Ne zaman ki (ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, yöneten-yönetilen biçiminde) sınıflara bölündü insanlık, ne zaman ki emeğinin ve emek ürününün bir bölümüne el konulmaya başlandı, bu el koyma olgusunun ambalajı olarak ortaya çıktı tanrılar ve egemenlerin ideolojisi olarak dinler. İnsan emeğinin bir kısmı ondan koparılarak “insanüstü” haline getirilmiş ve ona karşı bir silah (devlet, tanrı, din, sermaye, vb. şeklinde) olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Dinler kimin ihtiyacı olarak doğdu?
Günümüzde ne kadar iç içe geçmiş olsalar da, toplumların binlerce yıllık inançları ile din olgusunu birbirinden ayırmak gerekir. Çok çeşitli biçimler alarak halkın günlük yaşamında süregelen inançların (kutsallaştırmaların) on binlerce yıl eskilere, uygarlık öncesine giden kökenleri bulunur. Din ise “uygarlık paketi”nin bir unsurudur, deyim yerindeyse “uygarlık çocuğu”dur ve en fazla 7-8 bin yıllık bir geçmişi vardır.
Dinler, ilkel topluluklardan uygar topluma geçiş sürecinde, o toplulukların çok çeşitli ve farklı inançlarının sistematikleştirilmesi, tekleştirilmesi ile oluşmuştur. Devlet nasıl yönetme, ordu nasıl silah tekeliyse, din de inanç tekeli olarak temel üstyapı kurumları içindeki yerini alır. Dolayısıyla dinler, sınıflaşmanın, ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, yöneten-yönetilen çelişkilerinin ortaya çıkmasıyla, egemen sınıfların bir ideolojik hegemonya aracı (egemenlerin kurgusu) olarak insanlığın gündemine girmiştir. Dinler başından itibaren, egemen sınıflar tarafından topluma gerek ekonomik gerekse çıplak zor ile kabul ettirilen bir ideolojidir.
Bu “zorla dayatılma” niteliği, dinleri alışılageldik inançlardan ayıran esas unsurdur. Çeşitli toplulukların, farklı zaman kesitlerindeki uygarlığa geçiş süreçlerinde yaşanan çatışmaların önemli bir cephesi de her zaman halkın inançları ile dayatılan din arasındaki mücadeleler olmuştur. Örneğin, Kuzey Avrupalı barbar halkların (önce Roma çok-tanrıcı dini sonra da Hıristiyanlık dayatması ile) Romalılaştırılması sürecinde de, Türk boylarının İslamiyet’e geçişlerinde de bu çatışmaları görürüz.
On binlerce yılın içinden süzülüp gelen inançların topluluk için işlevleri vardı. Somut ihtiyaçlardan kaynaklanmaktaydılar, doğal ve dünyeviydiler. İnsanların ufuklarına giren ve farkına vardıkları ama maddi nedenlerini açıklayamadıkları bazı olgu ve süreçleri “açıklamanın” yoluydu inançlar. Neden ile sonuç arasındaki maddi olarak oluşturulamayan basamaklar inançlar ile doldurulmaktaydı. Maddi dünyayı doğaüstü yollarla etkilemeye çalışma bir yanılsama, ama işlevli bir yanılsamaydı; on binlerce yıl (hatta çoğu kişi için hâlâ) sürmesinin nedeni de buydu. Ve bu işlev topluluğun tüm bireyleri açısından geçerliydi; herhangi bir ayrıcalık, daha doğrusu inançlar karşısında topluluk bireyleri arasında bir farklılık yoktu. Kurallar ve yasaklar tüm bireyler için geçerliydi.
Sınıflaşmanın ve egemenlik ilişkilerinin sonucu olarak ortaya çıkan dinlerde ise durum farklıdır. Dinler toplumun değil, egemen sınıfların dünyevi ihtiyaçları sonucunda doğdu. Halk açısından somut bir işlevleri yoktu; ama egemenler açısından son derece işlevliydiler.
