Ana Sayfa Dergi Sayıları 193. Sayı Spinoza’nın demokrasiye bakışı

Spinoza’nın demokrasiye bakışı

3772
0

Spinoza bir yandan sanatlar ve bilimlerin bilgisi üzerine kurulu demokratik gelişim olanaklarını arar. Öte yandan demokratik düzen ortaklaşma ve işbirliği olmadan yürümez. Bu nedenle bireylerin huylarına uygun yatkınlıklarını geliştirebilecekleri bir ortamı devlet sağlamalıdır. Demokratik cumhuriyetlerin yasa düzeni halkın ortak ruhunu yansıtabilmeli, kalıcı ve ussal bir biçimde oluşturulabilmelidir. Ancak ilgili toplumun halkı da özgürce yaşamaya yani gelişime açık olmalıdır.

Özellikle günümüzün koşullarında demokrasiyi salt yönetim biçimi olarak göremeyiz. O her şeyden önce bir anlayıştır, bir bakış biçimidir. Yönetim düzeyinde sorunu ele alırsak şöyle diyebiliriz: temsili dizgelerde halka kendisi için çalışacak kişileri yani yöneticileri seçme hakkı tanınır ya da tanınmalıdır. Ama demokrasi adına kültürel değerlerden beslenen çok daha geniş bir bakış biçimi toplumun ruhuna yerleşmediğinde o toplumun içinden seçilen temsilciler de o toplumun bir parçası olduğundan ortaya verimli sonuçlar çıkmayacaktır. Eski Yunanistan’da da filozoflar seçenlerin ve seçilenlerin niteliğinden yakınıyorlardı. Ayrıca o dönemlerde yerleşim alanlarının nüfus yoğunluğu günümüzdeki kadar değildi. Demokrasi o zaman çoğunluğun yönetimi diye tanımlansa da Atina demokrasisi bile bir bakıma görünüşte demokrasiydi: herkesin meclise katılıp sorunlarını tartışabilmesine olanak yoktu. Bildiğimize göre ülke nüfusunun dörtte üçü yönetime katılamıyordu. Günümüzde hızlı nüfus artışları sorunu iyiden iyiye karmaşıklaştırıyor. Konuya olumlu yanından bakılırsa insanlar bugün teknolojinin yardımıyla görünüşte daha kolay bilgiye erişebiliyorlar. Bu da demokrasi yolunda insanlara güç kazandırıyor. Ancak geniş kitleler nitelikli eğitimden yoksun oldukça ve çağın gerektirdiği mesleki ve kültürel gelişimlerin uzağında kaldıkça ilgi alanları sınırlanıyor. Çoğunluk kültürel yetersizlik içinde teknolojinin pırıltılı yanlarına kapılıyor. Dar ilgi alanları içinde gündelik yarar ve hazzın ötesine geçemeyen insan gerçek sorunlarının ne olduğunu da sorgulamıyor.

Böylece kültürel değerler olan bilim felsefe ve sanattan beslenmeyen ülkelerde halk kolay yoldan bir şeyler elde etmenin peşine düşüyor. Gerçek insani etkinliklerin yerini hırslar, açgözlülükler ve başkasını ortadan kaldırmaya yönelik bir rekabet isteği alıyor. Oysa üst düzeyde kültür değerlerinden beslenen toplumlarda insanlar arasında saygı temelinde güçlü bağlar kurulabilir. Saygılı ortaklaşmalar kurulamadığında da ne ailede ne toplumda ne mecliste insanlar gerçek sorunlarını tartışıp konuşma olanağı bulabiliyor. Herkesin kendi gücünü içtenlikle ortaya koyabildiği bir ortaklaşma düzeninde gerçek demokrasiden söz etmek olası olacaktır. Kültürel niteliği bozulmuş bir toplum daha çok atomlaşmış özellikleriyle kendini gösteriyor. O ortamda bireyler yaşamı salt kendi pencerelerinden görüp başkalarını anlama çabası göstermiyorlar ve dış dünyadan aldıkları etkilere benzer tepkiler gösterebiliyorlar ama tepkilerinin insani olup olmadığını sorgulamıyorlar. Dar ilgi alanlarına sıkışarak hiçbir huzursuzluk duymadan her yaptıkları onaylansın istiyorlar. Kendilerine yapılan en küçük eleştiriyi bile hemen düşmanlıkla karşılıyorlar. Kültürel ilgileri daraldıkça kolayca yönlendirilir duruma geliyorlar ve kendilerine sunulan yapay sorunlarla oyalanıyorlar.

Spinoza’nın Ethica’sı Aristoteles’in Ethika Nikhomekheia’sı gibi geniş bir açılımla yazılmıştır: bir tür siyasete giriş kitabı gibidir.

