Ana Sayfa Dergi Sayıları Olağanüstü Mayıs Sayısı “Haydi şunu da yapalım”cılık: Korkak bir verimlilik politikası

“Haydi şunu da yapalım”cılık: Korkak bir verimlilik politikası

920
0

“…Hiç ölmek istememiş gibi ölüler sanırım uzun zamandır. Bir kere ölmek isteseler anlayacaklardı yaşadıklarını. En kıyıda köşede kalmış yaşam sevinçlerine sarılacaklardı öyle olsaydı ve kurtulacaklardı. Onlarsa yine yaşam sevinci dedikleri sahte başka şeylere sarılıyorlar ve sarmaşık gibi bağlanıveriyor elleri kolları. Hiç var olamadan yok olmayı biliyorlardı bir ve bunun farkında değillerdi.
“Fark etseler mutsuz olacaklar ve en elzem ihtiyaç da mutsuz olmak. Bakmayın siz şu son moda ‘haydi mutlu olalım’lara. Mutsuzluk kendiyle tanıştırır insanı. Mutluluğu harala gürele kovalayacağına bir kez de kendini kovala.
“Kendini yakalamaktan korktuğu için mi kaçar insan kendinden?
“Yakalayınca ne yapacağını bilememek mi korkutur? Oyun biter sanıyorsun çünkü yakalayınca.

) Bakmayın siz şu son moda “haydi mutlu olalım”lara. Mutsuzluk kendiyle tanıştırır insanı.

“Bitmiyor işin aslı. Yeni yeni oyunlar peyda oluyor hep. Kaçarken de kovalarken de öyle bir düşüyorsun ki dizlerin kanıyor, canın acıyor, gözlerin yaşarıyor. Sonra kalkıp devam ediyorsun. Keyifle koşuyorsun. Her adımda dizlerin sızlıyor yaralı. Sanırım bu yüzden çok keyif alıyorsun bu kovalamacadan. Acı(t)madan keyfi çıkmıyor kendinin.
“Sevmeden toprağa yayılamıyor köklerin.”

***

Bunlar, üç sene önce kaleme aldığım bir yazıdan. Şu an okuyor olduğunuz bu yazıya nasıl başlasam diye düşünürken elim eski yazılarıma gidiverdi ve yazdığımı bile unuttuğum, bu satırların ait olduğu yazıyı buldum. Yazımın başlığı “Bitkisel Hayat”tı. Eğer daha önceki yazılarımdan benim zihnimin işleyişine aşinaysanız, psikanalizi de arkama alarak tesadüflerin büyük çoğunluğunda aslında bilinçdışının parmağı olduğunu tam da şu an söyleyeceğimi tahmin edersiniz. Onca eski yazımın içinden, başlığının “Bitkisel Hayat” olduğu bir yazıma elimin gitmesi, bu salgın sürecini nasıl deneyimliyor olduğuma dair bir şeyler söylüyor olabilir. Hakikaten evde kalmak, dışarıyla bağın kopması gibi deneyimleniyorsa -ki bu şekliyle deneyimlemenin çoğu insan için yaygın olabileceği kanaatindeyim- adeta bitkisel hayattaymış gibi hissettiren bir durum. Bitkisel hayatta zihni (yani beynin işlevlerini) dışarıya, dış dünyaya tepki vermesinden alıkoyan bir yaşam türü söz konusu. Bizim şimdiki durumumuzda da, bizleri dışarıya çıkmaktan, her zaman dışarıda yaptığımız işleri yapmaktan alıkoyan bir salgın söz konusu. Nasıl ki bitkisel hayattaki hasta kendi bedeninde dışarıyla ilişkiye geçmeden yaşıyorsa, salgın döneminde bizler de kendi evlerimizde dışarıyla ilişkiye geçmeden yaşamaya çalışıyoruz. Bu hiç kolay değil. Bitkisel hayattaki hasta, bu durumun farkında değil. Bizlerse neyin içinden geçiyor olduğumuzun farkındayız, bilincimiz açık. Ancak konu, bu zor durumun içinden geçerken içsel olarak ne yaşıyor olduğumuza dair farkındalığımıza gelirse, bundan pek emin değilim.

Evde kalmak, dışarıyla bağın kopması gibi deneyimleniyorsa adeta bitkisel hayattaymış gibi hissettiren bir duruma dönüşür.

