Ana Sayfa Dergi Sayıları Olağanüstü Mayıs Sayısı Bir gazeteci profili olarak Basiretçi Ali Bey

Bir gazeteci profili olarak Basiretçi Ali Bey

393
0

Osmanlı tarihinin dönüm noktalarından olan Tanzimat’ın getirdiği önemli yeniliklerden biri basın yayın yaşamının filizlenmesidir. İlk zamanlar devlet tarafından yayımlanan resmi nitelikteki gazeteler ile gayrimüslimlerin çıkardığı yabancı dillerdekilerin arasına, yüzyılın ortalarına doğru Osmanlıca gazeteler eklenir. İmparatorluğun kaderi üzerine tartışmaları bir kamuoyu oluşturacak şekle sokmaya başlayan bu çeşitliliğin doğal sonuçlarından biri, farklı gazeteci profillerinin ilk örneklerinin ortaya çıkması olacaktır.

Türk basın tarihi 1831’de II. Mahmut’un buyruğuyla yayımlanan ilk Resmi Gazete Takvim-i Vekayi ve 1840’ta bir İngiliz özel girişimi olmasına rağmen ancak devlet desteğiyle ayakta durabilmesi nedeniyle yarı resmi bir nitelik kazanan Ceride-i Havadis’le başlar. Bu gazeteleri fazla zaman geçmeden dönemin aydınları tarafından çıkarılan Tercüman-ı Ahval, Tasvir-i Efkar, Muhbir, İbret gibi örnekler izler. Toplumun eğitim gereksinimleri ve bu yöndeki güncel tartışmalar doğrultusunda bu ilk gazeteler, onları çıkaranlar tarafından, yalnızca günlük olayların okuyucuya aktarılması için değil, halkın eğitilmesi için de önemli bir aydınlanma aracı olarak düşünülmekte ve sunulmaktadır. Sonuçta, Fransız Devrimi’nin heybetli dalgalarının Babıali kayalıklarına vurmasının üzerinden ancak elli altmış yıl geçmiştir. II. Mahmut’un önayak olduğu yabancı dil öğrenme hamlesine, 1848 Devrimlerinin karşı darbelerinden kaçıp Osmanlı topraklarına sığınan yabancı aydınlar da eklenince, Avrupa’yla entelektüel alışveriş artar. Bu dönemde yetişip parlayan Şinasi, Agah Efendi, Namık Kemal, Ahmet Mithat, Ali Suavi gibi isimler, öncü fikirlerle bir araya geldikleri gazetelerinde toplumsal sorunlar ve politik gelişmeler üzerine düşünce, eleştiri ve önerilerini yazmaktadır. Ancak yavaş yavaş gazetelerin kamuoyu oluşturmadaki gücünden dolayı saray çevresindeki iktidar mücadelelerinde önemli birer silah haline gelmesi, devlet ile basın arasındaki ilişkilerin denetim, baskı ve sansür çerçevesinde gelişmesine neden olacaktır.
19. yüzyılda Osmanlı’nın iç dengelerini dış ilişkilerin etkisinden bağımsız değerlendirmek oldukça zordur. Bu iç içelik, imparatorluk içinde yerli basın kadar yabancı basının da güç kazanıp etkili olmasının nedenidir. Birinci Dünya Savaşı öncesine kadar Osmanlı topraklarında, yüzde sekseni Fransızca olmak üzere, yabancı dillerde çıkartılan 200 kadar süreli yayının varlığından söz edilebilir. Bazıları Osmanlı’nın dış politikası üzerinde Avrupa devletlerinin bakış, etki ve çıkarlarını doğrudan yansıtan bu gazete ve dergiler, kapitülasyonlarla elde ettikleri hakları kullanarak, yerli basının sahip olmadığı bir özgürlükten de yararlanmaktadır. 1860 tarihli Matbuat Nizamnamesi ile denetim altına alınmak istenen bu duruma, dönemin yerli gazetelerindeki eleştiri dozunun giderek artışının da eklenmesi, 1867’te Sadrazam Ali Paşa tarafından hazırlanan ve bu yüzden “Ali Kararnamesi” olarak adlandırılan baskıcı bir düzenlemeye yol açar. Basın üzerinde giderek artan devlet denetimi, dönemin etkili gazetelerini çıkaran Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi gibi önemli isimlerin yurtdışına gidip yayınlarını oradan sürdürmelerine neden olacaktır. Kolayca söyleyebiliriz ki, Tanzimat sonrası dönem basınının genel görünümü bir yandan devletin artan baskı ve sansürünü, bir yandan da kalem sahiplerinin karmaşıklaşan uluslararası ilişkiler sarmalını yansıtmaktadır. Öyle ki, Osmanlı’da yeni bir gazete çıkarmak için izin almanız gereken yer Dahiliye değil Hariciye Nezareti’dir.