Spinoza’nın ahlak ve bilgi temelli demokrasi anlayışının önemi burada kendini gösteriyor: O yönetim biçimi olarak eski Yunanistan’daki doğrudan demokrasi anlayışına bağlı kalsa da genel bakışıyla günümüzün demokrasi kavrayışına yaklaşıyor. Ona göre de demokrasi aynı zamanda kültürel birikime dayalı bir bakış biçimi bir yönelim biçimi olmalıdır. Onun demokrasi anlayışının temelinde Sokrates’ten Platon’a ve oradan günümüze kadar uzanan bilge insan ahlakı vardır. Eski Yunanistan’da da günümüzdeki gibi demokrasinin ayırıcı özelliklerinden biri özgürlüktür. Eski filozofların demokrasiyle ilgili kaygısı nitelikseldi: çoğunluk yoksul ve eğitimsiz olduğu için özgürlüğü bir tür başıbozukluk olarak anlayacaktı. Bu nedenle Platon Devlet’inde önce erdemli filozofların, daha sonraki siyaset çalışmalarında da tek bir erdemli kralın düzenleyiciliğini gerekli görmüştür. Aristoteles’se kuramsal olarak soyluluktan yana olsa da uygulamada orta kesimin etkin olduğu bir yönetim (politeia) düşünür. Ama o da niteliksiz gördüğü zanaatçılara yönetimde etkin bir görev vermeyi düşünmemiştir.

Spinoza demokratik cumhuriyetleri en uygun siyasal yönetim olarak görürken bu büyük Yunan filozofları gibi bir nitelik kaygısı duyar. Ancak o tam tersine demokratik cumhuriyeti önemser. Çünkü demokrasi gelişime açık özgür insanlardan oluşan toplumlara yaraşır. Kendini özgür kılmayan ve toplumsal yaşama etkin bir biçimde katılamayan bir birey ister istemez her söylenene inanabilecek ve siyasal yaşam içinde her yöne savrulabilecektir. Bu nedenle demokratik cumhuriyet insanın yapısına en uygun yönetim biçimidir. Gerçek insani çabalar yetkinleşebilmeyi gerektirir. Bu yönde eğitim de demokratik toplum düzenini geliştirebilecek etkin bir araçtır. Spinoza bireyin kendini eğitmesinin gereği üzerinde önemle durur, toplumsal düzeyde eğitime yalnızca yarım kalan Anlığın düzenlenmesi çalışmasında değinir: eğitim dizgesi doğa bilgisini vermelidir. Böylece eğitim dizgesi toplumsal düzenin etkin bir biçimde işlemesine yardımcı olacaktır. Ayrıca verimli bir toplumsal düzen için eğitimbilim kadar ahlak felsefesi de gereklidir.

Spinoza’nın heptanrıcılığında Doğa ve Tanrı özdeştir. Onda da Stoa düşüncesindekine benzer biçimde Doğa kendinden çıkanı kendinin kılar. Doğa’dan her tekil şey bir belirlenim düzenine göre yani zorunlu nedensel ilişkiler zincirine bağlı olarak çıkar. Spinoza’da bir natura naturans (yaratan doğa) natura naturata (yaratılan doğa) ayrımı olsa da ikincisi Doğa’nın sonsuz özniteliklerine bağlı olarak çıkan kiplerdir. Tanrı’nın sonsuz özniteliklerinden insan yalnızca düşünce ve uzamı kavrayabilir. Onların kipleri ruh ya da zihin ve beden ya da cisimdir. Cisim ve beden şeylerin devinimi ve dinginliğiyle ilgilidir. Bu kiplerden giderek doğayı ve parçası olduğu kendini tanıyıp anlandığında insan kendini özgür kılabilir. Çünkü insan kendini yalnızca düşünceden giderek değil bedenine bağlı tutkularından da giderek tanıyacaktır. Spinoza kendi döneminin koşulları içinde insana özgü ruhbilimsel olguları da önemser. Spinoza’nın katlı bilgi anlayışında doğanın ve kendinin bilgisine ulaşma çabasında (conatus) olmak bile önemlidir. Yaşama etkin bir biçimde katılanlar salt filozoflar değildir. Kişi belli bir bilimsel kavrayışla ortak kavramsal bilgiye ulaştı mı başka insanlarla yaşamı etkin bir biçimde götürmek için kapıyı aralar. Yine de insan mutlak bir gerekliliğe göre işleyen Doğa ya da Tanrı kadar yetkin olamaz.

