Uygar toplumda sihirsel düşünüş bir kalıntı düşünüş durumuna düşecektir. Dinsel düşünüş hiyerarşik düzen anlayışı, öte dünyası ve tapınılan, yakarılan tanrılarıyla gelişmeye başlayacaktır. Dünya görüşü dinsel değerlere göre örgütlendirilirken, aslında bu görüş içinde yaşanan toplumsal düzenin bir yansıması biçiminde oluşur. İnsanlar tanrıların “hizmetçileri” olarak yaratılmışlardır. Görevleri, tanrının tarlalarında çalışıp ürünü tanrının evine teslim etmek, tanrının evinde tanrıyı yedirmek, içirmek, giydirmek, eğlendirmek gibi hizmetleri görmektir. Senaryo bir nokta dışında gerçekliğe uygundur. Yalnızca yöneticilerin ve din adamlarının yerine başrolü tanrı oynamaktadır. Ya da yöneticilerin rolü tanrının gerisinde karanlıkta kalıp görülmemektedir. İşin kritik noktası da buradadır.
Okuyacağınız yazı, Alâeddin Şenel’in “İlkel Topluluktan Uygar Topluma” adlı yapıtının (Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 1995, 4. basım) “Geçiş toplumunun düşünsel yapısı” ve “Uygar toplumun ideolojik yapısının oluşması” başlıklı bölümlerinden derlenmiştir. Dinsel düşüncenin ve tanrıların hangi toplumsal koşulların/gelişmelerin ürünü olduklarını anlatması dolayısıyla dosyamızda yer verdik. Arabaşlıkları biz koyduk.
GEÇİŞ TOPLUMUNUN DÜŞÜNSEL YAPISI
Geçiş toplumlarının geçim ve yaşam biçimleri gibi düşün biçimleri de ilkel topluluktan uygar topluma geçişin çeşitli aşamalarını oluşturur. Gerçekten, hem neolitik çiftçi toplulukların hem neolitik çoban toplulukların başlangıç dönemlerinde asalak ekonomi çağından kalıtılan klan örgütlerinin ve bu örgütlerle bağlantılı olan totemci sihirsel düşünüşün izleriyle karşılaşırız.
Uygar toplum döneminde sistemleştirilen, ama geçiş döneminin kurumlarını ve düşünüşünü yansıtan mitoslarda bunun şaşmaz ipuçlarını görmekteyiz. Yeni Babil devletinin bu mitosların arşivlerine sahip olan tapınaklarından birinin rahibi olan Berosius, Sümer toplumunun oluşumunu anlatan mitosta Pers Körfezi’nden çıkan keçi, balık, insan karışımı bir tanrı olan Oanes’in Sümer’e uygarlık getirdiğinin yazılı olduğunu aktarır. Bilim adamları Oanes’in fetihçi bir klanın totemi olabileceği görüşündedirler; Cemdet Nasr’ın kedigil başlı tanrıçası da böyle bir totem tanrı olarak yorumlanmaktadır. Ancak her iki örneğin de, çiftçi ve çoban topluluklarından çok fetih sonucunda oluşmuş karışık, tabakalı toplulukların totemci düşünüşten dinci düşünüşe geçişlerinin dışa vurulmuş biçimleri olmaları çok olasıdır.
Neolitik topluluklarda sihirsel düşünce
Neolitik toplulukların, asalak ekonomi döneminin sihirci kültürünü kalıttıklarının daha açık kanıtları Mısır’dan sağlanmaktadır. Mısır’da, daha sonra Mısır’a özgü yerleşme merkezleri olan nome’lerin sancaklarını oluşturan hayvanların, hayvan tanrıların, yarı insan yarı hayvan kurgusal varlıkların nome’lerin geçmişindeki neolitik köylerin totemleri oldukları yolunda hemen hemen görüş birliği vardır. Bu neolitik köyler üzerinde egemen olan topluluğun totemi Horus (şahin) tanrılaşarak ve Firavunların bedenlerine girerek varlığını krallık dönemlerinde (uygar toplum döneminde) de sürdürmüştür.