Ali Bey’in ‘Basiret’i
Bir modern zaman uğraşı olarak gazeteciliğe soyunmanın zorluklarını göze alanlar arasına giren 1830 küsur doğumlu Ali Bey hakkında, babasının ilmiye sınıfından gelip Vidin eyaleti kadı naibi olması, kendisinin sarayda yetişmesi ve hayata gazetecilik yapma hevesiyle atılmış olması dışında pek bir bilgiye rastlanmaz. 1867 yılında eğitim bilimleri ve politikadan söz etmek üzere Basiret adında bir gündelik gazete çıkarmak için dilekçesini Hariciye Nazırı Fuat Paşa’ya veren Ali Bey’e yayın ruhsatı, Girit’teki ayaklanma nedeniyle talepleri geciktirilen Rum gazetelerine örnek olmaması için, ancak iki yıl bekletildikten sonra verilir. Gerçi devlet bu gecikmeye karşın gazetenin sorunsuz çıkabilmesi adına masraflara karşılık 300 altınlık bir ödenek sağlamıştır, ancak Basiret’i çeşitli baskılarla kendi kontrolü altında tutmakta da kararlıdır. Ali Bey’in kendi ifadesiyle “Tatyos’un kırık dökük makinasında sayısı yirmi paraya basılan dört sayfalık küçük boy Basiret”, cuma ve pazar günleri dışında haftada beş gün olmak üzere yayımını üç yıl sürdürür.

Prusya kazanınca…
Başlangıçta günlük üç yüz adet basılan Basiret, önemli olaylarda verdiği eklerle tanınırlığını artırarak basım sayısını birkaç bine çıkarmaya başlar. İlk aylarda yazar kadrosu Mustafa Celalettin Paşa, Halet Bey gibi dönemin ünlü isimlerinden oluşan gazetenin kalemleri arasına giderek Ali Suavi, Ahmet Mithat, Namık Kemal gibi etkili isimler de katılacaktır. Ancak Basiret’in İstanbul basınının geri kalanından sıyrılıp tirajını on binlere çıkarmasını sağlayan gelişme, Fransa ile Prusya arasında çıkan savaşta gösterilen farklı tavır olur. Herkesin Fransızların kazanacağına inanıp ona göre taraf olduğu Babıali’de gazetenin başlangıçtaki tavrı savaşan taraflar arasında bir denge politikası izlemektir. Ancak Avrupa’nın bir ucunda namlular iyice ısınıp da Ali Bey’in abonesi olduğu Reuters gibi haber kaynaklarından son dakika telgrafları yağmaya başlayınca, gazetenin tarafsızlık politikası sarsılır. Bir yayın kurulu toplantısında önemli kalemlerden bir eski tüfek, gençliğinde Polonya ordusunda asker iken sonradan Osmanlı tebasına geçen, bugün ise meraklısının ilgisini daha çok Nazım Hikmet’in büyük dedesi olmasıyla çeken Mustafa Celalettin Paşa, savaşın gidişine ilişkin öngörüleriyle gazetenin tavrının değiştirilmesine neden olur. Paşa, “Efendiler, Fransızlardan gelen bilgiler çok taraflı, hayalperest Napolyon, ‘askerlerim İmparator Wilhelm’in sarayında çorba içip kraliçenin salonunda dans edecekler’ diye iddia ediyor; amma velakin Prusyalılar ölü yaralı sayılarını olduğu gibi söyleyip gerçekçi bilgi gönderiyor; bizim tutacağımız yol da Prusyalılarınki gibi olmalıdır” diye bağladığı sözlerini herhalde en etkileyici sesiyle ve tombul büyük ellerini iki yana açıp Haliç’e yansıyan akşam güneşine kısık gözleriyle bakarak söylemiş olabilir.

