Ana Sayfa Dergi Sayıları 127. Sayı Felsefi Antropolojinin Işığında Hz. Muhammed ve Kuran yayınlandı Peygamber’e ve Kitap’a gerçek...

Felsefi Antropolojinin Işığında Hz. Muhammed ve Kuran yayınlandı Peygamber’e ve Kitap’a gerçek değerini vermek…

1974
0

Bilimsel, felsefi, sanatsal, siyasal teorilerin kutsal kitaplardan cevaz almalarına gerek yoktur. Zira kutsal kitaplar ve bir kutsal kitap olarak Kuran da zaten tarihsel, yöresel ve sınırlı bir metindir; tarihsel koşullu bir metindir. Eğer insan, Kuran’ı ve Hz. Muhammed’i tarihsel bağlamına yerleştirirse, bilgi ve değerler alanında özgürleşir, kendi dili, bilişi, kültürü ve sahip olduğu çağcıl bilgi ve değerler ışığında, karşılaştığı sorunlara ussal, eleştirel yanıtlar arayabilir. Böylece özneleşir. Bu yaklaşım Hz. Muhammed’e ve Kuran’a  da gerçek değerini verir.

Sunuş

İlahiyat ve felsefe alanlarındaki çalışmalarıyla tanınan Doç. Dr. Hasan Aydın’ın yeni kitabı “Felsefi Antropolojinin Işığında Hz. Muhammed ve Kuran” Bilim ve Gelecek Kitaplığı’ndan çıktı. Aynı zamanda dergimizin de yazarı olan Hasan Aydın’la kitabın yazılış süreci ve içeriği hakkında söyleşi yapmak istedik. Fakat söyleşi bu hedefi de aşarak, Aydın’ın düşünsel serüveni, felsefi konumu, kendisinden önce bu alanı çalışmış olan araştırmacılar hakkındaki görüşleri, bilimsel düşünce ve yöntem ile dogmatik-dinci düşünüş arasındaki temel farklar gibi konulara doğru genişledi. İlgiyle okunacağını umuyoruz.

Kitabın arka planındaki düşünsel serüven

– Yıllardır Kuran’ı farklı boyutlarıyla ele alan ve Kuran okumasıyla Hz. Muhammed’in yaşamını irdeleyen çalışmalarınız yayınlandı. Öncelikle, Kuran araştırmasına yönelik bu ilginizin arkasında neler yatıyor? Ayrıca yeni yayınlanacak kitabınız, Kuran’a yönelik önceki çalışmalarınızla karşılaştırıldığında yeni bir açılım sunuyor mu? Ve daha da önemlisi Kuran’a yönelik çalışmalarınızın gerisi gelecek mi?

– Öncelikle, Kuran’a yönelik araştırma merakımın temelinde yatan iki hareket noktasına değinmem gerekir.

Bunların ilki, yüksek lisans tezime dayanıyor. Yüksek lisans tezimde, Kuran ve hadislerdeki bilgi kavramının ilk dönem inanç mezheplerindeki tarihsel gelişimine odaklanmıştım. Ben aslında, İslam kelam/teoloji geleneğinin epistemolojisini ortaya koymaya yönelmek istemiştim; ama danışmanım Prof. Dr. Mehmet Dağ, kelamcıların/teologların bilgi anlayışının temellerini de göstermek gerektiğini ve bunun daha ilgi çekici olacağını vurgulayınca, çalışmaya Kuran ve hadisleri de dâhil ettik. Tabi danışmanımın bu isteğinde, Türkiye’de Kuran’a dönüş ekseninde yaşanan siyasal dinsel tartışmaların rolünün olduğunu sanıyorum.

Aydın kitabında, Kuran’ın döneminin dili, kültürü ve ilk seslendiği muhatapların biliş düzeyleri ve kültürleriyle ve kadim kültürlerle bağını gösteren bir yöntem geliştiriyor.

Kuran ve hadisler ile kelamcıların/teologların oluşturdukları epistemolojinin bağlarını çözümlerken, Kuran üzerine geleneğin ve modern dönem düşünürlerin yaptığı yorumlarla da doğal olarak karşı karşıya geldim. Geleneğin, başlangıçta rivayet odaklı bir yoruma yönelmişken, İslam kuzeye yayılınca, yani Helenistik kültürle karşılaşınca, dirayet/akılcı ve işarî yorum anlayışlarını oluşturduğunu gördüm. Özellikle dirayetçi/akılcı ve işarî geleneğin, Kuran’ın kavramlarıyla oynayarak, onda Helenistik kültürü okumaya çalıştığına tanık olmak beni şaşırttı. Ama beni asıl şaşırtan şey, Kuran’a dönüş ekseninde yapılanan modern yorum anlayışlarının, geleneksel yorumu yadsırken, tıpkı dirayet ve işarî geleneğin yaptığı gibi Kuran’da modern bilgi ve değerleri okumaya yönelmesiydi. Bu aslında bir tür sosyal gelişime bağlı olarak Kuran’ı yorumla yeniden yazma, onu kendi kavram, kimlik ve öğretisine yabancılaştırma çabasıydı.

Bu süreçte edindiğim tüm birikimimi tezimde tümüyle yansıttığımı söylemem mümkün değil; ancak, ilk kez orada, Kuran’ın tarihsel bir metin olduğunu, kendi tarihsel bağlamı, kendi özgün kavramları ışığında okunması gerektiğini gerekçeleriyle, bilgi kavramı özelinde ileri sürdüm.

Bu, Kuran’ın mutlak olmadığını, tarihsel ve yerel bir metin olduğunu ileri sürmekti; bu tezim nedeniyle akademik yaşamım maceralarla doldu; araştırma görevliliğimden oldum ve doktoraya uzunca bir dönem alınmadım.

