylülere insan bile denemezdi. Soylular evlerinde insan saymadıkları için uşaklarının ve hizmetkârlarının yanında soyunmaktan çekinmezlerdi, onlardan utanmaları için bir neden yoktu.
Soylular arasında, “köle-soylar”dan gelmediklerini göstermek ve vurgulamak amacıyla Cermen kökenlerini en kestirme, en kolay belirten sözcüğü, “Cermen”in Fransızcasını kendileri için kullanmak son derece yaygındı. Fransızcada Cermen karşılığı olan “Germain” sözcüğü, soylular arasında ad olarak hem ön adlarda, hem de soyadlarında olmak üzere çok görülürdü. Paris’te semt olarak soyluların oturduğu Saint-Germain, zengin bir mahalleydi, soylu zenginlerin, aristokrat sosyetenin gösteriş yeriydi. Semtin adının Cermen-soyluların oturduğu yeri ifade etmesi bir rastlantı olmadığı gibi, son derece anlamlıydı. Adında Cermenliğini belirten semt, bir zengin semti olarak şatafatıyla, Cermen-soylulara üstünlüklerini gösterme olanağı sunuyor, adıyla da, sakinlerinin “köle-soylar”dan gelmediklerinin ve Cermen kökenli olduklarının anlaşılmasını sağlıyordu.
Aristokrasi halka kesinlikle güvenmezdi
Dış politika ve diplomasi Cermen-soyluların tekelindeydi. Bir kere işe alındıktan sonra ömürleri boyunca aynı işi sürdüren elçiler ve diplomatlar, saraya bağlı oldukları ya da bağlı olacakları varsayıldığı için yalnızca merkezin aristokrat ailelerinden seçiliyordu. Devletin sahipleri olan soylular, devletin bütün önemli işlevlerine doğal olarak hep soyluları getiriyordu, ama taşra dışında saray soyluları hep Cermen kökenli olduğu için, bu, köken dayanışmasının ötesinde ve bunun yanı sıra, devletin ilişkileri ile ilgili güven, güvenlik ve dikkat gerektiren bütün hayati konuların Cermen-kökenlilerce sınırlanmış olması demekti. Üstelik diplomatlık bir aristokrat aile “mesleği” olduğu zaman bu meslek, ailenin yeni nesillerine de tartışmasız ve kendiliğinden bir şekilde geçiyordu, diplomasinin genetik özelliği vardı. Dış ilişkilerin “güvenliği” böyle sağlanmış oluyordu.
Ayrıca Avusturya ile yapılan uzun süreli ittifak süreci, başta burjuvazi olmak üzere toplumun geniş kesimleri tarafından olumlu görülmediği için, bütün dış ilişkiler muhalif görüşlerin baskılarına karşı ancak Cermen-soylu olanlarla yürütülebilirdi. (63)
Kraliyet, “kendisine düşman durumdaki halkına” güvenmediği için özel güvenliğini de “Fransızlar”a bırakmamıştı zaten. (64) 23 Haziran’da Kral Meclisin dağılmasını istemiş, 27 Haziran’da devrimci güçler Meclisin çalışmasını dayattıkları zaman Kral bunu kabul etmiş görünmüş ama çok uzakta olmayan “özel birliklerini”, “Yabancılar Alayı”nı başkente getirtmişti. 20 bin kişilik “yabancı” ve bu yüzden “güvenilir” olan bu alay, Flaman ve Alman paralı askerlerden oluşuyordu. Yabancılar Alayı Paris’e vardığında Tuileries Sarayı bahçesinde toplanmış gösterici “Fransızlar”ı biçmiş, yüzlerce kişiyi öldürerek dehşet saçmıştı. Daha sonraki günlerde, 14 Temmuz’da, Bastille’in ele geçirilmesinin ertesi günü Kral, yabancı birliklerin başkentten uzaklaştırılacağını ve sonra da dağıtılacağını açıklamak zorunda kalacaktır.
Kraliyetin esas ikametgâhı olan Versailles Sarayı’nı korumak işi de (soylulardan oldukları için Cermen kökenli olan) “Fransız” subaylar komutasındaki İsviçreli paralı askerlerden oluşan bir birliğe verilmişti. Bu İsviçreli askerler, Cent-Suisses (“Yüz İsviçreli”) adıyla anılırlardı, daha 16. yüzyılda Fransa kralının muhafız takımı olmuşlardı. 6 Ekim’de 900 mevcutlu bu Kraliyet Muhafız Alayının 600 askeri öldürülmüş, birlik tamamen dağıtılmış, yok edilmiş, İsviçreli paralı askerlerin kafaları mızrakların ucunda günlerce dolaştırılmıştı.
Kralın bunların da dışında Alman süvarilerden oluşan bir Husar Birliği vardı. Bu güvenilir birlik kralın avlarına ve gezilerine refakat ederdi.
DİPNOTLAR
57) Alkan, s.126.
58) Furet, 1989, s.60. Yazar, “toplumsalın bu ‘ulusal’ yorumunun, Eski Düzen’in sonlarında Fransa’da çok yaygın” olan ve Devrim öncesinde ortaya çıkan binlerce risaleden anlaşıldığını belirtmektedir.
59) Bourbon Hanedanı mensubu Montpensier Kontu ve Bourbon Dükü III. Charles (1490-1527), 1515’ten başlayarak Fransız orduları başkomutanı iken, Batı Frank Krallığıyla savaşan Kutsal Roma Cermen İmparatorluğunu yendikten sonra, Paris’le anlaşmazlığa düştüğü için ordusuyla “düşman”a katılmış, “düşman”ın emrinde Fransız ordusunu 1525’te bozguna uğratmış, bu yüzden Fransa’da “vatana ihanetten” yargılanmış, mahkûm olmuş ve 1527 yılında yakalanarak idam edilmişti. III. Charles’ın yaptığı, kendisine göre bir vatana ihanet falan değildi. Önce savaşa tutuştuğu devleti (imparatorluğu) düşman görmediği gibi, hanedanına mensup olduğu devletle sonradan savaşmakta bir sakınca görmüyordu.
60) Zweig, 2010, s.390.
61) Akt. H. Arendt, s.92.
62) Fransız Devrimini konu almış romanlarda, soyluların halkı köle olarak nitelendirdiğine, halkın, soyluların kendileri için köle nitelendirmesinde bulunduğunun belirtildiğine hep rastlanmaktadır. Örneğin, Charles Dickens’in İki Şehrin Hikayesi adlı eserinde (Oda Yayınları, İstanbul 1994), Victor Hugo’nun 1793 Devrimi adlı yapıtında (Kaynak Yayınları, İstanbul 1984) köle sözcüğü bu anlamda birçok kereler geçmektedir. M. Zevaco, A. Dumas gibi yazarların Fransız tarihini konu alan romanlarında çevirmenlerin, neden kullanıldığına bir anlam veremediği “köle” sözcüğüne, Türkçede başka-benzer karşılıklar aramış ve kullanmış olmaları da olasıdır.
63) Halkın ve çeşitli sınıfların tasvip etmediği dış ilişkilerin yalnız Cermen-soylularla yürütülmesi, Devrim sonrasında, önemli sorunlara yol açabileceği için önlem almak gerekmiştir. Ulusal Meclis diplomasi alanına el attığında, dışişleri kurumunu Devrimin amaçları ve Fransa’nın çıkarları açısından değerlendirmek için Cermen-soylu yetkilileri uzaklaştırmak zorunda kalacaktır. “Dışişleri görevlileri” Devrim Fransa’sında Fransa’dan çok “yabancı ülkelere hizmet etmeye” hazır ve uygun durumdaydılar, Devrime ise tam karşıtlık içindeydiler. 1791 Mart’ında, kralın diğer Avrupa hükümdarlarıyla ilişkilerini sağlayarak krala yardım ettikleri gerekçesiyle önce yedi diplomat, sonraki günlerde yabancı ülkelerdeki bütün büyükelçiler görevlerinden alındı. Yeni atanacak görevliler için krala değil, devlete ve Devrime bağlılık yemini kondu. Bu yemini etmeye yanaşmayan bütün diplomatlar azledilecekti ve edildi de. Resmi dış ilişkileri yürütmek üzere kurulan Diplomatik Komite, 91 yazındaki kralın kaçma girişimini örgütlediği ve ona yardım ettiği için dışişleri bakanını krala suç ortaklığı etmekle suçladığında kimse buna itiraz edemedi. Arkasından da, yukarıda sözü edilen, dışişleri mekanizmasının Cermen-soylulardan tamamen arındırılması anlamına gelen “diplomatik temizlik”le sonuçlanan kararlar alındı.
Devrimin anlayış ve ilkelerine uygun olarak tanımlanan “devrimci diplomasi”, açık, basit, entrikasız, tuzaksız olacak, kurnazlıklara ve ayak oyunlarına başvurmayacaktı. Gene aynı anlayış ve ilkelere göre Fransa’nın devrimci diplomatları dürüst ve içten davranacaklar, sade ve temiz insanlar olacaklardı. Bu konudaki kararlar, bütün diplomatik mevki farklarının ortadan kaldırılmasıyla sonuçlandı. O tarihten sonra bütün elçiler ve konsoloslar nonce de la France (Fransa’nın elçisi) olarak tek bir adla anılacaktı.
64) Murat Sarıca her ne kadar “Fransız İhtilalini inceleyen bütün tarihçiler”in “kralın orduya güvenmekle büyük hata ettiğinde fikir birliği halinde” olduklarını yazmışsa da, bu satırların hemen devamında İsviçreli ve Alman paralı askerlerden söz etmektedir (100 Soruda Fransız İhtilali, Gerçek Yayınevi, İstanbul 1981, s.45). Aslında, İsviçreli ve Alman paralı askerlerin ve “Yabancılar Alayı”nın varlığı, “güvensizliğin” ta kendisi ve aynı zamanda kanıtıdır. Fransa “saray”ı, “Fransız ordusu”na hiçbir zaman güvenmemişti. Bu anlamda sarayın ve kralın Fransız ordusuna güveni zaten söz konusu olmazdı. Sarıca’nın cümlesindeki sorun, anlık olarak kralın tedbir almamış olması, bu anlık tedbirsizliğin “güven” sözcüğüyle ifade edilmiş olmasıdır.
ARİSTOKRAT “DEVRİMCİLER”
“Halktan başka güvenilecek bir şey yoktur.” Robesppierre
Eşitsizliğin simgesi olan soyluluk Devrimin ilkeleriyle uyuşmamakla birlikte, bu, soyluların içinden kimsenin Devrime katılmayacağı anlamına gelmez.
Soylular arasından bazı aydınlar, liberaller, ilericiler de Devrime katıldılar, kendilerine çeşitli adlar taksalar da hep “Cumhuriyetçi Aristokratlar” diye gruplar oluşturdular. Ancak bunların bir kısmı bir süre sonra Devrimden uzaklaştı, kenara çekildi, bir kısmı Devrimin amacını bulandıran öneriler ve dayatmalar getirdi, bir kısmı ise sonradan saf değiştirip karşıdevrim tarafına geçti.