Toplum nasıl karşıt çıkarları olan sınıflara bölündüyse, inançlar dünyasının işlevliliği de sınıflara göre bölünmüştü ve egemenlik ilişkilerinin bir parçası olmuştu. Din biçimindeki inançlar, egemenler için sömürünün devamı için bir araca, yönetilenler için ise bu sömürüye katlanmanın bir aracına dönüşmüştü. Yönetenler “dinci” (dini kullanan, din tüccarı), yönetilenler ise “dindar” olmuşlardı.
Dolayısıyla dinler, yönetenler, ezenler, sömürenler açısından kutsal ve tanrısal bir hak, ama yönetilenler ve sömürülenler açısından -yine kutsal ve tanrısal- birer görev ve yasak olarak gündeme geldiler.
Allah bir midir?
Allah’ın tekleştirilmesi büyük bir düşünsel devrimdi (tabii büyük toplumsal devrimler eşliğinde). Tektanrılı dinlerin oluşumu aynı zamanda bir dünyevileşme atılımıydı. Tektanrıcılıkla, kutsallaştırma (Tanrı) günlük hayattan önemli ölçüde çıkarıldı, soyutlaştırıldı ve göklere sürüldü. Aslında, tektanrılı dinlerin liderleri Musa, İsa ve Muhammed, büyük tanrı yıkıcılarıydı. Mısır firavunlarına, Roma imparatorlarına ve Mekkeli zalimlere karşı yapılmıştır bu büyük toplumsal ve düşünsel atılımlar.
Ama bu, madalyonun bir yüzü. Gerçekte, Allah teke indirilmiş midir? Sınıflar ortadan kaldırılmadıkça, Allah “bir” olabilir mi? Çoktanrıcılığa karşı zafer geri dönüşsüz biçimde kazanıldıktan sonra tektanrıcılığın da kurumsallaştığını ve yeni düzenin hakim ideolojisi haline geldiğini görüyoruz. Bu noktadan sonra “Allah birdir” söylemi, bildik “hepimiz aynı gemideyiz” söyleminin dinsel düzlemdeki ifadesinden başka bir şey değildi. Ezilenler, ezen-ezilen çelişkisinin farkına vardıkça, Allah’larının da farklı olduğunun farkına vardılar. Yönetenlerin Allah’ı ile yönetilenlerin Allah’ı bir değildi. İşlevleri de farklıydı. Aslında her sınıfın Allah’ı kendisine benziyordu. Tanrı insanı kendi suretinde yarattı denir ama aslında tersi doğrudur. İnsanlar Tanrı’yı kendi suretlerinde yaratırlar. İnsan topluluklarının karşıt sınıflara bölünmesiyle (uygarlıkla) birlikte, sınıflar tanrılarını kendi suretlerinde yarattılar.
Sınıf mücadelesinin keskin olmadığı, ezenlerin toplum üzerindeki hegemonyasının baskın olduğu dönemlerde, ezenlerin tanrısı da baskındır. Böyle dönemlerde ezenlerin tanrısı at oynatır; ezilenlerin tanrısı ise meydanı boş bırakır ve kalplere, vicdanlara çekilir. Ezenlerin tanrısı buyurucu, cezalandırıcı, kahredici bir tanrıdır. Savaşlar açar, katliamlar yapar… Ezilenlerinki ise, koruyucu, yardım dilenilen, acıları hafifleten, pasif bir tanrı. Marx bu durumu çok güzel anlatır: “Dinsel sıkıntı bir yandan gerçek sıkıntının ifadesi, bir yandan da gerçek sıkıntıya karşı protestodur. Din aklın içinden atıldığı toplumsal koşulların ruhu olduğu gibi, ezilmiş yaratığın iç çekişidir, taş yürekli bir dünyanın ruhudur da. Din halkın afyonudur.” Boyun eğen ezilenin tanrısı afyon işlevi görür; hem uzlaşmacıdır (ezenlerin tanrısı ile uzlaşır) hem de acıları uyuşturucu ve öteleyicidir.