Spinoza Sokrates’ten Platon’a uzanan anlayıştan yanadır: bilge insan ahlaklıdır ve toplumsal yaşama etkin bir biçimde katılır. Spinoza’nın Ethica’sı Aristoteles’in Ethika Nikhomekheia’sı gibi geniş bir açılımla yazılmıştır: bir tür siyasete giriş kitabı gibidir. Bu çalışma varlık ve bilgi anlayışı üzerine kurulur. Spinoza bilgi anlayışında Descartes ve Leibniz gibi Platon’cu bir çizgiyi benimser: bilginin kaynağında deneyden çok usun ağırlığı vardır. Ethica’da üç katlı bir bilgi sıralaması verilir. Filozof 1662’den önce yazmaya giriştiği ama yarım kalan çalışması Tractatus de İntellectus Emandatione’de (Anlığın düzenlenmesi üzerine inceleme) dört katlı bir bilgi anlayışı belirler. En alt düzeyde bilgi söylenti ya da keyfi biçimde üzerinde uzlaşılan bir işaretle edinilir. İnsanlar söylentiye dayalı bilgiyle kendi doğum günlerini, anne babalarının ya da başka kimselerin doğum günlerini bilebilirler. Böylesi bilgi herkeste olup kimse bu bilgiden kuşkulanmaz. Oysa Spinoza’ya göre bu bilgi kipindeki belirsizlik kendinde açıktır. Bu bilgi türüyle hiçbir şeyin özünü algılayamayız. Hatta sonradan özü bilinebilecek bir şeyin tekil varoluşunu da tanıyamayız. Böylece söylentiye dayalı kesinliğin bilimlerde yeri olmaması gerekir. Çünkü kişi kendi kavrayıcı anlığını devreye sokmadıkça yalnızca sıradan bir şeyin işitilmesinin bırakacağı bir etki söz konusu olamaz.

Spinoza’ya göre demokrasi aynı zamanda kültürel birikime dayalı bir bakış biçimi bir yönelim biçimi olmalıdır.

Bu çalışmadaki ikinci bilgi türü Ethika’da birinci bilgi türüdür. Bu bilgi anlığın belirleyici bir etkisinin olmadığı kaba deney bilgisidir. Bu bilgi güçlü bir sunumla kişiye ulaştığından ve çelişmezlik ilkesine uygun olduğundan kişide sarsılmaz bir biçimde yerleşik gibi durur. Öleceğimizi bu kaba deney bilgisiyle biliriz. Bunu bilmek için aynı dönem içinde yaşamamız ya da aynı hastalıktan ölmemiz beklenmez. Kaba deneyle yanıcı yağın alevleri besleyeceği ve suyunsa alevleri söndüreceği, köpeğin havlayan bir hayvan ve insanın ussal bir hayvan olduğu gibi bilgilerimiz edinilebilir. Spinoza verdiği bu örneklerin ışığında kaba deney bilgisiyle ancak yaşamımızda kullanımı olan şeyleri öğrendiğimizi belirtir. Ama ona göre bu bilgiyle kalıcı bilgiye ulaşmak söz konusu değildir ancak algılanacak olan doğadaki şeylerin raslantılarıdır. Böylesi kaba deneysel bilgiyle özsel bilgiye de ulaşılamaz. Bu nedenle Spinoza’ya göre kaba deney bilgisini dışta bırakmak gerekir.

Spinoza Ethica’da bilgi anlayışını üç aşamalı verirken ilk aşamaya imgelemsel bilgi ya da sanı bilgisi adını verir. Bu çalışmada imgelemsel bilgiyi ikiye ayırarak verse de bu iki aşamayı artık tek bir bilgi türü içinde sınıflar. İlki kaba deneysel bilgidir. Bu bilgi duyuların bize sunduğu ancak anlığın kullanımı açısından bölük pörçük, bulanık ve düzensiz denilebilecek türde bilgidir. İkincisi belli sözcükleri işite işite ya da okuya okuya edindiğimiz ve bizde o şeyleri çağrıştıran işaretlerden gelen bilgidir. Bir şeyler imgelendiğinde o şeylerle ilgili çağrışımlara dayalı benzer fikirler oluşturulur. Sonuçta Spinoza duyuma dayalı bu ikili ayrımı imgelemsel bilgi ya da sanı bilgisi adı altında birleştirir. Onun duyulur bilgiyi genel olarak güvenilmez görmesinde bilginin kavranışında anlığa ya da bir başka deyişle özneye ağırlık veren bakış açısı etkilidir. Tanrı’nın ya da Doğa’nın neden olduğu bilgi değişkenin bilgisi değil, tanrısal anlığa bağlı zorunlu ilişkilere dayalı kesin bilgidir. Spinoza’ya göre insan ruhundan çıkan fikirlerin ancak bir tamuyar fikirden çıktığını söylediğimizde aslında tanrısal anlıkta Tanrı’nın nedeni olduğunun dışında bir fikir olduğunu söylemiyoruz. Burada belirleyici olan Tanrı’nın sonsuzluğu ya da tekil şeylerin etkisi altında olması değildir, Tanrı’nın tek başına insan ruhunun özünü kurmuş olmasıdır. Spinoza böylece ortak denen kavramların kaynağını ve usavuruşumuzun temellerini gösterdiğini düşünür.

