Ana Sayfa Dergi Sayıları 169. Sayı Mimarlığın Ötesinde

Mimarlığın Ötesinde

813
0

Mimarlığın Ötesinde ilk kez 1918 yılında yayımlanmış yüzyıllık bir kaynak. Kitabın kendisinden önce biraz yazarından bahsetmek gerekiyor. Arthur Kingsley Porter, Amerikalı ünlü bir sanat tarihçisi ve ortaçağ uzmanı akademisyen. 1883 yılında varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geliyor. Yale Üniversitesi’nde hukuk okuyor. 1902’de okuluna ara vererek çıktığı dünya seyahati, onun kültüre ve sanata olan ilgisini derinleştiriyor. Mezun olduktan sonra hukuk alanında çalışmak yerine Fransa’ya gidiyor. Normandy gezisi sırasında Coutances Katedrali’nin mimarisinden çok etkileniyor. Öyle ki Amerika’ya dönüşünde Columbia Üniversitesi’nde mimarlık okumaya başlıyor. İkinci yılında mimarlık tarihi bölümüne geçerek ortaçağ mimarlığı üzerine araştırmalarına başlıyor. 1906’da okulu bitirir bitirmez Avrupa’ya giderek, Fransa ve İtalya’da ortaçağ mimarlığı konusundaki araştırmalarına devam ediyor. 1923’te yayımlanan kitabı Romanesque Sculpture of the Pilgrimage Roads, disiplinlerarası yaklaşımı nedeniyle çok eleştirilmesine rağmen, Porter’ın döneminin en iyi arkeologları arasında anılmasını sağlıyor. Araştırmalarının yanı sıra Fransa’daki üniversitelerde ve Harvard Üniversitesi’nde dersler veriyor. Kariyerinin de işaret ettiği gibi Porter seyahat etmeyi seven, sanat tutkunu, güçlü bir araştırmacı ve eleştirilerinde sözünü sakınmayan bir akademisyen.

Mimarlığın Ötesinde, Porter in Architectural Record, Journal of American Institute of Architects ya da Art and Archeology gibi dönemin önemli dergilerinde yayımlanan sekiz makalenin derlemesinden oluşuyor. Farklı zamanlarda ve konularda yayımlanmış bu makaleler, bakış açıları ile Porter’ın eleştiri sisteminin birer parçasını oluşturuyor. Kitapta ortaya konulan eleştiri sistemi, sanatsal yaratıcılığın ve farkındalığın çeşitli boyutlarıyla üst mertebede olduğu bir durumu kendine referans alıyor ve bunun üzerinden bir yaklaşım geliştiriyor. Bu eleştirel yaklaşım aradan geçen zamana rağmen bugün hâlâ geçerliliğini koruyor. Çünkü insanın sanat ve mimari ile olan ilişkisi zamana ve koşullara bağlı olarak değişse de, derin duygu, düşünce ve inanç ile beslenmiş yaratıcılıkla ortaya konan eserlere duyulan hayranlık değişmiyor. Sanat eserlerinin bazılarına sadece bakıp geçiyor, bazılarını ise inceliyoruz. Hatta pek çok tarihi eser arasından da bazılarına daha çok itibar ediyoruz. Porter bu durumu, eserlerin üst bir sanatsal yaratıcılık ve farkındalık seviyesi ile yaratılmış olmalarına bağlıyor ve bu bağlamda en iyi sanatsal ve mimari örneklerin ortaçağda ortaya konulduğunu dile getiriyor. Yazar gotik mimariyi şu şekilde tanımlıyor: “(Gotik mimari) Bizi dünyevi olandan dünyevi olmayana, maddiden maneviye, somuttan soyuta taşıma gücüne sahip güçlü bir deha ve dev bir hayal gücüdür.” Öte yandan bazı dönemleri de eleştiriyor. Örneğin kitabı, Roma mimarisini bombardımana tuttuğu makalesi ile başlıyor. Porter “Roma Sanatı bir kopyadır. Çeşitlemelerle zenginleştirilmiş serbest bir kopyadır ama yine de kopyadır” diyor ve asıl olanın Antik Yunan mimarlığı olduğunu da açıkça dile getiriyor. Yazar “asıl” ve “kopya” sanat eserlerinin birbirlerinden ayrıldığı noktanın “neşe” unsuru olduğunun altını çiziyor. Sanatçının eseri yaratırken duyduğu neşenin taklit edilemeyeceğini, bu nedenle de bir kopyanın ne kadar iyi olursa olsun, aslı ile aynı mertebeye ulaşamayacağını belirtiyor. Porter kitapta yer alan başka bir makalesinde, İtalyan Rönesansı ile ilgili dikkat çekici bir tespitte bulunuyor ve 13. yüzyılda başlayan İtalyan Rönesansının Fransız Gotik sanatından fazlaca etkilenmiş olduğunu vurguluyor. Hatta 16. yüzyılda Fransa’nın Rönesansı İtalya’dan alırken daha önce bir ölçüde vermiş olduğunu geri aldığının kabul edilmesi gerektiğini belirtiyor.

Porter 1923 yılında, 1. Dünya Savaşı sonrası Fransız mimarisinin kayıplarını değerlendirmek üzere kurulan bir komisyonda da görev alıyor. Porter’ın Gotik sanatı ustalarının yeteneklerine gösterdiği değer Gotik katedrallerin restorasyonu ile ilgili fikirlerinde de kendini gösteriyor. “Gotik katedraller restore edilemez, edilmemelidir” diyor. Modern yöntemler ile Gotik ustalarının ellerinde şekillenen eserlerin tamirinin mümkün olamayacağını ve yapılırsa da bunun büyük bir yıkım olacağını vurguluyor. Günümüzde ise itibar görmeyen bu görüşü, belki de tekrar değerlendirmemiz gerekiyor. Örneğin, yakın zamanda restorasyonunun büyük bölümü tamamlanan Chartres katedralinin restore edilen hali çok “yeni” görünüyor, Black Madonna’nın teninin rengi değişiyor ve “tüm bunlar tarihi geri mi kazandırıyor, yoksa yok mu ediyor” sorusunu gündeme getiriyor.

Porter kitapta yer alan her makalesinde sanata ve mimariye dair pek çok konuya değiniyor; Roma mimarisi, ortaçağ sanatı, Rönesans sanatı, modern mimarlıktaki mekanikleşme, sanat ve toplum arasındaki simbiyotik ilişki vb. gibi. Ancak bütüne bakıldığında kitabın en önemli tarafı başlığındaki iddiasına uygun biçimde, mimarlık açısından aşikâr olanın ötesinde duran hususları işaret etmesi oluyor.

 – Mimarlığın Ötesinde, Arthur Kingsley Porter, Çev. Görkem Günay, Janus Yayıncılık, 2017, 160 s.