Mustafa Celalettin Paşa, savaşın gidişine ilişkin öngörüleriyle gazetenin tavrının değiştirilmesine neden olur.

Sonuca etkinizin olmadığı bir mücadelede taraf olmayı seçmek, sevinç ya da üzüntünüzü bir futbol maçının sonucuna bağlamanın edilgenliğine benzetilebilir. Ancak savaşı Prusyalıların kazanması, Basiret’in de Ali Bey’in de kaderini değiştirir, bahtlarını açar. Fransa zaferi sonrasında Prusyalı komutan Otto von Bismarck, Prusya’yı başka büyük eyaletlerle birleştirerek büyük Alman devletini kurmuş ve Prens unvanı almıştır. Ali Bey için güzel günlerin işareti de, Büyükdere’deki yeni Almanya Büyükelçiliğinden, Elçi Kont Kayserling imzasıyla gönderilen bir davet mektubuyla gelir.
Bir pazartesi sabahı yanında gazete yazarlarından Almanca çevirmeni Tevfik Bey’le birlikte elçiliğe giden Ali Bey, kont tarafından önemli bir diplomatik şahsiyet ağırlığıyla karşılanır ve kendisine Prens Bismarck’ın şahsi mektubu en yetkili ağızdan okunur. Bismarck büyükelçiye yazdığı satırlarında “Basiret gazetesi imtiyaz sahibini bulup görüşünüz; savaş sırasında devletimiz ve milletimiz hakkında yazmış olduğu fıkralardan dolayı bizi minnet altında bırakmış olduğundan, tarafımdan Alman milleti adına teşekkürlerimi bildirmekle beraber yol giderleri büyükelçilikten ödenmek üzere Berlin’e kadar zahmete katlanması halinde kendisiyle görüşmekten bilhassa sevineceğimi söyleyiniz” demektedir. Belli ki Bismarck elçilikten savaş boyunca İstanbul gazetelerinde kendileri hakkında çıkan haberleri çevirttirerek almış ve bağlantıya geçip kullanacağı sempatizanlarını belirlemiştir. Artık bu ilişkilerin çeşitli ödül ve iltifatlarla güçlendirilme zamanıdır.

