Ana Sayfa Dergi Sayıları 129. sayı Tek yol karşı-kültür!

Tek yol karşı-kültür!

505
0

Sürekli olarak reel siyaset ile iştigal etmek, Haziran Ruhu’nun asıl gücünü ıskalamak anlamına geliyor. Bunun yerine, her gün, her yerde, her an iktidarın hegemonyasının ve meşruiyetinin altını oyacak bir karşı-kültür dinamiği geliştirmek önümüzde uzanan muazzam bir yol. Bunu söylerken on yıllardır Türk solunun diline pelesenk olmuş “bunu tekrar düşünmemiz gerekiyor” gibi sıfır noktasındaki bir teoriden söz etmiyoruz, tam tersine pratikle desteklenen, zaten olmakta olan organik bir hareketi kendine özgü dinamikleriyle kalıcı ve daha güçlü hale getirmekten söz ediyoruz.

31 Mayıs 2013 gecesi ne oldu?

O geceyi önceleyen ve sonrasını olaylar zinciriyle açıklayan her şeyi, sözlü şahitlikleriyle, fotoğraf kareleriyle, belgesel anlarıyla, bireysel hikâyelerle biliyor ve anlatabiliyoruz. Gezi Direnişi ve Haziran Ayaklanmaları olgusal olarak belgelendi, belgelenmeye de devam ediyor. Ama “31 Mayıs 2013 gecesi ne oldu?” hâlâ yakıcı bir soru olarak duruyor önümüzde. Bir zembereğin boşalmasının nedeni nasıl açıklanabilir ki? Peki, bir zembereğin boşalmasının olası sonuçları açıklanabilir mi?

Nedenler ve sonuçlara dair tartışmalar ziyadesiyle yapılmakta, yapılmaya da devam edecek. Ama 31 Mayıs 2013 gecesinin özüne dair en güzel tasvir hep Elias Cannetti’ninki olacak:

“Az önce hiçbir şeyin olmadığı yerde birden gizemli ve evrensel bir şey hasıl olur: Kitle. Birden her yer, sanki tüm caddeler oraya akıyormuşçasına siyah noktalarla dolar. Çoğu ne olduğunu bilmez ve sorgulamaz, diğer insanların olduğu yere ulaşmak ister sadece. Sanki bazılarının hareketi diğerlerine iletilmektedir. Fakat bu kadarla kalmaz, bir amaçları vardır, adını koyamadıkları. Çoğu insanın toplandığı o en kara noktaya ulaşmak, onlara katılmak. İşte bu kendiliğinden oluşan kalabalığın en uç biçimidir.”

Cannetti buna, doğal kalabalık, büyüdükçe açılan, açıldıkça büyüyen açık kitle der. Sınırsızdır bu kalabalık, sürekli birilerini kattıkça daha da büyür. Kitle deşarj ile birlikte var olur. Deşarj, kitle içindeki farkları, mesafeleri yok eder ve eşit kılar. Büyümeyi bıraktığı an dağılacaktır açık kitle, o yüzden büyümeye eğilimlidir.

Açık kitle iktidara karşı

Bir önceki yazımda, Haziran Ayaklanmaları’nın siyasi nedenlere indirgenmesinin bizi acil siyasi sonuç beklentilerine hapsettiğini iddia etmiştim. Bu sefer de Haziran Ayaklanmaları’nın sanıldığından daha derin, asla onarılamayacak bir kırığa neden olduğunu iddia edeceğim. Bir organizma olarak Haziran Ayaklanmaları’nın nüvesini anlamak ve önündeki potansiyeli görmek, neden ve sonuçlarından daha elzem geliyor bana.

Cannetti’nin açık kitlesi, Haziran Ayaklanmaları’nın her şeyden önce bedensel bir tepki olduğunu anlatıyor bize. Bu bir organizma ve yaşıyor. Değişik şekillerde, değişim geçirerek yaşıyor. Şimdilerde 17 aylık oldu. Onu yaşatabilmek ve büyümeye devam etmesini sağlamak acil önceliğimiz olmalı.

Gezi Direnişi ve Haziran Ayaklanmaları’yla ilgili iktidarın her dediği doğruydu! Bu bir darbe girişimiydi. Bu Türkiye’nin istikrarına zarar veriyordu. Bu Türkiye’nin frene basmasını sağlamak için bir komploydu. İktidar kendi penceresinden bunları söylerken haklıydı. AKP iktidarından önce inşa edilmeye başlanan ve AKP’nin üzerine konduğu büyük söylem, büyük uzlaşma, kitleler tarafından 31 Mayıs 2013 tarihinde alaşağı edildi. Ondan sonrası da bu söylemin molozlarının gözler önüne serilmesinden ibaretti. İktidarın üç ana kolonunun yerle yeksan olduğunu iddia edebiliriz o gece:

Gündemi elinden kaçıran iktidar. İktidarın ilk günden bu yana başarıyla uyguladığı gündem belirleme stratejisi 31 Mayıs 2013 gecesi işe yaramadı. Her türlü tartışmanın çerçevesinin iktidarın kendisi tarafından çizildiği ve tüm siyasi ve toplumsal muhalefetin bu çerçeve içinde tartışmaya zorlandığı bir stratejiydi bu. Hiç sekmeden 12 yıl boyunca efektif bir şekilde çalışan bu gündem belirleme ve değiştirme kıvraklığı, çerçeveleyemediği, kendi retoriğine hapsedemediği bir organizma karşısında yenilgiye uğradı. O dönemde RTE’nin psikolojik dışavurumları, gol yollarında alışıldık becerisini gösteremeyen egosu şişkin bir forvetin oyundan alınış anındaki tavırlarına benziyordu. Bildiği tek şeyi, tartışmaları kendine göre biçimlendirmeyi ve yönetmeyi başaramayan bir iktidarın aczi gözler önüne serildi. Usta’dan, fütursuzca ana avrat küfredilen birine dönüşmesi birkaç saat sürmüştü. Bir gün içinde iktidar tüm söylemini bir kenara bırakmış ve her tür baskı aygıtlarını aynı fütursuzlukla kitlelerin üzerine salmıştı. Ama olan olmuştu bir kere, her şey berraklaşmıştı kitlelerin gözünde. Bugüne kadar ciddiye aldıkları her iktidar hamlesi, her cümle, bir parodiden ibaretti meğerse. Direniş önce dili ele geçirdi. İktidar algısını ters yüz etti. Daha birkaç gün önce, gündemi belirlemekten zevk aldığını itiraf eden bir başbakan gündemin esiri oldu. İktidar söylemi tüm çabalara rağmen artık onarılamaz hale geldi, çünkü özne olmaktan çıkıp nesne haline gelmişti bir kere.

Entelektüellerin iflası. İktidarın kendi çerçevesinin dışına atılması ve gündemin gerisine düşmesi, 12 yıldır gündemini iktidarın gündemiyle eşgüdümlü hale getirmiş medyanın da patinaja girmesine neden oldu. Penguenler bir kayıtsızlıktan ziyade, iktidarın belirleyici olmadığı bir olgu üzerine ne diyeceğini bilemeyen medyanın hiçbir şey dememeyi tercih etmesi olarak yorumlanabilir. Bu çatırdamanın devamında iktidarın büyük ittifaklarından biri, geleneksel ve ana akım entelektüelleri saf dışı kaldı. Bakmayın siz, sonrasında nedamet getirip muhalefet saflarına geçtiğini iddia eden entelektüellere, iktidar için onlar Haziran sonrası dönemde kullanılamaz hale gelmiş, zaten ıskartaya çıkarılmışlardı. İktidarın artık bir söylem oluşturmaya ve bunun etrafında insanları iyi kötü ikna etmeye ihtiyacı kalmamıştı. Havuz medyası dediğimiz kaba propaganda araçları bundan sonraki yol haritası için iktidara yeterliydi. Herkese değil kendi kitlesine seslenecekti bundan böyle.

Simit sat, onurlu yaşa polisi. Yıllardır özene bezene yetiştirilmiş, yetki üstüne yetkiyle donatılmış ve iktidarın çok güvendiği kolluk kuvvetlerinin sokaklardaki organik kitlenin inadı karşısındaki zaafı korkunun bulaşıcılığına son verdi. Gezi’deki her saldırı daha inatçı bir direnişe yol açarken, diğer şehirlerde bu, doğrudan bir ayaklanmaya dönüştü.

Bu üç sütunun çatlaması bugünden geriye baktığımızda hâlâ onarılmış değil. Bu yöndeki her çaba çatlağı daha da derinleştiriyor. 31 Mayıs 2013 gecesi iktidar 12 yıllık itinayla inşa edilmiş stratejisini rafa kaldırıp elinde kalan çekiçle, gördüğü her şeye çivi muamelesi yapan yeni bir yola girdi. İşte bu noktada, Haziran Ruhu’nu somutlaştırabilecek bir kılavuza ihtiyacımız var. Pratikten teoriye doğru gideceksek yazının bundan sonraki kısmında Gramsci’nin kılavuzluğunu talep etmemiz gerekiyor.

Gramsci’yi hatırlamak

Gramsci’nin biraz bahtsız olduğu söylenebilir. Mussolini hapishanelerinde geliştirdiği temel kavramların karmaşıklığı ve birbiriyle olan bağlantısının genelde etki-tepki düzeyine indirgenerek tartışıldığı söylenebilir. Diğer yandan meşhur “sivil toplum” teorisinin 12 Eylül’den başlayarak sol liberaller tarafından çalınarak ve içi boşaltılarak yeni sağ ideolojinin temel direklerinden biri haline getirildiği de bir gerçek. Özellikle AKP döneminin 31 Mayıs 2013 gecesine kadar olan kültürel hegemonyasının merkezinde, sivil toplum tezinin saptırılmış bir yorumunun bulunduğunu kabul etmek gerekiyor. O yüzden bugün Hüdapar’dan STK diye söz edilebiliyor. Ama bütün bunları bir yana bıraktığımızda, Gramsci’nin tezleri bugün her zamankinden daha fazla gündeme getirilmeyi hak ediyor, çünkü Gramsci’nin tezleri, Türkiye bağlamında hiç bu kadar olgularla desteklenmemişti. Bu olguları Gramsci’nin bakış açısıyla okumaya çalışalım.