Yaklaşımım başımı belaya soktuğu için, Kuran üzerine araştırmalarımı sürdürdüm; kendi nesnelci-yorum yaklaşımımı geliştirmeye çalıştım. Tabi yaklaşımımı geliştirmemde danışmanım Prof. Dr. Mehmet Dağ’ın ve geleneğin rivayet odaklı anlayışının ve erken dönemlerde oluşturulmuş Kuran sözlüklerinin köklü bir rolü oldu.

Ben genelde felsefi eğilimim ve felsefi birikimim gereği, Kuran’ın kavramlarının peşine düştüm, kavramsal araştırmalar yaptım. Fırsatını bulup doktoraya girdiğimde, bu sefer Gazzali’nin Tanrı ve evren tasarımı ve modern İslam düşünürlerindeki etkilerine yöneldim. Amacım, yüksek lisans tezimi yazarken keşfettiğim şeyi, yani geleneğin Helenistik kültürü Kuran’da okurken modern İslam düşünürlerinin onda modern batı kültürünü okumalarını ya da daha doğru bir kavramsallaştırmayla İslamileştirmelerini, somut bir örnek üzerinden, Gazzali ve onun modern versiyonlarından yola çıkarak göstermekti. Bunu tezimde doyurucu örneklerle göstermeyi başardığımı düşünüyorum. Dolayısıyla Kuran’a yönelik çalışmalarım, hem danışmanım, hem kişisel hem de mesleki ilgim tarafından daima tetiklendi.

Kuran’a yönelik çalışmalarımın ikinci güdüleyicisi, sanırım İslam modernizminin Türkiye’de yayılması ve bunun köklü bir eleştiriye gereksinimi bulunması idi. Hatta İslam modernizminin geleneğe karşı siyasal destekler bulması ve benim bunu Türkiye’nin bilimsel, felsefi, sanatsal, dinsel gelişimi için hayra alamet olarak görmemem, Kuran’a yönelik yazı yazma yaklaşımımda köklü sıçramalara neden oldu. Bu bağlamda, Bilim ve Ütopya ve Bilim ve Gelecek gibi dergilerde, modern Kuran yorum modellerini eleştiren pek çok yazı kaleme aldım. Fakat yazılarımda İslam modernizmi yerine post-İslamcılık, postmodern İslam gibi kavramsallaştırmalar kullandım; çünkü yorum anlayışlarının postmodernistler gibi öznelci olduğunu, Kuran’ı yansıtmadığını, Kuran’ın dilini, kültürünü, savlarını bozduğunu göstermek istedim.

İslam Düşünce Geleneğinde Bilgi Kuramı, Gazzali, Felsefesi ve İslam Modernizmine Etkileri, Postmodern Çağda İslam ve Bilim gibi kitaplarımda, Kuran’a yönelik modern yorum anlayışlarıyla diyalektik içerisine girsem de, oralardaki değinmeler hep bağlamsaldı. Bir ara Kuran’a ilişkin olarak Bilim ve Ütopya ve Bilim ve Gelecek dergilerinde yazdığım yazıları toplayıp kitaplaştırmayı düşündüm; ancak, böyle bir durum sistematiklik sorununa yol açabileceği için bundan vazgeçtim.

Danışmanım Mehmet Dağ’ın, Kuran’ın, kültürel teoloji kavramsallaştırması adı altında, Hz. Muhammed’in risaletiyle başlayıp ölümüne değin gelişen süreçte cereyan eden olaylarla bağını göstermenin çok yararlı olacağı şeklindeki ilginç ve önemli projesini yapıp yapamayacağımı sık sık sorguladım. Aslında bunu yapabilecek bilgi birikimimin olduğunu düşünmeme rağmen, bu işe çok zaman harcamak gerektiğini görmem bundan vazgeçmeme neden oldu. Aslında böylesi bir çalışmanın Türkiye için çok gerekli olduğu açık.

Bu bağlamda, Bilim ve Gelecek Kitaplığı yetkililerinin “50 Soruda Hz. Muhammed ve Kuran” adlı bir yapıt yazmam yönündeki ısrarlı tekliflerini de anımsatmalıyım. Bunları gerçekleştirme konusunda akademik kaygılar yanında yaşadığım zaman sorunu, ama öte yandan Kuran ve Hz. Muhammed’e yönelik birikimimi bir kitap halinde sunmam gerekliliği, Felsefi Antropolojinin Işığında Hz. Muhammed ve Kuran adlı yapıtın doğmasına neden oldu. Kaldı ki, Kuran’a yönelik nesnelci yöntembilimsel yaklaşımımı ve gerekçelerimi mümkün olduğu ölçüde açık bir biçimde ifade etmem gerekiyordu. Sanırım bunu ülkeme yönelik bir ödev olarak gördüm ve hâlâ da öyle görüyorum.

Bu yapıtta ilk kez, yöntemimin ana çatısını felsefi olarak gösterdim ve gerekçelendirdim. Dil, kültür, biliş ilişkilerine odaklanan ve kutsal kitapların ve özellikle Kuran’ın döneminin dili, kültürü ve ilk seslendiği muhatapların biliş düzeyleri ve kültürleriyle ve kadim kültürlerle bağını gösteren bir yöntem geliştirdim. Geleneksel veriler olan nüzul sebebi, mekki-medeni ayet sure ayrımı, nasih ve mensuh gibi olguları da yönetembilimime dahil ettim. Böylelikle Kuran ile Hz. Muhammed’in bireysel ve toplumsal deneyimleri arasındaki bağ, dönemin Arap toplumuna ait Kuran’a yansımış sosyo-kültürel unsurlar yerli yerine oturmuş oldu. Kuran’ın ne dediğini, nesnel olarak ne söylediğini anlamak ve modern çarpıtmalara karşı onun gerçek anlamını göstermek için yöntemimin önemli avantajlar içerdiğini sanıyorum. Bu anlamda, Kuran’a ilişkin olarak ulaştığım hemen pek çok şeyi yapıtın içerdiğini düşünüyorum.

