Ana Sayfa 150. Sayı Her şeyin evrimi – 2

Her şeyin evrimi – 2

690

Teknoloji denilen oluşum; kendiliğinden dönüşen, mükemmelleşen, evrimleşen, adeta özerk benliğine sahip bir varlık niteliğindedir. Bu şekilde baktığımızda, şu ilginç soru ile karşı karşıya kalırız: Mucitler mi teknolojiyi yaratır yoksa teknoloji mi mucitlerini bulur?

Hayvanbilimci ve gazeteci yazar Matt Ridley son kitabında (1), insan topluluklarının âdeta her faaliyet ve davranışının evrimsel bir süzgeçten geçerek oluştuğu görüşünü ifade ediyor. Bu kapsayıcı bakış açısıyla evrim, biyoloji alanı ile sınırlı kalmayıp, insanın tüm yaratım ve uğraşlarına nüfuz eden, düşünüldüğünden daha da evrensel ve bütünleştirici bir ilke olarak ortaya çıkıyor.

Ridley’nin kitabı etrafında örülmüş önceki yazımıza (2), bu yazı ile devam ediyoruz.

İnovasyon’un kaçınılmazlığı

Matt Ridley’nin vurguladığı gibi, evrimsel bakış, teknolojik gelişimi ve inovasyon üretimini farklı bir perspektiften görebilmemizi sağlıyor.

20. yüzyılın en üretken mucit ve yenilikçilerinden biri olan Thomas Edison’un ismi sıkça elektrik ampulünün icadı ile anılır. Sadece ev aydınlatmasında yeni bir çağ açmakla kalmayıp, pek çok alanda farklı icat ve uygulamalara (sokak aydınlatması, araba farları, deniz fenerleri, vakum tüpü, vb.) öncülük etmiştir elektrik ampulü. Fakat eğer Thomas Edison bu icadı yapmadan önce bir kazaya kurban gitmiş olsaydı, dünyanın kaderi nasıl değişirdi acaba?

Bu soruyu, tarihsel veriler eşliğinde değerlendirmeliyiz. Böyle yaptığımızda, elektrik ampulünün aslında Thomas Edison’dan önce İngiltere’de Joseph Swan tarafından 1878 yılında icat edilmiş olduğunu görürüz. Hatta icat sahibi Swan’ın evi, İngiltere’de elektrik ile aydınlatılan ilk ev olmakla tarihe geçmiştir. Edison, Swan’ın ilk taslak tasarımına dayanarak, elektrik ampulünün Amerika’da patentini alırken, Swan, Edison’un elektrik ampulüne dair fikri mülkiyet haklarının Amerika’yla sınırlanması ve buna karşın kendi haklarının İngiltere’de baki kalması koşuluyla, bu duruma itiraz etmedi. Görüldüğü gibi, elektrik ampulünün ortaya çıkışı Edison’u beklememişti ve Amerikalı mucidin yokluğunda da insanlığa kazandırılacaktı. Peki, Swan’ın kendisi bu icadı yapamadan önce ölmüş olsaydı?

Tarihi kayıtlara baktığımızda, Batı dünyasında pek bilinmeyen bir diğer olay ile karşılaşırız: Aleksander Nikolayeviç Lodigin adında bir Rus mühendisin elektrik ampulünü Edison’dan önce icat etmiş olması. Ancak Edison’un aksine, Lodigin, tasarımını ticarileştirme aşamasına getirememişti. Tarihin sayfaları çevrildikçe, elektrik ampulünün icadı Lodigin ile de sınırlı kalmadığı, Edison’dan önce farklı yerlerde 23 ayrı kişi tarafından yapıldığı görülür.