Sihirsel düşünüşün neolitik topluluklarda sürüşünün bir başka (arkeolojik) kanıtı tılsım amacıyla yapılmış olan muskalardır. Üzerinde tılsımlı işaretler, bazen totemler bulunan, hem Sümer’de hem Mısır’da hem de İndüs’te karşılaşılan bu muskalar, Mezopotamya’da üzerlerine mitosların işlendiği silindir mühürlere ve mülkiyeti belirten mühürlere dönüşeceklerdir. Mısır’da önce soyluların adlarını simgeleyen kartuşlara dönüşecekler, sonra da bu kartuşlar Mısır hiyeroglif yazısının (“tanrıların konuşması”nın) temelini oluşturacaktır. İndüs’te de bu mühürler üzerine daha sonra İndüs yazısının karakterlerinin yazıldığını görüyoruz. Gerek mitoslar gerek muskalar ve mühürler, içlerinde sihirsel düşünüşten dinsel düşünüşe geçişin öyküsünü taşırlar.
Neolitik çoban topluluklarda sihirsel düşünüşün hayvanları konu alan totemci biçimi güçlenerek varlığını sürdürürken; neolitik çiftçi topluluklarda bunlar da bulunmakla birlikte, paleolitik topluluklardan kalıtılan “venüsler” önem kazanmıştır. Ancak bu dönemde venüslerin insanların ve hayvanların çoğalmasını sağlayacak “doğurganlık sihirleri” işlevleri ikinci plana düşerken insanları, hayvanları, bitkileri de içeren tüm doğanın verimliliğini sağlayan bir “toprak ana”nın, “anatanrıça”nın simgeleri durumuna geldikleri görülür.
Tarımsal üretimin insan düşüncesine yansımaları
Düşünüş ürünlerinde görülen tüm bu değişikliklerin altında yatan olay, insanların geçim ve yaşam biçimlerinde doğan değişikliklerdir. İster bitkilerin ister hayvanların üretimi olsun, üretim insanları doğaya mutlak bağımlılıktan kurtarmıştır. Daha önce de belirtildiği gibi insan düşüncesinin odağı artık yalnız doğa, doğanın da onu en çok ilgilendiren bölümü (hayvanlar) değil, hem doğa hem de insanlardır. Çünkü insanlar üretici ekonomiye geçerek doğayı biçimlendirmeye başlamışlardır. İnsanın doğayla ilgili düşüncesinin odağı da (geleneksel nedenlerle ve sembolik anlatım güçleri nedeniyle hayvanlar hâlâ birinci planda görünmekle birlikte) hayvanlardan doğa güçlerine ve bitkilere kaymaktadır. Bu olguyu en güzel biçimde kurban kurumu açıklar. Toprağa atılan bir tohumun yüz iki yüz taneli bir başak demeti vermesi olgusu, insanlarda, sürünün bereketli olması için kurban edilen bir hayvanın doğacak yüz iki yüz yavrunun nedeni olacağı yolunda bir düşünce uyandırmış görünüyor. İlk uygar toplulukların tabletlerdeki, taşlardaki ve papirüslerdeki resimlerinde, toprağın verimliliğini artırmak için ona içki dökülüp, un serpildiğini de görüyorsak da; toprağın verimliliğini artırmak için genellikle hayvan ve bazen Frazer’in ortaya çıkardığı gibi Yeni Yıl şenliklerinde tahıl kralı seçilen bir insan kurban edilmektedir. Bu kurban geleneğinin altında yatan, ölüp yeniden dirilme düşüncesidir.
Ölüp yeniden dirilme düşüncesi ise tümüyle üretici ekonominin özellikle de tarımsal üretimin insan düşüncesindeki yansımasıdır. Mezolitik ve paleolitik topluluklarda olduğu gibi neolitik toplulukların eşitlikçi toplumsal yapılarını korudukları dönemde, insanların düşünceleri (daha önceki dönemlerden kalıttıkları düşünüş biçimleri yanında) doğayla ilişkilerinden ve birbirleriyle ilişkilerinden doğuyordu. Doğayla ilişkileri, doğadan geçimlerinin sağlanması ve doğanın, geçimlerini yaşamlarını yıkıma uğratan olumsuz etkilerinden kaçınılması ve üreme noktalarında düğümleniyordu. Bunları geçim ve ölüm tasaları olarak özetleyebiliriz. İnsanların birbirleriyle ilişkileri, eşitlikçi toplumsal yapılarda ortak savunma, ortak üretim ve ortak paylaşmayı sağlayacak bir birlik duygusu ve düşüncesiyle çözülebilmişti. Ama geçim ve ölüm sorunlarının çözümü ve bunlarla ilgili olan üreme sorununun çözümü o kadar kolay değildi.