Ne zaman ki sınıf mücadelesi keskinleşir, ezilenler başkaldırırlar, ezilenlerin tanrısı da vicdanlardan dışarı çıkıp ezenlerin tanrısının karşısına dikilir. İsyancı bir tanrı olur. Tıpkı, Musa’nın tanrısının Mısır’ın tanrılarına, İsa’nın tanrısının Roma’nın mağrur tanrılarına, Muhammed’in Allah’ının Mekke’nin putlarına başkaldırışı gibi. Tıpkı, Abbasi yönetimine başkaldıran Karmatilerin, Selçuklu’ya isyan eden Babailerin, Osmanlı’ya başkaldıran Bedreddinilerin, Avrupa feodallerine ve onların kilisesine karşı köylülerin isyanını örgütleyen Thomas Münzer’in tanrısı gibi.
Aslında görüldüğü gibi süren sınıf mücadelesidir. Tanrılar bu mücadelenin suretleridir sadece. Ama ezilenler asıl yaratıcının kendileri olduğunu kavrayana dek, yani modern çağlara dek, sınıf mücadelesi bu kutsallaştırma kisvesi altında süregelmiştir.
Dinlerden kurtuluşun iki cephesi
Uygarlık tarihi, başından itibaren sınıflaşmaya ve sömürüye karşı mücadelenin tarihidir. Egemenlerle ezilen sınıflar arasındaki bu mücadelenin ideolojik cephesinde dinsel görüşlerin önemli bir yeri bulunur. Uygarlığa yeni adım atan toplumlarda, ezilenlerin sınıflaşmaya ve sömürüye karşı tepkileri kendini egemenlerce dayatılan dine karşı eski inançların savunusu biçiminde de gösterir. Tarih boyunca, uygarlığın yerleştiği tüm coğrafyalarda rastlanan halk isyanları, hakim sınıfların ihtiyaçlarına paralel olarak değişen/yozlaşan saray ve devlet dinlerine karşı, o dinin saf halinin savunusunu da bayrak edinirler. Tek-tanrılı dinler de, ezilen kitlelerin veya zenginliğin paylaşımında hak sahibi olmak isteyen yeni kesimlerin, çok-tanrılı egemenlere karşı mücadelesinin ideolojileri olarak gelişmişlerdir. Musevilik Mısır firavunlarına, Hıristiyanlık Roma imparatorlarına, Müslümanlık da Mekkeli tüccarlara başkaldıran kitlelerin ideolojileri olarak doğmuşlardır. Bunlara genelde “din savaşları” denilir ama temellerinde yatan elbette sınıf mücadelesidir.
Modernite ile birlikte, halk kitlelerini peşine takan devrimci burjuvazinin aristokrasiyi tasfiye etme sürecinde gelişen laiklik ve aydınlanma atılımları, önceleri son derece radikal bir biçimde dini tüm toplumsal ilişkilerin dışına sürmekle başlamış, fakat burjuvazinin yeni bir sömürü ilişkisini temsil etmesinden dolayı güdük kalmış ve din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması biçiminde bir “uzlaşı” ile sonuçlanmıştır. Fakat yine de bu dönemi insanın kendi kaderini kendi ellerine alma mücadelesinin şimdiye kadarki en büyük atılımı olarak niteleyebiliriz. Henüz daha başlarında yaşadığımız ve tamamlanması gereken büyük bir atılım…
Sonuç olarak, bütün bir uygarlık tarihine kuşbakışı göz attığımızda, bu genel süreç, insanlığın adım adım dinlerden kurtuluş tarihi olarak da okunabilir. Egemenlik ilişkilerinden ve sömürüden kurtuluş süreci, dinlerden kurtuluş sürecidir de aynı zamanda.
Bu kurtuluş mücadelesinin iki cephesi var: Birincisi, “saray dini” veya “devlet dini” diyebileceğimiz, egemen sınıfların dini bir sömürü aracı olarak kullanmasına karşı mücadeledir ve uzlaşmaz bir karşıtlık içerir. Dünya işlerinde dinin kullanılması ve kurumsallaştırılması kabul edilemez ve tasfiye edilmelidir. O zaman Allah da özgürleşecek ve gerçek yerini bulacaktır: Öte dünya.
İkincisi ise halkın -dinsel ritüeller de dahil olmak üzere- binlerce yıllık inançlarının kendi doğallığı içinde yok olması, deyim yerindeyse “sönmesi”dir. Burada zorlama olmaz. Bilimsel düşünce ve yöntemin toplumsallaştırılması ve toplumsal bir refleks haline gelmesi uzun yıllar içinde ve emekçilerin bizzat kendi pratikleriyle kendi kaderlerini ellerine almasıyla gerçekleşecektir.