Elektrik ampulünün icat öyküsü münferit bir olay olmadığı gibi teknoloji tarihinde sayısız örneğin sadece bir tanesidir. Elisha Gray ile Alexander Graham Bell’in telefon hakkında patent başvurularının tam aynı güne isabet ettiğini anımsayalım. Matt Ridley’nin dikkat çektiği üzere, örneğin, termometrenin icadı ile ilgili 6, aşı ile 4 ve aşı iğnesi ile ilgili 3, ondalık sayı sistemi ile ilgili 4, elektrik telgraf ile ilgili 5 ve fotoğraf ile ilgili 5 farklı mucit saymak mümkün. Örnekleri çoğaltabiliriz. Sonuç şudur ki, zamanın akışında, toplumların bilgi düzeyinin olgunlaşmasıyla, teknolojik yenilikler kaçınılmaz bir nitelik kazanırlar. Tıpkı biyolojik evrimleşmede organizmaların adaptasyon sağlayıp dönüşmeleri gibi.

Teknolojide icatlar ve inovasyon bir evrimsel gereklilik olarak kabul edilirse, o vakit kişilere atfedilen yaratıcılık ve özgünlüğün de sorgulanması gerektiğini düşünebiliriz. Ya da şu soruyu sorabiliriz: Bir buluşlar zincirinin son halkasını oluşturan bir icadı sadece bir kişiden kaynaklanmış gibi göstermek, törenler düzenleyip sadece o kişiyi ödüllendirmek ne kadar hakkaniyetli bir davranıştır? Bu bağlamda, Grigori Perelman vakası akıllarda iz bırakmış, ibret verici bir olaydır.

Rus matematikçi Grigori Perelman’ın Clay Milenyum Ödülü’nü almaya hak kazandığı, 2010 yılının Mart ayında ilan edildi. Söz konusu ödülün, matematik alanında çözüm bekleyen yedi problemden birini çözebilen ilk kişiye verileceği Amerika’daki Clay Matematik Enstitüsü tarafından 2000 yılında duyurulmuştu. Her bir problemin çözümü 1 milyon Amerikan doları değerinde bir armağan ile ödüllendirilecekti. Matematikçi Grigori Perelman, Poincaré Varsayımı denilen problemi çözmüş olmakla Clay Matematik Enstitüsü’nün ilk Milenyum Ödülü’ne layık görüldü.

Ancak, ödülün sahibini bulduğuna ilişkin yapılan açıklamadan birkaç ay sonra, Perelman, problemi çözerken kendisinden önce başka matematikçiler tarafından yapılan çalışmalardan faydalandığını öne sürerek, 1 milyon dolar değerindeki ödülü reddetti. Ayrıca, aynı nedenlerden dolayı, matematiğin Nobel ödülü addedilen Fields Madalyası’nı ve bir o kadar prestijli Avrupa Matematik Derneği ödülünü de almayı kabul etmedi.

Bilimsel icatlar da mı kaçınılmazdır?

Sadece teknoloji değil, temel bilimlerde de buluş ve keşiflerin kaçınılmazlığı pek çok örneğin doğruladığı tarihsel bir gerçek olarak ortaya çıkar. Einstein’ın yokluğunda, görelilik kuramının başkaları tarafından ortaya atılacağına dair bulgu sayısı oldukça fazla. Örneğin Fransa’da Henri Poincaré ya da Hollanda’da Hendrik Lorentz görelilik hakkında benzer fikirler yürütmeye başlamamışlar mıydı?

Biyolojik evrim kuramının buluşu sıkça hikâye edilmiştir. Doğal seçilimin, türleşmenin başlıca nedeni olduğu, bağımsız olarak hem Darwin hem Alfred Russel Wallace tarafından açıklandı. Gregor Mendel’in kalıtım yasaları, her üçü birbirinden bağımsız olarak Hollandalı Hugo de Vries, Alman Carl Correns ve Avusturyalı Erich von Tschermak tarafından tekrar öne sürülmedi mi? DNA’nın yapısı Francis Crick ve James Watson tarafından keşfedildi, fakat Maurice Wilkins, Rosalind Franklin, Raymond Goslin ya da Linus Pauling aynı sonuca o kadar yaklaşmışlardı ki… Pek çok örneğin gösterdiği üzere, teknolojide olduğu gibi temel bilimlerde de, icatlar ve buluşlar kaçınılmaz bir niteliğe sahiptirler.