İdeoloji. Gramsci için ideoloji toplumun sinir sisteminin bütününe yayılmış, bilinç düzeyinde olduğundan daha çok bilinçaltında da işleyen bir değerler bütünüdür. Dilin kendisi, ideolojinin ana kanallarından biridir. Dil üzerindeki bilinçdışı hakimiyet ideolojiyi meşrulaştırmanın en önemli aracıdır. Sağduyu diyebileceğimiz, genel geçer doğrular, çoğunlukça kabul görmüş değer ve görüşler ideolojinin yeniden üretildiği alanlardan ikincisidir. Ve “folklor” çatısı altında toplanan, yaygın dini inançlar, fikirler ve görüşler ideolojinin toplum içinde sürekli dolaşımda tutulduğu üçüncü alandır. Egemen sınıfları temsil eden devlet, okullar, camiler gibi kurumlarla ideolojinin yeniden üretilmesini garanti altına alır. Bu anlamıyla devlet, yeni bir uygarlık yaratma adına kendini bir “eğitici” gibi konumlandırır. Bu eylemler, kitlelerin ekonomik ve politik kurumlardan dışlanmasıyla hegemonyanın korunması adına sürekli olarak devlet gücünün yeniden ve yeniden düzenlenmesine neden olur. Buna da pasif devrim (isterseniz karşı devrim) der Gramsci.  Kitlelerin dahil olmadığı, devlet kurumları aracılığıyla planlanan bir dönüşüm sürecidir bu.

Hegemonya. Gramsci için hegemonya bir tahakküm ya da salt iktidar anlamına gelmiyor kesinlikle. Hegemonya kavramından anlamamız gereken, güç ilişkilerindeki statükoyu korumak için değerler, inançlar, tavırlar ve ahlaktan oluşan bütüncül bir sistemin toplumun damarlarına kadar nüfuz ettirilmesidir. Dolayısıyla hegemonya, gündelik hayatın her köşesindeki sosyal ilişkilere sinmiş düzenleyici ilke olarak tarif edilir. Bu sağduyunun kitleler tarafından içselleştirildiği oranda, hükmeden sınıfların felsefesi, kültürü ve ahlaki değerleri doğal, değiştirilemez bir düzen olarak algılanır. İktidar ancak ve ancak kültürel hegemonyasını kurabilmiş ise kalıcı bir iktidara dönüşür, çünkü hegemonya zorla değil meşruiyet ile kurulabilir. Bunun için de kitlelerin rızası (consent) gerekir. Burada iktidarın hegemonik aygıtları ile baskıcı aygıtları arasına bir çizgi çekmek gerekiyor. İktidarın hegemonyasını kurabilmesi için baskıcı aygıtlar değil her şeyden önce hegemonik aygıtlar devrededir.

Bu noktada durup AKP iktidarının bir hegemonyası olup olmadığı gibi büyük bir soru sormak durumundayız. Buna cevaben 31 Mayıs 2013’e kadar AKP iktidarının tüm toplumsal muhalefete rağmen hegemonik olarak da iktidar olduğunu kabul etmemiz gerekir. 12 Eylül sonrasındaki milliyetçi muhafazakâr çizginin birçok unsurunu içinde taşıyan bu hegemonya, değişik sınıfların ve entelektüel kadroların ittifakı ile kurulmuştur. AKP’nin kültürel hegemonyasını tüm boyutlarıyla tartışmak elbette bizi aşar. Ama kimileri için “ekonomiyi idare etmeyi biliyorlar”, kimileri için “çalışıyorlar”, kimileri için “AB’ye uyumlu yasalar geçiriyorlar”, kimileri için “askeri vesayete karşılar”, kimileri için de “yerine gelecek daha iyisi var mı?” şeklinde gündelik dilimize girmiş birçok klişe bu hegemonyanın sinsice inşa ettiği rıza sözcükleriydi. AKP dönemi boyunca hedef tahtasına konmuş ve kitlelerce de kabullenilmiş ulus, bağımsızlık, laiklik gibi eski Türkiye’ye ait olduğu iddia edilen kavramlar yerini ötekileştirmeme, kimlikler, cemaatler, etnisite, dini kimlikler gibi normalleştirilmiş kavramlara terk ettiler. Farkında olmadan kitleler bu kültürel çerçeveyi kabullendi ve iktidara rızalarını verdi. Burada rıza göstermeyi illa da AKP’ye oy vermek anlamında değil, onun bu şart ve koşullarda bir kaçınılmazlık olarak algılanması olarak okumak gerekiyor. Hegemonya bu şekilde işliyor çünkü. Kültürel hegemonya kitlenin iktidara verdiği rızanın çimentosu işlevini görüyor.