Gerisi gelecek mi? Bu konuda kuşkularım var; bir kez çalışma alanım, elimde olmayan akademik nedenler yüzünden teolojiden tamamıyla felsefeye kaydı, felsefe doçentiyim ve dolayısıyla akademik yaşamımda felsefenin daha çok yeri var. Kaldı ki felsefi olarak yazacaklarım da var; felsefi düşüncelerimi, felsefi vargılarımı yazmam gerekiyor. Ona da zaman ayırmalıyım.

Teoloji ve Kuran’la ilgili yazmadan durabilir miyim? Kuran’a yönelik çarpıtmalar oldukça yazmadan durabileceğimi sanmıyorum. Ama bunu gelecek gösterecektir diye düşünüyorum. Bekleyip göreceğiz.

Dağ, Sena, Dursun ve Arsel hakkında…

– Türkiye’de sizden önce Kuran’ı bilimsel tarzda ele alan çalışmalar yapıldı mı? Hangilerini değerli görüyorsunuz? Bu açıdan örneğin Cemil Sena, Turan Dursun ve İlhan Arsel’i değerlendirebilir misiniz? Kendinizi hangi ekolün sürdürücüsü olarak tanımlıyorsunuz?

Türkiye’de Kuran’a benim yaklaşım tarzıma uygun bilimsel bir yöntem geliştirerek yaklaşan en önemli ismin Prof. Dr. Mehmet Dağ olduğunu söylemeliyim. Benim yöntemimin kimi unsurları da ona dayanmaktadır ve bunu göstermek içim kitabın giriş ve sonuç bölümlerinde onun yazılarına yer verdim. Mehmet Dağ bir biliminsanı olarak Kuran’la ilgili çok yazmasa da, akademik yaşamım boyunca sürekli onunla yaptığım sohbetlerin çok ufuk açıcı olduğunu belirtmem gerekir. Onun teoloji ve felsefedeki entelektüel birikimi, bilimsel ve felsefi kaygıları, kılı kırk yaran kuşkuculuğu bütünüyle olmasa da bende çok kalıcı izler bırakmışa benziyor. Fakat benim daha çok yazdığım ve yazılarımda daha çok bilimsel risk aldığımı söylemem gerekir.

Cemil Sena, benim için büyük bir isimdir ve Hz. Muhammed’in Felsefesi adlı yapıtıyla, yine Mehmet Dağ’ın önerisiyle karşılaştım. Değerli bir yapıt olduğunu düşünüyorum; ancak yapıtta güçlü yöntembilimsel saptamalar bulunmamaktadır ve bir parça da sistemsizdir. Bu eksikliklerine rağmen, Cemil Sena’nın söz konusu yapıtının, Hz. Muhammed ve Kuran ile ilgili Türkçede yazılmış baş eserlerden birisi olduğunu düşünüyorum. Benim yöntembilimsel yaklaşımım ve vargılarım Cemil Sena’dan, tarihsel ve yöresel vurgu bakımından, dil, biliş kültür ilişkilerine atıfları açısından ayrılmaktadır. Fakat Cemil Sena’nın yapıtının bilimsel ve felsefi içeriğinin hakkını yememek gerekir.

Kuran ve İslam eleştiriş yapan Turan Dursun ve İlhan Arsel gibilerle karşılaştırıldığında ben ve yapıtım nerede yer alıyor?

Bu soruya yanıt vermek için öncelikle Cemil Sena’yı daha bilimsel ve felsefi bulduğumu belirtebilirim. O daha nesnel temelli ve daha fazla felsefi sorgulamalarda bulunuyor. Turan Dursun ve İlhan Arsel’e gelince, onların çalışmalarında, kanımca dört husus dikkat çekicidir:

İlki, din karşıtlığı ya da ateizm, ikincisi anakronizm, üçüncüsü İslam’ın geleneksel Sünni yorumunun reddi, dördüncüsü felsefi derinlik yoksunluğu.

Ben din karşıtlığı ve ateizm yapmıyorum; bunun felsefi nedeni, kutsal kitapların tümüyle çelişkili ve yanlış olduğu, tarihsel ve yöresel içerik taşıdıkları gösterilse bile bundan felsefi olarak Tanrı yoktur sonucunun çıkmamasıdır. Kutsal kitapları yadsımasına rağmen kişi hâlâ bir Tanrı’ya inanabilir. Yani dinini yitirmiş bir Tanrı’ya bağlanabilir. Bu tür insanların sayısının hiç de az olmadığını sanıyorum. Kutsal kitapların eleştirisinden Tanrı yoktur sonucu çıkmasa da, kurumsal din karşıtlığı çıkarılabilir; ama bu da kutsal kitaplara bakışla ilgilidir. Onların yerel ve tarihsel unsurlar içermesi, kişiyi bireysel düzlemde farklı dinsel anlayışlar oluşturmaya da itebilir. Sözgelimi Tanrı, o dönemin koşullarında, insanlığın çocukluk döneminde müdahale etti, toplumların gelişimine katkı sağladı; insanlar rüşte erince aklı ve bilimi salık verdi diyebilir. Kutsal kitapları, tarihsel süreçte, insanlığın gelişim halkaları olarak görebilir.