Sürecin başından beri, “haydi şunu da yapalım”cılık diye tabir edeceğim bir vakit doldurma telaşının içine düştük. Madem evde kalıyoruz o halde yoga yapalım, pilates yapalım, kitaplar okuyalım, izlemek isteyip de izlemediğimiz filmleri izleyelim, dünya mutfaklarının yemeklerini deneyelim, filanca şarkıcı instagramda canlı konser veriyormuş onu dinleyelim, falanca müze online gezi düzenlemiş ona katılalım… Bunlar güzel şeyler tabii ki, vaktimizi verimli geçirmemize olanak sağlayacak aktiviteler. Fakat buradaki tuhaflık, tüm bu aktiviteleri korona-virüs salgını bizi mecburi olarak evlerimize kapatmışken yapmaya çalışmamızda. Hem de bir an önce, hiç vakit kaybetmeden, her anımızı doldurarak… Bu süreçte boş kalmaya tahammülümüz neden çok azaldı? Bu, üzerine biraz düşünmemizin hepimizi kendine getireceği önemli bir soru.
İki sene önce, Bilim ve Gelecek’in 178.sayısında “Boşluk” kitabı hakkında kelam etmiştim. Tam bu sıralar Boşluk’tan konuşmanın yine önemli, hatta elzem olduğunu düşünüyorum. O yazıda demişim ki, içimizdeki boşluğu merak etmek, tanımak, anlamaya çalışmak için önce onun orada olduğunu fark etmek gerek. “Bir boşluk var” demek gerek. En iyi başlangıç, içimizde bir boşluk olduğunu fark etmek ve onun orada var olduğunu kabul ederek ona eğilmek, demişim. Peki, bu kolay mı? Vallahi hiç değilmiş. İki sene sonra, bu kez başka bir boşlukla kalakalınca, hatta virüs yüzünden dışsal olarak gerçek bir boşlukla kalınca, yeniden ne kadar zor olduğunu anladım. Salgınla birlikte dışarıyla temasımızı en aza indirmeye çalıştığımız bu günlerde, “Haydi şunu da yapalım”cılığa ben de düştüm. Onu da yapalım, bunu da yapalım, hatta şunu da yapalım. Boşluk kalmasın, hepsini dolduralım. Bir de insanı suçlu hissettiren bir tarafı var bu haydi şunu da yapalımcılığın. İnsanlar zorunlu olarak evde geçirdikleri bu vakti öylesine verimli kullanmak istiyor ki ve tüm bu verimliliğe dair yaptıklarını acımasızca “story”lerden paylaşıyorlar ki, biz bir şey yapmayıp yatınca “boşa geçirdik gitti resmen” iç geçirmeleriyle başlayıp giden suçluluk duyguları kaplıyor içimizi. Oysa neden yatıyoruz? Neden içimizden hiçbir şey yapmak gelmiyor? Çünkü olağanın dışında bir durumun içinden geçiyoruz ve bunun içinden geçmek zor. Bir sürü kaybımız var; düşünmek, görmek, fark etmek istemediğimiz bir sürü kaybımız var. Öncelikle bir sürü insan kaybımız var, can kaybı. Çok gerçek, çok acı bir kayıp. Birçoğunu tanımasak da, hatta aynı ülkede olmasak da o insanların ölümü bizim de kaybımız. Bize de dokunuyor. Sonra mekânlarımızın kaybı var. Her zaman gittiğimiz, gidebildiğimiz mekânlarımızı kaybettik. Ofis, çarşı, pazar, okul, kafe, kuaför, berber, spor salonu, köşedeki şu muhabbet etmeyi sevdiğimiz esnaf… Bu mekânların hepsini kaybettik. Buralara gidebilmeyi rahatça seçebilmeyi kaybettik. Canımız istemediğinde gitmeme tercihimizi kaybettik. Her zaman görüştüğümüz insanlarla yan yana görüşebilmeyi kaybettik. Tokalaşmayı, sarılmayı, öpmeyi, birbirimizin sırtını sıvazlamayı kaybettik. Kim bilir, kendi yaşamlarımıza has daha neler kaybettik.
Burada, psikolog unvanımı da kullanarak, “Kayıp, yası tutulması gereken bir süreçtir” gibi basmakalıp ve duygusal temastan uzak sözler etmekten kendimi alıkoymak istiyorum. Her gün televizyon ve sosyal medya üzerinden “bilgi”lere ulaşabiliyoruz. Bilgi, bu süreçte kesinlikle elzem olan bir araç. Bilhassa doğru ve güvenilir kaynaklardan edinilen bilgi. Ancak bilmek, çoğu zaman yetmiyor. Ne hissediyor olduğumuza dair duygusal parçayı dışarda bırakınca, dünyanın bilgisine sahip olsak da hep bir şeyler eksik kalıyor. Yine de, bu “haydi şunu da yapalım”cılığa dair inanarak arkasında durduğum şey, bu sürecin ne bir “verimlilik süreci” ne de bir “kişisel gelişim fırsatı” olduğudur. Bu süreç belirsizliğin, korkunun, kaygının ve kayıpların baskın olduğu zor bir süreçtir. Kontrolde olma hissinden uzaklaştığımız, kontrolü yeniden ele almak için can attığımız bir dönemdir. Öyleyse bu süreçte yapmaya çalıştığımız onca yoga, pilates vb. aktivite neye hizmet etmektedir? Açıkçası, bir parça şaşkınlık bir parça da kızgınlıkla soruyorum: Taziye evinde pilates yapan birini gördünüz mü mesela? Bu, çok ama çok tuhaf. Bu tuhaflığı anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyorum. Biz insanlar her zaman rasyonel ve en uygun olan tepkiyi vermeyiz. Bu da onlardan biri. Bu da, ıstırabımızla başa çıkamadığımız ve tuhaf tepkiler verdiğimiz zamanlardan biri. Belki, o ıstırabı hissetmeye korkuyoruzdur.