Kitle iletişim araçlarını dolduran geleneksel ve bir zamanların sol liberal entelektüellerinden devşirme popüler bir kadro tüm AKP iktidarı boyunca büyük bir soğukkanlılık ve dirayetle bu kültürel hegemonyaya harç taşıdılar. Gemeinschaft perspektifiyle neo-liberalizmin temel algı kalıplarının harmanlandığı bu dünya görüşü 80’lerde başarılamayan hegemonik iktidarın 2000’lerde ancak kurulabildiğini gösteriyor bize.

Hegemonyanın iki bacağı var: Politik-Etik ve Ekonomik. AKP’nin entelektüeller dışında üretim araçlarının kontrolünü elinden tutan asıl sınıf ile de bir ittifakı olmadan bu kültürel hegemonyayı kurması mümkün değildi. Burada da AKP’nin iş dünyasının önüne koyduğu teknokrasi kavramını göz ardı etmememiz gerekiyor. 90’larda ve 2001’de büyük ekonomik çalkantılar yaşanan bir ortamda AKP, ekonomiyi ideolojik değil teknik bir yöntemle idare etmeyi teklif etti burjuvaziye. Aslında bu IMF kararlarına, kitleler aleyhine olsa bile sıkı sıkıya bağlı kalınacağına dair verilmiş bir sözden ibaretti. Teknokrasiyi, ideolojiden bağımsız, doğal bir sistemin devamı olarak lanse eden bu görüş burjuvazi için biçilmiş kaftandı. Dolayısıyla şer ittifakı için her şart mevcuttu.

Gerçekten de geriye dönüp baktığımızda ortada tutarlı ve kendi içinde anlamlı bir kültürel hegemonya tesis edildiğini söyleyebiliriz. Ta ki 31 Mayıs 2013 gecesine kadar. O gece paldır küldür yıkılan 20 yılda inşa edilmiş bu hegemonya idi.

Gramsci domino taşları gibi sırt sırta vermiş üç krizden söz eder: Otorite krizi, hegemonya krizi ve devlet krizi. 31 Mayıs 2013 gecesi önce otorite krizi baş gösterdi. Bir başbakan, 10 yıldır iktidarda olan bir parti ve tüm şürekâsı, kolluk kuvvetleriyle birlikte otoritesini yitirdi. Ama bundan daha önemlisi, duvar yazılarında gördüğümüz gibi bugüne kadar önümüzde dikilmekte olan ve tüm gündelik hayatımıza nüfuz etmiş Molok bir anda çıplak kaldı. Cannetti’nin tarif ettiği biçimde büyüdükçe büyüyen ve aralarındaki mesafeleri kaldıran bireylerden oluşma kitle karşısındaki iktidarın mutlak olmadığını fark etti. Kendi algısını temize çekti.

İşte zembereğin boşaldığı an buydu! Gerçeklik algısının değişmesiyle birlikte önce iktidar, ardından da hegemonya krizi baş gösterdi. Saat durdu ve on yıllardır tüm Türkiye’yi yorumlama ve yönlendirme imtiyazına sahip medya yayına penguen belgeseli sürdü.

Gramsci için hegemonya krizi toplumsal mücadelenin üç stratejik kavramından biridir. Tarihsel olarak Gezi Direnişi ve Haziran Ayaklanmaları’na verilecek ilk ve en somut paye hegemonya krizini yaratmasıdır. Hegemonya krizi hayatidir çünkü geri dönüşü yoktur. Yazının başında da belirttiğimiz gibi sonradan nedamet getiren entelektüeller aslında saf değiştirmiş değillerdir, iktidarın hegemonya krizi sonrası onlara ihtiyacı kalmamıştır. Gramsci, hegemonya krizi sonrası iktidarın elinde kalan tek gücün, baskı araçlarına başvurarak ve hızla totaliterleşerek krizi uzatmak olduğunu söyler. Bu noktada iktidarın elindeki seçenekler öylesine azalmıştır ki, devlet kurumlarını dönüştürerek pasif devrimi hızlandırmak ve bunu yaparken kitlelerin rızasına değil baskı araçlarına başvurmak zorundadır. Bu da Gramsci’nin üçüncü aşama olarak öngördüğü devlet krizine denk düşer.

Gezi sonrası ortaya çıkan olgulara baktığımızda Gramsci’nin söyledikleriyle şahit olduklarımız bire bir örtüşüyor. Bugün yaşananlar derin bir krizle ve aynı şekilde de büyük bir toplumsal potansiyelle karşı karşıya olduğumuzu söylüyor bize. Molok köşeye sıkışmış bir şekilde saldırıyor, otoritesini tekrar tesis etmeye çalışıyor. Ana akım medyada da iktidarın meşruiyetini onarma çabasını görebiliyoruz. Ama artık iktidar bize konuşmuyor, kendi kitlesine konuşuyor, bu kitleyi bir arada tutacak formüller üretiyor. Havuz medyası dediğimiz, hegemonya aracı değil propaganda aracı olan kitle iletişim araçları bu kitleye tek yönlü yayın yapıyorlar.

