Osmanlı entelektüelleri tıpkı günümüzdeki gibi aile ve kadın alanına dokunan yasama faaliyeti tartışmalarında durumun özü olarak gördükleri ahlak meselesine inmişlerdi. Bir kısmı dönemin evrensel uygulamalarıyla uyuşmayan toplumsal değer yargılarını ayıklamaya çalışırken, diğer kısmı daha saf gelenekçi bir yaklaşım benimseyerek İslam ölçütlerine ve peygamber dönemi uygulamalarına dönüşü savunmuştur.
Ahlak meselesinin günümüzde neredeyse en çok tartışılan meselelerden biri olmasına rağmen sosyal bilimler alanında hak ettiği ilgiyi görmediği aşikâr. Fakat tarihsel, antropolojik ve sosyolojik çalışmaların yerine bu alanda ciddi bir ilahiyat literatürü olduğu da bir gerçek.
Ahlak, geçmişte de Osmanlı entelektüellerinin ve devlet adamlarının gündemindeydi. Bu yazının amacı, son dönemde gündeme gelen kadın ve aile temelli yasama faaliyetlerinin de etkisiyle sürekli tartışılan hayat tarzı, din ve ahlak ilişkisinin Osmanlı Devleti’nin son dönemine nasıl damga vurduğuna ve o dönemde üretilen tartışmaların günümüzdeki uygulamalara nasıl ve neden yansıdığına dair bir fikir vermektir.
Osmanlı’nın son döneminde ‘ahlak krizi’ meselesi
Doktora tezimde çalıştığım dönem günümüzden tam 100 yıl öncesini yani Birinci Dünya Savaşı yıllarını kapsıyor. Bu bağlamda, 19. yüzyılın sonu 20. yüzyılın başı Osmanlı basınını oldukça meşgul eden ‘ahlak krizi’ meselesini ve bu anlamlandırmanın sosyal nedenlerini araştırıyorum. Dönemin entelektüelleri, özellikle Müslüman nüfusun büyük bir ahlaki çöküş içerisinde olduğunda neredeyse hemfikirlerdir. Bu kriz birçok şekilde ifade edilmiştir: “İçtimaî buhran”, “fena cereyan”, “tedenni”, “sükût-u ahlâkiyye” gibi ifadeler yazarlar tarafından sıklıkla dile getirilmiştir. Savaş döneminde ise ahlak tartışmaları hızlanmıştır; savaşın ahlaki çöküntüyü ve toplumdaki yozlaşmayı artırdığını iddia eden entelektüeller, bu durumu Osmanlı Devleti’nin gerilemesiyle ilişkilendiriyorlar. Yani bir bakıma, insanın yozlaşmasıyla devletin çöküşü arasında büyük bir ilişki kuruyorlar.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemi savaşlarla geçti. 1911’de Trablusgarp Savaşı’nın ardından 1912 yılında Balkan Savaşı patladı ve çok büyük bir toplumsal dönüşüme yol açtı. Balkanlar’dan gelen Müslüman göçünün şoku atlatılmadan imparatorluk Birinci Dünya Savaşı’na girdi. Tifüs, kolera gibi salgın hastalıklar, deniz ulaşımının kesilmesiyle açlıkla sınanan şehirler, kırsal alanda ordunun tarımsal üretime ve üretim araçlarına el koyması ve büyük seferberlik toplumu baştan sona etkilemişti. Öte yandan kapitülasyonların kaldırılması sayesinde imkân bulan milli ekonomi ve milli burjuva yaratma projesi sınıf eşitsizliğini artıracak, enflasyon, karaborsacılık ve istifçilik sayesinde bir ticaret sınıfı zenginleşirken, kent yoksulları daha da yoksullaşacaktı. Burada aklımıza şu soru gelecektir, savaş gibi çok büyük bir siyasi gündem döneminde herhangi bir gözlemcinin tali bir mesele sayacağı ahlak meselesi neden bu kadar gündemdeydi?