Ortak kavramsal bilgiye ancak nedensel bağlantıları etkin bir biçimde görebildiğimizde ulaşırız. Oysa duyusal bilgi nedensel bağlantılara bizi yöneltebilir ama tek başına nedensel bağlantıları göstermez. Duyusal bilgiyle sağlam kavram içeriklerine sahip olamayız. Bu bilgi düzeyinde yanılsamalar olağandır. Çünkü bedenimizi etkileyen duyusal veriler dışımızdaki nesneleri doğru değerlendirmemiz için yetmez. Örneğin Güneş’i olduğundan çok daha farklı boyutta ve farklı uzaklıkta algılarız. Bu bilgi düzeyindeki izlenimlerimiz doğa ve insan üzerine köklü düşünceler üretmeye yetmez. Güneş’i görüp büyüklüğü ya da uzaklığı konusunda yanılabiliriz. Ama imgelemsel bilgi Güneş’le ilgili değerlendirme yapmaya bizi yöneltir. Spinoza Ethica’da ussal bilgiyi şöyle tanıtlar: “Şeylerin özellikleriyle ilgili ortak kavramlara ve tamuyar fikirlere sahip oluşumuzdan giderek bu bilgiye us ya da ikinci tür bilgi diyorum.” Spinoza Anlığın düzenlenmesi’nde ussallık katını üçüncü bilgi düzeyi olarak açıklar. Bir şeyin nasıl başka bir şeyin sonucu olduğunu görmeye bu katta başlıyoruz. Örneğin şöyle değil de böyle bir bedeni duyduğumuzu açıkça algılıyorsak, buradan çıkardığımız sonuç açıkça ruhun bedenle birliğidir ve bu birliğin nedeninin bir duyum olmasıdır. Böylece Spinoza’da bilgi katları arasındaki geçişin birbirinden kopuk olmadığı, alttan yukarı doğru birbirine dayandığı görülebilir. Duyum olmasa beden ve ruhun birliğinin kavramsal bilgisine ulaşmak da olası olmayacaktır. Ancak uslamlama gücü olmadan yalnızca duyumla da neden sonuç bağlantısı kurulamayacaktır. Örneğin görmenin doğasını bildiğimizde Güneş’in görünenden büyük olduğu sonucunu çıkarırız. Bu tür bilgiyle bir şeyin fikrine ya da kavramsal içeriğine sahip oluruz. Böylece yanılgıya düşmeden sonuç çıkarma olanağı buluruz. Spinoza usa uygun kavramsal düzeydeki bilgiyi bu bilgi katında görür.

Spinoza tanrısal kayraya, mucizelere ve ölüm sonrası ödül ve cezalara dayalı bir din anlayışını benimsemez ve dinbilimi felsefeden ayırır.

Ethica’da bu iki bilgi türünün dışında bir de sezgisel bilgi vardır: “Bu bilgi türü Tanrı’nın belli özniteliklerinin biçimsel özünün tamuyar fikrinden şeylerin özünün tamuyar bilgisine doğru ilerler.” Spinoza’nın aynı çalışmadaki örneği Descartes’ın sezgisel kavrayışına benzer. Buna göre dördüncüye ulaşmak için üç sayı varsayarsak üçünden giderek dördüncüyü buluruz. Üçüncüye ikinciyle, ikinciye birinciyle ulaşılacağını varsayarız. Bir dizide daha karmaşık sayılar için formül gerekebilir, ama 1, 2, 3 gibi basit sayılarda Eukleides’in yedinci kitabının on dokuzuncu önermesindeki gibi göstermeye gerek kalmadan oransal olarak dördüncü sayının 6 olduğunu herkes görebilir. Spinoza’nın Eukleides’den aldığı formülde ikinciyle üçüncü sayının çarpımı ilk sayıya bölünmektedir. Spinoza sezgisel bilgiyi Descartes gibi matematiksel kesinlikte bir bilgi olarak görür. Anlığın düzenlenmesi’nde de bilinen şeyi özüyle kavramak yolunda bu bilgi temel alınır. Örneğin insan ruhun özünün bilgisine sahip olursa ruhun bedenle birliğini de kavrayacaktır.

Spinoza bu çalışmasında da örneğini matematiksel bir kesinliğe göre verir. İkiyle üçten beşe ulaşılması, iki koşut çizgiye göre çizilen üçüncü çizginin öbür çizgilerle koşutluğu Spinoza’nın örnekleridir. Sezgisel bilgiyle yanılgıya uğrama tehlikesi olmadan bir şeyin tamuyar özünü biliriz. Böylesi açık bir bilgi, bilinmeyen şeylerin bilgisi adına kullanılmalıdır. Böylece Spinoza başka şeylerin bilgisine ulaşmada Descartes gibi sezgisel bilginin gücünden yararlanır. Spinoza’da gerçekten ussal bilginin yardımıyla en üst bilgi katına ulaşan insan tam anlamıyla erdemli ve özgür olur. Sezgisel bilgi düzeyine ulaşan filozofun durumu Platon’da İdea’ların üst bilgisine yani İyi İdea’sına yükselip yukarıdan bütün İdea’ların katlarını gören filozofun durumuna benzer. Spinoza’nın bakış açısına göre filozof Doğa’nın özünü kavrayıp kendi bilimsel kavrayışı içinde kavramsal düşünceye egemen olur. Platon’da olduğu gibi ancak yaşamı bütünüyle kavrayan erdemlidir ve katıksız bir mutluluğu yaşar. Katıksız mutluluk insana yaşarken ölümsüzlük duygusunu tattırır.