Bilimsel ve dinsel düşünce biçimleri uzlaşabilir mi?
Bilimsel ve dinsel düşünce biçimleri uzlaşabilir mi? Bu soru iki düzlemde tartışılabilir: Politik düzlemde ve kuramsal-felsefi düzlemde.
Konu politik düzlemde ele alındığında ve tarihe baktığımızda hem keskin çatışmaları hem de uzlaşmaları görüyoruz. Elbette her büyük tartışma gibi bu da sınıf mücadelesi zemininde ortaya çıkıyor. Dinsel düşünce biçimi, Modernite öncesi aristokrat hakim sınıfların esas ideolojisi, ta Sümerlerden beri… Bilimsel düşünce biçimi ise aristokrasiye karşı mücadele içinde gelişiyor ve sistematik haline Modernite ile kavuşuyor. Daha öncesi de var elbet, ama esas olarak Avrupa’da Rönesans ve Reform hareketleriyle, yoğun köylü isyanlarıyla gelişen bu mücadeleye -ilk başta- aristokrat düzeni tasfiye etmeye çalışan burjuvazi önderlik ediyor. Tartışmanın kaynaklandığı sınıfsal zemin kabaca böyle.
Birkaç yüzyıl süren yoğun sınıf çatışmaları sürecinde, bu çatışmanın düşünsel düzeydeki yansıması olan dinsel ve bilimsel düşünce biçimleri arasındaki tartışma -güç dengelerine göre en uzlaşmacısından en zıtlaşanına dek- çok çeşitli fikir akımlarını doğuruyor. Sonunda 1640 İngiliz, 1765-1783 Amerikan, 1789 Fransız ve 1848 Alman demokratik devrimleriyle burjuvazi iktidarı alıyor ve aristokrasinin tasfiye süreci başlıyor.
Laiklik bu devrimci dönemin bir kavramı olarak ortaya çıkıyor. Aslında laiklik, burjuvazi ile aristokrasi ve ruhban kesim (Kilise) arasındaki bir “ateşkes” anlamına gelir; dinsel düşünce ile bilimsel düşüncenin karşılıklı sınırları belirlenir. Burjuvazi galip, aristokrasi mağlup olduğu için bu dönemin laiklik tanımı olabildiğince radikaldir: “Din ile dünya işlerinin birbirinden ayrılması”. Devlet ve toplum (yani bu dünya) bilimle idare edilecektir; din öte dünya işlerine bakacaktır. Galipler mağlupları gerçek dünyadan sürmüştür.
Burada çok önemli bir nokta var. Aslında her türden aristokrat hakim sınıf da devleti ve düzeni son derece seküler (budünyacı) bir biçimde yönetir. Savaşlar dua ederek kazanılmaz, devletler Tanrı’ya yakararak idare edilmez. Hammurabi’den Roma hukukçularına, Sun Tzu’dan Nizamülmülk’e kadar aristokrasinin tüm kuramcılarının eserleri okunduğunda net olarak görürüz bunu. Semavi dinlerin kutsal kitapları da böyledir. Kuran, Hz. Muhammed hareketinin 20 yıl süreyle çıkmış teorik-politik yayın organı gibidir. Hareketin, liderin ve kadroların her türlü sorununa çözüm üreten bir merkez organ…
Din ve dinsel düşünce biçimi esas olarak toplum ve ezilenler içindir. Aristokrat düzenin sürekliliğinin sağlanması için en önemli ideolojik hegemonya araçlarıdır. Bu nedenle halk dindardır, hakim sınıflar ise dinci. Machiavelli, hükümdara öğütler verirken bu kandırmacayı açık ettiği için (yani aslında “kral çıplak” dediği için) cumhuriyetçi bir düşünür olarak kabul edilir.