Ben bunları gördüğüm için, sadece bilimsel saptamalarda bulunmakla yetiniyorum; metnin dili, seslendiği kitlenin bilişi, kültürü, metni sunanın yaşam deneyimleriyle organik bağını gösteriyorum ve hatta metnin sınıfsal temellerine atıflar yapıyorum. Kaygım, insanları dinli ya da dinsiz yapmak değil, metnin tarihsel bağlamında ne dediğini göstermek ve nesnel anlamını yakalamaya çalışmaktır. Bu açıdan kaygımın antropolojik ve bilimsel olduğunu belirtmem gerekir. Ben samimi olarak, metnin ne dediğine odaklanıyorum, onu anlamaya çalışıyorum. Tabi bu arada metnin zamansal, mekânsal, tarihsel, yöresel, sınıfsal tutamaklarını gösterince doğal olarak metnin mutlak olmadığını da göstermiş oluyorum. Kutsal metin bir anda antropolojik bir metine dönüşüveriyor.

Kanımca benim yapıtımı, inanan, inanmayan ya da agnostik olan herkes gönül rahatlığı içinde okuyabilir; hiç kimsenin duyguları rencide olmayacağı gibi, yine hiç kimse kendisine bir şey empoze edildiğini düşünmez. Çünkü yapıtın hiç kimsenin inancını belirlemek gibi bir kaygısı yok.

Dursun ve Arsel’in yapıtları için aynı şey söylenebilir mi? Sanmıyorum; ya da ben okuduğumda öyle görmüyorum.

Ben modern bilgi ve değerlerden yola çıkarak, bu modern bilgi ve değerleri Kuran’da bulamadığım için de onu yadsımıyorum. Kuran’da bunlar zaten bulunamaz; bu dil, biliş, kültür ilişkisine, tarihselci yaklaşıma terstir.

Felsefi olarak söylersem, ben anakronizmden kaçınmaya çalışıyorum, bağlama odaklanıyorum, metni tarihsel-yöresel bağlamı içinde okuyorum. Tam bu bağlamda, Dursun ve Arsel’in anakronik yaklaşımının tersinin İslam modernizmince yapıldığını belirtmek isterim. Örneğin, Turan Dursun’a yanıt vermeye çalışan Süleyman Ateş’in Kuran yorumu tıpkı Dursun’unki gibi anakroniktir. Dursun modern değerlere ters düştüğü için Kuran’ı yadsırken, Ateş tersine -zorlama çevirtilerle- Kuran’ın modern bilgi ve değerlerle örtüştüğünü kanıtlamaya çalışıyor. Ve kanımca çoğu yerde Kuran’ı zorlama çevirtilerle kendisine yabancılaştırıyor. Bu anlamda, Dursun ve Arsel’in anakronik yaklaşımlarının, Türkiye’de yerleşik deyişle İslam modernizminin, benim kavramsallaştırmamla İslam postmodernizminin siyasal açıdan desteklenmesine neden olduğunu da sanıyorum.

Öte yandan ne Dursun’un ne de Arsel’in İslam dünyasındaki dirayet ve işarî geleneği ne de İslam modernizmini yeterince takdir ettiklerini ve anladıklarını sanıyorum.

İslam Sünni gelenekten ibaret değildir. Arsel’i hukuk eğitimi gereği bir kanara bırakırsak, Dursun medrese eğitimi almış olsa da, Farabi, İbn Sina, İbn Arabi vb. gelenekten büyük ölçüde habersizdir. Bu medrese eğitiminin yozluğundan kaynaklanmaktadır. Farabi ve İbn Sina geleneğinin dini simgesele indirgediğini, hayal gücünün ürünü olarak gördüklerini ve avama özgülediklerini, hatta Farabi’nin dinin kullandığı simgelerle seslendiği toplumun bilgi ve kültür düzeyi arasında kurduğu bağı görseydi, daha farklı şeyler yazabilirdi.

Tabi felsefi derinlik yoksunluğu ve eleştirilerdeki anakronik ve yargılayıcı dil, kanımca önemli bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Dursun’u ve Arsel’i yargılamak istemiyorum; sadece bilimsel saptamalarda bulunmaya çalışıyorum.

Adını söylemekte sakınca görmediğim dostum mühendis Murat Akar’ın bu bağlamda bir deyişini anımsatmak isterim:

“Ben oğluma Turan Dursun ve İlhan Arsel’i al oku diyemiyorum; ama senin yazdıklarını gönül rahatlığı önerebiliyorum. Bunun nedeni, senin dilin, soru sorman, akıl vermemen ve saldırgan bir üslup kullanmaman, tarihsel bağlama vurgu yapman.”

Turan Dursun ve İlhan Arsel’in Kuran ve İslam eleştirilerini, eleştirel geleneği olmayan Türkiye için önemsiyorum; ancak, kimi yönleriyle, en azından hareket noktaları bakımından anakronik ve bir parça saldırgan buluyorum. Felsefi derinliklerinin olmadığını söylüyorum.

Turan Dursun.

Bu anlamda Türkiye’de, özgün bir çığır açmaya çalışmış, teoloji/kelam ve İslam felsefesi alanında bilimsel ve felsefi kimliğiyle temayüz eden Prof. Dr. Mehmet Dağ’ın dışında sürdürdüğüm bir ekolün bulunduğunu söylemenin güç olduğunu belirtmem gerekir. Kendimi Prof. Dr. Mehmet Dağ’ın yaklaşımının sürdürücüsü ve geliştiricisi olarak görüyorum ve kanımca eğer düşüncelerimiz bir yankı bulursa, benim felsefi katkılarım bulunsa da, burada en büyük katkının ona ait olduğunu belirtmek istiyorum.