Bismarck ile buluşma
Hemen ertesi gün Sadrazam Ali Paşa’nın Bebek’teki yalısına gidip durumu anlatarak Berlin ziyareti için izin isteyen Ali Bey, büyük bir sevinçle karşılanır. Savaş boyunca Fransız tarafına daha yakın durmuş olan Osmanlı Sadrazamı yeni duruma hemen uyum sağlamış ve Bismarck gibi büyük bir adamın bir İslam gazetecisini davet etmesinden çok mutlu olmuştur. Başına iki taraftan da talih kuşu konan Ali Bey hem Osmanlı devletinin hem de Almanların verdiği yol ücretlerini ayrı ayrı alarak bavullarını hazırlar. Önce Karadeniz’e açılıp Tuna nehri üzerinde dura dinlene, geze göre yaptığı keyifli bir yolculuktan sonra Viyana’ya varır. Bu güzel şehirde geçen günler sırasında, bir rastlantı sonucu Bismarck’ın da yakınlarda bir kaplıcada İmparator Wilhelm’le birlikte kaldığını öğrenince, Ali Bey Prens’le hemen orada görüşebileceğini düşünür. Ancak ajandasına sadık olduğu anlaşılan Bismarck, yabancı bir ülkede yine yabancı kişilerle buluşmasının diplomatik olarak yanlış olduğunu kendisine bildirince Ali Bey Berlin’in yolunu tutar.
Bismarck birkaç gün sonra başkentteki evine de çat kapı gelen konuğunu bu kez son derece büyük bir ilgi ve sıcaklıkla ağırlar, Ali Bey’e “Almanların Türklere ve Türklerin Almanlara olan sevgilerinin hiçbir zaman bozulmayacak kadar eski olduğunu” ballandırarak anlatır. Ali Bey de Prens’e, bu bağı güçlendirmek için ne kadar zorlu koşullarda uğraş verdiklerinden söz eder ve matbaa makinaları yeni olsa kim bilir daha neler yapabileceklerini çıtlatır. Ne zaman başladığı pek belli olmasa da maddi temelleri o günlerde atıldığı görülen bu tutku dolu bağ, Birinci Dünya Savaşı boyunca cephelerde, İkinci Dünya Savaşı’nda Almanların kaybedeceği belli olana kadar müttefiklere karşı bir denge unsuru şeklinde, savaştan sonraki yıllarda ise Alman sanayisine dişleri sağlam insan gücü gönderirken, hiç eksilmeden devam edecektir.

Prusyalı komutan Otto von Bismarck, Prusya’yı başka büyük eyaletlerle birleştirerek büyük Alman devletini kurar ve Prens unvanı alır.

 

Alman yayılmacılığının aracı
Kendisine kalacağı konukevi ve bir çevirmenle bir atlı araba tahsis edilen Ali Bey Berlin günlerinin tadını çıkarmaya daha yeni başlamışken, Sadrazam Ali Paşa’nın İstanbul’da zamansız ölümünün haberini alır. Her ne kadar bize bugün ekonominin küreselleşmesinin yeni bir olgu olduğu söylense de, Ali Paşa’nın ölümü o günün Berlin borsasında sokaklara kadar yansıyan bir hareketliliğe yol açmıştır. Ortaya çıkan fiili durumu değerlendirmekte gecikmeyen Ali Bey’in de bir an önce ülkesine dönüp aklında yeni fikirlerle Mısır’a geçmesi gerekmektedir. Ancak Bismarck, Basiret’i büyütmek için gereken matbaa makinalarının sağlanması amacıyla Ali Bey’i önce Münih’te bir dostunun fabrikasına gönderir. Berlin’den ayrılırken cebine şişkin bir de zarf koydurur. Ali Bey yıllar sonra yazacağı anılarında, trende zarfı açıp da içinde oldukça yüklü miktarda para olduğunu görünce, “oh ne ala” diye sevinerek banknotları cebine doldurduğunu yazacaktır.
Münih’e varıp makinaları alacağı fabrikaya gittiğinde, Ali Bey Bismarck’ın dostluğunun zannettiğinden de köklü olduğunu anlamakta gecikmez. Beğenip seçeceği bütün matbaa makinalarının parası da zaten Bismarck tarafından ödenmiştir. Tabi ki bu paralar yalnızca geçmiş savaştaki manevi destek için değil, gelecekte beklenen yandaşlık için de verilmektedir. Yeni baskı olanaklarıyla artan tirajı ve büyük boyuyla okuyucusuna kavuşan Basiret, yayın yaşamının geri kalanında, bu topraklarda Alman yayılmacılığının önemli kozlarından biri olarak da körüklenen Pan-Türkizm’in savunuculuğunu üstlenecek; İngiliz ve Rus emperyalizmine karşı Pan-Cermenizm ve Pan-İslamizm’in uyumlu birlikteliği düşüncesine sayfalarında bolca yer verecektir.