Spinoza’da özgürlük insanın yetkinliğine dayandığından gerçek bir erdemdir. Yetersiz insana özgür diyemeyiz. Spinoza gerçek özgür insanı usunu kullanabilen yani en azından ikinci bilgi katına ulaşabilmiş insan olarak görür. Böylesi bir insan doğa yasalarına göre varolma ve edimde bulunma gücüne sahip olduğu için özgürdür derken Spinoza şunu demek ister: gerçek yararının farkında olan insan özgürdür. Temelde tüm canlılara yararlı olan yaşamını koruyabilmektir. Ancak insan yaşamını koruyabilmek için bilinçli bir çaba içine girebilir (conatus). Spinoza da Hobbes gibi uygar yaşam öncesindeki insanı daha çok usunu kullanabilen değil de tutkularını dinleyen bir insan gibi tanıtlar. Spinoza’ya göre insan usuna bağlı duygulanımlarını ayırt edemezse doğal olarak kıskançlıklara, öfkelere, hırslara kapılmaya açıktır. İnsanın yapısını gösterdiği zayıflıklar için suçlayamayız. İnsanlar yetkinleştikçe yani bilinçlendikçe kendi yapılarını, genelde insanın yapısını ve kendilerinin doğayla olan ilişkilerini doğru değerlendirdikçe birbirine karşı doğru eylemlerde bulunacaklardır. Kendini uygar kılamamış bir insan başka her canlı gibi salt iştahını izler. Ancak insan iştahının bilincine sahip olduğu zaman ortaya koyduğu istem onun gerçekten kabaca iştahı değil onun bilinçli arzusu olur. Bilinçli insan bedeniyle ruhuyla üst düzeyde yaşamını koruyabilir. Üst düzeyde kendini koruyabilmenin bilincine ulaşan biri kendi bireysel etkinliğinin başka insanlarla olan ortaklaşmadan kopuk olmadığını fark etmiştir. Spinoza bu nedenle uygar yaşamda “insan insanın Tanrı’sıdır” söylemini nasıl daha iyi geçerli kılabileceğimizin yollarını arar.

O insanı Hobbes’dan farklı bir biçimde dönemin doğa kuramcılarından Pufendorf gibi ve hatta daha da fazla toplumsallaşmaya yatkın bir varlık olarak alır. İnsan doğal olarak kendine benzeyen bireylerle yakınlık kurmaya yatkındır. Herkes başkalarının mutluluğunu paylaşıp kendi mutluluğunu arttırmaya eğilimlidir. Bu insani özellik Spinoza’da demokrasinin insanın yapısına neden en iyi uyduğunu da açıklar. Çünkü Hobbes’un düşündüğünün tersine yönetimi tek bir kişinin eline ya da yapının eline bırakmak insanın zayıflıklarını görmezden gelmektir. Zayıflıklarımız doğamızdan gelir. Spinoza Hobbes’dan ve etkilendiği Platon’dan ve Stoa’cılardan daha gerçekçidir. Hobbes’a eleştirisi tek kişinin tutkulara kapılmaması ne kadar gerçekçidir diyedir. Ayrıca Platon ve Stoa açısından eleştirileri şöyledir: hem filozof kralların yönetime gelmeleri gerçekçi değildir hem de usuyla tutkularına egemen olan insanların kuracağı uyumlu bir düzen gerçekleşebilir değildir. Çünkü tutkularına söz geçiremeyen kitleler yani imgelemsel bilgi düzeyinde kalan insanlar her kesimin içinde vardır. Bu nedenle ussal olumlu yasalar bilgisiz insanların verebileceği zararlara karşı gereklidir. Olumlu yasalar kadar dinin ahlaki özünün kitlelere açıklanması da siyasal çekişmelerden gelebilecek zararlara karşı önleyicidir. Yine de Spinoza bilgisiz insan zorunlu olarak yanlış yapar demez. Hatta onlar kendileri için doğru olanı görse bile yanlış yola sapabilir. Çünkü onlar uslarını kullanarak davranmadıkları için kolayca etki altına girip siyasal çevrelerce kullanabilirler.

