Din ile felsefe bağdaşmaz!
Dinin olduğu yerde felsefe boy veremez!
Hem Müslüman hem filozof olunur mu?
Felsefe, esas olarak ateistlerin ve dinsizlerin alanıdır!
Bu soruları daha da çoğaltabiliriz, ancak bunlar yeterlidir.
Hurafe denince akla daha çok din kökenli uydurma şeyler gelir. Büyük İngiliz filozofu Francis Bacon bunlara “tabu” adını veriyordu. Bacon insanlığın ilerleyememesinin esas nedenini sayılarını dört olarak verdiği tabularda görüyordu. Demek ki hurafenin kökeni tabu da olabiliyor.
Hurafe nedir?
Hurafeyi Orhan Hançerlioğlu şöyle tanımlıyor: “Boşinanç, sanrı, yapıntı, yalanduyu, masal, mit.” Dikkat ederseniz hurafe hem “boşinanç” hem de “masal” olabiliyor. Yani hem bilgisizlikten kaynaklanabiliyor hem de kendimizi avutmak için uydurmuş olabiliyoruz.
Hurafelerin en köklüsü kuşkusuz dinden kaynaklanır, çünkü insanın en köklü kültür geleneği büyü ve dine dayanır. Bunun kökeninde kuşkusuz imkânsızlıktan kaynaklanan bilgisizlik ve çaresizliğin sonucu olan avuntu vardır.
Ancak bir de modern hurafeler vardır. Örneğin, kuzeyli insanların güneylilere göre daha çalışkan oldukları; beyaz tenlilerin esmerlerden daha güzel olduğu vb. gibi.
Düşünsel alanda da hurafeler vardır. Bazı kavramlar vardır ki hep yanlış kullanılır veya ona hak etmediği anlamlar yüklenir.
Hurafeler en çok dini geleneklerde boy verdiği için “hurafe” terimi de bir bakıma bu alanla sınırlandırılmıştır. Böyle olunca solun, laiklerin hurafelere kapılmayacakları varsayılır. Halbuki durum hiç de öyle değildir.
Solun en çok kullandığı terimlerden biri “aydın” terimidir ve bunu hep ona olumlu anlamlar yükleyerek kullanmıştır. Birçok insana göre aydın sadece solcu, aydınlanmacı ve ilerici olabilir. Bu kurallara uymadığında da “o aydın değildir” veya “sen nasıl aydınsın?” denir. Bu konuyu daha önceden Odatv’deki bir iki yazımızda incelemiştik, isteyen oraya bakabilir.
Bugün esas olarak “felsefe” teriminden hareketle, din ile felsefenin ilişkisine değinmeyi düşünüyoruz. Çünkü birçok ilerici, aydınlanmış ve solcu insan, felsefeyle dini, din adamlığıyla felsefeyi, bilimle dini yan yana düşünmek istemez.
Bu anlayışa göre dinle felsefe bağdaşmaz. Biri diğerini dışlar. “Dinin olduğu yerde felsefe boy veremez.” “Hem Müslüman hem de filozof olunamaz.” “Hem Tanrıya inanmak hem de felsefe yapmak” imkânsızdır.
Peki; bunlar doğru varsayımlar mıdır, bu mümkün müdür?
Felsefe nedir?
Felsefe, ilk anda herhangi bir siyasi, ideolojik veya ahlaki anlam yüklemeden yapılan düşünsel bir etkinliktir.
Peki, uzmanlar felsefeyi nasıl tarif ediyorlar?
“Felsefe” terimini ansiklopedi ve sözlükler şöyle tanımlıyor:
“Felsefe (filozofi), etimolojik açıdan Yunancadan gelen ‘philo’ ile ‘sophia’ terimlerinin bileşiminden doğmuştur. ‘Philo’ sevgi; ‘sophia’ ise bilgi ve bilgelik demektir. Fakat iki terimin (philosophia) bileşimi, işin içine hareketi de katmaktadır, yani ‘bilginin peşinden koşmak’, ‘bilgiyi aramak’”.