İktidarın kitlesinin doğası da 31 Mayıs 2013 gecesi itibariyle kökten değişmiş durumda. Cannetti’nin kapalı kitle tarifine bakalım:

“Kapalı kitle büyümeyi yadsır ve kendi sürekliliğine odaklanır. Sınırları vardır. Bu sınırları kabul eder. Dolduracağı bir boşluk yaratır. Sınırların dışında kalanlar içeriye alınmaz. Dahil olmanın sınırlanmasıyla birlikte dağılmak da zorlaşır. Bu şekilde kitle büyüme ihtimalini feda eder ama gücünü devam ettirir.”

Elbette kapalı kitle için akla gelen ilk örneklerden biri dini topluluklardır. İktidar da bu kriz döneminde kendi kitlesini dondurmuş ve bir nevi kuşatılmış bir kente dönüştürmüştür. Bu yüzden iki şeye ihtiyacı vardır: Bu kitleyi tehdit eden düşmanlara ve bu kitleyi bir arada tutacak zamanı belirsiz, soyut bir hedefe. Cannetti’nin tarifini burada da olguların desteğiyle okumamız mümkün. Ergenekon’dan paralellere ve son olarak Lawrence’lara kadar düşmanlarla tehdit ediliyor bu kapalı kitle ve bir yandan da, ne idüğü belirsiz, ne zaman nasıl gerçekleşeceği muğlak Yeni Türkiye hedefine kilitlenmeleri isteniyor. AKP iktidarına damga vuran ve Muhafazakâr Demokrasi diye adlandırılabilecek kültürel hegemonyanın kitleler tarafından devre dışı bırakılmasıyla birlikte iktidar, İslamoliberalizm denebilecek yeni bir söylem inşa etmeye ve pasif devrimi acilen gerçekleştirmeye odaklandı. Toplumsal her alanı ve sivil toplumu bir yana iterek devlet kurumlarının dönüştürülmesi, iktidarını sürdürebilmek için tek şansı. Burada İslam, dile getirildiği gibi toplumsal bir çimento olarak değil, tam tersine parçalayıcı bir unsur olarak kullanılıyor. Fakat pasif devrimin bir başka amacı daha olmalı. Bu da AKP iktidarının damarlarında dolaşan liberalizmde mevcut. İktidar  pasif devrim ile devleti liberalizme kiralanabilir, satılabilir bir yapıya dönüştürmek, karşılığında da kendi iktidarını sürdürebilmek için toplumun değil ama liberalizmin rızasını almak peşinde. Politik-Etik alanını İslam ile doldururken, Ekonomi alanını Liberalizme devretmek üzere kurulu bir stratejisi var artık.

Ama, der Gramsci, iktidarın devam etmesi için aslolan kültürel hegemonyadır. Yukarıda tarif etmeye çalıştığımız biçimiyle iktidarın ve egemen sınıfların bilinci kontrol etmeye çalıştıkları asıl alan kültürel alandır. İşte bu yüzden Gramsci, kültür bir politik mücadele alanıdır ve iktidarın yarattığı algının karşısına “bir başka dünyanın” mümkün olduğuna dair yeni, özgün bir algı inşa etmek solun asıl görevidir, der.

Gerçekten manzara buysa, bu noktaya kadar söylediklerimiz ciddiye alınabilecek şekilde kendi içinde tutarlıysa, geçen ayki yazımda öne sürdüğüm gibi reel siyaset arenası, statükoyu, suni dengeyi devam ettirmek üzere konumlanmış aktörlerle malûlse eğer, Haziran Ruhu’nun geleceğini kültürel hegemonya mücadelesinde aramak zorundayız.

Karşı-kültürü inşa etmek

Kültürel hegemonya mücadelesinde farklı toplumsal kesimleri bir arada tutacak harcı yaratmak elbette kolay değil. Dahası Gezi ile birlikte aktivist olan, politikleşen genç kuşağı yetişkin sosyal güçlerle aynı cephede buluşturacak çizgiyi yaratmak da kolay değil, ama Gezi Direnişi ve Haziran Ruhu bunun şu anda, geçmiş on yıllara nazaran çok daha mümkün olduğunu işaret ediyor. Kültür Devrimi, bir kere daha Gramsci’yi izleyerek söylersek, kitlelerin ve demokrasinin kendini yönetme gücünün doğal bir uzantısıdır.

Kültür, tıpkı Gramsci için olduğu kadar, Frankfurt Okulu, Marcuse, Althusser, Raymond Williams gibi isimler için de asli mücadele alanıdır. Üç aşağı beş yukarı hepsinde aynı “kültür” tanımını bulabiliriz: “Kültür üretim işbölümünden, ailenin yapısına, toplumsal ilişkileri dışa vuran ve yöneten kurumların yapısına kadar, toplum üyelerinin birbirleriyle iletişim halinde olduğu tüm karakteristik biçimleri içerir.” Kültüre dair bu yaklaşım bu topraklar için de yeni değildir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Frankfurt Okulu’nun bir üyesi gibi konuşur daha o yıllarda: “Bizim için kültür gündelik hayatın ta kendisidir.”