Kaçınılmazlığın evrimsel nedenleri

Matt Ridley, bu kaçınılmazlığın kök nedenini iki ana evrimsel unsura bağlar.

Bunlardan ilki, teknolojik dönüşümün, tıpkı evrimleşme sürecinin kendisi gibi, tam bir süreklilik içerisinde, artımsal iyileştirmelerin uç uca eklenmesiyle cereyan etmesidir. Hatta teknolojik ilerlemenin bu özelliği, birtakım “teknoloji yasaları”nın öne sürülmesine yol açmıştır. Bu yasalardan belki de en tanınmışı, 1960’lı yılların ortasında İntel’in kurucularından Gordon Moore’un formüle ettiği ve “Moore Yasası” olarak tanınan yasadır. Moore Yasası’na göre tümleşik devrelerin karmaşıklığı (örneğin tek bir yonga üzerinde yer alan transistor sayısı) yaklaşık her 1,5 yılda ikiye katlanır. Bu yasanın 1970’li yıllardan bu yana geçerliliğini koruyor olması, bizlere, teknolojik ilerlemenin, süreklilik ve kaçınılmazlık arz eden bir olay olduğuna dair güçlü ipucu verir.

Poincaré Varsayımı denilen problemi çözen Grigori Perelman, kendisinden önce başka matematikçiler tarafından yapılan çalışmalardan da faydalandığını öne sürerek, 1 milyon dolar değerindeki ödülü reddetmişti.

Temelde, ilerlemenin üstel nitelikte olduğunu da ifade eden bu yasanın benzerini, teknolojinin başka alanlarında da ortaya koymak mümkün. Örneğin “Kryder Yasası,” manyetik depolama kapasitesinin (santimetre kare başına depolanan bit miktarı) yılda % 40 artmakta olduğunu söyler. “Cooper Yasası”na göre ise, belli bir coğrafi alanda, kullanılabilir radyo spektrumu üzerindeki eşzamanlı komünikasyon sayısı her 30 ayda ikiye katlanır; Cooper Yasası, Marconi’nin 1895’teki ilk deneylerinden bu yana geçerliliğini korumuştur.

İkinci unsur ise, biyolojide “yakınsak evrimleşme” (convergent evolution) olarak bilinen ilkenin teknolojik dönüşümdeki karşılığıdır. Bu ilkeye göre, evrim olayı, benzer koşullar altında benzer çözümler üretir. Örneğin göz ve görme yeteneği, doğada, farklı yerler ve zaman dilimlerinde, birkaç kez evrilmiştir. Bir diğer örneği, bitkiler dünyasından verebiliriz. Akdeniz iklimi koşulları altında, su depolamaya elverişli kalın yapraklara sahip olmak bir evrimsel avantaj oluşturduğundan, bu nitelik, Akdeniz kıyılarında olduğu gibi tüm dünyada, Akdeniz iklimine sahip farklı coğrafyalarda da bitkiler tarafından benimsenmiştir. Aynı ilkenin, insanoğlunun icatları için de geçerli olduğu bir vakıadır. Ateş ve tekerlek bağımsız olarak farklı kavim ve uygarlıklar tarafından keşif ya da icat edilmiştir. Eski çağlarda bumerangın icadı, hem Mısırlılar hem de Avustralyalılar tarafından bağımsız olarak yapılmıştır…