Basiret’in ve Ali Bey’in sonu
Ali Bey’in Almanya dönüşü gazetesinin sayfalarına yansıyan politik tavrındaki keskinleşmeye ek olarak, Mısır eyaleti ile ilgili sorunlara hem kişisel ilişkileri hem de Basiret’in yayınlarıyla fazlasıyla karıştığının işareti, Mısır’ın Osmanlı’dan ayrılmasını destekleyen yazılardır. Bununla birlikte Mısır Hidivi İsmail Paşa’nın kendisine olan olağanüstü cömertliğinden söz edilmesi de şaşırtıcı sayılmaz. Bu yayınları nedeniyle yerli basında pek çok gazeteyle deyim yerindeyse kapışan Basiret, 1878 yılında Ali Suavi’nin Çırağan baskınından bir gün önce yazdığı bir yazıyı yayınlayınca kapatılacak, imtiyaz sahibi Ali Bey de neredeyse altı ay sorgulandıktan sonra sürgüne gönderilecektir. Sürgün günlerinde cezasının affı için İstanbul’a sürekli başvurularda bulunan ve bir daha gazete çıkarmama sözü veren Ali Bey’e bir karşılık olarak ve böyle durumlarda yüzyıllardan beri yerleşmiş bir devlet geleneği içinde, Hayfa, Karaburun, Söke, Erdek gibi yerlerde kaymakamlıklar verilir. Yirmi küsur yıl süren bu devlet hizmetinden sonra İkinci Meşrutiyet’le birlikte yeniden İstanbul’a dönen eski gazeteci, Basiret’i kısa bir süre daha çıkarsa da gazete tutulmaz ve bu kez kendiliğinden kapanır. Bu son gazetecilik girişiminde, önceleri taparcasına övdüğü kişilere bu kez sövme yolunu seçmesinin de etkisiyle dışlandığı kolayca tahmin edilebilecek olan Ali Bey, 1910’ların ilk yarısına ait belirsiz bir yılda Kalamış’taki evinde ölür.

Nasıl değerlendirmeli?
Özellikle 19. yüzyılın tarihsel kişiliklerine bugünün perspektifinden bakılması, pek çoğu hakkında tek başına haklılık payı barındıran ama bir arada düşünülünce çelişkili olan yargılarda bulunulmasına neden olmaktadır. Basiretçi Ali Bey hakkında yapılan yorumlar da, yaşadığı toplumdaki bozuklukları vurgulayıp çözümler üretmeye çalışan bir basın emekçisinden, ihanet içindeki bir işbirlikçiye kadar geniş bir yelpazeye yerleştirilebilir. Gerçekten de, Basiret gazetesini çıkardığı sekiz yıl boyunca yazdığı şehir mektuplarında toplumun sorunlarına vurgu yapan ve yanlışların düzeltilmesi için uğraşan bir figürdür Ali Bey. Bu nedenle başının üzerinde hep bir Demokles kılıcı hazır tutulur, hoşa gitmeyen fıkralar yayınladığında nezarete atılır, birkaç kez de gazetesi kapatılır. Ama bundan daha önemlisi, bazı önemli Osmanlı tarihçileri Ali Bey’in çocuğu gibi gördüğü Basiret’i, imparatorlukta ilk kez sarayı etkileyen bir kamuoyu oluşumuna kanıt olarak gösterir. Buna karşın gazetesinin sayfalarını çıkarlarına göre yönlendirdiği savları da, bazılarını pek naif bir biçimde kendi anılarında anlattığı tartışmasız olgularla desteklenebilir. Ancak dönemin koşulları içinde herkesin takım tutar gibi bir yabancı devletin taraftarı olduğu düşünüldüğünde ya da yakın gelecekte ortaya çıkacak olan Ali Kemal gibi örneklerle karşılaştırıldığında, en çok da bugünün pragmatik bakış açısıyla değerlendirildiğinde, kendisini net yargılarla etiketlemek yerine pek çok ardılı için bir prototip olduğunu düşünmek daha doğru olacaktır. Hiç şüphesiz Basiretçi Ali Bey, farkına vardığı basın gücünü hem kullanıp hem kullandırırken kimi zaman yalpalayan bir öncü olarak bugün de bazı meslektaşlarına ilham vermeye devam etmektedir.