Saint Denis semtindeki “Kraliyet Mezarlığı”nın kaldırılması kararı alınınca aristokrat “devrimciler”, burjuvaların, cepheye savaşmak için gitmek yerine, kral, kraliçe, prens ve prenseslerin kemiklerinin ve yeni öldürülen hanedan mensuplarının cesetlerinin Seine Nehri’ne ve lağımlara atılması için yaptıkları gösterilere katıldılar. Böylece sınıflarına ve soylarına “ihanet”lerini “gösterme” olanağı buldular ve Devrimden yana oldular!
Ya aristokrat olunur ya da devrimci
Soylular arasından Devrime gelenlerin bir sorunları vardı. Devrime katılmak ve bağlanmak istediler, ama krala ve kraliyete de bağlıydılar. Kralı feda edemedikleri gibi, Devrimin kraliyeti ortadan kaldırmasına da razı olamadılar. Halk içindeki “kralın kutsallığı” inanışı, soylu sınıf içinde krala itaat ve feodal devlete bağlılık şeklindeydi. Kralla sahip oldukları “kan bağı” (aynı Cermen kökenden gelme) belki çok önemli değildi ama sistemle olan kan bağının etkisinden kurtulmak kolay değildi. Aristokrat devrimciler bu yüzden Devrimi kraliyetle, Kralı devrimcilerle uzlaştırmaya çalıştılar. Monarşik cumhuriyet planları kurdular, bu tür hayallerin içinde gerçeklerden koptular. Devrimle, mensubu olup içinden çıktıkları sınıfın anlayışları arasında bocalayan aristokrat devrimcilerin çoğu, kimliklerini tam olarak belirleyemiyordu. Aristokratik kimliklerinden vazgeçmeden devrimci olunamayacağını anlayamıyorlardı. Oysa Devrim, kral ve krallıkla birlikte olamazdı. Devrim kralla birleştiğinde, kraliyetle uzlaştığında Devrim olmazdı. Nitekim Kral Devrimle uzlaşılamayacağını biliyor, Devrimden kurtulmaya çalışıyordu.
Uzlaşamayan ve birleşemeyen şeyler vardır. Aristokrat ruhla devrimcilik birleşemez. Ya aristokrat olunur ya da devrimci. Devrimci olmak için aristokratlıktan vazgeçmek ve aristokrasiden çıkmak gerekir.
Kralın, kraliyetin ve soyluların Devrim karşıtlığı, eğer Fransa’da Devrimi kendileri ezemezlerse, eğer Devrim Fransa içinde iç dinamiklerle tepelenemezse, Fransız Devrimini dış güçlerin ezmesini, Devrimin dıştan müdahaleyle yenilgiye uğratılmasını isteyecekleri ve bunun için her şeyi yapacakları ölçüdeydi. Ve öyle de oldu. Dış güçlerle, diğer Avrupa monarşileriyle birleştiler, düşmanlarıyla bile anlaştılar, ülkelerine ihanet ettiler. (65)
Devrime teğet geçen aristokratlar
Chartres Dükü Louis-Philippe Joseph (d’Orleans, 1747-1793), taht üzerindeki emelleri yüzünden krala karşıydı ve Devrime katıldı. Yeğeni olan kralın idamını hararetle savundu, giyotine gönderilmesi için oy verdi. Hatta soyluluk unvanından ve haklarından feragat etti, adını “Philippe-Egalité” (“Philippe-Eşitlik” ya da “Citoyen Egalité”) olarak değiştirip kullanarak çarpıcı ve yaratıcı bir gösteri de yaptı. Ancak sonraları karşıdevrimci kralcı ordulara destek verdiği ya da onlarla ilişkide olduğu için giyotine gönderilerek idam edilecektir.
Mirabeau, La Fayette (1757-1834), General Dumouriez (1739-1823), François Duport (1759-1798) gibi aristokrat kökenli devrimciler, zaman zaman Devrimin soyluluğa fazla yüklendiğini, monarşiyi gereksiz ölçüde yıprattığını düşünmekten kendilerini alamadılar. Bir dönemde, kralın yetkilerinin hiç olmazsa bir kısmının kalmasını, kraliyetin ortadan kaldırılmamasını, daha sonraki bir dönemde de kralın idam edilmemesini hararetle savundular. Duport, Devrimin ilkeleriyle monarşiyi uzlaştırmaya çalışmanın teorisyenidir. Amerikan Devriminin de “devrimcisi” olduğu için “iki dünyanın kahramanı” olarak anılan ünlü General La Fayette’in, başka birçok “devrimci aristokrat” gibi Fransa’dan kaçmak zorunda kalması (19 Ağustos 1792), kralı savunduğu ve idamına karşı çıktığı içindir. La Fayette’in kaçtığı yer ise, bütün soyluların kaçmak istediği ve kaçtığı yer olacaktır: Avusturya. Daha 1792 Haziran’ında Devrim önderlerinden Danton (Georges Jacques, 1759-1794), La Fayette’i, Avusturya-Prusya ordularıyla savaşmaktan kaçındığı için “Avrupa despotlarıyla kucaklaşan soyluların başı” olarak suçlamıştı. (66) 17 Temmuz 1791’de, onlarca ölü ve yüzlerce yaralıya yol açan Champ-de-Mars Katliamının sorumlusu, Milli Muhafız Alayının başındaki La Fayette’tir, yalnızca dilekçe vermek isteyen halka ateş edilmesini bizzat o emretmiştir. La Fayette, aristokrat özelliğini kenara koyamamış, ondan kurtulamamış, onsuz var olamayacağını düşünmüştür.
La Fayette’in kendine biçtiği rol, Cermen-soylu aristokrasiyi Devrime katmaktı! İçine girip başına geçtiği Föyyanlar Partisi’ni soylular için çekim merkezi yapmaya çalıştı. Ama Devrim düşmanları Devrime geleceklerine onu kendilerine çekmişlerdir.
Soyluların adayı olarak meclise giren General Alexandre Lameth (1760-1829) devrimciydi, çeşitli yararlılıklar gösterdi, ancak kaçıştan sonra Varennes’den geri getirildiğinde Kralın yetkilerini yok saymakla yetindiği için geri adım atmış olan iktidarın (Triumvira’nın) içinde yer aldı ve 10 Ağustos 1792’de bütün görevlerinden istifa ederek Avusturya’ya kaçanlar kervanına katıldı. Robespierre’in düşüşünden sonra tekrar Fransa’da, Napoleon döneminde orduda, 1830 Devriminde ise karşıdevrim saflarında yer aldı.
Mecliste din adamlarının temsilcisi olan soylu Talleyrand, (67) Kilisenin mallarının kamulaştırılmasını savunmak ve sağlamakla ün yapmış ve Devrime bu bakımdan çok önemli katkılarda bulunmuştur. Ancak 1792’de kraldan ve monarşiden yana olduğu için Paris’ten ayrılmak zorunda kalacak, 1794’te Amerika’ya gidecek, 1796’da döndüğünde Fransa’nın tekrar sömürgeci olmasını savunacak, 1799’da karşıdevrime katılacak, yıkılana kadar Napoleon’a, Napoleon sonrasında ise işgalcilere ve Bourbon Hanedanına hizmet edecekti.
Gene soyluların adayı olarak devrimci meclise giren General François Duport’un (1759-1798) bütün amacı, Avusturya ordularının düşman olmadığını kabul ettirmekti!
En büyük komutanlardan olan, Dışişleri Bakanlığı da yapmış ve La Fayette’in yerini almış ünlü asker Dumouriez, La Fayette’ten bir yıl sonra (1793’te), La Fayette’le aynı şekilde düşman cepheye, Avusturya ordusuna geçecek ve düşmanın ordusunda Devrime ve Fransa’ya saldırmak için görev üstlenecektir.
Bazı gerçek devrimciler de var
Elbette Fransız Devrimi tarihinde devrimci olarak yer alanları da olacaktır soyluların. Aristokrat ailelerden gelen Saint-Just, Charles Hesse, Marquis de Montaut, Marquis de Antonelle, Dampierre, Beaurepaire, Prusya kökenli bir soylu ailenin oğlu Baron de Cloots, Marquis de Condorcet (68), Kraliyet ordusunun subaylarından General Paul Barras ve İstihkâm Albay Louis Letourneur (69) bunların en bilinenleridir.
Eski bir rahip olan soylu René-François Dumas (1758-1794), Devrime duyduğu hayranlık ve bağlılık sonucunda Devrim Mahkemesi başkanlığına getirilmişti. Hep devrimci olarak kaldı. Devrimcilerin tasfiyesi döneminde de Robespierre’le birlikteydi ve onun ardından yargılanmaksızın idam edilecekti.
Aristokrat kökenli bilim insanları ve bilginler de Devrimde yer aldılar. Çünkü feodal sistem ve feodal ilişkiler, bilimsel ve toplumsal gelişmeye her zaman engel olmuştu. Devrimin bilimin ve bilimsel gelişmenin önünü açacağını ilk sezenler elbette onlar olacaktı. Daha 1780’da, ilk ayaklanmaların hemen ertesinde devrimcilerin Bilimler Akademisinden bir ölçüler komisyonu oluşturmasının istemesi, aristokrat bilimciler arasındaki çekingenliği de ortadan kaldırmaya yetecekti. Sınıflarını terk ederek Devrimin hizmetine giren bilim alanındaki soylular, devrimcileştiklerini, eğitim kurumlarında, yeni buluşlarda, devlet kadrolarını oluşturma tekelini ele geçirmelerinde kanıtlarlar.
En ünlülerinden biri, 1743 yılında doğan Antoine Laurent Lavoisier’dir. Modern kimyanın kurucusu sayılan, “simyayı kimyaya”, “hurafeyi bilime” dönüştüren devrimci Lavoisier, kendini alanıyla sınırlamamış, Devrimin vergileme sisteminin de yaratıcısı olmuştu. “Devrim” kelimesi, daha Devrim ufukta görünmezken, siyaset sahnesine henüz girmemiş ve zaferini henüz kazanmamışken, 1773’te, onun tarafından bilim alanına sokulmuştu.
Monge, Laplace, Legendre, Lagrange, Vandermonde, Guyton de Morveau, Berthollet, Fourcroy, Vauquelin, Jussieu, Lamarck, Thouin, Desfontaines, Dolomieu, Haüy, Coulombe, Borda, Charles, Pinel, Tenon, Barthez, Chaptal, Monge, Saguin, Carno (70) gibi bilimcilerin ne kadarının ve hangilerinin soylu olduklarını bilmiyoruz ama çoğu soylu olmalıydı. Büyük hizmetlerde ve katkılarda bulundular.