Kaostan düzene…
Neolitik topluluklarda üretimin başlaması insanların geçimini asalak ekonomi dönemlerinin rastlantısallığından önemli ölçüde kurtarmıştı. Bu, rastlantısal olayları rastlantısal nedenlerle açıklama sistemi olan sihirsel düşünüşün dayanaklarından birinin çökmesi demekti. Tarımın başlamasıyla insanların geçimlerinde ve yaşamlarında rastlantısallığın yerini yavaş yavaş düzenlilik almaya başlamıştır. Bu düzen doğanın da daha düzenli biçimde gözlemlenmesini getirdi; dolayısıyla doğayı kaos içinde görmenin yerini, bir düzen içinde görme düşüncesini geliştirdi. Ancak tarımsal üretimden çıkarılan bu düzen, bitkiler dünyasının düzenine benzer bir düzen olacaktı. Bitkiler dünyasında gözlemlenen olaylar ise, ekinlerin yoktan var olurcasına büyümeleri, sonra sararıp solup ölmeleri, tohumlarının bir başka yaşama kavuşmak üzere yeraltına inişi ve orada bir süre kaldıktan sonra yeniden doğmaları idi. Doğada bir kargaşa değil, böyle bir düzen vardı. İnsanlar bu düzenin bir parçasını kendileri düzenliyorlardı. Çabalıyor, ekiyor, suluyor ve biçiyorlardı. Ama bunun dışında tohumun toprak altındaki ve üstündeki gelişmesi, ekinlerin sararması bölümlerini ve ekinler dışındaki bitkilerin ve hayvanların var oluşları ve yok oluşlarını düzenleyen bir varlık olmalıydı. Bu varlık çoban topluluklarda güneş, fırtına; çiftçi topluluklarda toprak ana, anatanrıça olarak düşünüldü. Böylece doğa, ama bu kez hayvanlar değil, üretimi etkileyen yer, gök, rüzgâr, güneş gibi doğa güçleri de insan düşüncesinin odağını oluşturdu. Düşünce burada “geçiş düşünüşü” olma niteliğini gösterdi. Mevsimleri saptamak için gözlemlenen yıldızlar, totemci bir dünya görüşüyle gökteki hayvanlara (burçlara) benzetilecektir. Sonuçta doğa güçleri ya da eski totemler tanrılığa yükseltilip kendilerine yaratma ve yok etme işlevleri yüklendi. Çünkü ürünün ve ürünle birlikte topluluğun yazgısı yarı yarıya insanın elinde idi (insanların çalışmalarına bağlı idi), yarı yarıya ellerinde değildi. İşte ellerinde olmayan o yarı, kendileri dışında yaratıcı ve yok edici nitelikleri olan bir varlığa yüklendi. Ve genellikle bu varlığı kendileri gibi kişileştirme eğilimi gösterdiler. Bu varlık artık belirsiz sihirsel güçler olamazdı. Çünkü üretimin yazgısının yarısı artık insanların elindeydi ve insanlar kendilerini etkin bir güç olarak görmeye başlamışlardı. Bu nedenle düşüncenin bir odağı da insan, topluluk idi. Üretimin yazgısının yarısını elinde tutan doğa güçlerinin de bir insan, ama kendilerinden çok daha güçlü bir insan olduğunu düşüneceklerdir. Artık düşüncenin bu yolda mutlak yaratıcı tanrılara varması için toplumda bir başka olguyu, bireyin ve bazı sınıfların yazgılarının bütün bütün ellerinden çıktığı sınıflaşmayı ve siyasal farklılaşmayı beklemek gerekecektir.