Dönemin fikir ortamı bilindiği üzere İslamcılık, Türkçülük ve Batıcılık ideolojileriyle şekilleniyordu. Aslında ahlak meselesi de bu üç ideolojinin arasında paylaşılamayan bir alandı. Bir özet vermek gerekirse en büyük sorular şunlardı: Müslüman olmadan ahlaklı olunabilir mi? Batının ahlakı Osmanlı toplumuna uygun mudur? Ahlak sadece kişiyi mi ilgilendirir yoksa kamusal bir anlamı da var mıdır? Ahlakın devletin bekasıyla ilişkisi nedir? Osmanlı Müslüman ailelerinin ‘mutsuzluğu’nun kaynağı yerleşik ahlak anlayışı mıdır? Ahlakımızın kaynağı nedir? Ahlaki değerlerle ve Müslüman kadınının toplumdaki yeri arasındaki ilişki nedir? Bu sorulara verilen yanıtlar çeşitli olsa da neredeyse bütün taraflar toplumdaki ahlaki çöküşe bir çözüm bulunması gerektiği konusunda birleşiyorlardı.
Aile ve kadın meseleleri tartışmanın merkezinde
Bütün bu tartışmada aile ve kadın meselelerinin adeta merkezde olduğunu gözlemlemek mümkündür. Erkeklerin askere çağrılmasıyla birlikte kentlerde yaşayan kadınların tamamen gelirden yoksun kalması ve kendi hayatını sürdürecek bir çalışma yaşamlarının olmaması en büyük sorunlardan biri olarak dönemin entelektüellerinin önünde duruyordu. Kadının sefaleti büyük boyutlara ulaşmıştı, en gelenekçi yazarlar bile kadınların durumunu “bedbaht” ve “şayan-ı merhamet” olarak ifade ediyorlardı.[1] Bu durumu savaş sonrası edebiyatında da gözlemlemek mümkündür, fuhuşun yaygınlaşması, dağılan aileler, aile otoritesini tanımayan gençler edebiyatın yegâne temalarındandır. Kırsal kesimde ise erkeklerin çoğunun askere alınması gerçeği toplumsal hayatı derinden etkilemişti. Bütün iş yükü kadınların omzuna yıkılmıştı.[2] Buna bir de asker kaçakları ve onların yarattığı kaos eşlik ediyordu; erkeklerin de yokluğundan istifade ederek kız kaçırma, tecavüz gibi suçlarda büyük bir artış meydana gelmişti. Öyle ki 1915 yılında bir kararla asker ailelerine tecavüz davaları artık divan-ı harplerde görülmeye başlanacaktı.[3] İşte böyle bir ortamda aralarında kadın yazarların da olduğu bir entelektüel ortam toplumun ahlaki değerlerini sorgulamaya başladı. Ne de olsa bütün bu çöküntünün sebebi en başta ahlakta aranmalıydı. Ailenin oluşum biçimi, yani eşlerin birbirini tanımadan küçük yaşta evlenmesi, çokeşlilik, aile içi ilişkiler, eşlerin rolleri ve görevleri, ailedeki geçim sorunu, ailenin ülke için önemi, çocukların eğitimi, kadının boşanma hakkı gibi meseleler dönüp dolaşıp ahlaki değerler sarmalına takılıyordu.