Özellikle dini söylemler bu konuda etkilidir. Bu nedenle dinin özünün ahlaki olduğu ve “komşuna sevgiyle davran” türü söylemlere dayandığı gösterilmelidir. Yani dinsel açıdan da yapıp edilenlerin adaletli olmasına bakılmalı dinsel dogmalar bir yana bırakılmalıdır. Buna göre Spinoza tanrısal kayraya, mucizelere ve ölüm sonrası ödül ve cezalara dayalı bir din anlayışını benimsemez. Kutsal kitaplara da doğa tarihine yönelişimizdeki gibi ussal yönelmek gerekir. Ancak dinsel metinlerin farkı eğretilemeli bir dille yazılmış olmalarıdır. Bu nedenle bu metinlerdeki eğretilemeli dil dinin ahlaki özünü ortaya çıkaracak bir biçimde yorumlanmalıdır. Böylece Spinoza dinbilimi felsefeden ayırır. Bu ayrım toplumda aydınca çabaların bozulmaması için gereklidir. Çünkü bilgisiz insan her zaman için bilgili insana karşı bir çekemezlik gösterip nefret duyabilir. Siyasal çevrelerce bilgisiz kesimler dine dayandırılan boşinançlı söylemlerle kolayca aydın insanlara karşı kullanabilir. Bu durum toplumsal kargaşaya yol açıp gelişim olanaklarının önünü kesecektir.

Spinoza özellikle toplumsal yaşama etkin bir katılım için insanın gerçek duygularını tanıması gerektiğini düşünür.

Spinoza’nın demokrasiyi salt yönetim biçimi olarak görmemesi insanın doğasına en uygun olan bir anlayış olarak görmesi önemlidir. Onun bu anlayışının kökeninde yatan şudur: “(…) usunun yönetiminde olan insanlar, yani kendilerine usun yol göstericiliğinde yararlı olanı arayanlar kendileri için iştahlanmadıklarını başkaları için de arzulamazlar ve böylece onlar adaletlidirler, iyi niyetlidirler, onurludurlar.” Spinoza’da ikinci bilgi düzeyine ulaşmış insan eylemlerini dinin gerçek özü olan ahlaka da uygun bir biçimde gerçekleştiriyordur. Yani eylemlerini genel insani değerlere aykırı olmayacak biçimde yapmaya çalışıyordur. Spinoza’da bir yandan yaşamı etkin bir biçimde paylaşmak ve kendi mesleki uğraşını hakkıyla yapmak önemlidir öte yandan bir toplumda özgürce kendi düşüncelerini yayıp, açıklayabilmek ve hatta tartışabilmek önemlidir. Spinoza kendi düşünceleri derken de daha çok sanatsal ve bilimsel etkinlikleri dikkate alır. Çünkü toplumu kültürel anlamda demokratik bir gelişime açık kılacak olan bilimsel ve sanatsal etkinliklere ilişkin tartışmaların özgürce yapılabilmesidir. Böylesi demokratik ortamı kurabilmek insanların birbirlerini anlamaya yönelik bir kişiliğe ulaşmalarını gerektirir.

Spinoza özellikle toplumsal yaşama etkin bir katılım için insanın gerçek duygularını tanıması gerektiğini düşünür. Bu konuya varlık ve bilgi anlayışını açıkladığı Ethica’da geniş bir yer ayırır. Ona göre ussal bilgi yoluna giren kişi yüreklice bilginin peşindedir. Böylesi bir insan ortak kavramsal dünyayı paylaşacak insanlarla huzursuzluk duymadan bir araya gelmeye hazırdır. Spinoza kendi öğretisini hoşgörülü tartışma ortamına zemin hazırlayıcı bir öğreti olarak da görür. Böylece insanlar usa uymayan duygulanımlarını denetleyecek ve aşırı tepkiler vererek bir ortaklaşma ortamını dağıtmayacaklardır. Michael A. Rosenthal’in Ethica’dan alıntılayarak “Tolarance as a Virtue in Spinoza’s Ethics” (Spinoza’nın etiğinde erdem olarak hoşgörü) makalesinde vurguladığı gibi insanın direngenlik ve yücegönüllülük gibi sağlam ruhlu yani güçlü bir özyapısı olduğunu gösteren olumlu duygulanımları da vardır, hırs gibi insanı hoşgörüsüzlüğe iten duygulanımları da vardır.