Tarımsal üretimin başlaması, doğadaki neden sonuç ilişkilerini kavrama şansına sahip olma yolunda atılmış bir adımdı. İnsan ekip biçmeyle doğa ile karşılıklı bir etkileşim içine giriyordu ve bu ilişki doğa olaylarını bir seyirci gibi gözlemlemesinde sahip olamayacağı sınama ve yanılma yöntemlerini de insanın eline vermiş oluyordu. Yanılmalarının sonuçlarını görmezliğe gelemezdi ve yanılmaları ona çok pahalıya patlıyordu. Öte yandan sihirsel törenler ürünün ne artmasını sağlayan ne de bir yıkıma (kuraklığa, hastalığa) karşı onu kurtarabilen şeylerdi. Bununla birlikte ürünün gelişmesi için gerekli fizik işlemler yanında bu törenler de uygulandı. Sihirsel törenlerin uygulanışının nedenlerinden biri, geleneklerin sürdürülmesi; ötekisi sihirsel törenlerin hâlâ ekonomik bir ortamının bulunmasıydı. Çünkü ürünün yazgısının yarısı insanın elindeyse yarısı da ‘doğa’nın, dolayısıyla rastlantıların elinde idi. Rastlantıların ürünün verimini sağlayacak yönde olmasını sihirsel törenlerle etkilemeye çalışma “umudu”nun hâlâ bir işlevi vardı. İnsanın yaşamı düzene girdikçe insan dünyayı yaşamı ve toplumu gibi düzenli bir bütün olarak görmeye başladıkça; ürünle ilgili bu sihirsel törenler ürünün yazgısını elinde tutan bir yaratıcıya yönelik dinsel törenler biçimine dönüşecektir.
Geçiş topluluklarının insanının geçim sorunu yanı sıra ölüm sorunuyla ilgili tasaları da, bitkiler dünyasındaki düzenin tüm canlılara genellenmesiyle, kolaylıkla yanıtlanabiliyordu. Tohum gibi ölüm de bir son değildir. Öleni toprağa gömersen ilerde yeniden doğacaktır. Geçiş toplumlarında öte dünya kavramı sorgulu sınavlı, cennetli cehennemli bir ideolojik yönlendirme dünyası kavramı değildir. Bu nitelikleri sınıflı uygar toplumun çıkışından çok sonra kazanacaktır.
Eksik olan: tapınma
Böylece geçiş toplumunun geçim ve yaşam koşulları içinde dinsel düşünüşün öğeleri bir bir oluşmaya başlar. Gene de bir öğe, dinsel düşünüş sayılabilmesini sağlayan önemli bir öğe eksiktir: “tapınma”. Sihirsel düşünüş dinsel düşünüş ayrımı yapan yazarların çoğunluğu, bu iki düşünceyi, sihirin doğa güçlerine buyurmasına karşılık dinin doğaüstü güçlere yakarma olduğunu söyleyerek ayırırlar. Sihirin buyurmasına karşılık dinde yakarma eğilimi, asalak ekonomide ve üretici ekonomide insan-doğa ilişkilerinin açıkladığımız biçimine ters düşüyor görünür. Bunun nedeni, dinin bu niteliğinin insan-doğa ilişkilerinden çok insan-insan ilişkileri ile bağlantılı oluşudur. Gerçekten insan-insan ilişkisinin eşitlikçi olduğu ilkel topluluklarda yalvarma, yakarma kavramı yoktur. Bunlar, eşitsizlikçi, sınıflı toplumların kavramlarıdır. İnsanlar sınıflı uygar toplumun oluşmasından sonradır ki, uygar toplumun doğaya egemen olma yolunda attığı adımların da etkisiyle, doğaya toplumsal düzenin bakış açısıyla bakacaklardır. Toplumda yazgıları nasıl başka kimselerin, başta yöneticinin elindeyse, doğada da ürünlerin ve her türlü canlının yazgısının yöneticiye benzer bir tanrının elinde olacağını düşüneceklerdir. Toplumlarının yöneticilerine yakarışları, yöneticileri önünde eğilişleri gibi doğanın yöneticisi önünde eğilip ona yakarmaya, bir başka deyişle tapınmaya başlayacaklardır. Böylece geçiş topluluklarında gelişmeye başlayan dinsel düşünce, tapınılan yaratıcı yönetici kavramıyla, ancak sınıflı, siyasal farklılaşmaya uğramış uygar toplum döneminde olgunluğuna kavuşabilecektir. Geçiş dönemi boyunca kalıntı sihirsel düşünüş ile olgunlaşmamış bir dinsel düşünüşü yan yana görürüz.