Teknolojik ilerlemenin biyolojik niteliği

Yukarıda bahse konu olan yasaların, teknolojik ilerleme hakkında bu denli net bir öngörüde bulunabilmemizi sağlıyor olması, aklımıza şu soruyu getirir: O vakit, neden 10-15 yıl sonraki teknolojinin uygulamasına hemen bugünden geçmiyoruz? Bu sorunun yanıtını en iyi şekilde tekrar evrimsel dönüşüme gönderme yaparak verebiliriz. Gerçek şu ki, teknolojik ilerleme, ancak çok küçük adımlarla gerçekleşebilir; bir önceki teknolojiye sahip olmadan bir sonrakine sahip olabilmek mümkün değildir. Tam da biyolojik evrimleşmede olduğu gibi, ara türler es geçilerek, bir türden daha uzak bir türe atlamak olanaksızdır.

Canlı varlıkların dönüşümü gibi teknolojik ilerleme de bir deneme-yanılma süreci içerir. Teknoloji, hep kendini düzeltip iyileştirerek gelişir: Örneğin 20. yüzyılın başlarından bu yana, otomotiv teknolojisi sayısız deneme-yanılma adımlarıyla olağanüstü bir ilerleme kaydetti. İşte kısaca özetlersek, teknoloji denilen oluşum; kendiliğinden dönüşen, mükemmelleşen, evrimleşen, adeta özerk benliğine sahip bir varlık niteliğindedir. Bu şekilde baktığımızda, şu ilginç soru ile karşı karşıya kalırız: Mucitler mi teknolojiyi yaratır yoksa teknoloji mi mucitlerini bulur?

Teknoloji mi bilimden, bilim mi teknolojiden?

Ridley, kitabında, geniş kitlelerce benimsenmiş bir diğer basmakalıp görüşü de boşa çıkarır: teknolojik ilerleme ve inovasyonun, bilimden kaynaklandığı görüşü (örneğin ünlü Francis Bacon da bu görüşten yanaydı).

İlerlemelerin tabandan yukarıya, deneme-yanılma hamleleriyle yapıldığını benimseyen evrimsel bakış açısı izlendiğinde, bu soruya farklı bir ışık tutmamız mümkün. Birkaç örneğe bakalım.

Astronomi, bir bilim dalı olarak ortaya çıkabilmiş ise, buna neden olan kaşifler ve onların yürüttüğü çalışmalar değil midir? Gemiciler, askerler, tayfalar ve denizaşırı seyyahların deneme-yanılma metotları ile elde ettikleri bilgi birikimi sayesinde astronomi bilimi doğmuştur. Manyetik pusulanın ortaya çıkışı buna somut bir örnektir: Pusula, laboratuvar ve etüt masalarının başında yer tutmuş biliminsanları tarafından icat edilmiş değil, pragmatik yöntemler ile geliştirilmiştir.

Benzer şekilde termodinamik bilimi, buhar makinesini yaratmış değildir. Aksine, buhar makinesinin icadı, termodinamik bilimini “yaratmıştır.”

Pusula, laboratuvar ve etüt masalarının başında icat edilmiş değil,
pragmatik yöntemlerle geliştirilmiştir.

18. yüzyılın sonlarına doğru, tekstil imalatı ve ticareti, kimyacıları doğal boyaların kompozisyonunu incelemeye, doğal bitkilerdeki boya maddelerini betimleyip özütlemeye itti. Böylece boya maddeleri, sadece 1. Sanayi Devrimi’nin değil, 2. Sanayi Devrimi’nin de tetiklenmesinde başlıca rolü oynadı. Modern kimya biliminin ortaya çıkışı, kimya profesörleri tarafından tasarlanmadı. Bu bilim alanı, 19. yüzyılın sonuna doğru ve 20. yüzyılın ilk dönemlerinde, boyamacıların deneysel başarıları ile filiz vermeye başladı: Sentetik boya elde etme konusundaki ilerlemeler, kimya sanatını bilime dönüştürdü. Daha yakın tarihlere bakıldığında, benzer örnekler saymamız mümkün. Tüm bu gerçekler ışığında, teknoloji mi bilimden, bilim mi teknolojiden doğar sorusunun kesin bir yanıtı olmadığını, fakat sıkça bilimin teknolojiden kaynaklandığını görürüz.