İslamcı yazarlara göre Avrupaî hayat tarzının benimsenmesi özellikle kadın ve aile meselelerinde kendini açık ediyordu. Yozlaşmanın ve buhranın esas sebebi Batı’nın ahlakını benimsemekti. Üstelik bu ahlak ‘materyalist’ bir anlayışla şekilleniyor, dini sadece kamusal alandan değil özel hayatlardan da çıkarıyordu. İslamcı görüşe göre en büyük tehlike özellikle Bolşevik İhtilali’nden sonra materyalist ahlakın yayılmasıydı. Kadınlar tesettürü bırakıyor, kızlı-erkekli ortamlar yaygınlaşıyor, gençler sinema gibi eğlence yerlerine gidip orada Batı’nın ahlakını öğreniyorlardı. Dine karşı kayıtsızlaşıyor, adet ve ananeleri umursamıyorlardı.[4]
Türkçüler ise Ziya Gökalp öncülüğünde bir milli ahlak anlayışı bulma peşindeydiler. Bu milli ahlak sadece kişisel ilişkileri değil bireyin devlete olan görevlerini de içerecekti. Bir formülle ifade etmek gerekirse, birey öncelikle ailede görevlerini bilmeli ve bu görevler vatana hizmet anlayışıyla şekillenmeliydi. Ahlaki bozukluğun sebebini ise İslam’ın kendisinde değil fakat İslam’a bulaşmış geleneklerin yaygınlığında arıyorlardı.[5]
Batıcılara göre, İslam’da kadının konumlandırılışı en büyük sorunu teşkil ediyordu. İslam’ın izin verdiği çokeşlilik, küçük yaşta evlilik gibi toplumsal ‘hastalıklar’ giderilmeliydi. Bunu da ancak kanun yoluyla yapmak mümkündü.[6] Kadın yazarlar da ailede yapılacak bir reformu savunuyor, üstelik buna milli bir kılıf da sunuyorlardı. Örneğin, Mesaded Bedirhan Kadınlar Dünyası’na yazdığı bir makalede kadının ailede gördüğü muameleyi savaş yenilgilerinin bir sebebi olarak sunmuştu: “Karısına, evladına acımayan bir erkek memleketimize de acımaz. Kendi muhitinde olanları mesud edemeyenlerden vatanın saadetini temin etmelerini hiç beklemeyiniz. Eğer biz yaparız derlerse yalandır, inanmayınız”.[7] Kısacası, toplumun ilerlemesinin önündeki en büyük engellerden biri kadının durumuydu, kadını bu duruma sokan ise yerleşik ahlak anlayışıydı.
Aile Kararnamesi
Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki, devletin ailenin yetiştirdiği çocukla gerçek anlamda tanışması savaş döneminde gerçekleşmiştir. Üstelik bu sadece askere alınan erkekle değil geride kalan kadınla da ilgilidir. Kadının ‘vatanperverliği’ savaşın esas dayanak noktalarından birini oluştururken, onun yetiştirdiği çocuk asker olarak devletin karşısına çıkıyordu. İşte böyle bir ortamda Aile Kararnamesi[8] gündeme geldi. Nikâh ve boşanma hakkında birçok yeniliğe imza atan bu kararname dört mezhepten yararlanarak ‘çağa uygun’ bir aile oluşturmayı hedeflemişti. Kararname evlilik yaşını erkeklerde 18 kadınlarda 17 olarak belirliyor ve bu yaşa gelmemişlerin de evlenmek için hakime müracaatını zorunlu kılıyordu. Buna rağmen şöyle bir madde daha ekliyordu: 12 yaşından küçük erkek çocukları ile 9 yaşından küçük kız çocukları hiçbir koşulda evlendirilemez. 18 yaş sınırı günümüzde bilimsel ölçütlerle kabul edilse de, İslam hukukunda bizim bildiğimiz manada ergenlik yani gençlik dönemi yoktur. Yani çocukluk ve yetişkinlik arasında bir ara dönem tarif edilmez. 1917 yılında ilk defa bu ara dönem yasal olarak tanınmış oluyor, zaten yasanın gerekçesinde de erkek çocuklar sokakta oyun oynarken kız çocukların “biçare” bir halde daha vücudu bile gelişmeden anne oldukları, ömrü boyunca bundan dolayı perişanlık çektikleri vurgulanıyor. Ve Osmanlı toplumundaki Müslüman nüfusun geri kalmışlığının en büyük sebeplerinden biri olarak bu durum gösteriliyor.[9] Aynı zamanda zorla evlendirmeyi yasaklayarak taşrada kız kaçırarak zorla evlenme uygulamasına son vermeyi amaçlıyor. Bu anlamda “toplumun değerleri” değil zamanın gereklerini ön plana koyan kararnamede açıkça bu değerlerin özellikle Müslüman unsuru gerilettiği ve çöküşe götürdüğü vurgulanmıştır. Her ne kadar kararnamenin hazırlanışında İslam hukukundan ve özellikle farklı mezheplerin farklı görüşlerinden yararlanılmış olsa da Müslüman din adamlarından ve gayrimüslim ruhban sınıfından (nikâhtaki ve boşanmadaki eski rolleri ellerinden alındığı için) gelen tepki üzerine savaş sonrası yürürlükten kaldırılmıştır.
