Ana Sayfa Dergi Sayıları 169. Sayı Canım çok sıkılıyor

Canım çok sıkılıyor

1489
0

Gündelik yaşamın bunaltıcı “şey”lerinden sıkıldıysanız, bir şeyler anlamını kaybetmiş gibi geliyorsa, gelin sizi Sıkıntı’nın Felsefesi kitabıyla tanıştırayım. Yıllar önce bir yaz tatilinde sıkılmamak için marketten aldığım kitabın adını anımsıyorum: Canım Çok Sıkılıyor. Bugün yanımda duran ve bu yazıyı yazmama vesile olan kitabın adının Sıkıntının Felsefesi olduğunu düşününce, mesele pek de değişmişe benzemiyor benim için. Hâlâ canım sıkılıyor. Zaten hangimizin “esas mesele”si değişiyor ki büyüyünce? Artık çoğu kişinin psikanaliz denildiğinde aklına gelen şey, biraz da esprili bir ifadeyle “çocukluğa inmek”. Çocukluğa inmeden yetişkinliğe çıkılamıyor, düşe kalka iniyorum ben de merdivenlerimden. “Bu merdivenlerin tırabzanları yok ama!” diye haykırıyorum bazen. “Biz de koşturarak inmek zorunda değiliz, yavaş ineriz” diye cevap geliyor sonra içimden.

“Sıkılıyorum, o halde insanım,” diyor önsözde kitabın çevirmeni Murat Erşen. İnsan olmak hiç bu kadar zor olmamıştı diyorum ben de sıkıldığım anlarda. Sıkıntı, çok güçlü bir varoluşsal fenomen. Bizi kesin ve belirli tanımlamalar yapmaktan, basit açıklamalara sığınmaktan ve çaresi şudur diyeceğimiz sihirli reçeteler sunmaktan alıkoyuyor doğası itibariyle. Sıkıntı müphem en önce; kendisine neyin iyi geleceği de müphem. Bu müphemlik Özne’nin yegâneliğinden ileri geliyor olsa gerek. Konuya girerken Svendsen, bize ıstırap veren şeylere dair çoğu kez iyice tanımlanmış kavramlar olmadığıyla başlıyor. Sıkıntı için de durum böyle, açık seçik bir tanımı yok maalesef elimizde. Çünkü her bir Özne’nin sıkıntısı ve bu sıkıntıyı yaşayış biçimi aynı değil. Daha içime sinen bir ifadeyle, Özne’lerin sıkıntıyı içlerinde nasıl taşıdıkları fark ediyor. Sıkıntı, bir eksiğin belirteci. O eksiğin neye tekabül ettiği Özne’lerin kendi varoluşlarının gerçeğinde saklı: genetiği, çevresi, haleti ruhiyesi ve bunların etkileşimlerinde. Bu etkileşimin her bir Özne’de parmak izi gibi farklı olması, sıkıntının ortak bir dille ifadesinde sıkıntı çıkarıyor. Ancak iyi ki böyle oluyor; yoksa burası gerçekten tekdüze bir dünya olurdu.

Sıkıntı bir “anlam eksikliği”nin ikamesi olabilir mi? “Sıkıntı ve Anlam” bölümünde Svendsen bunu tartışıyor. Sıkıldıkça sıkıntımızı giderecek nesneler arıyoruz ve o nesnelere daldıkça daha çok sıkılıyoruz. Aşırı tüketiyoruz ve her şeyi tüketmek istiyoruz. Tüketmenin sarhoşluğunda üretmeyi de tüketmeye çalışıyoruz bazen hunharca. Sıkılmamak için kendimizi çalışmaya veriyoruz mesela, sözde üretmeye veriyoruz. Obsesifçe çalışıyoruz, durmaksızın ortaya bir şeyler koyuyoruz, tüketircesine üretiyoruz. Bu işin keyfi nerede, anlamı nerede gibi sorular kaçıveriyor elimizden. Yaşıyoruz, bunu unutuyoruz. Belki tam da bu yüzden kitabın yazarı diyor ki “Sıkıntı, içinde yaşadığımız bir şeydir; üzerine sistemli olarak kafa yorduğumuz bir şey değil.”