Fransız Devriminin Amazonu
Soylu kadınlar -ki Devrimden yana olanları vardır- sahnede görünmekten çok akıl vericiydiler. Kadın taleplerinin yaratıcıları olsalar da sözcüleri olmadıar. “Kadın Yurttaş Hakları Bildirisi”nde (71) katkıları olduğu söylense de kendileri ortada yoktular. La Fayette’in karısı siyahların özgürlüğü gibi alanlarda yıllar boyu ve coşkuyla faaliyet gösterdiği halde, kadınların Versailles’a yürüyüşüne (“Kadınların Versailles Yürüyüşü”) katılmamıştı. 5 Ekim 1789 günü yapılan ve yalnız kadınlardan oluşan bu yürüyüşte tek bir soylu kadına rastlanmaz. Sonraki dönemlerde silahlanmış kadınlar arasına da hiç karışmamışlardır. Devrime katılan kadınların üniforması gibi olan “Amazon giysileri”ne bürünen bir soylu kadını kimse görmemiş, tek bir soylu kadın bile “özgür kadın” olmamıştır.
Daha Devrimden önce “salon”unda edebiyat, felsefe ve siyaset toplantıları yapan Sophie de Grouchy (1764-1822), ki dönemin en güzel kadınlarından olduğu söylenir, 1786’da Condorcet ile evlenmişti. Hiçbir Devrim eyleminde görülmeyecektir.
Kadınların devrim için savaşması gerektiğini savunan ve bunun için devrim günlerinde Paris’e gelen “Özgürlük Amazonu” (ya da “Fransız Devriminin Amazonu”) Anne-Joséphe Théroigne de Méricourt’un (1762-1817) yanına hiçbir soylu kadın yanaşmayacak, hatta gördükleri her yerde yollarını değiştirip ondan kaçacaklardır. “Amazon”, kadınlardan oluşan bir milis grubu kurmuştu. Kurduğu “Devrimci Cumhuriyetçi Kadın Yurttaşlar Kulübü”, (kuruluşun adı parti olmamakla birlikte) dünyadaki ilk “kadın partisi”dir. (72)
Yurttaş sayılmamaları ve engellenmelerinin dışında devrimci faaliyet gösteren kadınlar aynı zamanda sürekli aşağılanıyordu. Kendilerine “örgü örenler” gibi adlar takılmıştı.
Bir kontesin çorap yamayarak, bir markizin terzilik yaparak Devrim ordusuna hizmet ettiğinden söz eden kaynaklar varsa da, bu kontes ve markizin kim oldukları belirtilmemiştir.
Soylu kadınlar evlerini bırakamadıkları için (Claire Lacombe, Pauline Léon, Etta Palm d’Aelders, Théroigne de Méricourt gibi kadınların önderlik ettiği) “Kadınlar Kulübü”, “Kadın-Erkek Kardeşlik Derneği”, “Devrimci Cumhuriyetçi Kadın Yurttaşlar Kulübü” gibi kadın kuruluşlarında gözükmezler. Oysa oy hakları olmadığı, kulüplere ve derneklere üye olarak kabul edilmedikleri, silah taşımaları doğru görülmediği, “yasalara katkıda bulunmaları” yasaklandığı için kurulan bu derneklerde onların yapacağı çok şey vardı. Devrimde, kadınların yurttaşlık hakları bile sorundu. “İnsan topluluğuna ait varlıklar”, “akıl sahibi insanlar” olduklarını bile savunmak durumundaydılar. Bu yüzden, “tarihte ilk kez kadınlar bağımsız bir siyasal eylem adına erkeklerden ayrı olarak” birleşmişlerdir. (73) Kaldı ki, kadınlar devrimden, toplumsal, ailevi ve ekonomik bakımlardan haklı olarak beklentiler içindeydiler.
Normandiyalı soylu bir ailenin genç kızı olan Marie-Anne Charlotte Corday d’Armont, devrimci, ateşli ve coşkuluydu, ama edindiklerini yalnızca kitaplardan almıştı, duydukları ve karşılaştıkları kafasını fazla karıştırdığı ve Devrimi anlayamadığı için gidip Marat’yı evinde bıçakladı. Devrim uğruna, gidip Devrimin önderini öldürmüştü. (74) Jirondenlerin idamının sorumlusu olarak gördüğü Marat’yı öldürmekle henüz giyotine gitmemiş yüz binlerce insanı kurtardığını söyleyecektir. Cinayeti, “Devrimin ressamı” ve “resim sanatının Robespierre’i” David’in (Jacques-Louis, 1748-1825) en önemli resimlerinden birisine konu olur. “Marat’nın Ölümü” ya da “Katledilmiş Marat” adlı tablo (1793), banyo yaparken öldürülmüş Marat’yı resmeder.
Sanatçıların Devrimden duydukları coşku çarpıcıdır. Önemli devrimci adların ortaya çıktığı plastik sanatlarda aristokrat tek bir kimse bile bulunmamaktadır (çünkü onlar üretici değil müşteridir). Ama “salon”ların müdavimi edebiyatseverler arasında, ki çoğu soyludur, kısa bir süre sonra hararetli Devrim müptelaları görülecektir. Devrimi öven şiirler birbirleriyle yarışır.
DİPNOTLAR
65) Osmanlı bürokratları, görevlileri, subayları ve aydınları Cumhuriyet Devrimimiz döneminde benzer bir ikilem içinde kaldılar. Kurtuluş Savaşımıza katılan kadrolar arasında bile padişahı ve saltanatı muhafaza etmeyi doğru bulanlar, mücadeleyle Osmanlı yönetimini uzlaştırmayı mümkün görenler vardı. Bu anlayışlar, aynı Fransız Devrimindeki gibi, Devrimle saltanatın uzlaşabileceğini, uzlaştırılabileceğini hayal eden “Eski Rejim mensupları”na aitti. Oysa aynı şekilde, Cumhuriyet Devrimi padişaha ve saltanata karşı olduğu gibi, padişah ve Osmanlı saltanatı da, Devrimci Cumhuriyetin ve Kurtuluş Savaşımızın karşıtıydı, düşmanıydı. Uzlaşabilmeleri, uzlaştırılabilmeleri mümkün değildi. Nitekim gene aynı şekilde, bırakalım uzlaşmayı, padişah ve saltanat, düşmana hizmet etti, düşmanla birleşti ve kendi ülkesiyle halkına ihanet etti.
66) 1830 Devrimini yaşarken Almanya’da Fransız Devriminin simgesi olarak yalnızca La Fayette anılacaktır.
67) Devlete karşı Kilisenin çıkarlarının koruyucusu Autun Piskoposu Bénévent Prensi Charles-Maurice de Talleyrand(-Périgord) (1754-1838), Devrim günlerinde radikal görüşlerin sahibi olduysa da sonrasında dışişleri görevlisi ve bakanı olarak hep gericiliğe hizmet etti ve karşıdevrimci olarak önemli roller oynadı. Viyana Kongresinde izlediği tavizkâr tutumu yüzünden Fransa’nın 1870 ve 1914 dönemlerindeki sorunlarının hep ondan kaynaklandığı düşünülecektir.
68) “Aydınlanma çağının son filozofu” olarak da tanımlanan Maria-Jean-Antoine Nicolas de Caritat Condorcet (1743-1794) matematikçiydi, Voltaire’in yapıtlarını yayımlamıştı, Devrimi önceden görebilen tek insan olduğu söylenir. Devrim döneminde, eğitim, diplomasi, ekonomi, hukuk alanlarında çalışmalar yaptı ve öneriler hazırladı.
69) Charles Hesse, Montaut, Antonelle, Dampierre, Beaurepaire, Anarchasis Cloots (1755-1794), Paul François Barras (1755-1829), Letourneur (1751-1817) gibi anılan adlarla ilgili bilgi için bkz. Nesniel, s. 147-159, V. Hugo, s.159-160.
70) Listeyi akt. Tanilli, Potreler, 1989, s.238-43.
71) Devrimin erkekçi, devrimcilerin ayrımcı özelliklerine karşı mücadele, kadınlar arasında önem taşımış, sorun olmuş ve girişimlere yol açmıştı. Kadınların Anayasa Meclisinin dışında bırakılmaları, “İnsan Hakları” konusunda ve ona tepki olarak yukarıda sözü edilen bildirinin yazılmasının nedeniydi. Bildiriyi 1791’de kaleme alan Olympe de Gouges (1748-1793) bir kasabın kızıydı. 10. maddeyi, “idam sehpasına çıkma hakkına sahip kadının, kürsüye çıkma hakkı da olmalıdır” diye yazan Gouges’in ölümü, Robespierre’e karşı çıktığı için giyotinle olmuştu. “Bildiri”si sonraları feminizmin “manifestosu” sayılacaktır.
72) 30 Ekim 1793’te yasaklanan bu derneğin Paris dışında otuz kadar da şubesi vardı.
73) Tanilli, Portreler, 1989, s.226.
74) Birçok kaynak, Fransız edebiyatının önemli şair ve oyun yazarları olan Corneille kardeşlerin (Pierre, 1606-1684, Thomas, 1625-1709) yeğeni olan Corday’nın (1768-1793), Cumhuriyet ve Devrim düşmanı olduğunu, ailesinin kralcı ve gerici özelliklerini benimsemiş olduğunu, cinayeti de bu yüzden işlediğini ileri sürmektedir. Bazı kaynaklarsa Aydınlanma taraftarı ama kralcı olduğunu belirtmektedir. Almanya’dan gelmiş Mainzlı Jakoben Adam Lux, Corday’nın sevgilisiydi. Stephan Zweig, Bir Alman Devrimcinin Hayatından On Tablo adlı oyununda (1914) Lux’un Fransa’daki hayatını anlatmıştı.
DEVRİM VE ‘FRANSIZ ULUSU’
Aristokrasi dışında kalan halk kitleleri kendi kökenleri konusunu öne çıkarıcı ve bunu vurgulayıcı değillerdi, ama Cermen-soylu olmayanlar Cermen olmadıklarının bilincindeydiler. Kendi aralarında hiçbir köken ayrımı gütmezken, Cermen-soylarla aralarında ayrım olduğunu belirtebilirler, kendi kökenlerini ancak bu yüzden hatırlayabilirlerdi. Halk içinde Cermen kökenlilerin sayısı azdı ve bu onların “yüzüne pek vurulmazdı”. Yani, Cermen kökenliler “yabancı” gibi görülmelerine rağmen halk içinde onlara karşı bir ayrımcılık ve düşmanlık yoktu. Aristokratların yabancı olduğu söylemi, yalnız devrimcilere değil, Gallo-Roman bütün halka aitti.
Fransızlaşmak ve ‘yurttaşlık’ ortak paydası
Olumlu nitelikler, elbette zaman zaman halkın kökenlerine yüklenecektir. Anonim bir devrimci halk şarkısındaki (“Halk ve Asker”) “Şeref sana, şan sana yiğit Fransız eri / Ölürsün savaşlarda tam bir Galyalı gibi” dizeleri buna örnektir (75), ama burada bile “Fransızlık” ön plandadır. Çünkü Devrimle birlikte “Fransız olmak” bilinci gelişmiştir. “Fransız cumhuriyeti, köylüleri Fransız” yapmış (76), Devrim, halk içindeki köken farklılıklarını törpülemiş, Fransızlık kökenleri silikleştirmiş, kökenleri kolay hatırlanmaz ve sık kullanılmaz kılmıştı.