Biz buna “hikmet arayışı” da deriz. İnsanoğlu “neden” sorusunun peşinden durmaksızın sonsuza kadar koşacaktır.
Anlam açısından böyle de peki gerçek hayatta nasıldır?
Bazı filozoflar felsefeyi “ekmek ve su kadar önemsememiz gerektiğini” öğütlerler. Bazıları felsefeyi “aklın gözü” olarak tarif eder. Bazılarıysa felsefeyi, “tabularla savaşmak” olarak anlar. Bazı filozoflar ise felsefeyi, “teorik kılavuz” olarak görür ve onu elden bırakmamayı tavsiye ederler.
Yunanca olan bu terim ilk kez ne zaman ve hangi anlamda kullanılmıştır?
Terim ilk kez Herakleitos tarafından “philosophos”, yani “bilgi ve bilgelik dostu” ya da “şeylerin doğasını araştıran insan” olarak ifade edilmiştir. O, kendisinin de böyle biri olduğunu söylemiştir.
Tabii bu terim zamanla anlam değişikliğine uğramış ve bin bir çeşit mana edinmiş.
Hem etimolojik hem de yaşamdaki anlamı açısından felsefe terimine olumlu veya olumsuz bir anlam yüklemek doğru değil demiştik. Kimi felsefeyi ilericiliğin bir ifadesi olarak görürken kimi de felsefi dinsizliğin bir belirtisi olarak görebilmektedir. Ancak felsefe, siyaset ve tarih bilimi gibi insan yaşamını ilgilendiren alanlara ilişkin yürütülen düşünsel bir faaliyettir.
Felsefe bir arayıştır; bilgi ve bilgelik arayışıdır. Daha dar anlamda söylersek “hakikat” arayışıdır. Fakat “hakikat arayışının” kendisi de düşüncede bir ayrışmayı ifade eder. Yani hakikat ile hakikat olmayanın ayrıştırılması da görecelidir.
Hikâyeyi hepimiz biliyoruz. Bir taş ustasının oğlu olan Sokrates, emeklilik döneminde sorularla toplumu düşünmeye ve içinde yaşadıkları koşulları sorgulamaya sevk etmektedir. Bu çabası ölümüne neden olmuştur. Sonradan onu başkaları takip etmiş ve zamanla felsefe profesyonel bir uğraş haline gelmiştir. Gerçi Platon zengin bir aileden gelmekte ve bu nedenle de geçim sıkıntısı çekmemekteydi, ama yine de o geçimini felsefe yaparak, yani akademide dersler vererek sağlıyordu.
Zamanla filozoflar, danışmanlık görevleri de üstlenmişlerdi ki Aristoteles de Büyük İskender’in ünlü danışmanlardan biriydi.
Felsefenin en önemli aracı soru sormaktır. Öyleyse felsefenin en çok verimli olduğu dönem ve ortam, soruların sorulmasını sağlayan toplumsal koşulların varlığıdır. Çoğunlukla sanılır ki felsefe esas olarak özgür ortamlarda yeşerir ve etkin olur. Bu doğru değildir. Felsefenin gelişme kaydettiği ve çığırlar açtığı dönemler, esas olarak özgür ortamların bulunmadığı zorbalık dönemleridir. O halde felsefe, toplumsal koşullar oluştuğu sürece en koyu karanlıkta bile yapılabilmekte ve çeşitli düşünce akımları olarak ortaya çıkabilmektedir.
Felsefe nerede ortaya çıkar?
Felsefenin ilk kez nerede ortaya çıktığı konusu çok tartışılmaktadır. Batılı akademisyenler felsefenin kökenini Antik Yunan’da görürler. Ne var ki bu anlayış, dünyayı Batı’dan ibaret gören taraflı bir bakış açısının ürünüdür ve bir yanılsamadır.
Felsefe, uygarlıkların ayak izlerini bire bir takip eder. İnsanlık tarihinin belli bir gelişmişlik döneminde ortaya çıkmıştı. Kısacası kent yaşamının baş gösterdiği, düzenli ve örgütlü bir üretimin yapıldığı, devlet organlarının mevcut olduğu, bilimin önemli oranda gelişme kaydettiği toplumlarda felsefe de ortaya çıkmıştır. Kadim Hindistan ve Çin’de ciddi felsefi akımlar bulunmaktaydı.
Felsefe, “ortaya sorular atmak ve bunlara bütünlüklü yanıtlar aramaktır” demiştik. Tarihin en eski soruları kuşkusuz üzerinde yaşadığımız dünyanın, varlığımızın ve evrenin anlamının ne olduğuna ilişkin sorulardı.
Felsefe dar anlamda neden-sonuç ilişkisini sorgulamaz; fakat nedenin anlamını merak eder. Felsefe insanın, insanlık tarihinin, evrenin varlığını sorgular ve anlamlandırmak ister. Felsefe sadece yanıtlarını bulabileceği soruları değil, aksine yanıtlarını ilelebet bulamayacağı sorular da ortaya atar. Basit, günübirlik ihtiyaçtan kaynaklanan sorular da felsefenin konusudur, ama bu konulara, onlar üzerinden yeni kavramlara ve tezlere ulaşmak için önem verir.
Filozoflar, varlık, bilgi, gerçeklik, adalet, güzellik, doğruluk, akıl ve dille ilgili soruları tartışıp durmuşlardır. Kavramlar üretmiş, kavramları mantık silsilesi içinde anlamlandırmışlardır.
Felsefenin ortaya çıktığı dönemle dinlerin ortaya çıktığı dönem üç aşağı beş yukarı aynıdır. Aslında teoloji ile philosophia ilk başlarda özdeştir de. Üretim sürecinin ileriki aşamalarında bunlar toplumsal ihtiyaçtan dolayı birbirinden ayrışmış ve her biri kendi özgün alanını inşa etmiştir.
İlk filozofların çoğunlukla din adamları olmaları da bir tesadüf değildir. Kuşkusuz peygamberler filozof değildir, ancak din adamları içinden birçok filozof çıkmıştır. Peygamber soru sormaz, çünkü o vahyin sorgulanmasına izin vermez. Peygamber kesin sonuçlar sunar ve inananlardan buna kesin itaat ister.
Filozofsa Tanrı ve kutsal metinler de dahil olmaz üzere her şeyi sorgular, bunları anlamlandırmak ister ve aynı zamanda bunların akla uygunluğunu yoklar veya şeyleri kendine göre mantıklı açıklamalarla gerekçelendirmeye çalışır. Bu aynı zamanda kuşkunun, şüphenin, sorgulamanın, ikircikli tutumun da boy vermesi demektir. Felsefede materyalist akımın ortaya çıkmasının kökeni de burada yatar.
Felsefe hem geniş anlamda şeyleri sorgular hem de günlük hayatta kılavuz işlevi görür. Yeni tezler ortaya atar, insanı düşünmeye sevk eder ve günlük hayattaki uğraş alanlarını öncelikler sıralamasına göre düzene sokar. Felsefeyle uğraşanların günlük hayatlarını daha iyi planladıkları, hayatlarını daha anlamlı kıldıkları genel olarak kabul görür.
Felsefe gerçeğin peşine düşer. Nasıl karar verdiğimizi sorgular; doğru bilginin kökenine eğilir, bilgiye nasıl ulaşacağımızı merak eder. Tabii bunun yanı sıra felsefe ahlaki sorunları da gündemine alır.
Yaşamı anlamlı kılmanın ilkelerinin neler olabileceğini araştırır.
Yaşam tarzı ve normlar önerir. Bunları keyfi belirlemez, zorunluluklarla ve mantıkla açıklar.
Aynı şekilde felsefe, Tanrı ve din kavramını da tartışır. Tanrının varlığını açıklayabileceği gibi sorgular da; dinin gerekliliğini savunabileceği gibi, dinsel düşünüşün kökenine dair sorgulamalar da yapar.
Felsefenin dinle ilişkisi
Peygamberin değil, fakat din adamının filozof olabileceğini söylemiştik. Çünkü felsefe, aynı zamanda en soyut düşünsel etkinliktir. Metafizik, felsefenin alanıdır.
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: ilk filozoflar aynı zamanda ilk inananlardır. Hesiodos, Yunan mitolojisini inşa eden ilk büyük düşünürdür. Dinsizlikle ve toplumda huzursuzluk yaratmakla suçlanan Sokrates, her daim Tanrının kurallarına uyduğunu ama sistemli sorgulamayla (o buna “ebelik görevi” diyordu) toplumdaki mantıksızlıkları eleştirdiğini belirtecektir. Platon, felsefesinin temel ilkelerini “İdealar dünyasından” devşiriyordu. O, yüce ruhun izdüşümünü takip ediyordu. Çin’in en ünlü filozofu Konfüçyüs, Tanrısal gücün yeryüzündeki kurallarına uymayı vaaz ediyordu. Ama aynı zamanda adaletsizliği de sorguluyordu.
Ortaçağ’da Hıristiyan dünyasının en büyük filozoflarından biri Aziz Thomas’tı. Hümanizmin en büyük düşünürlerinden Erasmus aynı zamanda örnek bir Hıristiyan filozoftu. Ancak o Katolik kilisenin zorbalığına ve din adamlarının yaydığı hurafelere karşı isyan etmişti. Deliliğe Övgü kitabı bunun tanıdığıdır. 14.ve 15. yüzyılda Avrupa’da, Ortaçağ’dan çıkış sürecinde sivrilen bütün filozof ve düşünürler aynı zamanda iyi birer Hıristiyan’dılar. 1415’te Konstanz’da yakılan Jan Hüss, bunların en ünlüsüdür. Deist veya panteist filozoflar azınlıktaydı.
Aynı şey İslam kültür coğrafyası için de geçerlidir.
El-Kindi, Farabi, İbn Sina, İbn Tufeyl gibi düşünür ve filozoflar, aynı zamanda iyi birer Müslüman olduklarını ileri sürüyorlardı. Ama onlar Kuran’ın mantıkla bağdaşmayan yönlerini sorgulamaktan da geri durmuyorlardı. Kuran’ı ve Hz. Muhammed’i reddeden İbn er-Ravendi’nin Tanrıyla bir sorunu yoktu, ama dinden ve peygamberden kaynaklanan hurafelere düşmandı.
İmam Gazali ise iyi bir mümindi ama kuşkuculuğa neden olduğu için felsefeye düşmandı. Ama o, buna rağmen büyük bir filozoftu.
Büyük filozoflar esas olarak Tanrıya inananların içinden çıkmıştır. Kuşkusuz felsefe, dini bağnazlığın, hurafelerin boğucu ikliminde yeşerir ve şahlanır; ancak bunun yolunu her zaman inanan filozoflar döşer. Tanrıtanımaz veya dinsiz filozoflar, onlardan çok sonra devreye girmişlerdir.
Sorgulamak felsefenin işidir. Ancak felsefenin mutlak şekilde ilerici ve aydınlanmacı olması gerektiği düşüncesi olgularla örtüşmemektedir. Böyle olsaydı, birbirinden farklı felsefi akımların ortaya çıkması da mümkün olmazdı. İdealizmle materyalizm akımının geçmişi, insanlık tarihinin en eski dönemlerine kadar uzanır ki ayrıca bunlar da kendi içlerinde sayısız çeşide ayrılırlar.
Felsefe hem varlık olgusunu sorgular ve mevcut hurafelere karşı mücadele eder, ama aynı zamanda kendi içinde de çatışma yaşar. Çünkü herkesin kabul edeceği genel bir felsefi kural, yöntem, istikamet, ilke ve prensip yoktur. Dolayısıyla felsefe tarihte, dini sorgulamanın olduğu gibi dini tezleri temellendirmenin de aracı olmuştur.
Aziz Thomas’ın amacı felsefeyle dini uzlaştırmaktı. İbn Sina’nın amacı da buydu.
Son cümle: felsefe politika gibi düşünsel bir etkinliktir ve her ortamda gelişme olanakları bularak yeşerebilmektedir.