Fazlur Rahman’dan farkımız

Kimileri beni Fazlur Rahman gibi tarihselci yaklaşımı olanlarla ilişkilendirmek isteyebilir, bu bağlamda aynı şey Prof. Dr. Mehmet Dağ için de söylenebilir. Özellikle Dağ’ın Fazlur Rahman’ı Mehmet Aydın’la birlikte ilk defa Türkçeye kazandıran -İslam çevirisini anımsamak isterim- kişi olarak onunla bağı kurulmak istenebilir. Dağ’ın bana söylediği bir şeyi, bu bağlamda, yorumsal olarak anımsatmak isterim:

“Biz Fazlur Rahman’ın, İslam adlı yapıtını, İslam geleneğine yönelik hiçbir eleştirel yaklaşımın olmadığı bir dönemde, örneklik etmesi bakımından çevirdik. Eleştiri geleneği olmayan ülkede, Fazlur Rahman’ın eleştirel yaklaşımıyla söyledikleri şeyler bile kimi çevrelerde bağnazca benimsendi ve Fazlur Rahman’cılar ortaya çıktı. Böyle olacağını tahmin etseydim, bu çeviride rol almazdım.”

Bu açıdan Fazlur Rahman’ın amaçsalcı yorumu, tarihsel unsurlara değinse de, Dağ’ın ve benim yaklaşımımla tümüyle örtüşmemektedir. O, Kuran’ı, amaçsalcı yorumla, özellikle sosyal yargıları açısından, tarihsel saymakta, ama aynı amaçsalcı yaklaşımı kozmolojik ve ibadete ilişkin ayetlere uygulama cesareti gösterememektedir. Yöntemini tümüyle uygulamaktan çekinmektedir ve şeriatla yönetilen geri kalmış İslam toplumlarına ilişkin siyasal bir proje geliştirmektedir. Bu anlamda onun İslam yorumu, tam bir ılımlı İslam projesi olarak da görülebilir. Ne Dağ ne de ben amaçsalcı değiliz; Kuran’ın döneminin dili, kültürü, sınıfsal ilişkileri ve Hz. Muhammed’in bireysel ve toplumsal deneyimleriyle ilişkilerini göstermeyi hedefledik ve hedefliyoruz. Kaldı ki, Dağ’ın deyişiyle, en ilkel metin bile amaçsalcı yaklaşımla modernize edilebilir; sözgelimi Tanrı’ya insan kurban etmekten söz eden bir metin, amaca yönelinerek, çoğunluğu koruma ilkesini içerdiği için amacının evrensel olduğu ileri sürülebilir. Bunlar, metnin anlamını aştığı için, uçuk düşüncelerdir; metnin gerçek anlamının kavranmasına hiçbir katkı sağlamazlar. Bu nedenle biz, Kuran’ın kavramsal yönü tanrısal sayılsa bile, onun tarihsel ve yöresel bir metin olduğunu; Hicaz bölgesinin kültür birikimini yansıttığını, gerçek anlamının tarihsel bağlamında olduğunu gösteriyoruz. Kendi açımda söylersem, ben, bir anlamda Spinoza’nın Taractatus-Theologico Politikus’ta Tevrat ve İncil için yaptığına benzer bir şeyi Kuran için yapmaya çalışıyorum.

Şeriat özlemlerine karşı panzehir

– Bu tür çalışmaların, özellikle günümüz açısından önemi nedir?

Elbette herkes yaptığı işin önemli olduğuna inanır. Benim ne düşündüğümden çok, yaptığım işin önemini okuyucu takdir edecektir diye düşünüyorum. Ben sadece şunu söyleyebilirim:

Ben, Kuran’ın Hz. Muhammed’in bireysel ve toplumsal deneyimleriyle ve Hicaz bölgesinin, dili, kültürü ve sınıfsal-toplumsal yapısıyla bağını gösterirken, teosentrik bakışı yıkmayı amaçladım.

Bilimsel, felsefi, sanatsal, siyasal teorilerin kutsal kitaplardan cevaz almalarına gerek yoktur, demek istedim. Zira kutsal kitaplar ve bir kutsal kitap olarak Kuran zaten tarihsel, yöresel ve sınırlı bir metindir; tarihsel koşullu bir metindir.

Bu çabamın, aynı zamanda şeriat özlemlerine karşı da bir panzehir olduğunu sanıyorum.

Yine yaklaşımımın seküler kültüre önemli bir hizmet sunduğunu ve insan aklını dogmalardan özgürleştirdiğini sanıyorum.

Eğer Kuran tarihsel ve yöresel bir metinse, Tanrı sözü bile olsa, mutlak ve evrensel olamaz; sadece o dönemin bilişi, dili ve kültürü içinde bir devinim yaratmıştır. O dönemin sorunlarına yanıt vermiştir. Kozmolojik ve değerlere ilişkin öğretileri de o döneme aittir. Sunduğu bilgi ve değerler açısından bugünü bağlayan bir tarafı olmaz. Onun anlamı, seslendiği tarihsel toplumda ve seslendiği tarihsel kitlede, formuna büründüğü tarihsel dildedir.

Göğü elimizle bina ettik, onu genişlettik diyen, yeri beşiğe benzeten, yine yeri yaydıkça yaydık diyen, yıldızları kandil olarak gören, kadına erkeğin yarısı miras verip, unutkanlığını gerekçe göstererek erkeğin şahitliğinin yarısı sayan; savaş için at beslemeyi salık veren, edepsizlik yapmasından korkulan kadına, uyarma, yataktan ayrılma ve nihayet dövme izni veren; insanları, köle, cariye, müşrik, ehli kitap, kafir vb. olarak ayırıp her birisine ayrı hukuksal statü veren bir yapıt bugünün dili ve kavramlarıyla konuşmamaktadır.