Fransızlaşmak ve Devrimin yurttaşlık ortak paydasını öne çıkarması somut sonuçlar veriyordu. Ayrıcalıksız ve ayrımsız yurttaşlık, en zor konuda, Yahudiler konusunda bile tavizsizdi. 1790’da Fransa’nın güneyindeki Sefarad cemaati, 1791’de Aşkenazlar olmak üzere bütün Yahudiler “eşit vatandaşlık hakkı” kazandı. Devrimin olumlu anlayışları ve coşkusu, “Yahudi eşitliği”nin, tepki görmek bir yana, benimsenmesine ve olumlu görülmesine yol açıyordu. Hıristiyanlık bile bundan, “Yahudilere eşit davranmayı bir Hıristiyanlık görevi” kabul ederek etkilenmişti.
Devrim, 19. yüzyıl boyunca da Fransa’da Yahudileri Fransızlaştıracak, vatanı savunma gerektiğinde, tekil örnekler olarak değil, ayrımsız bütün Yahudiler vatanı savunmaya dahil olacaktı. Fransa Yahudileri ayrı bir cemaat olmaktan çıktılar, çünkü Yahudiler ayrı bir ulus (veya toplum) olarak değil, bireyler olarak eşit haklar kazanmışlardı.
Halk kitlelerinin Cermen-soya karşıtlığı, yalnızca sınıfsal konumlanmadan kaynaklanıyordu. Giyotine gönderilen soylulara Cermen-soylu oldukları için değil, halk düşmanı ve kralcı oldukları için bağırılırdı. Giyotinin halk arasındaki adı, hanedan sülalesinin adı olan “Capet”ydi. Bu, halkın düşmanlığının soyla, kökenle ilgili olmadığını, sınıfsal düşmana, kraliyete-aristokrasiye yönelmiş olduğunu göstermektedir. 25 Kasım 1790’da heyecanlı bir konuşmacı Devrim Meclisinin “aristokrasinin her çeşidini” yok ettiğinden söz ederken bile, bütün diğer başkaları gibi, “Cermen”, “Frank” benzeri köken belirten sözcükleri hiç kullanmayacaktı. Nitekim Devrim sonrasında aristokrasinin tasfiyesi ile birlikte, Fransa’da halk arasında Cermen kökenli insan sayısı çoğalmasına rağmen Cermen-soyların dışlanmasına ve etnik ayrımcılığa neredeyse hiçbir yerde rastlanmayacaktı.
Devrimciler ulus bilinci için “köken sorunu”nu bilerek ve kasıtlı olarak görünmez hale getirdiler. Hiç sözünü etmediler. “İç düşmanlar”, “Cermenler” ve “Franklar” değil, “aristokratlar, generaller, Kilise mensupları ve saray”dı. Büyük bir olasılıkla, deviren ve devrilenlerin etnik kökeninden söz eden bir metin devrimciler tarafından hiç yazılmadı. Devrim cephesinde, birbirlerinin söylediği her konuda karşı söylemlere sahip gruplaşmalar olduğu halde, etnik kökenleri silikleştirme ile ilgili olarak tam bir mutabakat bulunuyordu. Belki kendiliğinden ortaya çıkmış bu mutabakat, herhalde Devrimin insanlara verdiği coşku, olgunluk ve sağduyunun eseriydi ve her şeyin üstündeydi. Bunların temelinde ise “yeni doğmuş” eşitlik anlayışı yatıyordu. Ulusal Meclis tarafından Fransız vatandaşlığına alınması önerilen ve kabul edilen (77) Prusya, Avusturya ve İsviçre’den 18 yabancının büyük bir çoğunluğunun Cermen kökenli olmasında kimse için bir sakınca yoktu. Üstelik bu yabancılar içinden üç kişi de Ulusal Konvansiyon’a tek bir itiraz olmaksızın seçilmişti (biri Cloost’tu).
Kökenden söz etmeme, “Fransız ulusu”nun arınma anlayışıyla tasarlanmadığını gösteriyordu. Devrim, ulusu, Romalı ve Galyalıların torunlarına hiçbir zaman indirgemeyecektir.
Devrim sürecinde, Fransızlık bilinci rol oynamamakla birlikte, ihtiyat gereğince, soylular da kökenlerini belirtmeye çalışmadılar. Devrim sonrasında suçlanma ve itham edilme korkusuyla soylular, giyimlerine özen göstermedikleri, halkın içine soylu oldukları anlaşılmayacak giysilerle çıktıkları gibi, soylu olduklarını belirten adlarını kullanmazlar, Cermen-soylu olduklarını gizlerlerdi. O dönemde böyle davranmak zorundaydılar. (78)
Aristokrasi içinde de “köken sorunu”nu öne çıkarmaya çalışma çabası, kraliyet dışında zaten hiç görülmemişti. Aslında “saldırılara”, Cermen-soylu olduklarından dolayı uğradıklarını düşünemeyecekleri kadar sömürücüydüler; sömürücülükleri Cermen-soylu olduklarını hatırlamalarını gerektirmeyecek kadar belirgindi.
Devrimciler ne kadar kültürel özdeşleşmek ve bütünleşmek peşindeyse, soylular o ölçüde etnik kökenlerine yakınlaşıyor, Devrimciler ne kadar değer olarak Roma’ya yaslanmak istiyorlarsa, soylular o ölçüde ırksal Cermenliklerine yaklaşıyorlardı. Devrim cephesi ne kadar kökenleri yok sayıyorsa, karşıdevrim o ölçüde köken bağlarının içindeydi, ancak bunu her zaman ortaya koymak, bundan söz etmek söz konusu değildi.
Büyük istilalar nasıl fatihler ve soylular kesimine bir mitos, önemli bir “kök/köken” anlatısı oluşturuyorsa, eşitlik üzerine kurulmuş yeni bir anlayış bunun tam tersini kutsayacak, kökü ve kökeni hep yok sayacaktır.
Bölgecilik ilk dönemlerde sorun gibiydi ama sonradan tamamen ortadan kalkacaktır. Devrim-karşıdevrim çatışmalarında tarafları belirtmek için kullanılan bölge adları bir süre sonra hatırlanmayacaktır. Gaskonyalı, Galyalı, Basklı, Korsikalı, Oksitanyalı, Brötanyalı, Burgonyalı, Alsaslı, Akitanyalı, bunların hepsi Devrim sürecinin içinde “Fransız” oldu. “Romania”lılar, kaçanlar dışındaki Cermenler, başka etnik kökenliler ve Yahudiler de Fransızlaştılar, Fransız ulusuna dahil oldular. Hem kabul edilerek, hem de “Fransızlığı” (bazıları zaman içinde) kendileri benimseyerek.
‘Büyük Korku’ ve sonucu
“Gallo-Romen kitleler”in aristokrasiye ve kraliyete karşıtlığı, Avusturya düşmanlığı ve korkusuyla iç içeydi. “Büyük Korku” (Grande Peur, “Büyük Dehşet”) (79) günleri, Avusturya’nın Fransa’ya saldıracağı söylentileri ve öngörülerinin sonucuydu. Ayrıca böyle kaygıların toplumu sarması, saldırgan ülkenin Avusturya olacağının düşünülmesi yersiz de değildi. Kralın ve aristokrasinin iktidarı kaybetmesinin kolayca ve sessizce kabulü beklenmediği gibi, bunların Avusturya “akrabalığı”nı ve “yakınlığını” bilmeyen yoktu, Avusturya’nın o günlerde Devrime saldırmayacağını düşünene ise herhalde rastlanamazdı. Bu arada, halk arasında “Avusturyalı orospu” veya “süslü Viyanalı” şeklinde adları olan, “sürtük”, “şıllık”, “hoppa” gibi sıfatlarla anılan Marie Antoinette’in (80) erkek kardeşi Joseph’in Avusturya tahtına “II. Joseph” adıyla çıkmış olduğunu, ondan sonraki Avusturya İmparatoru II. Leopold’un da kraliçeyle kardeş, arkasından imparator olan II. Franz’ın da kraliçenin yeğeni olduğunu öğrenmeyen kimse kalmamıştı. Avusturya imparatorunun mektuplarındaki ifadeye göre Kral Louis onun “kardeşi gibi”ydi ve zaten “kardeşi sayılır”dı. Avusturyalı prensesin gelin gelmesinden sonra ortaya çıkan ekonomik bunalım, doğal afetler ve yatırım zaafı yüzünden yaşanan üretim felaketleri, halk arasında kraliçenin uğursuzluk getirdiğiyle açıklanıyor, Marie Antoinette halk tarafından sürekli lanetleniyordu. Marie Antoinette Fransa’ya Habsburgların lanetiydi. Kitleler için kraliçe ile Avusturya’nın Fransız halkına çok daha büyük felaketler getireceği açıktı.
Akitanya’nın batısı, Brötanya, Atlantik sahilleri gibi Avusturya’ya uzak olan çok az sayıda bölge dışında her yer bu büyük korkuyu, bu toplumsal histeriyi yaşadı.
Ancak Büyük Korku, kitlelerin sinmesine değil, düşünülmeyecek ölçülerde kinlenmesine, daha büyük saldırılara geçmesine, hatta genel silahlanmaya yol açtı. Bu sefer korku, bütün otoritesini kaybeden aristokrasiyi saracaktı.
‘Maviler’ ve ‘Beyazlar’
Vendée’de bir ormancı ile bir çerçinin başlattığı ve din adamlarının arkasına geçtiği kolay bastırılamayan (sekiz yıl sürecektir) karşıdevrimci bir köylü ayaklanması oldu. Yerel eşraf hemen ayaklanmanın yönetimine geçmişti. Avusturya gözlerini bölgeye dikti. Fransa’nın en batısındaki bölge olan Vendée ve benzer bazı yerler dışında bütün karşıdevrimci ayaklanmaları, ya Avusturya Fransız kralcılarla birlikte düzenlemiş ya da kendisi düzenlememekle birlikte desteğini esirgememişti. Vendée’ye ve Brötanya’ya askeri müdahalenin, yakınlığı ve kara yolu kullanmadan deniz yoluyla ulaşmasının kolaylığı dolayısıyla, Avusturya’dan değil İngiltere’den gelmesi beklenmekteydi. Ancak İngiltere de ayaklanmayı başarıya ulaştıracak müdahaleyi yapamadı. (81)
Köylüler, kral idam edildiği için “Yaşasın XVII. Louis” (82) diyerek yürüyorlardı.
