Sosyalizm teorisi, Lenin’in de vurguladığı gibi, ancak “mülk sahibi sınıfların eğitim görmüş temsilcileri tarafından, aydınlar tarafından” geliştirilebilir. Peki, Marksistler nasıl Marksist olur? Bu burjuva aydınları nasıl sosyalist aydınlara, işçi sınıfının aydınlarına dönüşür? Kendi başlarına sosyalist bilince ulaşamayacak olan işçilere bu bilinci verecek olan sosyalist aydınlar bu bilinci nasıl edineceklerdir? Aydınların “dışarısı” neresidir?
Sıradan işçilere ve emekçilere sosyalist bilincin ancak dışarıdan verilebileceği meselesi sosyalistlerin kadim bir tartışmasıdır. Politik bir tartışma olduğu kadar, öncü-kitle diyalektiği, öncü parti, kitleler içinde parti çalışması gibi -başta örgüt kuramı olmak üzere- kuramsal boyutları ve bilgi teorisine uzanan felsefi boyutları da bulunur. Esas olarak Lenin’in tamamen bu konuya hasrettiği ve Rusya’daki çeşitli sosyalist gruplarla tartıştığı Ne Yapmalı? adlı eserinden kaynaklanır. Ama farklı boyutları da düşünüldüğünde Marx ve Engels’in de, Mao Zedung’un da bu çerçeve içinde değerlendirilebilecek çözümlemeleri mevcuttur.
Lenin 1902 yılında kaleme aldığı Ne yapmalı?’da fikirlerini net bir biçimde formüle eder:
“İşçiler arasında sosyal-demokrat (o dönemde “komünist”lere verilen ad-eh) bilincin olamayacağını söyledik. Bu bilinç onlara dışardan getirilmeliydi. Bütün ülkelerin tarihi göstermektedir ki, işçi sınıfı, salt kendi çabasıyla yalnızca sendika bilincini, yani sendikalar içerisinde birleşmenin, işverenlere karşı savaşım vermenin ve hükümeti gerekli iş yasalarını çıkarmaya zorlamanın vb. gerekli olduğu inancını geliştirebilir. Oysa sosyalizm teorisi, mülk sahibi sınıfların eğitim görmüş temsilcileri tarafından, aydınlar tarafından geliştirilen, felsefi, tarihsel ve iktisadi teorilerden doğup gelişmiştir. Toplumsal konumlarıyla, modern bilimsel sosyalizmin kurucuları, Marx ve Engels’in kendileri de, burjuva aydın katmanındandırlar.”1
Açık bir nokta ama yine de belirtelim: Lenin bu eserinde “kendiliğinden bilinç”in kendisi ile değil, kendiliğinden bilinci abartan, kutsayan ve sosyalist bilinci küçümseyen kesimlerle, yani “kendiliğindencilik”le (çeviride “kendiliğindenlik” sözcüğü tercih edilmiş-eh) mücadele eder. Lenin’in bir olgu olan “kendiliğinden bilinç”e nasıl yaklaştığı ise ayrı konudur.
Anlamlı bir tartışma için, her yapıt gibi Ne Yapmalı?’nın da hangi koşullarda yazıldığını göz önüne almak gerekir. Lenin bu kitabı, dönemin Rusya’sında sosyalistler içinde etkin olduğunu düşündüğü ekonomizmle, kendiliğindencilikle, trade-unionculukla (mücadeleyi sendikacılıkla, kooperatifçilikle ve ekonomik mücadele ile sınırlamak) hesaplaşma hedefiyle yazmıştır. Bu nedenle kurama ve dışardan bilince özellikle vurgu yapması anlaşılır. Örneğin bürokratizmle, tepeden inmeci eğilimlerle tartışan bir yazıda elbette başka vurgular öne çıkacaktır (Lenin’in bu tür yazıları da vardır).
İkincisi, Ne Yapmalı?’nın yazıldığı dönemde (1902) Rusya’da sosyalist hareketin henüz zayıf ve toy olmasıdır. Burjuva ideolojisinin sosyalist ideolojiye oranla çok daha köklü olduğunu vurguladıktan sonra Lenin, -deyim yerindeyse- çubuğu dışardan bilinçten yana neden büktüğünü de şöyle açıklar:
“Ve herhangi bir ülkede sosyalist hareket ne denli genç ise, sosyalist olmayan ideolojiyi güçlendirme yolundaki bütün girişimlere karşı o denli gayretli savaşım verilmeli, ve işçiler o denli kararlı bir biçimde, ‘bilinçli unsurun abartılması’na vb. karşı feryat eden kötü danışmanlara karşı uyarılmalıdır.”2
Kısacası, Lenin’in Ne Yapmalı?’daki yaklaşımları bu toplumsal ve öznel koşullar bilinerek tartışılmalıdır. Her yazılanı, kendi bağlamı içinde (doğal sınırlılıklarını da dikkate alarak) değerlendirmek gerekir.
Fakat biz, şimdilik konunun başka bir boyutunu ele almak istiyoruz.
Peki, aydınların ‘dışarısı’ neresi?
Sosyalizm teorisi, Lenin’in de vurguladığı gibi, ancak “mülk sahibi sınıfların eğitim görmüş temsilcileri tarafından, aydınlar tarafından” geliştirilebilir diyelim… Peki, Marksistler nasıl Marksist olur? Bu burjuva aydınları nasıl sosyalist aydınlara, işçi sınıfının aydınlarına dönüşür? Kendi başlarına sosyalist bilince ulaşamayacak olan işçilere bu bilinci verecek olan sosyalist aydınlar bu bilinci nasıl edineceklerdir? Aydınların “dışarısı” neresidir? Kimsenin anasından sosyalist olarak doğmadığını veya sosyalist bilincin vahiy yoluyla verilmediğini bildiğimize göre, sosyalist olmak çok kişisel ve tesadüfî bir olgu mudur? Sosyalist bilinç, diğer aydınlara (ve aydın adaylarına), bu bilinci önceden bir şekilde edinmiş olanlar tarafından mı, yani okuyarak veya parti eğitimi yoluyla mı verilir? Öte yandan, bu yollarla verilen ve sosyalist olduğu iddia edilen bilincin gerçekten sosyalist olup olmadığı nasıl belirlenecektir? Bunun kıstası nedir?
Bunlar spekülatif sorular değildir. Hatta işçilerin sosyalist bilince nasıl eriştikleri sorusundan çok daha kuramsal ve felsefi boyutlar içerirler; bilginin kaynağı nedir ve o bilginin doğruya yakınlığının ölçütü nedir türünden felsefi meselelerle ilişkilidirler ve yanıtları bazı yönleriyle “işçilere dışardan bilinç” konusuna da ışık tutabilir.
Bu sorular sosyalist olduğunu iddia eden her kişi (ve örgüt) için geçerlidir, ama bizzat bilimsel sosyalist kuramın kurucuları olan Marx ve Engels’in nasıl Marksist olduklarını belirlemek bu soruların yanıtını vermek için iyi bir örnek oluşturabilir.
Marx, nasıl Marksist oldu?
Genç Marx ve Engels’in teorik gelişmeleri, sol-Hegelcilikten, Feuerbach’çılıktan başlayıp, o dönem aydınlar arasında hayli popüler olan sosyalist fikirlerden geçerek, temel ilkelerini kendilerinin geliştirdiği bilimsel sosyalizmin ilk basamaklarına varan bir çizgi izler. Bu gelişim, topu topu dört senede, Marx ve Engels’in gençlik dönemlerini kapsayan 1840-1844 yılları arasında gerçekleşir.
Elbette ikisi de hem o güne değin etkili olmuş felsefe okullarını, hem de çağdaş fikir akımlarını incelemişlerdi. Fakat geçmiş bilgi birikimini dağarcığına katmak, bilgiyi ilerletmek için gerekli koşullardan biri olmasına rağmen, hiçbir zaman yeterli olmamıştır.
Peki, Marx ve Engels’in bilinçlerindeki -aynı zamanda geçmiş birikiminden köklü bir kopuş anlamına da gelen- sıçramaya neden olan dinamikler nelerdi? Bu soruya yanıt verebilmek için; Marx ve Engels’in 1840 başlarında etkin bir düşünür olarak ortaya çıkmalarından, 1844’te çalışmalarını ortaklaştırmaya karar verdikleri güne kadarki yaşamlarını kısaca gözden geçirmek gerekli.
Marx Berlin’de öğrenimini sürdürürken, sol-Hegelcilere katıldı. Sol-Hegelci düşüncenin bir nevi teorisyenliğini yapan Ludwig Feuerbach’ın yazdığı yazı ve kitaplar, içlerinde Marx’ın da bulunduğu demokratik ve tanrı-tanımaz fikirlere sempati duyan gençleri büyük ölçüde etkilemişti.
Marx 1841 yılında eski Yunan felsefesi üzerine bir tez hazırlayarak doktorasını aldı, fakat kariyer yapmanın fikirlerini terk etmek anlamına geleceğini anlayınca akademiyi bıraktı. Ocak 1842’de Köln’de çıkmaya başlayan bir muhalefet yayını Rheinische Zeitung’da başyazar olarak çalışmaya başladı. Marx bu gazetede ilk siyasal yazılarını yazdı ve ilk kez yoğun bir siyasal mücadele içinde bulundu. Marx’ın başyazarlığında, Almanya’da halen etkili olan feodalizme karşı devrimci bir muhalefet yürüten gazete Mart 1843’te hükümet tarafından kapatıldı.
Marx’ın, bir yıl süren siyasal savaşım deneyimi kafasındaki Hegelci kalıntıları sildi ve Feuerbach’çılığı da aşıp sosyalizme hazır hale gelmesine yol açtı. 1843 Kasım’ında Paris’e gitti. Paris 1830’dan beri çeşitli işçi mücadelelerine sahne olmuş, sosyalist fikirlerin yaygın olduğu devrimci bir merkez konumundaydı.
Marx Paris’te aradığını buldu: Burjuvazinin kuyruğundan ayrılıp, kendi öz çıkarları için mücadeleye atılan ve örgütlenen proletarya. İşçilerle olan bu teması, katıldığı söyleşiler ve pratik mücadeleler, bilincinde bir sıçramaya yol açtı. Marx, kafasındaki büyük ideallere hangi toplumsal güce dayanarak, hangi sınıfın dinamizmiyle ulaşabileceğini net bir biçimde Paris’te kavradı. Fransa’da bir sayı yayınlanabilen “Fransız Alman Yıllıkları” adlı dergiyi çıkardı ve burada ulaştığı fikirleri ortaya koydu.
Friedrich Engels de siyasal hayatına genç Hegelcilerle ilişki kurarak başladı. 1841-42 yıllarında Berlin’de askerliğini yaparken Feuerbach’ın Hegelcilere yaptığı eleştirilerden etkilenmişti ve radikal demokrat bir çizgiye sahipti. 1843’te Manchester’a, babasının yanında çalışmak üzere gittiğinde henüz sosyalist değildi.
Kapitalizmin beşiği İngiltere’nin sanayi merkezi Manchester’da proletaryayı tanıdı. Babasının işyerinde işçilerle görüştü, onların yaşam tarzlarını inceledi. İşçilerin sefil koşullarda, yoksulluk içinde geçen yaşamları Engels’i etkiledi. Engels’in İngiltere’de geçirdiği ilk yıllarda Çartist hareketin saflarında mücadeleye katılması, işçi sınıfının yaşamı ve davranışları konusunda yaptığı dikkatli gözlemler, düşüncelerinin kökten değişmesine ve bilimsel sosyalizme doğru yol almasına neden oldu. Engels, 1845’te yazdığı “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu” adlı makalesinde, yaptığı gözlemleri teorileştiriyor ve bilimsel sosyalizmin ilk eserlerinden birini oluşturuyordu.
1844 yılında Paris’te tanışarak düşünsel çalışmalarını ortaklaştıran bu iki felsefeci ve aktivist, hiçbir masa başı çalışmasında yapamayacakları keşiflerini bu pratikler içinde gerçekleştirdiler: Proletarya dünyayı değiştirebilir ve yepyeni bir sistemin kurucu öncüsü olabilir.
Genç Marx ve Engels bu keşiflerinden sonra artık -sadece parlak birer filozof değil- ‘Marksist’tirler! Feuerbach üzerine yazdıkları tezlerinde de felsefecilere bu yöntemi önerirler. Yani yorumlamak yetmez, değiştirmek gerekir; mevcut teori yetmez, yeni pratik gerekir.
Marx ve Engels 1847’ye kadar yazdıkları çeşitli makale ve kitaplarda Hegelciliği ve Feuerbach’çılığı aştıkları noktaları açıklarlar ve o dönem geçerli olan küçük burjuva sosyalizmi ile kendileri arasındaki farkları ortaya koyarlar. Marx’ın “1844 El Yazmaları” 1845’te Engels ile birlikte yazdığı “Kutsal Aile”, 1845-46’da “Alman İdeolojisi”, 1847’de Proudhon’u eleştiren “Felsefenin Sefaleti” adlı eserleri ile Engels’in 1845’te yazdığı “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu” ile 1847’de “Komünizmin İlkeleri” adlı eserleri, bilimsel sosyalist kuramın temellerini attıkları, o döneme kadar edindikleri felsefi ve pratik tecrübeleri özetledikleri çalışmalardır.
Sosyalist bilincin kaynağı
Bu kısa yaşam öyküsü parçasından hangi sonucu çıkarabiliriz? Bilimsel sosyalist kuramın yaratıcıları olan Marx ve Engels’in bu kurama ulaşmalarının altındaki dinamik, işçilerin ve emekçilerin şu veya bu düzeydeki mücadeleleridir. Onların eğitimle edindikleri “felsefi, tarihsel ve iktisadi teoriler” bu emekçi pratiği ile temasa geldiği noktada sosyalist bilinç oluşabilmiştir. Bu pratik olmasaydı veya onlar temasa geçmeseydiler, Marx ve Engels de birer parlak burjuva kuramcısı olarak kalacaklardı. O halde ironik bir biçimde şu sonuca varabiliriz: Sosyalist bilincin esas kaynağı, emekçilerin kendiliğinden bilincidir! Daha doğrusu teorinin esas kaynağı, toplumsal pratiktir.
Yani emekçilerin kendiliğinden bilincini de yabana atmamak gerekir. Bununla bir şekilde birleşemeyen ve feyz almayan bir bilinç sosyalist bir bilinç olamaz. Aydınlara da sosyalist bilinç “dışarıdan” verilir. O “dışarısı” emekçi sınıfların, kitlelerin bağrıdır. Ve bu bir kere yapılıp biten bir süreç de değildir. Bir kere sosyalist olan kişi veya örgüt, artık bu konuda “bağışık” olacak diye bir şey yok. Sosyalist olduğunu iddia eden kişi veya örgüt ile emekçi pratiği arasındaki kanallar sürekli açık olmalıdır. Sadece emekçileri sosyalist yapmak için değil, daha da önemlisi o aydın kişi veya örgütün sosyalist olarak kalmasını sağlayabilmek için… Sadece öğretmek için değil, öğrenmek ve yenilenmek için de…
Aslında Lenin de adı geçen yapıtında bunu vurgular, “kendiliğinden unsur, özünde tohum halindeki bir bilinçlenmeden başka bir şey değildir” diye yazar.3 O “tohum”, bir emekçi için de, eğitim almış bir aydın için de gerek şarttır. O tohum olmadan sosyalist bilinç de olmaz. Bir Marksist, serada veya saksıda yetişmez. Ayrık otlarıyla temas etmeden, pratiğin içine girmeden, pür-i pak kalmaya çalışarak sosyalist bilinç gelişemez. Hem ne malum pür-i pak olduğu iddia edilen kuramın (veya politikanın), bırakın pür-i pak olmayı, doğru olduğu? Bunun tek kıstası yine pratiktir, emekçilerin bağrıdır.
Son olarak, neden ustaları Feuerbach’ın değil de Marx ve Engels’in bilimsel sosyalist kurama ulaşabildiğini irdeleyelim. Bu sorunun yanıtı teorinin nasıl ve kimler tarafından geliştirilebileceği konusunda güzel bir örneği oluşturuyor.
Feuerbach, tüm hayatı boyunca sınıf mücadelelerinden uzak kalmış, oturduğu küçük bir Fransız kasabasında pratikten kopuk felsefi soyutlamalar arasında gezinip durmuştur. Bu konumu Feuerbach’ın toplumsal savaşımların ortaya çıkardığı yeni sorunlardan ve bu sorunları çözme çabasından uzak kalmasına neden olmuştur. İşte tam da bu nedenle Feuerbach, siyasi mücadeleye dolaysız bir biçimde katılan ve saf tutan, toplumsal sınıfları ve gelişmeleri yakından izleyen eski öğrencileri Marx ve Engels tarafından aşılmış ve geride kalmıştır.
Kendiliğindenciliği elbette eleştirmek gerekir. Fakat bu eleştiriyi “kendiliğinden bilinci” eleştirme noktasına kadar götürüp abartanlar, beslenme kaynaklarını kesmiş ve sonuç olarak kendiliğindenciliğe hizmet etmiş olurlar. Çünkü sorun kendiliğinden bilinci eleştirmek değil, onun sosyalist bilince nasıl dönüşebileceğinin yollarını bulmak, bunun için çabalamaktır. Bu yaklaşım kavrandığında “kendiliğinden bilinç” küçümsenecek, aşağılanacak bir şey değil, çıkış noktası olarak değerlendirilebilecek bir olgu olur. Bir sosyalist örgüt, kendiliğinden bilince kapılarını kapatarak değil, onu kendi pratiği içinde dönüştürmeye ve geliştirmeye öncülük etmeye çalışarak sosyalist olarak kalabilir. Bunu yapmayan sosyalist örgütün sosyalistliği ancak “kendinden menkul” olur ve ciddiye alınacak bir tarafı kalmaz.
“Bilinç dışarıdan verilir” formülü diğer boyutları göz ardı edilir, tek başına ele alınır ve kutsanırsa, tipik burjuva yaklaşımı ile araya sınır çekilemez. Lenin’in devrimci formülü, bilenler bilmeyenlere anlatsın formülüne, eğitimin her şeyin anahtarı olduğu formülüne dönüşür. Teori-pratik diyalektiğini göz ardı eden, bilginin kaynağının yine bilgi olduğunu savlayan görüştür bu, yani idealizm… Tıpkı İncil’in ilk cümlesi olan “Başlangıçta söz vardı” önermesi gibi. Oysa biliyoruz ki, başlangıçta eylem vardı; doğanın evriminde de, canlılığın evriminde de, insanın evriminde de, toplumun evriminde de… “Söz”ü bu “eylem” yarattı.
Kitleler nasıl dönüşür?
Bilinç dışardan verilir; ama nasıl? Sosyalist bilince ulaşmış örgüt ile kendi başlarına taş çatlasa kendiliğinden bir bilince ulaşabilecek emekçi kitleler arasındaki açı nasıl kapatılacaktır?
Bu sorunun sadece “teknik” bir sorun olduğunu, bir örgütlenme ve kitleler içinde propaganda çalışması sorunu olduğunu düşünmek kadar hatalı bir şey yoktur. Böyle bir yaklaşım, sosyalist devrimin ne olduğunu, diğer devrimlerden (örneğin burjuva demokratik devrimlerden) ne farkı olduğunu kavramamak anlamına gelir. Sosyalizm sadece kapitalizmi devirmek değildir; sınıflılık durumunu tümden ortadan kaldırmak demektir. Marx, tarihte ilk kez bir sömürülen sınıfın (proletaryanın), kendisi ve giderek tüm toplum için harekete geçebilme potansiyeli bulunduğunu, ezilen insanlığın bu düzeye geldiğini savlar. Sosyalist devrim, (burjuva demokratik devrimlerde olduğu gibi) bir sömürücü sistemin yerini başka bir sömürücü sistemin alması değil, sömürünün tümden ortadan kaldırılması demektir ve proletarya bunu yapabilir. Zaten Marx’ın -kendi deyimiyle- en büyük buluşu da budur. Sosyalizm partinin iktidarı değildir, emekçilerin iktidarıdır. Bu da sadece teknik bir sorun değildir. Yani bilinçler arasındaki açının kapanması sorunu, partinin teknik bir derdi değil, başlı başına devrimin ve sosyalizmin kendisidir. Parti bir “amaç” değildir, zorunlu bir “araç”tır. Kısacası, parti (yani sosyalist bilinç) fazla “dışarıdan” kalırsa, onun yapacağı şey -eğer bir şey yapabilirse- sosyalizm olmaz. Sosyalizm “kendisi için sınıf (ve toplum)” ile gündeme gelebilir; “kendisi için parti” ile değil. “Kendisi için sınıf” ile “kendisi için parti” arasında ters orantı vardır.
Marx’ın bu noktada son derece öğretici bir çözümlemesi var; şöyle yazıyor:
“Devrim, yalnızca yönetici sınıfı devirmenin başka yolu olmadığı için değil, fakat aynı zamanda onu deviren sınıf ancak ve ancak bir devrim içinde kendisini geçmişin birikmiş pisliklerinden temizleyebileceği ve böylece toplumu yeniden kurabileceği için de zorunludur.”4
Marx burada, devrimin sadece bir iktidar değişimi olmadığını, asıl olarak devrimi yapan emekçi sınıfların kendi pratikleri içinde dönüşümleri olduğunu belirtiyor ve kitlelerin devrimci pratiğinin devrim ve sosyalizm için belirleyiciliğini vurguluyor. Bu vurguyu Marx’ın 19. yüzyıldan 20. yüzyıla, hatta günümüze tuttuğu bir ışık olarak görmek gerek. Sosyalizm, bilinçli terzilerin topluma biçtikleri “mükemmel” bir elbise değildir; o elbise kitlelerin devrimci pratiği içinde dikilir. Emekçiler dışardan yapılacak salvo atışlarıyla değil, ancak kendi pratikleri içinde dönüşebilirler, dönüştürülebilirler. Öncünün rolü, bunun kanallarını açmaya çalışmaktır.
Ya ‘bilinç vericiler’ yozlaşırsa…
Bilinç vericilerin (yani öncü partinin) yozlaşmasına karşı ne gibi sigortaların geliştirilebileceği meselesi sosyalizm pratiklerinin en önemli sorunlarından biriydi. Hep kitlelerin (öğrencinin) geriliği-yozluğu üzerinde kafa yoruldu. Peki, öncülerin (öğretmenin) yozlaşması? Sosyalistlerin iktidarda olduğu dönemde çok daha yakıcı olmasına karşın, muhalefet dönemlerinde de farklı biçimlerde kendini hissettirir bu sorun. Partilerin tüzükleri, gelenekleri ne ölçüde sigorta işlevini görebilir? Bunların yeterli olmadığını, gerek 20. yüzyıldaki sosyalizm pratiklerinde gerekse tek tek kendi deneyimlerimizde gördük. Bu sorun sadece iç tedbirlerle çözülemiyor.
Sıradan emekçinin bir sigortası vardır: O doğal olarak bir sınıfın üyesidir. Verdiği yaşam kavgası, en doğalından sınıf mücadelesidir. Aydının (öncünün) ise böyle bir sigortası yoktur. O sınıfını kendisi seçer ve sürekli yeniden seçmek durumundadır. Emekçinin doğal bir kökü vardır, ama aydının yoktur. Bu durum onun savrulmasına yol açabilir. Özellikle iktidar gücü (hem büyük hem de küçük iktidarları kastediyorum) savrulmalara ve yozlaşmalara neden olabilir. Aydın (öncü) bunu kendi kendine bir dereceye kadar önleyebilir, ama tamamen önleyemez. Bu bilincin ona “dışardan” verilmesi gerekir; “dışarı”nın onu sürekli beslemesi, zorlaması, denetlemesi ve ayar vermesi gerekir. “Dışarısı”, emekçi kitlelerin doğal sınıf mücadeleleri, yani kendiliğinden bilinçleridir. Buradan beslenmeyen bir öncü, bir sosyalizm, her türlü yozlaşmaya açık hale gelir.
Sosyalizm için asıl tehlike de, kitlelerin yozlaşması değil yönetenlerin yozlaşmasıdır. Kendiliğinden bilincin sosyalist bilince ihtiyacından çok, sosyalist bilincin kendiliğinden bilince ihtiyacı vardır. Emekçilerin partiye ihtiyacından çok, partinin emekçilere ihtiyacı vardır. Çünkü Modernite, aydınlanma, devrim ve sosyalizm -bilincinde olsun veya olmasınlar- esas olarak emekçi kitlelerin ihtiyacıdır, aydının, öncünün ve partinin değil. O halde yozlaşma sorunu yukardan aşağıya çözülemez, ancak aşağıdan yukarıya çözülebilir. Bu dinamiğin ve onun mekanizmalarının oluşması ve bu mekanizmaların emekçi kitlelerin inisiyatifinde olması, gerek sosyalizmin kurulması gerekse insanlığın toplumsal evriminin sürmesinin tek garantisidir. Yani devrim sürekli olmalıdır. Devrim gerekirse sosyalist iktidara veya iktidar parçalarına karşı da yapılmalıdır.
Bu, kolay bir şey değil. Kendiliğinden bilincin, ya da daha doğrusu doğal bilincin gelişmesi ve düzeyinin artması ile olanaklı. Fakat bir tedbir olarak, “devrim hakkı”nın, “iktidarları devirme hakkı”nın tüzüklere ve anayasalara (küçük-büyük toplum sözleşmelerine) konması gerekir. Sosyalist iktidarın “emekçi iktidarı” olmasının gereği budur. Yoksa “emekçi iktidarı” kolaylıkla “parti iktidarı”na dönüşebilir; kaldı ki geçmiş deneyimlerde dönüşmüştür de…
Kendiliğinden bilincin sosyalist bilince dönüşmesi en önemli sorun; ama bu sorunun çözümü dışarıdan bilinç şırınga etmekte değildir (bu, ancak burjuva sosyalizmi, devlet sosyalizmi olabilir). Çözüm sürekli devrimdir; “dayatılan” demokrasi değil, “doğrudan” demokrasidir. En üsttekinin değil en alttakinin tekrar ve tekrar harekete geçmesidir. Kolay değil, ama başka çare yok. Kitleler, devrim yapa yapa dönüşürler, devrimcileşirler.
Bu konu sadece sosyalizmin değil, genel anlamda Modernite’nin de temel sorunudur. “İnsanlık nasıl aydınlanacak?” sorusuna yanıt arayışı… Geleceğin temel sorusu.
Dipnotlar
1) V. İ. Lenin, Ne Yapmalı?, Çev. Muzaffer Erdost, Sol Yayınları, 10. baskı, Ankara, 2016, s.38-39.
2) Aynı eser, s.50.
3) Aynı eser, s.37.
4) K. Marx, Marx’ın Toplum Kuramı – Seçme Metinler, Çev. Özer Ozankaya, Doğan Yayınları, Ankara, 1971 s.19 (Alman İdeolojisi’nden).