İşte laiklik de aristokrasinin tasfiye edildiği devrimci dönemde esas olarak halk için geliştirilmiş bir kavramdır. Aristokrat düzende din nasıl halk içinse, devrimci burjuvazi döneminde de laiklik halk içindir (mesele halktır, oyun halk üzerinde oynanmaktadır her zaman). Bunu “laik” sözcüğünün etimolojik kökenine inerek de görebiliriz. Sözcük, eski Yunancada “halka ilişkin, halktan” anlamına gelen “laikos” sözcüğünden köken alır. Burjuvaziye kul veya maraba değil, emeğini “özgür” bir biçimde satabilme hakkını kazanmış emekçi, “özgür yurttaş” gereklidir. Kısacası laiklik halkın “özgürleşmesi”, bu dünyanın kapsamına çekilmesi demektir.
Avrupa burjuvazileri aristokrasiyi esas olarak tasfiye edip kendi sistemlerini oturttuktan sonra bilimsel ve dinsel düşünce biçimleri arasındaki tartışmanın da seyri değişir ve bir uzlaşma dönemi başlar. Burjuvazinin devrimci dönemindeki dine karşı radikalliği törpülenir ve emekçiler üzerindeki ideolojik hegemonya aracı olarak din tekrar keşfedilir.
Bu noktada, Fransız devriminden 15 yıl sonra kendisini imparator ilan eden Napolyon Bonapart ile düşünür-matematikçi Laplace arasında geçtiği söylenen diyalog ilginçtir. Laplace, denkleminde Tanrı’nın yerini soran Napolyon’a, “ihtiyaç duymadım” diye yanıt verir. Devrimci geleneği sürdüren Laplace’ın ihtiyacı yoktur belki, ama Avrupa’yı fethetme sevdasındaki Napolyon’a askerlerini motive etmek için (egemen sınıfların binlerce yıldır yaptığı gibi) Tanrı gereklidir. Laplace’ın denklemi ile Napolyon’un denklemi arasındaki fark, burjuva aydınlanmasının da serüvenini yansıtır. Bu dönemdeki burjuva felsefesi bilim ile dini uzlaştırma çabasındadır. Devrimci değil “gerçekçi” felsefeler öne çıkar burjuvazi katlarında. Aslında bu, burjuvazinin gerçekliğidir; emekçinin ise yanılsaması.
Laiklik tanımı da değişir: “Din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması”. Bu tanım pratikte aristokrat dönemden pek farklı değildir. Devlet ve siyaset seküler biçimde bilimle yürütülecektir, ama topluma din şırınga edilecektir.
Toparlarsak, politik düzlemde, bilimsel ve dinsel düşünce biçimleri arasındaki ilişki sınıf mücadelesinin seyrine ve dengelerine göre şekil alır; bazen çatışma öne çıkar bazen de uzlaşma. Sınıf mücadelesinin seyri kendi düşünsel akımlarını da yaratır. En genelde baktığımızda emeğin özgürleşmesi yönünde atılımların yaşandığı dönemlerde bilimsel düşünce biçimi öne çıkarken ve dinselleştirme gerilerken, emeğin kısıtlandığı ve baskı altına alındığı dönemlerde bilim ile dinin uzlaştırılmaya çalışıldığına şahit oluruz. Bu da bize, dinin işlevinin ne olduğunu ve karşılık olarak laikliğin ve bilimsel düşüncenin toplumsallaşmasının kimin yararına olduğunu net olarak gösterir.
Konuyu bir de felsefi düzlemle sınırlayıp kuramsal olarak tartışmakta fayda var. Çünkü ancak o zaman bilimsel ve dinsel düşünce biçimlerinin özleri itibarıyla uzlaşmaz ama politik zor yoluyla “uzlaştırılır” olduğunu anlayabiliriz.
Bu iki düşünce biçimi ve yöntemi neden özleri itibarıyla uzlaşmaz? Bunun nedeni birinin iyi diğerinin kötü olması değil; “iyi” ve “kötü” bilimsel kavramlar değildirler. Nesnel ve tarihsel nedenler var.
Öncelikle iki noktayı saptamamız gerek.