Geçiş döneminin gelişmesi, topluluklar arası ilişkilerin gelişmesine de koşutluk göstermiştir. Yerleşik çiftçi toplulukların anatanrıça kültü kısa ömürlü olur. Çobanların çiftçiler üzerine çöreklenmesiyle ya anatanrıça kültü yanı sıra totemik hayvan kültleri varlıklarını yan yana sürdürmüşler, ya çiftçi toplulukların tanrıçalarıyla çoban toplulukların hayvan totemlerinin karışımı tanrılar türemiş ya da çiftçi toplulukların tanrıçalarıyla çoban toplulukların (çiftçi topluluklardan esinlenerek edindikleri ve patriarklar ve ataya tapış kültleri ortamında geliştirilen) erkek tanrıları evlendirilmiştir.
Tanrılar doğuyor…
İster asalak ekonomiye ister üretime sahip olsunlar, eşitlikçi topluluklarda sihirci, şaman, din adamı gibi kimseler düşünce üreticileri olmaktan çok topluluğun ürettiği düşünceleri biçimlendirici, dile getirici ve kuşaktan kuşağa geçirici kimselerdir. Dolayısıyla dile getirdikleri düşünceler yanlış düşünceler olabilir; ama bilinçli bilinçsiz ideolojik saptırılmış düşünceler olamazlar. Sınıflı uygar toplumlarla durum değişir. Din adamları önce toplumsal artı ile geçinen ve doğrudan geçim etkinliklerine katılmayan uzman düşünürler olmuşlardır. Sonra sayıları artarak, toplumun düşüncesini dile getiren kimseler olmak yerine, toplumun düşüncelerini biçimlendiren kimseler durumuna gelmişlerdir. Son olarak din adamları örgütlenerek bir “kilise” oluşturmuşlardır. Bu olay (din adamlarının büyük sulama tarımını ve öteki ekonomik etkinlikleri örgütleyip yönettikleri bir dönemde) düşüncenin, geçim ve yaşam etkinliklerinden kopması olmasa bile, farklılaşması anlamına gelir. Bir başka deyişle, düşünsel yapı ekonomik ve toplumsal yapılardan farklılaşmıştır.
Düşüncenin farklılaşmasının ve tam zaman düşünce uzmanlarının eline geçmesinin sonuçları, toplumdaki düşüncelerin gözden geçirilmeleri, toplumun yapısına uyacak biçimde sistemleştirilmeleri, buna uymayan düşüncelerin elenmeleri ve bu sistemin bir bütün oluşturması için yeni düşüncelerin türetilmesi olmuştur. Demek ki toplumu, doğayı ve yaşamın belli başlı tüm sorunlarını içeren bir “dünya görüşü”nün türetilmesi olmuştur. Bu dünya görüşünün örnekleri bir sonraki bölümde ele alınacak. Burada, doğrudan geçim etkinliklerine katılmayan, toplumsal artıdan beslenen tam zaman düşünce uzmanlarının türettiği bu dünya görüşünün ister istemez sınıfsal konumlarının yol açtığı bir ideolojik sapma içinde olacağını belirtmekte yetiniyorum. Kısacası, ilkel topluluklardaki “düşünsel yapı” yerine artık uygar toplumun “ideolojik yapı”sının temelleri atılmaya başlanmıştır.
Tüm olarak bakılırsa, geçiş toplumlarında analojik sihirsel düşünüş tek düşünüş biçimi olmamakla birlikte varlığını sürdürmektedir. Onun yanında tümdengelimci bir dinsel düşünüş gelişmektedir. İnsan doğayı, doğadaki neden sonuç ilişkilerini anlama yolunda ilk adımını atmıştır. Doğa artık ona bir kaos değil bir düzen olarak görünmektedir. Her şeyin bir düzeni, her şeyin bir nedeni vardır. Ancak insan genel olarak düzeni gözlemlemiş olmakla birlikte, düzeni oluşturan parçaları kavrayamamıştır. Bir düzenin olduğu, ancak bu düzeni yaratan binlerce nedenin bilinmediği bir durumda her şeyin tek nedene bağlanıverilmesinin koşulları doğmuştur. Bu neden çiftçi topluluklarda daha sonra anatanrıçalığa yükseltilecek olan “toprak ana”dır; çoban topluluklarda göklere dek yükselmiş olan güneştir. Böylece her şeyin bir yaratıcısı, tek nedeni saptandıktan sonra, her sonucu ondan türetecek tümdengelimci düşünce kurgularına kapılar ardına dek açılmıştır.