İşte bu kültür tanımı, bizim kafamızda egemen olan, burjuvazinin sanat ve sanat kurumlarıyla kültürü eşitleyen tanımından farklıdır ve iki tanım birbiriyle ilişki içinde olmakla birlikte hasımdır. Gezi Direnişi ve Haziran Ayaklanmaları’nı kültürel bir başkaldırı olarak okumak zorundayız, çünkü karşımızdaki olgu budur.

31 Mayıs 2013 gecesi her şeyden önce dilimiz değiştirmiştir. Kendi kodlarını oluşturdu ve bunları yeniden üretmeye başladı. Bugün doğrusuyla yanlışıyla mahallelerde, üniversitelerde mantar gibi çoğalan “dayanışmalar” olgusu gündelik hayatın tüm sinir sistemine yayılma ihtiyacının bir uzantısı. Bugün Kadıköy’deki su eyleminde ya da Mecidiköy iş cinayetleri sonrası “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam” sloganının tekrarlanıyor oluşunda Haziran Ruhu’nu sonrasındaki eylem zincirlerine bağlayan bir hat görüyoruz. Mahalle düzeyinde başlayan, Soma’da, Kobani’de, Mecidiyeköy’de ya da dünyanın herhangi bir noktasındaki olayda birden parlayıveren sosyal bir empati görüyoruz. 15 günlük Gezi Parkı Otonom Cumhuriyeti biricik ve müthiş bir deneyim değil midir? Sokağı talep eden, duvar yazılarında gündemi kovalayan ya da gündem yaratan bir ifade patlaması görüyoruz. Kentin ideolojik şekillenme biçimini yaşayarak gören bir kitlenin Kent Savunmaları cepheleri kurduğunu ve kentle ilgili her üstü kapalı karara karşı inatçı bir mücadele geliştirdiğini görüyoruz. İnternette giderek artan sayıda alternatif haber kaynaklarının, tartışma bloglarının, güncel sanat sitelerinin açıldığını görüyoruz. Tüm tuzaklarına rağmen internetin ve dijital içerik üretiminin dinamik bir medya halini aldığını görüyoruz. Gözümüzle bu kadar şey görebiliyorsak bunun bir anlamı olmalı, değil mi? Bütün bunlar esaslı, ilkeli ve politik bir karşı-kültür mücadelesi yükseltmek için un ve şeker sunuyor bize.

Pozisyon savaşı. Yeni bir dünya vizyonu geliştirmek için yaratılan bu karşı-kültür, yeni bir toplumun normlarını ve değerlerini iktidar kültürünün yerine koyacaktır. Gramsci, proleter karşı-kültürün devleti kuşattığı bu stratejiye pozisyon savaşı adını verir. Siklet merkezinin kültürel hegemonya üzerinde odaklandığı bu karşı-kültürün merkezinde parti yer almaktadır (ki bu en azından Türkiye için ama genelde dünyadaki tüm benzeri karşı-kültür hareketleri için bugün olgusal olarak mevcut değildir). Fakat Gramsci’ye göre partinin işlevi dikey bir karşı-kültür dayatmak değil, tabandan yeşeren karşı-kültürü organik ve geleneksel aydınlarla bağlamak ve karşı-kültürü mücadelenin merkezine yerleştirmektir. Gramsci’deki parti öğesinin boşluğu önemli bir sorundur. Bir kurum olarak partinin illa şart olup olmadığı ayrı konu, ama bu karşı-kültürün harcında politik bir ideoloji olmak zorunda, aksi halde Gramsci’nin sivil toplum kavramının özündeki ideolojik özneyi gözden kaçırmış oluruz ve ‘80’lerden itibaren bu kavramın sağ ideolojik aktörler yaratmak için nasıl kullanıldığını anlayamayız.

Sosyal empatiden siyasi sempatiye

Şu an itibariyle Haziran Ruhu’nu ayakta ve birlikte tutan harç sosyal empati olarak tanımlanabilir. Sınır tanımayan bu sosyal empati, kitlenin hızlı tepkiler vermesini ve otonom mücadele alanları açmasını sağlıyor. Ancak sosyal empati ile siyasi sempati arasında kalın bir duvar var ve bu ayrımda büyük bir karmaşa ve çelişki yaşandığı söylenebilir. Sosyal empatiyi siyasi pozisyonlara dönüştürecek bir çizginin varlığından söz edemiyoruz bugün.  Bunun dışarıdan bakıldığında çelişkili gibi gözüken iki nedeni olduğu söylenebilir. Birincisi, 31 Mayıs 2013 gecesini siyasi bir hareket olarak yorumlayarak, reel siyasette ivedi değişimlere yol açabileceğini sanmaktı. Bunun göründüğü kadar kolay olmadığı ortaya çıktı, ama Haziran Ruhu’nu reel siyasetle ilgili polemiklere bolca hapsetti bu bakış açısı. İkincisi ise, siyasete dair tartışmaların çerçevesini halen daha suni dengenin bekası için inşa edilmiş söylem belirliyor. Sol cenaha kesin bir meyil olduğu tartışılmaz olmakla birlikte, ilerici bir karşı-kültürün zaman zaman, sistemi tekrar inşa etme tehlikesini içeren gerici pozisyonlara düşmesi de bundandır.