Kralcıların ve dış güçlerin başlatmadığı, başında veya içinde olmadıkları bazı karşıdevrimci “kurtarılmış bölgeler” de karşıdevrimin merkezleriyle bütünleşecek, örneğin, Brissot’nun güneydeki “federal devlet”i, sonradan kralcıların ve dış güçlerin eline geçecektir. Devrime karşı çıkan ve direnen bütün güçler kaçınılmaz olarak Eski Rejimle ve yabancı ülkelerle birleşmektedir. (83)
Jakobenlerin köktenci uygulamaları, Sankülotların ve benzer grupların eşitlikçi söylemleri, zenginleri, rantiyeleri ve tüccarları ürküttüğü için, aralarında, kralcı olmadıkları halde Avusturya’yı kendilerine çözüm gören ve onların gelmesini isteyenler vardı. Az ve önemsiz de sayılmazlardı.
Devrim gönüllüleri mavi üniformalarla ordulaştıkları, devrimin önderleri ve bürokratları çoğunlukla mavi giysiler giydikleri için Devrim güçleri “Maviler”di. Soyluların orduları da, soylular beyaz rengi giysi olarak çok kullandığından dolayı “Beyazlar” olarak nitelendirildiler. Renk ayrışımı kısa zamanda siyasal ayrışmanın karşılığı oldu. Ayrışma, askeri ve resmi alan dışında bütün diğer alanlara da sıçradı. Devrimin mavisine karşı karşıdevrimin beyazı vardı; Cermen-soylular “beyaz-soy” (ak-soy), aristokrasinin elindeki alanlar “Beyaz Bölge”, monarşinin kokartı beyaz renkti; Devrimin dilinde ise hanedanın girişimleri “beyaz komplo”, kralcıların yaptığı katliam “Beyaz Terör”, gericilerin söylediği şeyler “beyaz yalan”dı. (84)
Robespierre’in iktidar dönemini takip eden “Beyaz Terör”ün (85) esas alanı ülkenin güneydoğusuydu. Bu bölge Avusturya sınır bölgesiydi ve kralcıların, komşu ülkeden ve hanedanın “akrabaları”ndan destek alabildiği için burada etkili olduğu açıktı. Hatta kralın kardeşi Provence Kontu Franz Stanislav Kasavye, “XVIII. Louis” olarak krallığını burada ilan edebilmişti. Bu açık desteğe ve askeri müdahalelere rağmen bütün ayaklanmalar gene de bastırılabildiler ve temizlendiler. Avusturya’ya yakın bölgeler olan, Loire Nehri’nin doğu tarafında toplanmış 80 bin mevcutlu kralcı birliklerin de 60 bini Napoleon Bonaparte’ın ordusu tarafından dağıtıldı ve yok edildi.
‘Göçmenler’ yine göçüyor
Soylular, kimi ailesiyle birlikte Avusturya’ya kaçıyordu. Daha Bastille’in ele geçirilmesinin ertesi günü kaçan kurtuluyor havasında başlayan “göç”, kısa zamanda kitlesel bir hal aldı, bu dönemde binlerce soylu Fransa’yı, esas olarak Avusturya yönünde terk etti. Toplumsal sözleşmenin dışında kalmayı seçiyorlardı. Cermen-soyluların yurtlarından kaçmayı doğru görmesinin ve kaçmakta tereddüt etmemesinin gösterdiği ilk şey, herhalde buydu.
Bunlar yüzünden Fransızlar için Avusturya tam bir hedefe dönüştü. Karşıdevrimci her şeyde Avusturya parmağı vardı. Özgürlük adına girişilmiş mücadele Avusturya’yla savaşmayı gerektiriyordu.
Halk arasında aristokrasiden nefretin, sınıfsal güdüler kadar, bütün soyluların “ezeli düşman” Avusturya’ya akraba ve yakın olmalarından da, onların Avusturya düşkünlüğünden de, Avusturya’ya kaçmak istemelerinden ve kaçıp oraya yığılmalarından da kaynaklandığı ortadaydı. 20 Haziran 1792’de Tuileries Sarayını basan, bütün bahçeyi dolduran kitleler krala “Fransa mı, Avusturya mı”, “Ya Paris’i seç ya da Koblenz’i” (86)sloganlarını bağırmışlardı. Temmuzda Paris’e yürüyen Avusturya-Prusya orduları komutanı Brunswick’in, o ünlü tehdit mektubunu Kraliçe Marie Antoinette’in isteği üzerine gönderdiği öğrenilmiş (87), bu bilgi 1 Ağustos’taki gösterilerde büyük öfke uyandırmış, 10 Ağustos’ta kapsamlı ve başarılı bir ayaklanmaya da yol açmıştı.
Ağustos ve Eylül aylarında Avusturya-Prusya orduları Fransız topraklarında ilerlerken, kasaba ve kentleri düşmana teslim eden kralcılar, hep Cermen-soyludurlar. Son savunma noktalarından biri olan Verdun düştükten sonra, kaçmış olan soylu senyörler ve piskopos geri gelip makamlarına otururlar. İlerleyen işgalci düşman ordusunun arkasında “eski rejim” yeniden kurulmaktadır.
Fransız halkının Avusturya yanlısı sınıflara karşı olması için yeterince neden ortaya çıkmıştı ama Cermen-soylu aristokrasinin bütün mensupları halk tarafından zaten “yabancı“ olarak görülüyorlardı. Galyalı halkın onlara taktığı sıfat “göçmen”di (émigré), “dışarıdan” gelmişlerdi çünkü. 1789 Temmuz’undan başlayarak ve Kont d’Artois’nın peşine takılarak Fransa’yı Almanya yönünde terk eden bu “göçmenler” ikinci kez “göçmen” oluyorlar, “kaçak”lar, halkın gözünde tekrar “göçmenler olarak” geldiklere yere dönmüş oluyorlardı. Çeşitli nedenlerle kaçmak zorunda olanların göçmen olması az görülmemişti, ama bu kaçaklar “kendi ülkelerine” geri dönüş yapıyor gibiydiler.
Göçmenler, Ren Nehrinin sol kıyısındaki kentlerde, Mainz’da, Worms’da, Koblenz’de toplaştılar. Başlarındaki Kont de Provence kendini naip ilan etti. Kuzeni Condé başkomutan oldu ama ortalıkta pek asker yoktu. Eski kraliyet denetçisi Calonne tek başına bakanlar kurulu ve meclis durumundaydı.
DİPNOTLAR
75) Alkan, s.189.
76) Eric Hobsbawm, İmparatorluk Çağı / 1875-1914, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara 1999, s.167.
77) Devrimci şair Marie Joseph Chénier’nin coşkuyla desteklenen önergesi, 26 Ağustos 1792’de ezici bir çoğunlukla kabul edilmişti. Önerilen ve Fransa yurttaşlığı kazananlar arasında Pestalozzi (İsviçreli eğitmen ve yurtsever, Johann Heinrich, 1746-1827) de vardı.
78) Bu davranış, soyluluğun ayrıcalıklarını kabul etmeyenlerle birlikte toplumsal bir alışkanlığa dönüşecek, sonraki yüzyıla Fransa, köken farklılıklarının en azından soylular bakımından önemli ölçüde silindiği bir şekilde varacak, “Fransızlık” soylular için de bir kimliğe dönüşecekti. Bu sayede Cermen-soylular, Saint-Barthélemy (17. yüzyıl) ve Midi kıyımları (18. yüzyıl) gibi “Frank suçları”ndan kurtulmaları yanı sıra, eşit hak talebinde bulunma olanağına da kavuşuyorlardı. Daha 19. yüzyıl bitmeden Fransız tarihçi Ernest Renan (1823-1892) “Bir Ulus Nedir?” başlıklı yazısında, “her Fransız yurttaşı”nın tarihteki “kıyımları unutmuş olmak zorunda” olduğunu yazıyor, bunun göstergesi olarak da “Fransa’da Frank kökenden geldiğini ispat edebilecek on aile yoktur” savında bulunuyordu (akt. Benedict Anderson, Hayali Cemaatler / Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, Metis Yayınları, İstanbul 1993, s.20, not 10).
79) 1789’un 20 Temmuzu ile 6 Ağustosu arasında yaşanan “Büyük Korku”, Bastille’in ele geçirilmesini takip eden günlerde yabancı devletlerle soyluların, büyük toprak sahiplerinin, eşkıyanın, haydutların, asker kaçaklarının birleşerek kıyam yapılacağı, kaos yaratılacağı söylentileri üzerine çıkmıştı.
80) Fransız halkının kraliçeyi olumsuz değerlendirmesi yalnız Avusturyalı olmasından kaynaklanmıyordu. Kralla evlenmesi dolayısıyla yapılan düğün töreninde Paris’te yüz kişinin ölmesi kötü bir başlangıç olmuş, sonraki yıllarda skandallar ve söylentiler birbirini kovalamıştı. Kraliçe, eğlenceyi ve gösterişi çok seviyordu, kabul edilemeyecek ölçüde savurgandı, fazla pervasızdı, çekinmesizdi, saraydaki kumar partilerini o düzenlemekteydi, sevgilisi vardı, çocuklarının kocası kraldan olmadığı herkesin dilindeydi.
“Louis eğer görmek istiyorsan
bir piç, bir boynuzlu, bir orospu
aynaya bak,
kendine, ve kraliçeyle veliahta”
dizeleri gibi alaylar güldürü öğesi olarak her yerde kullanımdaydı. Kraliçe ile ilgili olarak hicviye yazanlar iyi para kazanıyordu. Kimliğini saklayan müşteriler aldıklarını Londra ya da Amsterdam’da bastırtıp Paris’e getirtmekte ve dağıtmaktaydı.
Kraliçenin mücevher düşkünlüğü, onun adı kullanılarak yapılan bir dolandırıcılıkla rezalete dönüşmüş, “Kolye Davası” adıyla adliyeye intikal etmiş, o güne kadarki Fransa tarihinde en fazla ilgi gören ve yankı uyandıran dava olmuştu. Herkes dolandırıcılıktan habersiz kraliçenin suçlu olduğunu, kolyeyi onun iç ettiğini sanmış, bu yüzden Marie Antoinette’in itibarı sıfıra inmişti. Davayı açan kraliçenin suçladığı soylu mahkemece aklandığında bu sanık lehine günlerce süren gösteriler yapıldı. (Goethe 1792’de yazdığı Grosskophta adlı komedisinde Eski Rejimin çürümüşlüğünü göstermek amacıyla bu olayı konu aldı.)