100 yıl sonra yeniden…
Ahlak meselesinin günümüzden 100 yıl önce çok benzer başlıklarla ve argümanlarla tartışılması birçoğumuz için çok şaşırtıcı görünebilir. Evrensel hukuk ölçütlerine karşı çıkış, İslam hukukuna yapılan vurgu, toplumsal değerlere göre dizayn edilmek istenen yasalar kamuoyunda hayretle karşılanmaktadır. Oysa araştırmam sırasında gördüm ki bütün bir ahlak külliyatı 12 Eylül döneminde Türk-İslam sentezi projesi bağlamında Kültür Bakanlığı yayınevi tarafından Latin alfabesine aktarılıp, sadeleştirilmiş. Bu çeviriler ve derlemeler okullara, üniversitelere gönderilip, gazeteler tarafından ücretsiz dağıtılmış. Belirtmek gerekir, çoğu bağlamından koparılmış eserlerdir, çünkü aynı potada geçmişin iki kavgalı ideolojisini, yani Türkçülüğü ve İslamcılığı eritmek amaçlanır ve her ikisine birden sahip çıkılır. Said Halim Paşa, Mehmed Akif Ersoy, Babanzade Ahmed Naim, Ziya Gökalp bu eserlerin yazarları arasındadır. 12 Eylül zihniyeti komünizm ve materyalizmle mücadele yöntemi olarak ahlakçı argümanları yeniden dolaşıma sokmuştur. 1990’lı yıllardan itibaren ise İz Yayıncılık gibi özel yayınevleri bu işi devralmışlardır. Bir diğer örnek ise Ensar Vakfı’na ait Değerler Eğitimi Merkezi (DEM) Yayınları’dır. 2003 yılından itibaren bu alana girmiş, Osmanlı ahlakçılarıyla ilgili külliyatı yeniden değerlendirmiş, bu kaynaklarla ilköğretimde değerler eğitimi derslerine müfredat oluşturmaya başlamışlardır.
Osmanlı entelektüelleri tıpkı günümüzdeki gibi aile ve kadın alanına dokunan yasama faaliyeti tartışmalarında durumun özü olarak gördükleri ahlak meselesine inmişlerdi. Bir kısmı orada dönemin evrensel uygulamalarıyla uyuşmayan toplumsal değer yargılarını ayıklamaya çalışırken, diğer kısmı ise daha saf gelenekçi bir yaklaşım benimseyerek İslam ölçütlerine ve peygamber dönemi uygulamalarına dönüşü savunmuştur. Anlaşılan çöküş sadece devletin çöküşü değildir, Osmanlı insanı da sancılar içinde yeni bir kimliğe bürünmektedir. İlginç olan bu çöküş döneminin entelektüel tartışmasının 100 sene sonra aynı argümanlarla yeniden karşımıza çıkmasıdır.
Dipnotlar
[1] Örneğin son Şeyhülislam Mustafa Sabri bu hali şu satırlarla ifade ediyor: “Tamamen erkekler gibi müstakil ve gayri dahili kazanç bulmak suretine gelince, harb-i umuminin aile hayatımıza iras eylediği perişanlıkla temin-i maişet için sokaklara dökülen kadınlarımızdan, hüsn-ü teravetleriyle nazar-ı dikkati celb olamayan aksamının, hayat mübarezesinde ne kadar düşkün ve ye’s-aver bir manzara arz etmekte olduklarını gördük”, M. Sabri, Dini Müceddidler Yahut Türkiye İçin Necat ve İ’tila Yollarında bir Rehber, İstanbul: Şehzadebaşı Evkaf Matbaası, 1338.