Eğer insan, Kuran’ı ve Hz. Muhammed’i tarihsel bağlamına yerleştirirse, bilgi ve değerler alanında özgürleşir, kendi dili, bilişi, kültürü ve sahip olduğu çağcıl bilgi ve değerler ışığında, karşılaştığı sorunlara ussal, eleştirel yanıtlar arayabilir. Böylece özneleşir. Sözgelimi Kuran tarihsel ve yöresel bir kitapsa, evrim dinen doğru mudur yanlış mıdır, şöyle davranmak kutsal kitaba uygun mudur değil midir diye sormaya gerek duymaz; oradaki yanıtların bağlamsallığını, tarihselliğini bilir. Tarihsel bakışın özgürleştirici yanını ne kadar vurgulasak azdır diye düşünüyorum.

Tarihselci Tanrı’ya inansa bile özgürdür; çünkü kutsal kitapların bağlamsallığını kavramıştır. Artık aklını özgürce kullanırken, tarihsel dogmalara değil, özgürleşen tanrısal bilincine dayanır; varlığı anlamaya, kavramaya ve yeni değerler üretmeye yönelir.

Felsefi antropolojinin işlevi

– Kitabın başlığındaki “Felsefi Antropolojinin Işığında” nitelemesinin anlamı nedir? Nedir ‘felsefi antropoloji’?

“Felsefi antropoloji” nitelemesini iki nedenle kullandım:

İlki, insandan, insanın dili, kültürü ve bilişinden yola çıkan yöntemime ve felsefi temellendirmeme gönderme yapmak.

İkincisi ise, bu yöntemle ortaya çıkan tarihsel ve yöresel metnin, insaniliğine dikkat çekmek.

Kanımca felsefi antropoloji, Betül Çotuksöken’in yerinde saptamasıyla, ‘insanın tarihsel bağlamlı antropo-epistemoloji ve antropo-ontolojiden kurtulamayacağını’; diğer bir deyişle mutlak diye nitelenen theo-epistemoloji (tanrısal-bilgikuramı) ve theo-ontolojinin (tanrısal varlık kuramı) olmayacağını gösterebilecek en özgün disiplindir.

Kuran ideolojik-siyasal bağlamıyla okunduğunda, onun dönemin Arap toplumu için ideolojik-siyasal işlevi yadsınamaz. (Siyer-i Nebi’den bir minyatür)

İnsanı, niteliklerini, tarihini, evrimini, anlamak istiyorsak felsefi antropolojiden kaçamayız. Bu anlamda felsefi antropoloji, kutsal kitapları kavramsal boyutuyla Tanrı’ya iliştirsek bile, onlarda insani bir epistemoloji ve insani bir ontolojinin bulunduğunu; hatta onlarda yer alan epistemoloji ve ontolojinin zorunlu olarak dil, kültür ve seslendiği bilişlerce sınırlandığını göstermek açısından yaşamsaldır. Felsefi antropoloji ile bakıldığında, bir anda kutsal metinler, antropolojik metinlere dönüşmektedir. Bu yönüyle, felsefi antropolojinin, tarihsel insanın ürettiği tarihsel unsurlardan, bir başka tarihsel bağlamda yine tarihsel olmaya yazgılı insanı özgürleştirmek gibi özgün bir işlevinin bulunduğunu belirtmek gerekir.

‘Siyasal-ideolojik yayın organı’

– Kuran’ı yer yer “Hz. Muhammed’in ideolojik yayın organı” olarak niteliyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz? Hatta daha ileri gidip “ideolojik, siyasi, örgütsel… hareketin bütün ihtiyaçlarına yanıt veren komple bir yayın organı” olarak nitelenebilir mi Kuran?

Hz. Muhammed’in hareketi bir bütün olarak ele alındığında, köklü ideolojik-siyasal tutamakları ve ideolojik-siyasal boyutları olan bir harekettir. Mekke döneminde ideoloji siyasal olarak bir yaşam bulamasa da, Medine döneminde Hz. Muhammed önce hakem sonra devlet başkanı olunca, açık bir biçimde nesnelleşir.

Hicaz bölgesi Arap kabilelerini bir kabile federasyonuyla bir araya getirmek, Medine’ye göçünce ticaret yollarına egemen olmak, tek Tanrı inancı ekseninde ortak çıkarlarda dönemin Araplarını birleştirmeye çalışmak, kabile savaşlarına ve çatışmalarına son vermek Hz. Muhammed’in en temel misyonları arasındadır.

Tabi bu iş hiç de kolay değildir ve kolay da olmamıştır. Kuran bunun kanıtlarıyla doludur. Sözgelimi nasih ve mensuha ilişkin geleneğin aktardıkları ve Kuran’a yansıyan ifadeler, onun ideolojik ve siyasal projesini yaşama geçirirken yer yer strateji değişikliği bile yaptığına işaret etmektedir.

Sözgelimi, Mekke’de senin dinin sana benimki bana denilirken, Medine döneminde, müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün denilmektedir. Bu, Mehmet Dağ’ın bir yazısında da işaret ettiği gibi, güçleninceye kadar hoşgörülü görünme, güçlenince düşmanı ezme stratejisidir.

Hz. Muhammed’in yapılan itirazları, savaşlarını, yönetimi sırasında karşılaştığı sorunları, münafıklar, Yahudi ve Hıristiyanlarla yapılan tartışmaları Kuran’ın aktarması, tartışmalarda karşı argümanlara yanıtlar verilmesi, hatta beyinsizler, lanet olasıcalar, canı çıkasıcalar, iki yüzlüler vb. deyişlerin Kuran’da kullanılması (müşriklerin ileri gelenlerinden olan Ebu Leheb ve karısına beddua edilmesi -Tanrı beddua eder mi?-, Tanrı ve meleklerinin Peygamberine dua etmesi – Tanrı dua eder mi?-, Hz. Muhammed’e uymakla Tanrı’ya itaatin bir tutulması, ulul emre (emir sahiplerine) itaat vb.) Kuran’ın ideolojik-siyasal tutamaklarını gösterir.