Karantina ile birlikte her zaman gittiğimiz, gidebildiğimiz mekânlarımızı kaybettik. Ofis, çarşı, pazar, okul, kafe, kuaför, berber, spor salonu, köşedeki şu muhabbet etmeyi sevdiğimiz esnaf…

Tanıl Bora Birikim’deki güncel bir yazısında Günther Anders’ten şunu alıntılamış: “Çağımız, korkuya yeteneksizlik çağıdır.” Dışarıda salgın hüküm sürüyor ve biz evlerimizde kalıyoruz. Ev demek içerisi demek; belki kendimizin, benliğimizin de içerisi. İç dünyamız. İç dünyalarımızda kalıyoruz dışarının tehlikesinden korunmak için ama bir noktada içimiz de tehlikeli bir hâl alıyor. İçimizde, iç dünyamızda kaybolmaktan korkuyoruz. Orada karşılaşacaklarımızdan korkuyoruz. Oranın bizi yutmasından, bir daha dışarı çıkamamaktan korkuyoruz.
Evlerimize kapandığımız bu sürecin başında, Kanadalı bir psikanalistin konuşmasını dinledim. Çok hoş, ilham vericiydi. Bu sürecin hepimizi ne kadar regresif bir varoluşun içine çekebileceğinden de bahsettiği konuşmasında, benim dikkatimi çeken zaman algısı ile ilgili söyledikleri oldu. Evdeyken zaman, sanki durmuş ve bizler bir sonsuzluğun içerisinde sıkışıp kalmışız gibi algılanmaya uygun hale geldi. Bu tarz bir zaman deneyimi, psikanalitik teorilerde kendisine yer bulan, özellikle yaşamımızın erken dönemlerinde içinde bulunduğumuz bir pozisyonu çağrıştıran bir deneyim. Evlerimizde kalırken, tam da bu erken dönem yaşantıya benzer bir haldeyiz. Zaman algısını kaybetmek oldukça korkunç. Ve bundan kurtulmak için yapıyoruz belki biz de ne yapıyorsak; yogalar, pilatesler, evde kal aktiviteleri… O psikanalist, şöyle noktalıyor bu konuyu: “Umudu sürdürmek, zaman algısını sürdürmektir.”
Vurgulamak istediğim önemli başka bir nokta, içeriye eğilmenin ne kadar zor olduğu ve cesaret istediği. Bunu psikoterapiye benzetmeden geçemeyeceğim. Dış dünyanın meselelerinden sıyrılıp da iç dünyamıza bakabilmek, iç dünyamızın meseleleriyle içerde kalabilmek kolay bir iş değil. En başta cesaret gerektiren bir süreç, çünkü içerde görebileceklerimiz, hatırlayabileceklerimiz, dillendirmekten imtina edebileceğimiz malzemelerle yüz yüze gelme olasılığı korkutuyor insanı. Şimdi, dışarıdaki salgın bizleri içeride durmaya zorluyor ve içeride durmak, kendi içimizdekilerle kalmak demek. Çoğumuzsa kendi içimizdekilere bakmaya, onlarla kalabilmeye hazır değiliz sanırım. Terapi için sormayı ve düşünmeyi sevdiğim -aslında sormak üzere eğitildiğim- güzel bir soru “Neden şimdi?”dir. Danışana da sorarım, “neden şimdi terapi?”