[2] Kadınlar bu zorlukları devlete yazdıkları dilekçelerde de dile getirmişlerdir, bkz. Elif Mahir Metinsoy, ‘Osmanlı Kadınlarının Gıda ve Erzak Savaşı,’ Toplumsal Tarih, No. 243, Mart 2014, pp. 56-61. Savaş döneminde kadının çalışma hayatı atılması hakkında bkz. Tiğinçe Oktar, Osmanlı Toplumunda Kadının Çalışma Yaşamı, İstanbul: Bilim Teknik Yayınevi, 1998. Savaş döneminde asker ailelerinin durumu hakkında bkz. Yiğit Akın, War, ‘Women, and the State: The Politics of Sacrifice in the Ottoman Empire During the First World War,’ Journal of Women’s History, Vol. 26 No. 3, 2014, ss. 12-35. Osmanlı ve Erken Cumhuriyet döneminde ailenin geçirdiği dönüşüm hakkında bkz. Cem Behar&Alan Duben, İstanbul Haneleri, Evlilik Aile ve Doğurganlık 1880-1940, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2014. Ayrıca kadın ve aile meselelerinin son dönem Osmanlı İmparatorluğu’nda arz ettiği önem hakkında bkz. Zafer Toprak, Türkiye’de Feminizm ve Feminizm, 1908-1935, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2015.
[3] Düstur, Tertib-i Sani, 7. Cild, s.716.
[4] İslamcı çizgide Sebilürreşad dergisi öncü bir rol oynamıştır. Değerlendirme için bkz. Tarık Zafer Tunaya, İslamcılık Akımı, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2003.
[5] Türkçü çizgi İslam Mecmuası, Türk Yurdu, Yeni Mecmua gibi dergilerde din ve ahlak görüşlerini dile getirmiştir. Temel eserlerden biri için ise bkz. Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muâsırlaşmak, İstanbul, 1918.
[6] Abdullah Cevdet, Celal Nuri gibi aydınlar bir medeni kanun ihtiyacında ısrar etmişlerdir. İctihad başlıca yayın organıdır. Ayrıca bkz. Celal Nuri, Kadınlarımız, İstanbul: Matbaa-ı İctihad, 1913.
[7] Mesaded Bedirhan, “Evde ve Cemiyette Kadın”, Kadınlar Dünyası, no: 101, 20 Temmuz 1329 (2 Ağustos 1913), içinde Serpil Çakır, ‘Meşrutiyet Devri Kadınlarının Aile Arayışı,’ Sosyokültürel Değişim Sürecinde Türk Ailesi, Cilt 3, Ankara: T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu, 1992, s.246.
[8] Tam metin için bkz. Ezel Erverdi, Hakkı Dursun Yıldız, Sosyokültürel Değişim Sürecinde Türk Ailesi, Cilt 3, Ankara: T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu, 1992.
[9] A.g.e. “Bu babda en ziyade nazar-ı merhamete alınması lazım gelen kızlardır. Zevc ile zevcenin aileyi teşkil ve idare hususunda müşterek oldukları derkar iken erkek çocukların sokakta oyun oynamakla imrar-ı vakt etmesi mazur göründüğü bir sinde kız çocuklara cemiyyet-i beşeriyyece en büyük bir vazife yani bir ailenin validesi ve müdir-i umuru olmak vazifesi tevdi’ olunuyor. Henüz teşkilat-ı bedeniyyesi teşekkül etmemiş olan bir biçare kız valide olmakla asabı ila ahiri’l-ömr perişan oluyor, ilel-i güna gün iktisab ediyor, ondan tevellüd eden çocuk cılız ve pek asabi bir şey olup unsure-ı İslamın gittikçe tedennisi esbabına inzimam ediyor.”, s.298.