DİSK’ten ÇARŞI’ya

Genç kuşakların belirgin damgasını taşıyan bu tür bir karşı-kültürün önünde başka tuzaklar da var. 68 Ayaklanmaları ve ABD’deki hippi kuşağının ilk sosyolojik analizini 1969 gibi çok erken bir tarihte, The Making of A Counter Culture kitabında yapan Theodore Roszak, gençlik ile geleneksel toplumsal muhalefetin bir araya gelememesinin bu hareketlerin parçalanma nedeni olduğunu söyler:

“Bütün Batı Avrupa’da aynı hikaye geçerlidir: Öğrenciler sistemi ve toplumu sallayabilir ama yetişkin sosyal güçlerin desteği olmadan kurulu düzeni yıkamazlar. Ve bu destek hiç gelmez. Öğrenciler kızıl bayraklar dalgalandırır, barikatları eski ve yeni Marksist kahramanların resimleriyle donatır ama karşı karşıya oldukları durum, geleneksel bir sol-sağ analiziyle anlaşılamaz.”

Benzeri şekilde Gezi Direnişi ve Haziran Ayaklanmaları da geleneksel sol muhalefetten örgütlü bir destek almadı. Ama aralarında bir iletişim ve etkileşim olmadığı da söylenemez. Yine de genç kuşaklar ile yetişkin kuşakları, sokaklar ile geleneksel toplumsal muhalefet örgütlerini tek bir cephede birleştirebilecek yeni bir tür dayanışmaya ihtiyaç olduğu da kesin. Gezi Direnişi’nin doğurduğu en çarpıcı olgularından biri Çarşı’nın, tıpkı 1970’lerdeki DİSK’e yöneltilen suçlamalarla yargılanıyor olması. Toplumsal muhalefetin geleneksel muhalefet kurumlarının dışında vuku bulması bir rastlantı değil.

Münevver-aydın-entelektüel-?

Yukarıda söz ettiğimiz Haziran Ruhu’nun cepheleşmiş bir siyasete dönüşmesini ve geleneksel sol muhalefet ile buluşmasını engelleyen büyük boşluğu toplumdaki entelektüelin rolünde aramamız gerekiyor büyük ölçüde. Türk düşünce hayatında ‘münevver’den başlayıp ‘aydın’a, oradan da ‘entelektüel’e uzanan serüvende bir dönüm noktasına gelindiği söylenebilir. Sorun iki taraflıdır: Bir yandan, iktidarın kültürel hegemonyasının kurucuları olan sağ liberal entelektüel kesim 31 Mayıs 2013 gecesi itibariyle tedavülden kalkarken geride aşılması ve tarihe süpürülmesi gereken bir dizi argüman ve söylem bıraktı. Diğer yandan daha geleneksel sol aydın diyebileceğimiz kesim de Gezi sonrası dönemin analizinde hayli zorlanıyor. Daha geleneksel sınıf analizleri ve parti merkezli mücadele biçimlerine dayalı bakış açılarıyla önümüzdeki dinamikler açıklanamıyor, kucaklanamıyor.

İktidarın kültürel hegemonyası, kitle iletişim araçları etrafında kümelenmiş geniş bir entelektüel gruba havale edilmişti. Muhafazakâr Neo-Liberalizm söylemini geliştirmeye memur edilmiş bu grubun içinde akademisyenler, sol ve sağ liberaller, muhafazakâr liberaller ve bolca gazeteci mevcuttu. Ortak bölenleri kitle iletişim araçlarında boy göstermeye uygun bir vasatlık olan bu entelektüel camianın boşalttığı alanın nasıl dolacağı bir muamma. Ana akım medya bu söylemi küçük farklar ve isim değişiklikleriyle tekrar inşa etmeye çalışıyor ama bunun toplumsal muhalefette artık bir karşılığı yok. Kalan kırıntıları da acilen süpürmek, yeni bir düşünme biçimine alan açmak gerekiyor.

Ortaya çıkan boşluğu herkes hissi bir siyaset yaparak doldurmaya çalışıyor. Herkesin siyaset yapması ideal bir durum gibi görülebilir ama Atilla Dorsay’ın bile kendini Kürt sorunuyla ilgili yazmak zorunda hissettiği, herkesin sosyal medyada kendi çevresine siyasi nutuklar çektiği, bu siyasi görüşlerin sürekli olarak küçük ve dağınık gruplar arasında sürtüşme ve ayrışma sebebi yarattığı entelektüel bir kakafoniden söz edebiliriz. Bir kere daha Gramsci’ye başvurursak, “herkes entelektüel olabilir, olmalıdır da… Ama toplumda herkes entelektüel rolünü üstlenmek zorunda değildir.”