Kuran, Hz. Muhammed’in ashabını, etrafındakileri kuşkulandıran karşı çıkış ve eleştirileri ciddiye almakla; hatta bazen Uhud savaşında olduğu gibi yenilgileri kaderci bir tutumla denemeye bağlamakla; inananların Tanrı’nın lütfuna mazhar olduğunu söyleyerek, inanmayanları Tanrı tarafından saptırılmış ve Tanrı’nın lütfa mazhar olmamış olarak konumlamakla, hep Hz. Muhammed’in etrafındakilerin, oluşturduğu cemaat üyelerinin onun etrafından kopmasını engellemeye çalışmaktadır.

Daha da öte, inananların sosyal, siyasal, bireysel, toplumsal sorularına yanıt vererek, onları dinsel eksende olsa da, siyasal olarak örgütlemeye çalışmaktadır. Hatta Medine döneminde, kıble, giyim kuşam, çeşitli davranış tarzları bakımından Yahudilerden ayırmaya çalışarak, cemaatin farklılığına görsel katkılar sağlamaktadır.

Kuran ideolojik-siyasal bağlamıyla okunduğunda, onun dönemin Arap toplumu için ideolojik-siyasal işlevi yadsınamaz diye düşünüyorum.

Bu anlamda Kuran’ın ideolojik-siyasal yanının olmadığı yönündeki modern söylemin, bir aldatmacadan ibaret olduğunu belirtmek gerekir.

Bu bağlamda, kimi laik çevrelerde yapıldığı gibi, Kuran’da yer alan ideolojik-siyasal söylemleri görmezden gelerek, zorlama çevirtilerle ideolojik-siyasal göndermeleri saptırmaktansa, dönemin kabile düzeni içerisinde yaşayan Araplara özgü olduğunu, tarihsel ve yerel bir nitelik taşıdığını vurgulamanın daha akla yakın olduğunu belirtmek gerekir. Bunun daha gerçekçi ve daha ufuk açıcı olduğunu sanıyorum.

Hz. Muhammed, döneminin ilericisi

– Kitabınız Kuran’ın mutlak değil, zaman ve mekâna bağlı, tarihsel bir nitelik taşıdığını örnekleriyle açıklıyor. Bu çözümlemeniz Kuran’ın değerini azaltır mı, yoksa tam tersine tarihsel önemine daha güçlü bir vurgu anlamına mı gelir?

Kuran’ın tarihsel ve yöresel bir metin olduğunu göstermek onun değerini neden azaltsın? O insanlık tarihinin klasik ve estetik metinlerinden birisidir. Hatta Hicaz bölgesi Araplarının 7. yüzyıldaki antropolojik ve siyasi özelliklerine ilişkin tarihsel bir belge konumundadır.

Yine onun tarihsel ve yöreselliği, insan aklına ve doğaya vurgusuyla birlikte ele alındığında, insanı dogmalardan kurtaracak bir tutamak olarak bile görülebilir. Hz. Muhammed döneminin kültürü, dili ve bilişi içerisinde, döneminin kabile düzeni içinde yaşayan ve birbiriyle savaşan Araplarını bir adım ileriye taşımaya çalıştı; Kuran buna örneklik etmektedir.

Şu halde, Hz. Muhammed’in ve Kuran’ın yaptığı şey dönemi için ilerici bir hamledir. Hz. Muhammed döneminin lideridir. O, kölelerin ve ezilmişlerin, yetimlerin sorunlarına parmak bastı ve dönemin izin verdiği ölçüde ileri taşıdı.

Onu örnek alanların, onun tarihsel misyonunu sürdürmeleri gerekmez mi? Ezilenlerin, sömürülenlerin, hakları yenilenlerin yanında olmaları gerekmez mi? Yine Hz. Muhammed ata geleneklerine körü körüne bağlılığı eleştirmedi mi? Dönemi için yenilikçi olmadı mı?

Kuran’ı tarihsel bağlamında okumazsak, bunları göremeyiz diye düşünüyorum. Bu anlamda tarihsel okumanın Hz. Muhammed ve Kuran’ı dönemi açısından gerici değil, ilerici bir hamle olarak görmek ve algılamak açısından da önemli bir işlevi olduğunu düşünüyorum.

Kadın haklarının çok sınırlı olduğu bir toplumda, bu sınırları zorlayarak kısmi de olsa, dönemi açısından kadına hak vermeye kalkışmış birisini ve öğretisini, kadın haklarına engel olarak sunmak, ona yapılmış bir haksızlık değil midir?

Bu açıdan tarihsel okuyunca, Kuran ve öğretileri ve onu dillendiren Hz. Muhammed, dönemi açısından ilerlemeci bir hareket olarak görülebilir ve onun ilerici ruhu miras alınabilir diye düşünüyorum.

Hz. Muhammed’e ve Kuran’a asıl haksızlık yapanlar, onun değerini düşürenler, onun tarihsel işlevini ve ruhunu kavramaksızın, tarihsel bağlamını hiçe sayarak, literal-sözel buyruğuna bağlı kalanlardır. İslam toplumlarını, tanrısalcı söylemle, tarihsel olana mahkum edenlerdir. Bu anlamda, en büyük Hz. Muhammed ve Kuran düşmanlarının, Kuran’ın tarihsel işlevine ve ruhuna yönelmeden literal anlamına sığınıp, Tanrı sözü söylemiyle, onu genel geçer sayanlar ile, bu literal anlamı beğenmeyip, zorlama çevirtilerle kendi kültürlerine göre Kuran’ı yeniden yazanlardır.