Varılan bu sonuç, araştırma-geliştirme (Ar-Ge) faaliyetlerinin kamu kaynakları ile fonlanması konusunun ve bu fonlamanın ekonomik büyüme üzerine etkisinin iyi irdelenip değerlendirilmesine ihtiyaç olduğuna işaret eder. Başka bir deyişle, maddi desteğin ağırlıklı olarak temel bilim araştırmalarına mı (kamu sektörü, üniversiteler) ya da teknoloji üretimine mi (özel sektör) yönlendirilmesi gerektiği sorusu, dikkatle ele alınması gereken bir sorudur.

2003 yılında yayınlanan OECD büyüme raporunda (3) bu konuda varılan sonuçlar, beklenti dışı bir mahiyete sahiptir. Bu önemli raporda, hem özel sektör hem de kamu sektörüne yapılan Ar-Ge yatırımlarının, ülkelerin ekonomik büyümeleri üzerine etkileri incelendi. Varılan sonuçlar, iş sektörü Ar-Ge faaliyetlerinin büyüme üzerine pozitif etkilerini belirgin şekilde ortaya koyarken, kamu sektörü Ar-Ge faaliyetleri ile büyüme arasında net bir ilişki gösteremedi. Özellikle mühendislik alanında akademik Ar-Ge faaliyetlerinin fonlanması konusunda düşündürücü bir sonuçtur bu…

Dolayısıyla, kamusal fonları ağırlıklı olarak teknoloji üreticisi olan özel sektöre tahsis etmenin ekonomik gelişme açısından daha sağlıklı bir yaklaşım olacağı iddia edilebilir. Örneğin, 20. yüzyılın sonlarına doğru patlak veren mobil haberleşmenin gelişimini izlersek, adeta tüm gelişme ve icatların özel sektör ve sanayi kaynaklı olduğunu görürüz; üniversitelerin katkısı, ‘olmamıştır’ diyecek kadar azdır. Teknolojik inovasyonun yarattığı maddi ve finansal kaynaklar ise, temel bilimsel araştırmaları destekleyebilir. Örneğin, kamu fonları sayesinde buhar makinesi özel sektör tarafından icat edildikten sonra, sanayi kuruluşları, ürünlerini daha da mükemmelleştirmek adına, termodinamik biliminde temel akademik araştırmaları finanse edebilirler. Böylece, kamu fonları ile, ayağı yere basan projeler desteklenmiş olup ekonomik büyüme üzerine etki eden bir Ar-Ge modeli sağlanmış olur.

***

Bu ve bir önceki yazımızda; ekonomi, bilim ve teknolojinin evrimsel niteliğini ortaya çıkarmaya çalıştık. Daha genel bir bakış açısı ile, evrim olayının, insan faaliyetlerinin adeta tümüne ışık tuttuğunu söyleyebiliriz. Ancak evrimsel bakışın, sadece betimsel bir gücü olmadığını, aynı zamanda dünyamıza farklı bir perspektiften bakmamızı sağlayarak, günlük hayat ve karar mekanizmalarında daha sağlıklı ve bilinçli uygulamaların yolunu açabileceğini de okuyucularımıza gösterebilmiş olduğumuzu umarız.

Dipnotlar

1) Matt Ridley, The Evolution of Everything, Fourth Estate, London, 2015.
2) Sedat Ölçer, Her Şeyin Evrimi, Bilim ve Gelecek, Haziran 2016.
3) The Sources of Economic Growth in OECD Countries, OECD, 2003.

 

Önceki İçerik Matematiğin cesur ve güzeli
Sonraki İçerikTektipleştiremediklerimizden misiniz?: ‘Olmak’ ve ‘olamamak’ üzerine bir yaz sohbeti