Uomo Collettivo. Bu bizi yeni ve organik bir aydın arayışına getirecektir eninde sonunda. Gramsci’nin uomo collettivo (müşterek insan) ya da uomo massa (kitle insanı) dediği bu entelektüel profil bir yandan karşı-kültür dinamiklerini tepeden değil içeriden süzerken, diğer yandan geleneksel aydınlarla karşı-kültür arasında köprü vazifesi görür. İnşa edilen karşı-kültürün içinde uomo collettivo’nun işlevi profesyonel bir meslek değildir, organiktir. Ve toplumsal muhalefetin içindeki iş bölümünde kritik bir rol üstlenirler. Bu profilin ortaya çıkışı, konu ettiğimiz karşı-kültürün pozisyon savaşında ve reel siyasette etki yaratmasında önemli bir dönemeç olacak. O zamana kadar entelektüel ve siyasi fikir kakafonisinin devam edeceği söylenebilir. Kendini karşı-kültür içinde tanımlayan tüm bireylerin kendilerine uygun işbölümlerine odaklanmaları da ancak ondan sonra mümkün olacak galiba.

Toparlarsak…

Geçen sayıdaki “Siyaset ve Sınıfın Gölgesinde Haziran Ruhu” başlıklı yazımı da dahil ederek bir toparlama yapma ihtiyacı hissediyorum. Her şeyden önce bu sayfalardaki tartışma elbette bir tartışmadan ibaret, kesin yanıtlar günün ahval ve şerait içinde mümkün ve hatta gerekli görünmüyor. Doğru soruları sormaya çalışmak daha önemli kanımca. Ama bu demek değil ki, yaşadıklarımız, Haziran Ruhu’nun bize vaat ettikleri soyut, muğlak ve uçucu. Tam tersine bugünü somut bir bağlama oturtmak için elimizde yeterince olgu, yeterince kıvılcım var. Bu noktada Gramsci’yi yeniden hatırlamanın önemli olduğuna inanıyorum. Gramsci’nin tezleri 31 Mayıs 2013 gecesinden bu yana somut ve nesnel olgularla destekleniyor, o yüzden yeni okumalarla Gramsci’nin hegemonya mücadelesi kavramını stratejik olarak yeniden değerlendirmenin tam zamanıdır, diye düşünüyorum.

Haziran Ruhu’nun reel siyaset tartışmalarına hapsolmasının ufkunu daralttığını, hızla da umutsuzluğa neden olduğunu görüyoruz. Bugün siyaset 20 yıldır süregelen muhafazakâr neo-liberalizmin argümanlarıyla yapılamaz artık. Dahası hızla totaliterleşen bir iktidarın ya herru, ya merru şeklinde önümüze çıkardığı yurtta ve dünyada savaş stratejisiyle ve en az onun kadar bu söylemden faydalanan tüm reel siyaset arenasının içinden ehven-i şer’ler seçerek de ilerici bir noktaya ulaşılabilecekmiş gibi görünmüyor. Sürekli olarak reel siyaset ile iştigal etmek, Haziran Ruhu’nun asıl gücünü ıskalamak anlamına geliyor. Bunun yerine, her gün, her yerde, her an iktidarın hegemonyasının ve meşruiyetinin altını oyacak bir karşı-kültür dinamiği geliştirmek önümüzde uzanan muazzam bir yol. Bunu söylerken on yıllardır Türk solunun diline pelesenk olmuş “bunu tekrar düşünmemiz gerekiyor” gibi sıfır noktasındaki bir teoriden söz etmiyoruz, tam tersine pratikle desteklenen, zaten olmakta olan organik bir hareketi kendine özgü dinamikleriyle kalıcı ve daha güçlü hale getirmekten söz ediyoruz. Marx’ın vurguladığı pratiğin felsefesi de bu değil mi zaten?

Karşı-kültürü egemen hegemonyaya karşı yeni bir bilinç, yeni bir dünya algısı olarak kabul ediyorsak eğer, iktidarın bilinç ve bilinçaltı düzeyinde üzerimizde kurduğu kabullenilmiş tahakkümü tüm alanlarda yıkmak ve yerine yenisini inşa etmek bir vazife değil, Haziran Ruhu’nun doğal bir uzantısı olarak görülmelidir. Ancak ve ancak karşı-kültürü merkeze koyduğumuzda bu dağınık kitlenin nasıl siyasi bir aktöre dönüşebileceği sorusunun yanıtını vermek mümkün olabilecek.

Bu yanıtın içinde yakın zamanda bir parti olmayacak. Vanguard bir partinin çok boyutlu bir dinamiği geleneksel formuyla kapsaması mümkün gözükmüyor. Ama bir kere daha Gramsci’nin kulaklarını çınlatmak gerekirse, tarihsel blok kavramını hatırlayarak bitirelim.

Gramsci’ye göre tarihsel blok, bir seçim ittifakı değildir. Karşı-kültür merkezinde bir araya gelmiş toplumsal muhalefetin, alternatif söylemlerin, farklı şekilde yapılanmış kurumların cepheleştiği, sivil toplumun farklı bir şekilde yeniden düzenlendiği bir oluşumdur. Örneğin Bilim ve Gelecek’in 126. sayısında Ender Helvacıoğlu’nun “Cephe Diyalektiği” başlıklı yazısı yalın ve net bir şekilde tarihsel blok kavramıyla örtüşen gerçekçi bir seçenek sunuyor. Merkezinde, iktidarın sinir sistemini felç etmek için bilenmiş karşı-kültürün yer aldığı bir tarihsel blok…