Birinci saptamamız, her düşünce biçimi ve fikir akımının ortaya çıktığı toplumsal (sosyo-ekonomik) koşullarla sınırlı olduğu, “tarihsel” olduğudur. Dolayısıyla bir düşünce sisteminin ne olduğunu kavrayabilmek için öncelikle yeşerdiği toplumsal zemini, yani maddi temelini anlamak gerekir. Yoksa aşırı yorumlardan, mesnetsiz paralelliklerden, -olumlu veya olumsuz- abartılı tespitlerden kurtulamayız. Fikir akımlarını ve onların temsilcilerini tarihte yerli yerine oturtamayız. Platon’da Hegel’i, İbn Rüşt’te Voltaire’i veya İbn Haldun’da Marx’ı bulduğumuzu sanırız; aslında her iki tarafa da haksızlık yapmış oluruz. Bunun bir adım ötesi, Kuran’da kuantum kuramının veya büyük patlamanın öngörülmüş olduğunu iddia etmektir; yani şarlatanlığın kıyısıdır.
İkinci saptamamız, Avrupa’da Rönesans, Reform ve köylü isyanlarıyla başlayıp Bilimsel Devrim, Aydınlanma, demokratik devrimler, endüstri devrimleri ve sosyalist devrimlerle (dünyalılaşarak) devam eden ama bütün bu atılımlara karşın henüz ilk aşamasını yaşadığımız Modernite’nin, bütün bir uygarlık (sınıflılık) sürecinin en önemli kırılma noktası olduğudur. Uygarlık sürecini kabaca Modernite öncesi ve Modernite sonrası olarak ikiye ayırabilecek kadar belirleyicidir bu dönüm noktası. Doğal olarak sadece toplumsal süreçleri değil, fikir akımları ve hakim düşünce biçimlerini de ikiye ayırır bu köşe taşı. Sadece fikir akımları gelişmiş ve ilerlemiş değildir, temel paradigma değişmiştir Modernite ile birlikte.
Ortaçağ Doğu uygarlığının (İslam uygarlığı da denebilir) katkıları elbette Modernite’ye giden yolu döşemiştir; Avrupa-merkezci tarihçilerin söylediği gibi Batı Uygarlığı birdenbire ortaya çıkmış bir “mucize” değildir. Fakat Batı-merkezcilere karşı sürekliliklere vurgu yaparken, Modernite ile birlikte yaşanan kopuş ve sıçrama gözden kaçırılırsa ne toplumsal tarih ne de düşünce tarihi anlaşılabilir. Tarihin o döneminde Avrupa’da yaşanan sıçrama esastır, süreklilik ise tali. Bu nedenle o süreci hep “devrim” sözcüğü ile niteliyoruz: Bilimsel devrim, Aydınlanma devrimi, demokratik devrimler, endüstri devrimi vb…
Bu süreci “Doğu-Batı”, “İslam-Hıristiyan” gibi ikililerle kültürel düzlemde kalarak, uygarlık tarzı çatışmalarıyla açıklamaya çalışırsak yanılırız. Yaşanan kopuşun ve sıçramanın toplumsal (maddi) bir nedeni var: Modernite’yi yaratan, tarihte ilk kez aristokrasi ve köylülük dışında iktidar talep eden iki yeni sınıfın ortaya çıkmasıdır: Önce burjuvazi, sonra proletarya. İşte her alanda yaşanan paradigma değişimini yaratan toplumsal zemin budur. Bambaşka bir üretim ilişkileri sistemi yeşermiş, gelişmiş ve eski sınıf ilişkilerini tasfiye ederek hakimiyetini kurmuştur.
Bu büyük toplumsal devrim düşünce (felsefe, bilim, sanat, siyaset, her alanda) devrimini de yaratmıştır. Yepyeni bir düşünce biçimi yeşermiştir: Bilimsel düşünce biçimi. Gerçeği nerede arayacağız? Galilei’nin teleskopunda mı, kutsal kitaplarda mı? Kısaca mesele budur.
Aristokrat dönemin hakim düşünce sistemi olan dinsel düşünce biçimi ile Modernite ile yeşeren bilimsel düşünce biçiminin uzlaşmazlığı buradan kaynaklanır. Bu tek başına bir felsefi tartışma değildir, kültürel veya dinsel bir çatışma değildir, ilerilik-gerilik ile de açıklanamaz; bir dönem (paradigma) farkıdır.