Spinoza’da zaten direngen ve yücegönüllü kişi ruhu sağlam biri olarak başkasına nefretle, öfkeyle, kıskançlıkla ya da kızgınlıkla yönelmez, aynı zamanda başkasına alaycı ve kibirli tavırlarla yaklaşmaz. Böylesi tutumların yerleşmesi doğru yaşamakla ilgilidir. Dinin gerçek temelini içeren genişlikteki böylesi bir anlayışa Ethica’nın dördüncü bölümündeki 37. ve 46. önermeler dikkate alınarak ulaşılabilir. Spinoza’nın 37. önermesi Hobbes’un doğa yasalarından çıkarılabileceğini düşündüğü ve İncil’de de yer alan sözünü anımsatır: “Sana gereken şudur: başkaları sana nasıl davranmalıysa sen de onlara öyle davran.” Spinoza 37. önermede Hobbes’un Leviathan’da koşullu buyruğa göre söylediği bu sözü daha olumlu ve evrensel değerlere açılacak biçimde verir. “Erdem arayan herhangi birinin kendi adına iştah gösterdiği iyi onun aynı zamanda başka insanlar için de arzusudur ve Tanrı’nın bilgisi ne kadar çok elde edilirse bu arzu o kadar büyük olacaktır.” Spinoza’nın söylemi duygudaşlığın bilgi kazanımı ölçüsünde olacağını gösterdiği için Hobbes’unkinden farklıdır. Onun ahlakında doğa bilgisine dayalı bir evrensel sorumluluk fikrine ulaşılır. Benzer bir görüşü bir yüzyıl sonra Kant geliştirecektir. Kant’ın ahlakı doğrudan doğanın bilgisine dayanmaz. Ama evrensel koşulsuz bir ilkeye bağlı oluşuyla ödev kavrayışı çerçevesinde kendini ortaya koyar.

Kant’ın koşulsuz ilkesine benzeyen Spinoza’nın 46. önermesi hesapsız ve hoşgörülü davranış biçimini yansıtır: “Usun yol göstericiliğinde yaşayan biri yapabildiği kadar sevgiyle ya da yücegönüllülükle kendine yönelik olan başkasının kinini, öfkesini, küçümsemesini karşılar.” Böylece insan içgüdüsel olan iştahını bilinçli bir arzuya dönüştürebildiğinde toplumsal yaşamda hoşgörü ortamı kurulabilir. Ethica’da bilgiye dayalı olan hoşgörü ortamının temeli 37. ve 46. önermelerden çıkarılan sonuçla gösterilir. Bu sonuç Hobbes’un doğa yasalarından getirdiği sonuca yaklaşır: “Usun yol göstericiliğinde biri kendisi için iştahlandığını başkası için de arzular.” Burada Spinoza’nın Hobbes’dan farkı arzu sözcüğünü içgüdüsel değil bilgi temelli kurarak hoşgörüye dayalı iletişimin ve ortaklaşmanın önemini göstermiş olmasıdır. Hoşgörüyü getiren duygudaşlık için usun yol göstericiliğine gereksinilmesi iletişimde duygulara ağırlık veren 18. yüzyılın İngiliz filozofu Hume’un duygudaşlık anlayışından farklıdır. Spinoza’da usuyla ikinci bilgi katına ulaşma çabasındaki insanlar yani ortak bir kavramsal dünyayı paylaşabilecek düzeyde kendini yetiştirmeye çalışan insanlar gerçekten başka insanlara duygudaşça yaklaşabilecektir. İmgelemsel düzeydeki insanlarsa hırslarına teslim olup kurulu bir hoşgörü ortamı varsa bunu da kolayca dağıtabilirler. Yücegönüllü insan hoşgörülü düzene olumlu bir biçimde katılırken hırslı olan biri kamusal tartışmaya yalnızca kendini göstermek için katıldığından kendi zayıf kişiliğini tantanalı görünümlerin altına gizleyerek kamusal tartışmaya zarar verir. Spinoza’nın deyişiyle “Hırs şana olan ölçüsüz bir arzudur.” Hırslı insanların tüm çabası başkalarına hoş görünmek adınadır. Aslında başkalarına hoş görünmek adına eylemlere girişenler ya da bu eylemlerden kaçınanlar kendilerine ya da başka insanlara zarar verecek biçimde davranıyorlardır. Böylesi zarar verici eylemlere bile değişik durumlarda insanca davranış demek alışkanlıktandır.

Alçakgönüllü eylemler de hırsla girişilen eylemlerin öbür türlüsüdür. Alçakgönüllü görünmeye çalışan kişilerin zayıflıklarıyla ortaya çıkan bir tür üzüntülü durumdur. Ama bu tür kişiler de hırslı ve kıskançtır. Böylesi insanlar seyrek olarak ortaya çıksa da içtenliksiz davranışlarıyla onlar da değişik biçimde hoşgörülü bir tartışma ortamını bozarlar. Çünkü kişisel hesaplarla davranan birinden hoşgörülü bir davranış beklenmez. İçtensizliklerin altında yatan da kabaca kişinin şanını göstermek istemesidir: “Hırslı bir kişi şandan başka bir şey arzulamaz utançtan başka bir şeyden korkmaz.” Buradaki şan ünlü olma ve onurlu görünme isteğiyle ilgilidir. Bununla birlikte üçüncü bilgi düzeyinde katıksız mutluluğa ulaşan filozofun zihinsel doyumu bu filozofun şanından ayırt edilemez. Ancak burada filozofun duyabileceği şan duygusu dışa yönelik olmaktan çok kişinin yapıp ettiklerinin hoşnutluğunu yaşamasıyla ilgilidir. Kendinden hoşnutluk da zaten Spinoza’da usumuza bağlı olan bir duygulanımdır.