Bazen de sıkıntı olarak sinyallerini aldığımız bu anlam eksikliğini defetmek adına hazlar peşinde koşuyoruz. Modern dünyanın zorunlu hazları: eğlence, moda, cinsellik, “like”; ama hepsinin aşırısı! Azı karar değil; azı sıkıcı. Aşırı olan makbul bu çılgınlıkta. Bunların peşi sıra koşuyor olmamızın büyük bir anlamı var aslında. Ruhumuzu saran “eksik” karşısında o kadar kaygılıyız ki, neye saldıracağımızı şaşırmış durumdayız. İster sıkı sıkıya bilgiyi, üretimi tüketelim, ister nesnelerini aradığımız hazlarımızı… Anlam, ikame anlamıyor. Kierkegaard, “sahte coşkunluk” diye tanımladığı bu hali, öyle güzel ifade etmiş ki, hayran kalmamam mümkün değildi: “Hazların dipsiz denizinde olduğu gibi bilginin derinliklerinde de, demir atacak bir yeri boşuna aradım.” Her demir attığımızda yine tatmin olmadığımızı, her “tamam, kesin bu sefer” dediğimizde yine bu eminliğimizden eser kalmadığını gördükçe, meselenin demir atmak değil anlam için(de) yüzmek olduğuna varıyoruz.

Eksik sıkıntı verir elbette, ama insan haddinden fazla doluyken de sıkılır. Böylesine bir doluluktaki eksik, eksiğin kendisidir çünkü. Biz insanların varoluşları eksik ile tamam sanırım; eksik olmazsa eksiğiz biz de. O yüzden eksiği eksik bırakmaya temayülü olan varlıklarız. Aşırı doldurduk mu denge bozuluveriyor. Kitapta, yazarın beğendiğini belirttiği sıkıntı tipolojisi olan Martin Doehlemann’in sıkıntı tiplerinden “doygunluk” sıkıntısı bu. Fazlasıyla sahip olduğumuzda her şey banalleşir. Bizim modern sıkıntılarımız fazla banal olmaya tutsak kalmış içinde yaşadığımız bu düzende.

Sıkıntıyı insanın doğasında barınan varoluşsal bir fenomen olarak düşünsem de, ona bir semptom gözüyle de bakıyorum ister istemez. Böyle bir bakış açısıyla, esas mesele sıkıntının kendisi değil, sıkıntının işaret ettiği şey oluyor. Sıkıntı, insanın kendisine söylemeye dilinin varmadığı şeyleri, kendisine söyleyebilsin diye verdiği bir sinyal belki de. “Ters giden bir şeyler var ve sen bu şeyleri görmezden geliyorsun” diyor sıkıntı da diğer semptomlar gibi. İnandığım şu ki, hazır olmadığımız hiçbir semptom bize uğramaz. Ama esas mesele semptomun kendisi değil, anlatmaya çalıştığı şeydir. Semptomun kendisinin ne kadar “can sıkıcı” olduğu aşikâr; bir de semptom olarak sıkıntının uğradığını düşününce, içinden geçmek hakikaten zor. Ancak, kitap yüreğimize su serperek buna değer olduğunu vurguluyor bize: “…kendi sıkıntılarıyla karşılaşan insanlar, kendilerini, eğlenceye kaçmakla yetinenlerden daha iyi tanırlar.”

Sıkıntıyı aylak insanın sorunuymuş gibi görmekten sıyrılarak, anlamını arayan insana dair sorular sordurtan Sıkıntının Felsefesi, fena halde canınızı sıkıyor. Tam da bu yüzden, okumak çok makbule geçiyor.

– Sıkıntı’nın Felsefesi, Lars Fr. H. Svendsen, Çev. Murat Erşen, Bağlam Yayıncılık, 2017, 224 s.