Nasıl astroloji ile astronomiyi, Dünya-merkezli tanrısal evren modeli ile Kopernik evren modelini, yaratılışçılık ile evrim kuramını uzlaştıramazsak, dinsel düşünce biçimi ile bilimsel düşünce biçimini de uzlaştıramayız. Bunun astrolojiyi, Batlamyus’u, dinleri küçümsemekle veya “gerici” ilan etmekle bir ilgisi yoktur. Eski düşünce biçiminin yarattığı ürünler kendi dönemlerinde iş görmüş, ama artık miatlarını doldurmuş, aşılmış ve tarihin müzesindeki yerlerini almışlardır. Artık hiçbir şey eskisi gibi değildir.
Gerici olanlar, eskimiş olanı yeniden diriltmeye, toplumsal yaşama sokuşturmaya çalışanlar ve bir biçimde iki farklı paradigmayı uzlaştırmaya çalışanlardır. Uzlaştırma felsefi ve bilimsel düzlemde olanaksızdır; bu ikisi ancak Engizisyon zoruyla “uzlaştırılabilir”, Galilei’yi zorladıkları gibi… Ama insanlık önünde sonunda “Dünya yine de dönüyor” der.
İslamlar mı, Hıristiyanlar mı daha fazla baskı yaptı türünden tartışmaların da bir anlamı yoktur. Hallac’ın derisini yüzenlerle Bruno’yu yakanlar aynı sınıfın (aristokrat sınıfların) temsilcileridir.
Allah korkusu mu, emeğe saygı mı?
Hırsızlık yapan kişi kameradan veya polisten korkuyor ama Allah’tan korkmuyor. Kamera onu durdurabiliyor, ama günah kavramı durduramıyor. Neden? İnançlı olmadığı için mi? Bütün hırsızlar ateist mi?
Yolsuzluk yapan kişi yakalanıp ceza almaktan çekiniyor ama ne cennet vaadini ne de cehennem tehdidini umursuyor. Neden? Bütün yolsuzlar da mı ateist?
İsraf yapan kişi, bu israfın ortaya çıkıp sergilenmesine bozuluyor ama günaha girmekten hiç çekinmiyor. Neden?
Böyle yüzlerce, binlerce örnek verebiliriz. En büyüğünden en küçüğüne bütün hırsızlar, yolsuzlar, hak yiyenler, zulmedenler vb. son derece sekülerdirler. Dünyevi tehditlerden çekinirler ve dünyevi tedbirler alırlar. Öte dünya sorgusu umurlarında bile değildir, akıllarına bile gelmez.
Demek ki sömürü, zulüm ve egemenlik dünyası en radikalinden “laik” bir dünyadır. Suç işleri ile din işleri birbirinden tamamen ayrılmıştır.
Kısacası, gerek tarihte gerekse günümüzde, “Allah korkusu”, “öte dünya sorgusu”, “cennet vaadi”, “cehennem tehdidi”, “günah” gibi kavramların daha iyi ve daha ahlaklı olup olmamamız üzerinde herhangi bir etkisi yoktur. Şeriat düzeninde bile hırsız, Allah’tan değil, elinin kesilmesinden korkar. Bunu egemenler çok iyi bilir; aslında halkımız da bal gibi bilir.
Bu gerçeği şimdiye kadar bilince çıkaramadıysak bile, ülkemizde Siyasal İslam’ın iktidar olduğu ve İslamcılığın ideolojik hegemonyasının yaşandığı şu 20 yıl içinde kavramış olmalıyız. Adaletsizlik, hukuksuzluk, liyakatin göz ardı edilmesi, kayırmacılık, çift standartlılık, israf, yiyicilik, yalan-dolan, komplo-kumpas, zulüm vb. her zaman vardı. Ama son yıllarda… Dincilik arttıkça bunların da artması ilginç değil midir?