Kraliçe, sarayda merkezdi, siyasette müdahaleciydi, savurganlıkta öncüydü, kraliyet gösterilerinde en öndeydi, hanedanı belirleyendi ve halka düşmanlığını hiçbir zaman gizlemek ihtiyacı duymamıştı. Krala istediği atamaları yaptırıyor, istemediği bütün görevlileri işlerinden ettirebiliyordu. Ayrıca kraliçe, birçok şeyi küçümseyerek, hatta aşağılayarak hafiften Fransız düşmanlığı da yapıyordu. Örneğin, saraydaki uşaklar onun emriyle sarayın geleneksel kırmızı-beyaz-mavi üniformalarını giyememektedir. Örneğin, kraliçe, bir kadının devletin başında ve fiili olarak hükümdar olmasını yasaklayan Lex salica’yla (Pactus Legis Salicae, 6. yüzyıldaki kral Clovis’in emriyle kaleme alınan yasa bugün Belçika’da halen geçerlidir) alay etmekte, gösterdiği insiyatifle bu yasayı çiğnemekte, emirlerini kocası kral adına değil, de par le reine (kraliçe adına) vermektedir.
Kötü anılması, kendisine olumsuz sıfatlar yüklenmesi boşuna değildi ama “Avusturyalı kahpe”yi karalama yarışı, gerçek olmasa bile hep olumsuz söylentiler üremesine yol açıyordu. Çok bilinen, halkın ekmek bulamadığı kendisine söylendiği zaman “pasta yesinler” dediği söylentisi, böyle bir şey olmadığı halde, doğru olmadığı bilindiği halde Paris gazetelerinde tekrar tekrar yazılmış, kraliçenin bu sözleri söylediği yalanı bütün Fransa’ya yayılmış, her yerde doğru olduğu yolunda kabul görmüştü.
Kraliçeyi suçlayanlarla savunanların çok şiddetli bir şekilde karşı karşıya gelmesi, onun haksızlık denecek ölçüde suçlanmasının sonucuydu. Ülkenin birikmiş kızgınlığı tek bir insanın üzerine boşalmıştı. Ayrıca Devrim krallık rejimini vurmak için kraliçeye, kraliçenin kişiliğinde de onun kadın yönüne saldırı yoluna girmiş, kraliçenin dışladığı soyluların kıskançlık ve çekemezlik uydurmalarının cinsellikle ilgili olanlarına sarılmıştı. Bu tutum, devrimcilerin erkekçi anlayışlarıyla da örtüşüyordu. Kraliçenin suçlanması için, çok aşığı olduğu, herkesle yattığı, seks düşkünü ve lezbiyen olduğu, kendi oğluyla (dokuz yaşındadır) cinsel ilişkide bulunduğu gibi asılsız iddialar uydurulması ve bu iddiaların yaygınlaştırılmaya çalışılması bunu göstermekteydi.
81) Ayaklanmanın bastırılmasından sonra devrim karşıtı hareketlerin öncüsü ve merkezi anlamında siyasal bir terim haline dönüşen “La Vendée” adı, Bernard Lewis tarafından Şeyh Said İsyanı kastedilerek “bir Türk La Vendée’si” olarak Cumhuriyet Devrimi dönemimizdeki bu ayaklanma için de kullanıldı (Modern Türkiye’nin Doğuşu, Arkadaş Yayınevi, Ankara 2008, s.652).
82) Kralın on yaşındaki oğlu Dauphin (veliahtlara böyle deniyordu), yoksul bir aileye evlatlık verilmişti. Bütün kralcılar ve Avrupa monarşileri tarafından “XVII. Louis” olarak anılmak istendi ama babasının idamından iki yıl sonra tüberkülozdan öldü.
83) Ülkemizde Devrimci Cumhuriyete karşı olan bütün güçlerin 20’li yıllarda Osmanlı “eski rejimi”yle, bizim “kralcılar”ımızla ve işgalci emperyalistlerle birleşmeleri gibi.
84) Büyük Fransız romancısı Stendhal’in (Marie-Henri Beyle, 1783-1842) 1830 yılında yazdığı Kırmızı ve Siyah (Le Rouge et le Noir) adlı romanının adı, bu renklerin Restorasyon döneminde devrim-karşıdevrim karşıtlığının simgeleri olmasından geliyordu. Ancak “mavi” kırmızıya, “beyaz” siyaha dönüşmüştü, çünkü “kanın ve ateşin rengi” kırmızı, büyük mücadelelerin sonucunda yeni yüzyılda devrimi daha iyi karşılıyor diye düşünülüyor ve öyle algılanıyordu (ki sonraları iyice yerleşecektir). Bu karşıdevrim döneminde din görevlilerinin kıyafet rengi siyah, ruhban sınıfının gerici etkinliğini ve baskılarını çağrıştırır ve gösterir olsun istenmiş ve öyle de olmuştu.
85) “Beyaz Terör”, Devrimin “Terör” dönemine gönderme yapan bir kavram olarak karşıdevrimin yıllar boyu süren kitlesel kıyımına verilen addır. Özellikle Fransa’nın güneydoğusunda yüz binlerce insanın öldürülmesiyle etkili oldu. Yalnız devrimciler değil, Kiliseye ve soylulara ait toprakları satın almış olanlar da hedef alınmış, kitlesel olarak öldürülmüştü. 1795’e kadar sürdü.
86) “Koblenz”, o günlerde, “düşmanlık” anlamına gelen “Almanlık”ı ifade eden bir simge olmuştu. Kaçanların ilk ve esas durağı Koblenz’di ve en çok orada toplanmışlardı.
87) Aslında bu önemli mektubu bildiri olarak, Linnon Markisinin vekili Orleans Dükü kaleme almıştı. Bazı kaynaklar, Brunswick’in bilgisi dışında olarak onun adına dağıtıldığını yazmaktadır (Örneğin, V. Hugo, s.199). Soboul ise, bir “göçmen”in kaleme aldığı bildiriyi Brunswick’in imzaladığını kaydediyor (s.265).
DEVRİMİN ÖNDER GÜÇLERİ
“Devrim bizi şu ilkeyi tanımaya zorladı: ülkesinin düşmanı olanların mal sahibi olma hakkı yoktur.” Saint-Just, 26 Şubat 1794
Jakobenler ve Jirondenler
Devrimin önderi Jakobenler, içlerinden sonraları Jirondenleri, Föyyanları, Montanyarları, Kardöliyeleri (Cardoliére (88), “İnsan ve Yurttaş Hakları Derneği”) çıkartan ve başında Robespierre’in (89) bulunduğu etkili bir gruptu. Jakoben Kulübü, 1789 Meclisinin Brötanyalı üyeleri (Lanjuinais, Le Chapelier vd.) tarafından kurulmuştu ve önceleri Bretagna Kulübü diye anılmaktaydı. İçlerinde tek bir Cermen-soylu bulunmuyordu. İlk toplantılarını Dominiken tarikatından kalma Jacobinler denilen bir grubun manastırında yaptıkları için sonradan Jakoben Kulübü adını alan ve merkezi Paris’e taşınan “Anayasa Dostları Derneği” (Société des amis de la Constitution), başka illerin milletvekilleri de katılınca önemli bir güç haline gelmişti. 20 bin halk derneğini bünyesinde birleştirmiş, gericiliğin Devrimi esas tehdit ettiği güneydoğu bölgesinde yaygın ve güçlü bir şekilde örgütlenmişti. Sonradan çok sayıda soylu da hareketin içinde yer alacaktı. (90)
Fransa’nın en güneybatısında bulunan Girond bölgesinden adını alan Jirondenlerin içinde de, ilk başlarda soylular bulunmuyordu. Devrimin güçlerinden büyük burjuvazinin temsilcisi ve sözcüsü Jirondenler, 1783 yılı itibarıyla esas amaçlara ulaşıldığını düşünerek kendilerini artık muhafazakâr olarak görmenin kapanına girdiler ve Devrime muhalefet konumuna geçtiler. “Ayaktakımı”ndan da korkmaya başlamışlardı. Sonraları büyük burjuvazinin örgütü haline gelen Jirondenler, karşıdevrimci bir çizgiye girip kralcılarla aynı kanalda buluşunca, görece güçlü muhalefet akımı olarak Cermen-soylu aristokrasinin akınına uğradı. Bu gelişmeyle birlikte Jirondenler vatana ihanetin de yolcuları oldular. Önce meclisten atıldılar, sonra önderlerinden başlayarak yargılanıp idam edildiler.
Aristokrasinin fiziken tasfiyesi
Robespierre, devrimin ruhuna uygun olarak kralın idamını, hatta yargılanmaksızın idamını savunuyordu. Kral ihanet etmişti ama Cermen-soylu olarak ulusun da dışındaydı, üstelik karısı olan kraliçe, “Avusturyalı” bir prensesti, “Fransız” bile değildi.
Paris’te giyotine gönderilen karşıdevrimciler içinde en önemli kitle doğal olarak soylulardı, çünkü “giyotin birinci ve ikinci tabaka mümessillerinin kafasını uçuran bir makine” idi. (91) Jakoben hareket, büyük toprak mülkiyetine, verimsizliğinden dolayı karşı olarak bir program sahibi olmakla birlikte, burjuva örgütlenme özellikleri ve yeni sınıfların istekleri doğrultusunda mülkiyet hakkına karşı değildi. Meclisin önde gelen sol milletvekillerinden Barnave’ın “mülkiyet hırsızlık değildir” sözü (92), Jakobenler arasında da sloganlaşmıştı ve hiç terk edilmeyecekti. Vatan ile mülkiyetin özdeşleşmesi, bunların “tek bir şey” olmasına, Devrim ile mülkiyetin aynılaşmasına yol açmıştı. Devrimden yalnız varlıklı sınıflar yararlanacak, Devrim mülkiyeti hep kutsayacaktı.
Ancak Jakobenlerin, Devrimden kaçarak Avusturya’ya ve başka komşu ülkelere giden soyluların arazilerinin ve mülklerinin kamulaştırılması konusunda fazla tereddüt etmemelerinde (93), feodal toprak sahibi aristokratların hemen hepsinin Cermen-soyundan gelmeleri (94) de rol oynamaktaydı. Çeşitli yerlerdeki karışıklıklardan, kaçmış olan aristokratların ve kralcıların kaçamamış akrabalarını ve yakınlarını sorumlu tutan yasa da son derece anlamlıydı. Ayrıca göçmenlerin Devrime karşı toplantılarını düzenleyenlere gıyaplarında ölüm cezası tartışmasızca verilmişti.
Robespierre daha kralla kraliçe kaçmadan önce ordunun soylulardan arındırılmasını istemiş, “soylular sınıfını yıktınız, oysa soylular hâlâ ordunun başında, onları orada yerlerinde bıraktınız” (10 Haziran 1791) demişti. Ve sonraları Sankülotlar, işi, soyluların yurttaşlık haklarından bile mahrum bırakılmalarını savunmaya kadar vardıracaklardı. Zaten soylular bütün kamu görevlerinden alınmışlardı. Aristokratların hepsinin ve kaçan soyluların ailelerinin rehin alınması yolunda bir öneri de Claire Lacombe’dan geldi (3 Nisan 1793).