Tarihselci yaklaşım dürüstlük içerir; gerçek anlama ve bağlama yönelir, bağlamdaki gelişmeleri bilimsel olarak göstermeyi amaçlar. Böylelikle tarihsel bağlamdaki devinim, gelişme, ilerleme açık hale gelir.

‘Kalpleri ve gözleri mühürlenmiş…’

– İslamcı çevrelerden nasıl değerlendirmeler/tepkiler bekliyorsunuz? Kitabın etkisi nasıl olacaktır?

İslamcı çevreden doğrusunu söylemek gerekirse, hiçbir değerlendirme ve tepki beklemiyorum. İlahiyat bir sosyal bilim olmadığı sürece ilahiyat çevrelerinden de bir tepki olabileceğini sanmıyorum. Ben düşüncelerim, bilimsel çalışmalarımla ortadayım. İslamcı çevrenin beni tanıdığını biliyorum; ama bana yanıt vermek, onlara göre beni önemsemek ve yüceltmek olacaktır.

Hz. Muhammed döneminin lideridir. O, kölelerin ve ezilmişlerin, yetimlerin sorunlarına parmak bastı ve dönemin izin verdiği ölçüde ileri taşıdı. (Siyer-i Nebi’den bir minyatür)

Bu çevrenin en tipik özelliği, görmezden gelmek ve yok saymaktır. Hatta, öznel çevrelerinde şunu ileri sürenler bile olacaktır diye sanıyorum:

“Hasan Aydın, ilahiyat alanında doçent olamadı, felsefeye yöneldi, artık o ilahiyatçı bile sayılmaz. Bu açıdan söyledikleri anlamsızıdır.”

Ya da, yine öznel çevrelerinde şöyle diyenler olabilir:

“Bizden de ara sıra hakikati görememiş insanlar çıkar.”

Bu açıdan, Kuran’ın bir saptamasıyla söylersem, “kalpleri ve gözleri mühürlenmiş insanlara bir şey anlatılamayacağını” öğrenmiş bulunuyorum.

Benim hedef kitlem, İslamcılar değil, onların tuzağına düşen gençlerdir. Amacım ise onları, “Kuran mutlak Tanrı buyruğudur, her yargısı zamanüstüdür” diyerek aldatan gelenekçiler ile Kuran’ı saptırarak, modernize ederek yabancılaştıran, Kuran’ı beğenmeyip yeniden yazan ve böylelikle gençleri zehirleyen postmodernist İslamcılardan kurtarmaktır… Özellikle postmodern İslamcılar öylesine yayıldı ki, Arapça bilmedikleri için çevirilere muhtaç olan gençleri sürekli kandırmaktadırlar. Kuran’ın, köle cariye, huri, kadın, kozmoloji vb. üzerine söylemleri üzerinde öyle tahrifatlar yapılıyor ki, insanın aklı almıyor.

Umarım kitap gençlerle buluşur ve onlara küçük de olsa bir ışık olur.

‘Yazacak öyle çok şey var ki…’

– Bundan sonra hangi alanları/konuları çalışmayı planlıyorsunuz?

Açıkça söylemem gerekirse şu an için teolojiye ilişkin bir projem yok. Ama çağrıldığım her yerde, sanal ortam da dâhil, teolojiyle ilgili felsefi düzlemde dürüstçe bildiklerimi konuşuyorum ve konuşmaya da devam edeceğim.

Son zamanlarda Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Deli Filozof ve İnsanlar Maymun muydu? yapıtlarında geliştirdiği filozof tipiyle uğraşıyorum. Ünlü filozofumuz Nermi Uygur’un Türkiye’de felsefeye ilişkin söyledikleriyle, Gürpınar arasında bağ kurmaya çalışıyorum. Tabi bu bağlamda, İslam düşünce geleneğindeki felsefe karşıtı söylemle, bir araya geldiklerinde, zihnimde pek çok antropolojik, sosyolojik bağların oluştuğunu belirtmem gerekir. Türk toplumunun, tarihselci bir bakışla, felsefeye ve filozofa bakışına, din-felsefe ilişkisine, din-bilim ilişkisine yönelik köklü analizlere ihtiyaç var. Bunu yapabilir miyim bilmiyorum? Ama yapmak istiyorum.

Yine, zorlu akademik maceramı kitaplaştırmak istiyorum; yaşadıklarımı, çektiğim çileleri, savunduğum düşünceler yüzünden akademiada gördüğüm ötekileştirmeleri kaleme alacağım. Neden İslam felsefesi doçenti yapılmadığımı, neden felsefe doçenti olmak zorunda kaldığımı, çalışmalarımla ilgili İslamcı filozoflarımızın (?) neler yazdıklarını Türk toplumuna sunmak istiyorum. Kendi yaşantılarımdan yola çıkarak Türkiye’de üniversitelerde özgür ve eleştirel bilim ve felsefe yapmanın zorluklarını gençlere ve gelecek kuşaklara anlatmak istiyorum. Bunu bir ödev olarak görüyorum. Belki de özgürleşme, deşifre etmekle elde edilen bir şey.

Öte yandan, Mitos’tan Logos’a Eski Yunan Felsefesinde Aşk yapıtımın arkasını getirmek, aşkın ortaçağlardaki izni sürmek, İslam ve Hıristiyan ortaçağında aşka bakışı yazmak istiyorum.

Tabi profesör olmak için başka akademik şeyler de yazmam lazım.

Bakalım; yaşam ne kadarına izin verecek bilmiyorum. Yazacak öyle çok şey var ki…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz