Ana Sayfa Bilim Gündemi Dindarlar daha mı ahlaklı?

Dindarlar daha mı ahlaklı?

1045

Ne yazık ki yanlış bir yargıyı düzeltmek çok zor. Ateistlerin ya da agnostiklerin ahlaken eksik oldukları ve dini inanç sahibi olmanın ya da kurumsal bir dine bağlı olmanın kişiyi doğal olarak ahlaklı biri haline getirdiği yanılgısından söz ediyorum. Ateist ve agnostiklerin oranı genel toplum içinde yüzde kaçtır? Ya da ateistler daha çok mu suç işlerler? Ahlaki tutum ve davranış tek başına sadece kişinin dini inançlarına bağlanabilir mi? Coğrafyamızda bu sorulara yanıt veren net çalışma ve sonuç aklıma gelmiyor. Belki benim dikkatimden kaçmıştır ya da belki daha düşük olasılıkla hiç çalışılmamıştır. Sözümüz meclisten dışarı deyip diğer coğrafyalarda bu sorulara yanıt bulmaya çalışanlar ne gibi sonuçlar elde etmişler bir bakalım.

Oxford Üniversitesi yayınlarının çıkardığı Dünya Hıristiyanlık Ansiklopedisi rakamlarına göre dünya nüfusunun %84’ü belirli kurumsal bir dine bağlıdır. Nijerya’da halkın %98’i inançlı olduğunu, Endonezya’da ise nüfusun onda dokuzu din ve Tanrı uğruna canlarını verebileceklerini ifade etmiştir. İrlanda piyasa araştırmaları bürosunun anketinde nüfusun %87’si inançlı olduğunu belirtmiştir. Britanya toplumunda 2011 yılında yapılan araştırmada ise halkın %72’si Hıristiyan, %3’ü ise Müslüman olduğunu belirtmiştir. Amerika’da 2007 yılında yapılan Pew Forum anketine katılanların %97’si Tanrı veya bir evrensel ruha inandığını, %58’i günde bir kez ibadet ettiğini belirtmiştir. Federal Hapishaneler Bürosu istatistiklerine göre hapishanedeki mahkûmların yalnızca %0,2’si ateisttir. Bu rakamlar dünya genelinde inançlı nüfus oranının belirgin bir biçimde yüksek olduğunu, ateist nüfusun ise oldukça küçük yüzdelerde kaldığını göstermektedir.

Engizisyon zindanını betimleyen bir çizim.

Şimdi başınızı ellerinizin arasına alın bir düşünün bakalım geçmişte veya yaşadığınız zaman diliminde üzülerek haberdar olduğunuz soygunu, tacizi, cinayeti, katliamı, şiddeti bunca ahlaksız eylemi hep bu oran olarak küçük kalmış ateist gruplar mı gerçekleştirmiştir. Sadece bu basit sorunun yanıtı bile yazının başındaki yanlış yargıyı yerle bir etmeye yeter de artar bile. Ama elin oğlu bu kadarla kalmamış, bilimde şüphe esas olduğundan bu yargıyı doğru mu yanlış mı diye enine boyuna incelemiş.

Bazı araştırma sonuçları

20.yüzyılın tam orta yeri 1950 yılında Murray Ross, YMCA’nın (Young Men’s Christian Association) 2000 üyesi ile bir anket yapmış, agnostiklerle ateistlerin yoksullara yardım etme isteklerini belirtmeleri olasılığının, kendilerini koyu dindar olarak niteleyen kişilere kıyasla daha yüksek olduğunu bulmuştur. Travis Hirschi ve Rodney Stark, 1969’da düzenli kiliseye giden ve gitmeyen çocuklar arasında çocukların kendi bildirimlerine göre suç işleme olasılıkları açısından bir fark olmadığını bulmuştur. Benzer bir bulgu da 1975 yılında Ronald Smith, Gregory Wheeler ve Edward Diener adlı araştırmacıların çalışmalarında elde edilmiştir; dini okullara giden üniversite öğrencilerinin kopya çekme olasılığının, dini okullara gitmeyen ateist ve agnostik yaşıtlarından daha düşük olmadığını bulmuşlar. David Wulff’un din psikolojisi alanında yaptığı bağlılaşım çalışmalarından oluşan araştırması; “dine bağlılık, kiliseye gitme, doktrinsel ortodoksi, dine verilen önem vb” ile “etnomerkezcilik, yetkecilik, dogmacılık, toplumsal mesafe, katılık, belirsizliğe tahammülsüzlük, diğer etnik ve dini gruplara karşı çeşitli önyargılar” arasında tutarlı bir olumlu bağlılaşım olduğunu ortaya çıkarmıştır.

Hıristiyan Mennocu Amish grupları ile gelenekçi Yahudi gruplarının çocuk ve ergenleri ile yaptıkları çalışmada Nucci ve Turiel (1991), bu gruplar için dinin kurallarının grup üyeleri için bir zorunluluk olarak görüldüklerini, buna karşın bu dini kuralların ahlak kurallarından farklı bir şekilde kavramsallaştırıldıklarını göstermişlerdir. Otorite kaynağını Tanrı sözünün oluşturduğu kurallar Tanrı tarafından belirlenmemiş olsa başka türlü davranmanın kabul edilebileceği yaygın düşünce iken, ahlak kurallarına gelince yapılan yorumlar farklıdır. Denekler, uzlaşımsal dini kuralların din otoriteleri tarafından yasal bir şekilde değiştirilemeyeceğini düşünüyor. Deneklerin tümü, her soruda Tanrı’nın herhangi bir şekilde buyruğu olmadığı eylemlere girişmenin sakıncası olmadığını belirtmişler. Amish ve Yahudi çocuk ve ergenlerinin çoğu diğer dinlerin üyelerinin kendi dinlerinin uygulamalarına ters düşen eylemlerinin kabul edilebileceğini belirtmişler. Yani dini kurallara uyma zorunluluğu diğer din gruplarını da içine alacak şekilde genelleştirilmemiş. Ahlaki davranışlar konusundaki yorum farklılıkları hemen göze çarpar. Deneklerin çoğu (sorulara göre %84 ile %100 arasında değişen oranlarda) kurallar Tanrı tarafından verilmiş olmasa da, ahlaka aykırı davranmanın kötü olacağı kanısındadır. Tanrı herhangi bir şey buyurmamış olsa da hırsızlık yapmak ya da başkasına fiziksel olarak zarar vermek kötüdür. Deneklerin çoğunluğu (soruların çoğunda %88 ile %97’si) ahlak kurallarını değiştirmenin ve başka dinlerden olanların bu kuralları ihlal etmesinin kötü olduğunu düşünmektedir.  Görünen o ki kişinin ahlaki açıdan olumlu davranışlara sahip olup olmaması dindar olup olmamasından bağımsızdır.

Kişinin ahlaki açıdan olumlu davranışlara sahip olup olmaması dindar olup olmamasından bağımsızdır.

Davranışlarımız tek bir nedene indirgenemez

Suçu bir tek şeye örneğin ırka, inanca, sosyal sınıfa veya bir gene indirgeme merakı yüzyıllardır var olagelmiştir. Bu beyhude çaba bilim topluluğu içinde de dönem dönem filizlenmektedir. 20. yüzyılın son dönemlerinde insan davranışlarına ilişkin her şeyi genlerle açıklama çılgınlığı ortalığı kasıp kavuruyordu. İşte o günlerde suça eğilimi aktaran güya kimi genler bulunduğu iddia edilmişti. Örneğin fazladan bir Y kromozomu taşıyan erkeklerin genetik olarak suça eğimli oldukları üzerinde spekülasyonlar koparılmıştır. Ama örneğin Danimarka’da yapılan bir araştırmada 1944-1947 yılları arasında doğan 30000 erkek arasında sadece 12 çift Y kromozomlu erkek saptanmıştır. Bu kadar seyrek rastlanan bir genetik fazlalığın insan saldırganlığını ve suça eğilimi açıklaması olası değildir.

Buna benzer olarak suç yükü fazla olan bir ailede yapılan bir araştırmada araştırmacılar ailenin suç dosyası kabarık erkek bireylerinde monoamine oxidase A’yı kodlayan gende mutasyon tespit ettiler. Devamında araştırmacılar çok geniş bir örneklem üzerinde suçluların bu genine baktılar ve araştırmaya dahil edilen hiçbir suçluda benzer bir mutasyona rastlayamadılar. Bu mutasyon yalnızca o ailede her nasılsa suçlu erkek bireylerde rastlanabilen bir gendi yani. Koskoca bir toplumdaki tüm suç kayıtlarını açıklamaktan çok ama çok uzaktı.

En basit davranışlarımız dahi tek bir nedene indirgenemez. İnsan biyolojik, sosyal ve kültürel bir canlıdır. Bu üç katmanın karşılıklı etkileşimleri ve birbirleri ile iç içe geçmiş bağları ile var olabilmiştir.  Ahlaken olumsuz bir davranışın kökeninde de yalnızca biyolojiyi ya da yalnızca sosyal veya kültürel bir etkeni aramak aşırı basite kaçmak ve dolayısıyla gerçekten uzaklaşmak anlamına gelmektedir.

Davranışlar algıları belirliyor

Biz insanlar zekâ açısından değil de daha ahlaklı olmak açısından kendimizi diğerlerinden üstün görmeye eğilimliyizdir. Yapılan geniş katılımlı bir araştırmada 829.000 lise son sınıf öğrencisine anket uygulanmıştır; hiç kimse başkaları ile geçinebilmek kategorisinde kendisini ortalamanın altında değerlendirmemiştir. Hatta deneklerin %25’i de kendilerinin bu açıdan en üst %1 aralığında olduğunu belirtmiştir. Sigara içenler sigara içen kişi sayısının olduğundan daha yüksek olduğunu düşünürler. Yani davranışlar algıları belirler. Ahlaki davranış kalıbı da ahlaki algıyı belirler. Yalan söyleyen insanlar yalancıların sayısını aslında olandan daha fazla olduğunu tahmin ederler. Yine bir araştırmada, eşlerini aldatanların ve gelir vergisinde hile yapanların aynı şeyleri yapan kişi sayısının aslında olduğundan çok daha yüksek olduğunu tahmin ettikleri gösterilmiştir. Yani ötekini kendi tutum ve davranışlarımızdan hareketle değerlendirmeye meyilliyiz. Değerlendirmelerimizin getirdiği otomatik hareketler ötekine karşı ahlak algımızı oluşturur. Burada unutulmaması gereken basit gerçek şu olmalı;  bize benzemeyeni ya da bizim gibi düşünmeyeni ötekileştirmek ve ötekini olumsuzlamak bizi ahlaken daha iyi yapmayacağı gibi olumsuz tutum ve ön yargılarımız da ötekini olduğundan daha başka birisi haline getirmez. Eskiler boşuna dememiş;  kişi kendini bilmek kadar irfan olamaz.

Picasso’dan bir çizim (Flowers)

Ötekini birinci elden tanımak

Ötekini ilk elden tanımak, duyulan olumsuz yargıyı yok etmenin en iyi yoludur. Biz insanlar iş başa düştüğünde ya da bir başka deyişle ikilemin ortasına düştüğümüzde daha insancıl daha fedakâr olma eğilimini taşırız. Bu düşünce çok ilginç ve öğretici bir düşünsel deney düzeneği ile sınanmıştır. İki ayrı senaryo oluşturulmuş. İlki şöyle; bir tramvay kontrolden çıkmış yolu üzerindeki beş kişiyi öldürmek üzere, siz makasın oradasınız, makası değiştirdiğiniz esnada bu beş kişi kurtulacak ama kontrolsüz tramvayın yeni yolu üzerinde bir kişi var ve siz makası değiştirdiğinizde o bir kişi ölecek. Bu soru deneklere sorulduğunda çoğu insan duraksamadan makası değiştireceğini söyler. İkinci senaryo ise biraz değiştirilmiş; yine kontrolsüz tramvay beş kişinin üzerine gitmektedir ancak o anda raylara sizden daha yakın birisi var ve siz onu iterseniz o kişi ölecek ama diğer beş kişi kurtulacak. Ahlaki hesap aynı, beş kişiyi kurtarmak için bir kişiyi feda etmeniz gerekiyor. Ancak ikinci senaryoya çoğu denek hemen hayır demektedir.

Bu farklılık nasıl açıklanabilir? İlk senaryoda denek sadece makası değiştirecektir ve bir kişinin ölmesine yol açan şey tramvaydır, ancak ikinci senaryoda kişi bir diğer insanı kendisi raylara itecektir yani işin direkt içindedir. Princeton Üniversitesi’nden Joshua Grene beyin görüntüleme teknikleri yardımı ile deneklerin bu iki ikilem üzerinde düşünürken beyinlerinde ne olup bittiğini incelemiştir. İkinci durumda yani deneğin bir kişiyi raylara itmesi gerektiği durumda deneklerin beyinlerinin duygusal alanlarında birinci senaryoya kıyasla çok daha büyük bir faaliyet olduğu görülmüştür. Birebir içinde olduğumuz durumlarda daha duygusal ve daha olumlu olma eğilimindeyiz. Öteki ile aramızdaki mesafe azaldığında yani ötekine yönelik olumsuz yargımız ile aramıza kanlı canlı ötekini koyup sosyal teması sağladığımızda ona karşı daha iyi olabilme şansını yakalarız. Çünkü biyo-sosyo-kültürel canlılar olarak bu donanıma sahibiz.

Kaynaklar:

1) Michael Shermer, “İyilik ve Kötülüğün Bilimi” Çeviri: Gül S., Varlık yay. 1. basım 2007.
2) Jean-Pierre Changeux, “Etiğin Doğal Kökenleri”, Çeviri: Nermin Acar, Mavi Ada yay., 1. basım  Ağustos 2000.
3) Lewis Wolpert, “İnanılmaza İnanmak”,  Gürer Yayınları / Popüler Bilim Dizisi  Çev.: Füsun Elioğlu, 1.basım 2011.
4) Genlerimizle Yaşamak, Dean Hamer & Peter Copeland, Çeviri: Fatih Özbay, Evrim Yay. 1. basım Nisan 2000.

Kaynak: Bilim ve Gelecek, Sayı:97, Mart 2012, s.18-20

Önceki İçerikBiliminsanları, bükülerek yürüyebilen bir malzeme geliştirdi
Sonraki İçerikHücrelerimize benzer yapıda bulunan sentetik hücre üretildi