Burjuvaziyi temsil eden Jakobenler borç-alacak hukuku konusunda titizlik göstermelerine karşın kaçan toprak sahiplerinin bütün alacaklarını da yok saymışlardı. Feodal ilişkilerdeki borçlanmalarla ilgili bütün davalar önce askıya alındı, sonra iptal edildi. Feodalizme darbeler indiriliyordu ama kaçınılmaz olarak en fazla zarara uğrayanlar, büyük toprak sahiplerinin ezici çoğunluğunu meydana getiren Frank asıllı soylular, Cermen-soylu aristokratlar oluyordu.
İdam edilen soyluların çocuklarının ve yakınlarının miras hakkı kesin olarak yok edilmişti. Bütün varlıkları kamulaştırılıyordu.
Kaçan soyluların mülklerine el konuldu, parçalanarak askerlere ve köylülere dağıtıldı. Saint-Just, şüphe edilen herkesin mal varlığının yoksullara dağıtılmasını önermiş ve bunun kararını çıkarttırmıştı. Karşıdevrimciler eziliyordu, ama kendilerinden şüphe duyulanlar ve bunun sonucu olarak tutuklananlar büyük çoğunlukla soylulardı.
Aristokrasi yerine burjuvazi
Robespierre, mülkiyet konusundaki karşı radikal görüşlere, zenginlerin (burjuvazinin) Devrime düşman edileceği, hatta Cumhuriyetin bu yüzden yıkılacağı gerekçesiyle açıkça karşı çıkmıştı. Hatta 18 Mart 1873’te Konvansiyona verilen, “geçerli mülkiyet ilişkilerini ortadan kaldırmak amacı güden her türlü girişime ölüm cezasıyla karşılık vermeyi karar altına alan” tasarının sahibi de Robespierre’di ve tasarı o gün kabul edilmişti. 10 Ağustos 1973 Anayasası da mülkiyetin dokunulmazlığının altını çizmişti. Böylece de, Rousseau’nun siyasal felsefesi izlenirken, ekonomi ile ilgili sınıfsal ilkelere ihanet ediliyordu. Bunların sonucu olarak mülkiyet hakkının mutlak bir şekilde korunması gerekirken, soyluların büyük araziler dışındaki mülkleri de, küçük mülkleri ile servetleri de tehdit altına giriyor ve gasp ediliyordu. Burjuva mülkiyet gözetilirken, soylu mülkiyeti “anlayışla” ele alınmıyordu. Ayrım yapıldığı ortadaydı; ayrım, sınıflar arasında olduğu kadar, aynı zamanda, Cermen-soylu olmayan burjuvazinin mülkiyeti ile Cermen-soyluların mülkiyeti arasındaydı. Devrimin antifeodal niteliği, ayrımdaki bu ikincil özelliğin gizlenmesini kolaylaştırıyor ve görünmemesini ve neredeyse hiç anlaşılmamasını sağlıyordu. Sınıflar arasındaki iktidar değişimi, “yeni sınıf”la “eski sınıf” arasındaki yer değiştirme oluyordu.
Devrimin Roma değerlerine yakınlaşması, aynı zamanda, Cermen değerlere ve alışkanlıklara bir tepkiydi. Devrimcilerin Roma hukukunu uygulamaya yatkın anlayışları, doğal ve geleneksel hukukun, yani Cermen örfi hukukunun aşılması amacına yönelikti. Roma önem kazandıkça, Cermenlik geriye itilmiş oluyordu.
Devrimin ideolojik önderi olan burjuvazi, halkın içinden çıkmıştı. Aristokrasinin ayaktakımına dahil ettiği ve köle-sınıf olarak gördüğü burjuvaların soyluluğa duydukları özlem ve nefret, onların ayrıcalıklarının kendilerinde olmadığını düşündükleri kadar, “soylu-sınıf”ın “dışında” olduklarını bilmelerinden de kaynaklanıyordu. (95) Ancak Devrim, soyluluğu halkla, “sahip”leri “köle”lerle eşitleyince, aristokrasinin ayrıcalıklarını yok edince, burjuvalar, “taşıdığı burjuva kanından, burjuva kökeninden” gurur duyan insanlar haline geleceklerdi. (96)
Radikal gruplar
1792-95 yılları arasında son derece etkili olan Sankülotlar halkın en yoksul kesimiydi. Üst tabakalara ve Cermenlere en az bulaşmış olanlar onlardı. Püriten, ahlakçı ve keskin devrimci anlayışlarıyla etkili oldukları dönemde ölçütleri belirlediler.
“Öfkeliler”, yoksulluğun sözcüsü olmaya çalıştılar. Hébertçiler, devrimin radikalleri olarak aristokrasiye karşıtlıklarıyla sivrilmişlerdi. Babeuf (97), Buonarroti (98) gruplarıyla yaptıkları mücadelelerde burjuvalara da karşıydılar ama soylulara hiçbir zaman yaklaşmadılar.
Gaxotte gibi karşıdevrimci yazarların komünistler dediği Entragés (“Kuduruklar”, “Çığırından Çıkmışlar” şeklinde çevrilmişlerdir) grubu aristokrasiye düşmanlığı en fazla olanlardı.
Yurt savunması ve iç savaş
Büyük Fransız Devrimi, emperyalizm dönemi öncesi bir olgudur. Fransa için esas anlamı Fransa’nın uluslaşma sürecinin birinci ve en önemli halkası olmasıdır. “Ulus/millet”, “ulusal/milli”, “ulusçuluk/milliyetçilik”, “vatan/yurt”, “vatandaş/yurttaş”, “vatandaşlık/yurttaşlık”, “vatan hainliği / milli ihanet” kavramları burjuva devrimlerin ürünleri ve sonuçları olarak Fransız Devriminden sonra Fransa’da ve bütün dünyada yaygınlık kazanmış ve anlam ifade etmeye başlamıştır. “Vatan/yurt”, ulusun/milletin oluşması ve oluşma gerekliliği ile ilgili bir kavramdır. Lenin’in ifadesiyle, “yurtseverlik düşüncesinin kaynağı 18. yüzyılın büyük devrimidir”. (99)
Devrim Fransa’sında, sınıfsal katmanlaşmanın, aristokrasinin kitlelerden kopuk snob nezaketinin, halka üstten bakan tutumunun simgesi “sizli” konuşma, halkın iç içeliğinin, “eşitliğin” ve “kardeşliğin” gereği olarak halk arasındaki yaygın kullanım olan “sen”li konuşmayla yer değiştirmiş (100), herkes birbiriyle doğal ve rahat konuşma içine sokulmuş, sınıfsal ayrıcalıklar kaldırıldığı için de herkes yurttaşlıkta eşitlenmişti. Herkes birbirine “yurttaş” (citoyen / citoyenne) diye hitap etmekteydi, hatta “madam” ve “mösyö” gibi hitaplar yasaklanmıştı. Devrimin Cumhuriyeti, bağımlılıklarından kurtulmuş kitlelere “yurttaş” olarak hem haklar vermiş hem de sorumluluklar ve ödevler yüklemişti. Ancak Devrimin sunduğu yeni kavram, bireyler açısından modern toplumun etken ve inisiyatifli birimi olmak anlamı taşırken, bununla sınırlı kalmıyor, toplumsal açıdan daha geniş bir içerik kazanıyor, daha yüksek bir siyasal boyutu barındırıyordu. Bağımsız yurttaşın “kralı” olamazdı, sorumluluğunu taşıdığı ve kendisine karşı sorumlu olduğu başka özneler vardı artık: toplum ve vatan. Toplum ile ilgili sorumluluğunu kitleler, Devrimin uygulamalarıyla yerine getirdi, demokratik müdahalelerini yaptı, katılım gerçekleşti. Vatan ile ilgili sorumluluğunu ise, koalisyon ülkelerinin ordularının, esas olarak da Alman devletlerinin sayesinde “vatan savunması” yaparak yerine getirdi. Dış güçlerin saldırılarına karşı Devrimi ve Fransa’yı, birbirinden ayırmaksızın bu ikisini, birlikte savunmak gerekiyordu.
Bu yüzden, Büyük Fransız Devrimi emperyalizm dönemi öncesi yaşanmış olmasına karşın, emperyalizm döneminde yaşanan bütün devrimlerde kaçınılmaz olarak bulunan “yurt savunması”, 20. yüzyılın bütün devrimlerinde görülecek olan “vatan savunması”, Büyük Fransız Devriminin de bir özelliği olmuştu. Bu, Avrupa’daki mutlakıyetçi ülkelerin, ama esas olarak Alman devletlerinin eseridir, feodal sistemin antifeodal devrime direnişinin ve aristokratik mutlakıyetin burjuva demokratik devrimi yıkmak için Fransa’ya saldırmasının sonucudur.
Büyük Fransız Devrimiyle birlikte yabancı saldırılara karşı mücadeleler, aynı zamanda hep iç savaşlarla yan yana olmuştur. Olmak zorunluluğundadır. Ortaya çıkan “vatan”ı savunmak, bazı sınıflar için bir sorumluluk ve görev olmadığı için, bu sınıflar, vatan savunmasına katılmak bir yana, sınıfsal çıkarları gereği, düşmanla işbirliği yaparak vatana ihanet ederler. Bu gerçek özellikle emperyalizm döneminde bir yasa kesinliğine dönüşmüştür. Emperyalizme direniş mücadelelerinin hepsi kaçınılmaz olarak iç savaşlarla birlikte yürütülmüştür. Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı, antiemperyalist olan veya işgalci düşmana karşı yürütülen bütün savaşların, ulusal düzlemde aynı zamanda iç savaş olduğunu somut olarak gösteren en önemli örneklerden biridir.
Fransız Devrimi, şimdiye kadar gösterildiği gibi, daha başından itibaren, iç savaş ve yabancı müdahalelerle iç içeydi. Devrim zaten bir iç savaşın nedeni ve karşılığıdır, iç savaş ise yabancı güçlere dayanmaya çalışmanın maddi temelidir. Yabancı ülkelerin saldırısı ve işgali, iç savaşın bir cephesini yanında bulur. Devrim günlerinde karşıdevrim güçleri Devrime yabancı saldırısının yanında oldu. Hatta Fransız Devriminde yabancı saldırısını davet eden, bizzat Fransızlardı, “Fransız” karşıdevrimiydi.
Feodal bağımlılıkların kırılması, feodal ilişkilerin çözülmesi, tarih sahnesine yeni sınıfları getirirken halkçılığı ve ulusçuluğu öngörmüş, ulusçuluk vatanı savunmanın gereği olmuştur.
DİPNOTLAR
88) Desmoulins’in gazetesi Le vieux Cordelier’nin (“Yaşlı Cordeliere”) adının geldiği “Cordelier”, bir Fransisken manastırıydı.
89) Hukuk eğitimi gören ve avukat olarak meslek hayatına atılan Maximilien Robespierre (1758-1794) Flandrlı (Kuzey Belçika) bir aileden geliyordu. Soylu olmadığı için mesleğinde yükselme şansı da yoktu (A. Odabaşı, aynı yerde, s.10-11). Geniş bilgi için bkz. Tanilli, Fransız Devriminden Portreler, s.15-112.