Bilimsel düşünüş de uç veriyor
Geçiş toplumlarında bilimsel düşünüşün tohumlarının da atıldığını söyleyebiliriz. Doğayı taklit ederek bile olsa doğa yasalarına uyarak tohumu toprağa ekmek, bilimsel düşünüşün tohumunu da ekmiştir. Neolitik topluluklarda artı besinin ve boş zamanın sağladığı olanaklarla gerçekleştirilen çömlekçilik, dokumacılık, mayalandırma (biracılık, şarapçılık, ekmekçilik) gibi ev ekonomisi zanaatları da bilinçsizce de olsa nesnelerin fizik ve kimyasal özelliklerinden yararlanma, bilimsel düşünüşün değilse de bilimsel davranışın başlangıcıdır. Bilimsel düşünüşün başlangıcı değildir, çünkü örneğin çömleğin pişirilince sertleşmesi, arpanın mayalanması, uygar toplum dönemine geçmiş geleneklerden çıkarıldığına göre sihirsel işler olarak düşünülüyordu.
Geçiş toplumunun düşünsel yapısı, belki en güzel biçimde bir çömlekçinin davranışlarında izlenebilir. Çömlekçi balçığa biçim verip onu pişirirken doğan değişiklikleri sihirsel gizemli değişiklikler olarak görüyor ve bu değişikliklerin başarılı olması için bir yandan fizik ve kimya yasalarından (farkında olmaksızın) yararlanırken, bir yandan sihirler yapıyor ve sonuçta, ocaktan çatlamadan pişirilmiş bir anatanrıça heykelciğini başarıyla çıkarabiliyordu.
Uygar toplumda sihirsel düşünüş önemini yitirecek ve bir kalıntı düşünüş durumuna düşecektir. Dinsel düşünüş hiyerarşik düzen anlayışı, öte dünyası ve tapınılan, yakarılan tanrılarıyla gelişmeye başlayacaktır ve bilimsel düşünüşün ilk örnekleri görülecektir. Tarımsal üretim bilimsel düşünüşün gelişmesine elverişli değildir; çünkü ürünün yazgısının yarısı üreticinin elinde değil, doğa koşullarının elindedir. Oysa sanayi üretimi, bir eşyanın yapılmasında insanın iradesi dışındaki dış nedenlerin işe karışması olasılıkları az ve eşyanın yazgısı başından sonuna dek insanın elinde olduğu için, bilimsel düşünüşün gelişmesinin nesnel koşullarını taşır. Gerçek bilimsel düşünüşün gelişmesi için bu yetmez; bir de, yapılan işin üzerinde sistemli bir düşünce çabası harcamak gerekir. Bu olanak çoğu kez amatör neolitik zanaatçının elinde yoktur. Uygar uzman zanaatçının elinde de yoktur. Ne var ki uygar toplum, artı ürünüyle bir yandan tam zaman uzmanı zanaatçıları, bir yandan tam zaman uzmanı düşünürleri beslemeye başlayınca, bilimsel düşünüşün doğmasının hem nesnel hem öznel koşulları oluşmuştur. Zanaatçılar pratik bilgi birikimini sağlamıştır, din adamları kuramsal bilgi biriktirmişler ve yapılan işler üzerinde yoğun ve sistemli düşünme olanağı bulabilmişlerdir. Din adamlarının kuramsal bilgi birikimleriyle, zanaatçıların pratik bilgi birikimlerinin birleştirilmesinin ürünü olarak doğan tekerlek, döner çömlekçi tablası, metal ergitme, önceden hazırlanan planlara göre yapılan tapınaklar, bilimsel düşünüşün ürünü olmaktan başka biçimde yorumlanamaz.
Egemen düşünüş biçimi dinsel düşünüş oluyor
Uygar toplumun başlarında bilimsel düşünüş, egemen dinsel düşünüşün yanında ticaret ve zanaatlarla birlikte gelişecek olan geleceğin düşünüşü olarak görünmektedir. Yaşamı yapı, mal yapımı gibi alanlarla sınırlıdır. Dinsel düşünüş ise egemen düşünüştür. Yalnız tarımsal üretim alanı değil, tüm doğa dinsel düşüncelerle açıklanır. İnsan-doğa ilişkileri gibi insan-insan ilişkileri de (toplumsal, tarihsel olaylar da) dinsel düşüncelerle açıklanır. Ve bu düşünceler, pratikten türetilen düşünceler değildir. Soyut, pratikle bağlantılarını koparmış, uzman düşünürler sınıfı tarafından türetilen “metafizik” düşüncelerdir. Egemen düşünüş biçimi, din adamlarının telkin ettikleri dinsel, metafizik bir düşünce olunca, gerek tarım gerekse sanayi alanında çalışan kimseler düşüncelerini kendi pratiklerinden türetmekten çok, bu düşünceleri benimseyeceklerdir. Bu metafizik düşünceler ise, onların üretimlerini, zanaatlarını geliştirici düşünceler olmayacaktır; üretimi geriletmez iseler ona ne yararı ne de zararı olan düşünceler olarak varlıklarını uzun süre sürdüreceklerdir.
Tapınaklar ekonomide başrolü oynarken; verimli ürünler yaratan pratik ve kuramsal bilgi birikimi ve etkileşimi vardı. Tapınakların, dolayısıyla din adamlarının üretimin odağından uzaklaşarak tüketim odakları durumuna gelmelerinden sonra din adamlarının üretimle ilişkileri tümüyle kopmuş; ne pratik bilimlerin ne de kuramsal bilimlerin gelişmesine hiçbir yararları olmamış, tersine metafizik düşünceleri telkin ederek zararları olmuştur. Öte yandan düşünmenin ve okuryazarlığın din adamlarının tekelinde olup zanaatçıların bunlardan yoksun bulunmaları; onların da pratik ve kuramsal bilim alanına önemli katkılar yapamamalarına yol açmıştır. Tapınaklara bağlı olmayan tacirlerin ve sonra sanayicilerin okuryazar, bilgi biriktirecek boş zamana sahip kimseler olarak ortaya çıktıkları topluluklarda; üretimle ilişki kuran hiç değilse dinsel metafizikle bağlantısını koparan kuramsal düşünce (kısa bir süre sonra yeni bir dinsel metafiziğe batmak üzere) bilimsel yola girecektir.
DİNSEL DÜNYA GÖRÜŞÜNÜN GELİŞMESİ
Uygar toplumun “tarıma dayalı eşitsizlikçi uygar toplum” döneminde düşünsel yapı ideolojik bir biçim alır. Uygar toplum doğarken düşünsel yapısını, tarıma dayalı bir yaşam biçimine sahip olan geçiş toplumlarının dünya görüşü üzerine dayandırmıştır. Özellikle yerleşik çiftçi toplulukların dünya görüşü, bitki dünyası içinde etkin bir insan ögesi gerçeğinin hem toplumsal hem canlı hem de cansız dünyaya uzatılmasıdır. Buna göre doğada her şey canlıdır ve yaşamları mevsimlere göre ölüp dirilen bir bitkiler dünyasının yaşamını andırmaktadır. İnsanın etkileyemediği doğa güçleri artık (ilkel toplumda olduğu gibi) hayvan değil, ata kültünde olduğu gibi insan biçiminde düşünülmektedir. Bu güçlerle insanın arası açık değildir. Örneğin ataların ruhları yeni bebeklerin doğumuyla yeniden topluma dönebilmektedir ve atalar bu dönemde tanrılaştırılmamışlardır.