. Bir şekilde onu oraya gelmeye hazırlayan bir şeyler olmuştur. Kendi içine bakma zamanının geldiğini ona şu ya da bu yolla fark ettiren bir şeyler… Şöyle ya da böyle, danışan terapi odasına geldiyse içindeki bir şeylere bakmaya hazırdır. Ancak salgın, bu bakımdan da çoğumuzu hazırlıksız yakaladı. Kendi içimize dönmekten, oradakilere bakmaktan korktuğumuz için belki de bunca aktiviteyi karantinaya ille de sığdırmaya çalışıyoruz. Boş kalmaktan korkuyoruz, neredeyse her anımızı bir aktiviteyle dolduruyoruz çünkü boş kalamıyoruz. Boş kalırsak içimizdekilere bakacağız; boş kalırsak kendimize, kim olduğumuza, ne arzu ettiğimize, nelerden korktuğumuza bakacağız. Buna hazır değiliz. Kendimizden, kendimizle kalacağımız anlardan kaçıyoruz.
Açıkçası, bunca kaybettiğimiz şey varken (yukarıda saydıklarım, say(a)madıklarım) yoga yapmak, pilates yapmak, şunu da yapmak bunu da yapmak pek içimizden gelmeyecektir. İçimizden geldiğini sandığımız o şey; tüm bu sürecin acısından, belirsizliğinden, korkusundan, kontrolsüzlüğünden ve kendimizle kalamamaktan kaçmaktır. Dış dünyadaki gerçek, gözle göremediğimiz, kontrol edemediğimiz küçücük bir virüs tarafından bize dayatılan gerçek, bizlere fena halde çarptı ve bu çarpmanın şiddetiyle afallamaktayız. Bu afallama haline psikoloji disiplininin sağladığı pek çok ismi takmak mümkün. Manik savunma mı dersiniz, inkâr mı dersiniz, karşıt tepki geliştirme mi dersiniz… Ben sanırım kendi adıma depresif realizmi seçmek istiyorum, bunları değil. En azından temas edebildiğim bir parçam bunu seçmeye kararlı. Hangi terimi kullanırsak kullanalım, terimler de o pilatesler gibi bizi bu bunaltıcı ruh halinden çekip çıkarmaya yetmiyor.
Bu yazıyı, evde kaldığımız süreçte “psikolojimiz nasıl düzelir, neler yapsak psikolojimize iyi gelir” gibi soruların cevaplarını alıp hap içer gibi yutmak niyetiyle okuduysanız çok üzgünüm. Sizi hayal kırıklığına uğrattı bu yazı. Bu niyetle okuyacağınız her yazı da uğratacaktır bana kalırsa. Hele ki salgın ve karantina döneminde “psikolojinizi düzeltmek” niyetiyle yazılmış yazılar… Ortada düzeltilecek bir psikoloji yok. Elimizde, olan(lar)ın kendisi var. Kayıp var, acı var, korku var, boşluk var. Ancak elimizde ne bir sihirli değnek var ne de içince tüm acıları dindiren bir hap. Keşke olsa diyoruz bazen.
Özer (Or) Bey ile bu konuda konuşurken onun da şu cümleleri sarf etmesi içimi rahatlattı: “Maalesef bir kişisel gelişim tatili verilmiş gibi algılıyor herkes süreci. Pek çok ülkede her gün 1000’er (biz konuştuktan sonra bu sayı bazı ülkeler için daha da arttı) kişinin ölmesi ve bu ihtimalin bizim için de çok uzak olmaması nasıl değmiyor bu ruh haline?” İşte, bazen sihirli bir değnekten ya da her acıyı dindiren haptan daha teskin edici olan şey, bizim de acı çektiğimiz aynı yerden dertlenebilen cümlelerle rastlaşmak. Sanıyorum ki bize iyi gelecek olan şey, bu zor sürecin içinden geçmek. Ancak “verimli günler politikası” güderek değil; biraz “içlenerek”.

KAYNAKLAR
– Bora, T. (2020). Korku. Birikim.
– Carveth, D. (2020). Covid 19: Psychoanalytic Perspective. Retrieved from: http://youtube.com/