Kısacası her türlü inanç demeyelim ama “din” olgusu koskocaman bir ambalajdır. Sınıflılığın ve sömürünün ambalajı…
Peki, Allah’tan bile korkmuyorsak nasıl “ahlaklı” ve “iyi” olacağız? Gaza veya frene basmamızı ne sağlayacak? Teknoloji mi? Öyle bir gözetim mekanizması kurarsın ki, şıp diye tespit edersin suçu (ahlaksızlığı, kötülüğü) örneğin… İnsan zekâsı beceremiyorsa “tarafsız” yapay zekâyı gündeme sokarsın örneğin… Çözüm bu mu? Allah yerine Big Brother!
Modernite, en basit tanımıyla, insanın kendi kaderini kendi ellerine almasıdır. Burjuva Modernitesi de böyle çıkmıştı yola. Ama burjuvazi, giderek (sistemini yerleştirdikten sonra) baktı ki Modernite ona ters. Yine Allah’a ve -ek olarak- teknolojiye sığınma yolunu seçti. Yani “insanüstülüğe” döndü yeniden.
Oysa çok kadim (yani antropolojik), çok insani, çok doğal ve cinsiyetçi olmayan bir kriterimiz var: Emek. Allah dahil her şeyin yaratıcısı. Üstelik bize ait olduğu için, içsel olduğu için korkmamıza da gerek yok. Yani “emek korkusu” diye bir kavrama ihtiyaç yok. Sadece sahip çıkalım, koruyalım ve saygı duyalım, yeter…
İnsanı “iyi” ve “ahlaklı” yapacak tek kriter “emek saygısı”dır. Birey de olsak, toplum da olsak… Emeğe saygı, birey-toplum çelişkisinin de çözümüdür, insan-doğa çelişkisinin de… Sömürüyü zaten tanımı gereği dışlar.
İnsan emek ürünüdür, emek ile insan olmuştur. Tasarı yeteneğimiz çok geniş olabildiği için, emeğimizin bu tasarıma yetmediği noktada, boşluğu inanç ve büyü ile doldurmuşuz. İnanç ve büyüye de kafa emeği ürünleri olarak bakabiliriz aslında. Sınıflılık öncesinde insanın veya insan topluluğunun üzerinde değildi onlar; insanın bir tür uzantısı/aracı durumundaydılar.
Ne zaman ki (ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, yöneten-yönetilen biçiminde) sınıflara bölündü insanlık, ne zaman ki emeğinin ve emek ürününün bir bölümüne el konulmaya başlandı, bu el koyma olgusunun ambalajı olarak ortaya çıktı tanrılar ve egemenlerin ideolojisi olarak dinler. Dolayısıyla emeğe el koyanlar (egemenler, zalimler, hırsızlar, yolsuzlar) Allah’tan korkmaz. Niye korksunlar ki? “Allah korkusu” emeğine el koyulanlar içindir; el koyma eylemine isyan etmesinler diye vardır.
Kısacası, insan emeğinin bir kısmı ondan koparılarak “insanüstü” haline getirilmiş ve ona karşı bir silah (devlet, tanrı, din, sermaye, vb. şeklinde) olarak kullanılmaya başlanmıştır. Küresel kapitalizm çağında teknoloji de “insanüstü” yapılmak, insan emeğinden koparılmak isteniyor. Bilimciler bu “sözde laik” tuzağa da düşmemeli.
“İnsanüstü” dediğimiz her şeyin aslında insan emeğinin ürünü olduğunu kavradığımız ve emeğimizi tekrar bütünleştirmeye çalıştığımızda “tam insan” olma (“ahlaklı” ve “iyi” olma da diyebiliriz) yolunda da önemli bir adım atmış olacağız.
Başka bir konu ama geçerken değinelim: bu durumda insan-doğa çelişkisi de sona erer mi? İnsan türü var oldukça sona ermez elbette. Ama bu çelişki doğanın -deyim yerindeyse- “iç çelişkisi”dir. Bu çelişkiyi “uyum” değil de “savaş” yöntemiyle çözmeye çalışırsak, emin olalım o savaşın sonu bellidir. İnsan da dahil hiçbir varlık “doğaüstü” ve “doğadışı” değildir.
Biz emeğimizle insan olduk ve doğanın bir parçasıyız. Ne “insanüstü” bir şey var, ne de “doğaüstü”. Eğer “iyilik” ve “doğruluk” diye kavramlar olacaksa, onun temelinde bu kavrayış yatar.