90) Fransız Devriminin bu öncü gücünün adı, Jakobenizm, siyasal terminolojiye, olumlu anlamda “devrimcilik” ve “halkçılık”, olumsuz olarak da “tepeden inmecilik” ve “baskıcılık” şeklinde yerleşti. Bütün devrimci hareketlerde rastlanan terim, Cumhuriyet Devrimimizde Mustafa Kemal ve savaş arkadaşları için de kullanılmıştır.
91) Nazım Hikmet, Yazılar 4, YKY, İstanbul 2004, s.316.
92) Sonraları krala yaklaşacak ve kraliçeyle yazışmaya başlayacak, bu yüzden de giyotine gönderilecek olan Barnave’ın (Antoine, 1761-1793, Fransız Devrimine Giriş adlı önemli bir eserin yazarıdır), sonraları Brissot’ya mal edilecek bu sözü, Proudhon’un (Pierre Joseph, 1809-1865) ünlü tezine ve kitabına (1840) “mülkiyet hırsızlıktır” olarak esin kaynağı olacaktır.
93) Aristokrasinin önemli bir ağırlıkla temsil edildiği mecliste feodal mülkiyetin tasfiyesi kararı (4 Ağustos Kararları) çıkarken mülk sahiplerine tazminat ödenmesi de kabul edilmişti. Çünkü burjuvazi bocalıyor ve aristokrasiyle uzlaşmaya çalışıyordu. Oysa sonraki dönem yasalarıyla devrimciler feodalizmle bütün ideolojik, aristokrasiyle bütün yapısal bağlarından kopmuş oldukları için köklü uygulamalar yapabildiler (bkz. Arda Odabaşı, “Jakobenizm ve Robespierre”, Teori, Sayı 153, Ekim 2002, s.6-7) . 7 Kasım 1791’de gıyaben mahkum olan kaçakların bütün gelir ve mülklerinin devlete gelir yapılması kararı alındı (E. von Aster, s.122-123).
94) Feodal sistemin yerleştiği her yerde öyle olmamakla birlikte Fransa’da aristokrasi esas olarak soya -belirli bir etnik soya, Cermen kökene- dayanmaktaydı. Sonradan zenginleşenlerin ya da sonradan büyük mülklerin sahibi olanların “soylu” olabilmesi zordu, yani burjuvazi ile aristokrasi arasında geçiş kolay değildi. Aristokrasi ticaretle uğraşmayı kendine yakıştıramadığı ve aynı zamanda bu uğraşlar kendisine yasaklanmış olduğu (sarayda, orduda, kilisede görev ve memuriyet dışında herhangi bir işle meşgul olmak asalet kaybına yol açardı) için ekonomik güç kaybına uğruyor, ticaret erbabı ise zenginleşiyor, gelişiyor, başka alanlara geçiyor, alanlarını genişletiyor ve sınıflaşıyordu. Aristokrasi “burjuva”laşamıyor, burjuvazi aristokratlaşamıyordu. Burjuvaların “giyim soylusu” olarak “soylulaşması”nın bir yolu soylularla evlilikti ve zenginleşenler evlilik için soyluların peşindeydi. Ancak bu da, Cermen soylu aristokrasinin yalnız, “görgüsüz” avamla muhatap olmayı, onlarla eşit gibi olmak durumunu kabul edilemez bulduğundan değil, “soyunun” karışmasından kaçındığından, “soyunun” temiz kalmasını, başka etnik kökenlerle karışmasını istememesinden, hele hele “köle” soydan gelenlerle kan birleşmesinin yaratacağı utançtan dolayı kolay olmuyordu. Cermen-soylu hanedanlarda ve genel olarak aristokrasinin yüksek kesimlerinde “iç evlilik”ler yüzünden hastalık ve sakatlıklarının çokça görülmesi bundandı. Gücü tükenmiş aristokrasi 17. yüzyıl sonrasında, arazi ve şatolarını satışa çıkardığı gibi, unvanlarını ve soyunu da para karşılığı piyasaya sunacak, ve burjuvazi devri geçmiş “asaleti” yaygın bir şekilde parayla satın alabilecektir. (Bunu, La Bruyere, “soylulukla soysuzluğun [aristokrasiyle burjuvazinin] para ihtiyacı yüzünden uzlaşması” olarak ifade ediyordu; bkz. Karakterler, Sosyal Yayınlar, İstanbul 1985, s.323.) Devrim öncesi dönemde Kılıç Soyluları artık kılıç taşımamakta, taşımayı gerekli görmemektedir. Geniş bilgi için bkz. Peter Schunk, Geschichte Frankreichs von Heinrich IV bis zur Gegenwart, Piper, München/Zürich 1994.
95) Oyun yazarı Molière (Jean Baptiste Poquelin, 1622-1673) Kibarlık Budalası (Le Bourgeois gentilhomme, 1670) adlı ünlü eserinde aristokrasinin snobluğuyla birlikte yeni sınıfın görgüsüzlüğünü ve özentililiğini de yansıtmıştı.
96) Anatole France, Tanrılar Susamışlardı, Kaynak Yayınları, İstanbul 1985, s.36.
97) Gracchus Babeuf, düzenlediği ayaklanma, örgüte sızmış Yüzbaşı Griesel tarafından yönetime bildirildiğinden başlamadan bastırıldı. Paris halkının basacağı korkusuyla başkent dışında, Vendôme kentinde yapılan duruşmalar bir yıl kadar sürdü. 26 Mayıs 1797’de yoldaşı Darthe ile birlikte ölüme mahkûm oldu, hazırlığı haber veren Griesel, oğlu Camille tarafından öldürüldü.
98) İtalyan kökenli Philippe Buonarroti Devrimi duyar duymaz Paris’e koşanlardandı. Robespierre’in yanında yer aldı. Konvansiyon kendisine Fransız yurttaşlığını tanıdı. Vendôme davasında mahkum oldu. 1807’ye kadar hapiste kaldı. Sonradan Devrim ve Babeuf konusunda kitaplar yazdı.
99) “Komün Dersleri (1)”, 23 Mart 1908.
100) Lex, An den Stätten der Französischen Revolution, s.240.
GELECEK SAYI
Burjuvazinin karşıdevrimi: “Reformasyon”
SEÇİLMİŞ KAYNAKÇA
– Erdoğan Alkan, 1789 / Devrim Şarkıları, Kaynak Yayınları, İstanbul 1997.
– Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları – 2 / Emperyalizm, İletişim Yayınları, İstanbul 1996.
– Ernest von Aster, Fransız İhtilali’nin Siyasi ve Sosyal Fikirleri, Phoenix, Ankara 2004.
– A. Aulard, Fransa İnkılabının Siyasi Tarihi – Demokrasinin ve Cumhuriyetin Kaynakları ve Gelişmesi / 1789-1804, 3 cilt, TTK Yayınları, Ankara 1987.
– Gracchus Babeuf, Devrim Yazıları, Cumhuriyet, İstanbul 2001.
– Jean-Paul Bertaud, Alltagsleben Während der Französischen Revolution, Verlag Ploetz, Freiburg-Würzburg 1989.
– Bilim ve Ütopya, Kapak: Robespierre, Sayı 110, Ağustos 2003, s.16-50.
– Bilim ve Ütopya, Kapak: Babeuf ve Eşitler Hareketi, Sayı 124, Ekim 2004, s.8-32.
– Heiner Boehnke / Harro Zimmermann (Hg.), Reiseziel Revolution / Berichte deutscher Reisender aus Paris / 1789-1805, Rowohlt Taschenbuch Verlag, Hamburg 1988.
– Georg Büchner, “Danton’un Ölümü”, Bütün Yapıtları, Adam Yayınları, İstanbul 2001, s.43-118.
– Norman Davies, Avrupa Tarihi, İmge Kitabevi, Ankara 2006.
– Günther Fetzer (Hg.), Geschichten der Französischen Revolution, Wilhelm Heyne Verlag, München 1989.
– Otto Flake, Die Französische Revolution / 1789-1799, Manesse Verlag, Zürich.
– François Furet, Fransız Devrimini Yorumlamak, Alan Yayıncılık, İstanbul 1989.
– François Furet / Denis Richet, Die Französische Revolution, Fischer Verlag, Frankfurt am Main 1968.
– Pierre Gaxotte, Fransız İhtilali Tarihi, Varlık Yayınları, İstanbul 1969.
– A. Goodwin, Die Französische Revolution, Fischer Bücherei, Frankfurt am Main 1964.
– Vedat Günyol (haz.), Devrim Yazıları, Belge Yayınları, İstanbul 1989.
– Wolfgang von Hippel (Hrsg.), Freiheit Gleichheit Brüderlichkeit? / Die Französische Revolution im deutschen Urteil, dtv, München 1989.
– Eric Hobsbawm, Devrim Çağı / 1789-1848, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara 2005.
– Hilde Höllerer-März, “Goethe und die Französische Revolution”, Goethe I, Andreas&Andreas, Salzburg 1980, s. 186-195.
– Axel Kuhn, Die Französische Revolution, Reclam, Stuttgart 1999.
– Stephen J. Lee, Avrupa Tarihinden Kesitler / 1789-1980, Dost Kitabevi, Ankara 2004.
– Hans-Eberhard Lex, An den Stätten der Französischen Revolution, Knaur, München 1989.
– W.H. McNeill, Dünya Tarihi, Kaynak Yayınları, İstanbul 1985.
– Colin Mooers, Burjuva Avrupa’nın Kuruluşu, Dost Kitabevi, Ankara 2000.
– David Parker (der.), Batı’da Devrimler ve Devrimci Gelenek / 1560-1991, Dost Kitabevi, Ankara 2000.
– Alfred Rufer, Pestalozzi / Fransız Devrimi ve Helvetik, Cem yayınevi, İstanbul 1990.
– Albert Soboul, 1789 / Fransız İnkılabı Tarihi, Cem Yayınevi, İstanbul 1969.
– Server Tanilli, Dünyayı Değiştiren On Yıl / Fransız Devrimi Üstüne (1789-1799), Say Yayınevi, İstanbul 1989.
– Server Tanilli, Fransız Devriminden Portreler, Say Yayınevi, İstanbul 1989.
– Server Tanilli, Voltaire ve Aydınlanma, CemYayınevi, İstanbul 1994.
– Teori, Kapak: Jakobenizm, Sayı 153, Ekim 2002, s.3-47.
– Alexis de Tocqueville, Eski Rejim ve Devrim, İmge Kitabevi, Ankara 2004.
– Marcel Willard, “Babeuf”, Sosyalist Savunmalar, Evrensel Basım Yayın, İstanbul 1967.
– Stefan Zweig, Joseph Fouché / Bir Politikacının Portresi, Can Yayınları, İstanbul 2009.
– Stefan Zweig, Marie Antoinette / Vasat Bir Karakterin Portresi, Can Yayınları, İstanbul 2010.