Sonuçta Spinoza’ya göre hırs hastalıklar arasında sayılmasa da açgözlülükle ve şehvetle birlikte bir tür çıldırma biçimlerine örnek gösterilebilir. Böylesi yapıdaki insanlar Spinoza’nın ölçütleriyle hoşgörü ortamını bozacaktır. Spinoza bir yandan sanatlar ve bilimlerin bilgisi üzerine kurulu demokratik gelişim olanaklarını arar. Öte yandan demokratik düzen ortaklaşma ve işbirliği olmadan yürümez. Bu nedenle bireylerin huylarına uygun yatkınlıklarını geliştirebilecekleri bir ortamı devlet sağlamalıdır. Spinoza Dinbilimsel siyasal inceleme’de bu konuyla ilgili şunu söyler: “Hayır, ben devletin amacının insanları ussal varlıkların koşullarından vahşi hayvanların ya da robotların koşullarına geçirtmek olmadığını yineliyorum, ama tersine devletin amacı insanların özgürce uslarını kullanabilecekleri kadarıyla ruhlarının ve bedenlerinin bütün işlevlerini güvenle yerine getirebilmeleri için varedilir, bu amaç kötü niyet gütmeden birbirine katlanmak kadar kin, öfke ya da kurnazlıkla birbirleriyle çatışmamak için varedilir. Devletin amacı böylece özgürlüktür.” Spinoza yönetim biçimlerini ayrı ayrı Siyasal inceleme’de ele alsa da demokrasiyle ilgili kısım yarım kaldığından demokraside kurumların nasıl işleyebileceği üzerine düşünceleri ancak mutlakyönetim ve soylulukla ilgili görüşlerinden çıkarılabilir. Filozof geniş katılımlı birbirini denetleyen meclis yapıları öngörür. Olabildiğince güçler ayrılığı fikrinin esin kaynağı olacak biçimde yasama, yürütme ve yargı erkleri arasında ve içinde denetim düzenekleri oluşturmaya çalışır. Demokratik cumhuriyetlerin yasa düzeni halkın ortak ruhunu yansıtabilmeli, kalıcı ve ussal bir biçimde oluşturulabilmelidir. Ancak ilgili toplumun halkı da özgürce yaşamaya yani gelişime açık olmalıdır. Spinoza halkın gelişime açık olduğu bir ortamda demokrasinin amacını Dinbilimsel siyasal inceleme’de şöyle vurgular: “Demokrasinin insanları iştahın saçma egemenliğinden kurtarmak ve olabildiğince huzurla ve uyumla usun sınırları içine getirmekten başka bir amacı yoktur”. Demokratik düzen ortadan kalkarsa tüm yapı çökeceğinden insanların kişisel gelişimlerinin önünü açacak biçimde bilimleri ve sanatları desteklemek gerekir. Yasa çıkarmakla alkolizm ya da beslenme bozuklukları gibi insani zayıflıklardan kaynaklanan durumlar giderilemez. İnsanın kültürel etkilerle bilinçlenmesine yol açabilecek bir ortamı yaratabilmek gerekir. Spinoza daha çok insanın kendini bilinçli kılarak topluma katılmasının gereği üzerinde durmuştu. MÖ 5. yüzyılda Demokritos da demokratik yönetimden yana olup yasayla her sorunun çözülemeyeceğini söylemişti. O daha çok insanların yanlış eylemlerini onları bilinçlendirerek giderebileceğimizi düşünmüştü. Bilinçli yurttaş kendisine neyin yararlı neyin zararlı olduğunu değerlendirebilecektir.

Spinoza dönemsel bakış gereği egemen gücü (meclis) çok büyük bir yetke gücüne sahip olarak görse de yurttaşların uygunsuz yasalarla ilgili dileklerini meclise iletebilmelerine olanak sağlanması gerektiğini düşünür. Ayrıca halktan sorunları gizleyip günümüzün “aleniyet ilkesi”yle bağdaşmayacak tutumlar da devlete zarar verecektir. Halkın gelişimine olanak veren siyasal düzen kendisine karşı güvensizliklerinin önünü keseceğinden aslında kendine de yarayan bir iş yapar. Ancak her türlü baskıya dayalı düzen yozlaşmaların önünü açacaktır. Çünkü insanlar inanmadığı işlere giriştiğinde ahlaki çöküntü başlayacak. Her türlü kolaycılık ve kurnazlık toplumu saracaktır. Bu nedenle filozoflar da içinde her türlü aydından gelecek kültürel çaba toplumun dönüşümüne katkı yapacaktır yeter ki ilgili toplumda bu çabayı ortaya koyacak insan kaynağı olsun.