İnsan-tanrı ilişkisi, efendi-köle ilişkisinin yansıması
Uygar toplumun ideologları olan din adamları düşünüşü sistemleştirme çabasına girerler. İlkel toplumdan kalıtılan totemler, doğa güçleri, yıldızlar, atalar, özellikle egemen sınıfın ataları tanrılaştırılırlar. Doğada etkin öge insan olduğu için her türlü tanrılara insan biçimi verme (antropomorfizm) eğilimi görülür. Sonra tanrıları toplumsal örgütlenişe koşut bir biçimde örgütlendirme girişimi başlar. Bu örgütlendirmenin başladığı uygarlığa geçiş döneminin toplumsal örgütlenmesine uygun olarak tanrılar, fazla eşitsizlikçi olmayan, örneğin kadın ve erkek tanrılar arasında büyük bir farkın bulunmadığı ve tanrıçaların toplumsal olaylara etkin olarak katıldıkları bir panteon içinde yaşatılmaya başlanır. Bu ilk dönemde hatta sınıf farklarının azlığına uygun olarak tanrılarla insanlar arasında bile kesin ayrım ve büyük bir farklılaşma görülmez. Kral Etana tanrılar arasına alınır, Sümer Nuh’u Utnapiştim’e ölümsüzlük bağışlanır, tanrıça İştar Gılgamış’a aşık olur. Ancak toplumsal farklılaşmanın artmasına uygun olarak tanrılarla insanların arası gittikçe açılır. Tanrılarla arası açılmayan tek kişi, bazen tanrı, bazen tanrının oğlu, bazen tanrıların beslediği kimse olan yöneticidir. Ama bu farklılaşma başlamadan önce (insanların, taşkın ovasında dünyaya düzen vermelerini ve siyasal farklılaşmanın başlamasıyla topluma düzen vermelerini anımsarcasına) tanrılar doğayı yoktan var etmeyen yalnızca kaos içinde buldukları dünyaya düzen veren varlıklardır.
Doğayı böylece açıklayan dinsel dünya görüşünde, toplumsal farklılaşmanın gittikçe arttığı bir dönemde, sıra insanın doğadaki yerini, toplumu, bireyin toplumdaki yerini açıklamaya gelince, tanrılar doğaya düzen veren varlıklar olmaktan doğayı yaratan varlıklar olma noktasına yükseltilmişlerdir. Dolayısıyla yalnız doğayı değil insanları da yaratan varlıklar olarak görülürler. İnsanları yaratışlarının biçim ve amacı ilginçtir. Biçimi, insanların ırmak boyu bataklıklarından tarım topraklarını yaratışlarına benzer, bir çömlekçinin balçıktan çömleğe ya da heykelciğe biçim verişine benzer. İdeoloji, malzemesini dünya görüşünden, düşün biçiminden almaktadır. İnsanların yaratılışlarının amacına bakarsak, dünya görüşünün ideolojik bir yapı kazanması olgusunun olanca açıklığı ile gözler önüne serildiğini görürüz.
Gerçekten elimizdeki tabletlere, MÖ 2. binyıldan ve Babil tapınaklarından gelmekle birlikte geçmişi Sümer’e dek dayanan Enuma Eliş, yaradılış mitosuna ve benzeri öteki mitoslara göre, tanrılar insanları her türlü maddi gereksinimlerini zahmete girmeksizin giderebilmeleri yolunda kendilerine yardım etmeleri için “hizmetçileri” olarak yaratmışlardır. Bir ölü dilden yapılan çeviride esneklik amacıyla “hizmetçi” olarak çevrilen sözcük “kul”, “köle” anlamında bir sözcük de olabilir. Öyle değilse bile daha sonra köleliğin yaygınlaşmasıyla insan-tanrı ilişkilerinin, efendi-köle ilişkisinin bir yansıması olarak görülmeye başlandığı hemen hemen kesin. Yoksa tektanrıcı dinlerde kölelik kalktıktan nice sonra, bugün bile varlığını sürdüren “kul” kavramı başka türlü açıklanamaz.
Geçiş toplumuyla başlayan sihirsel düşünüşten dinsel düşünüşe geçiş hareketinin, kul kavramının doğuşu ile tamamlandığı söylenebilir. Geçiş toplumunun başında sihirsel ve dinsel düşünüşler hemen eşit ağırlıkta olarak yan yana iken, uygarlığa varan gelişmelerle dinsel düşünüş ağırlığını artırmaya başlamış ve uygar toplumda dinsel düşünüş egemen düşünüş biçimi olmuş, bilimsel düşünüşün tohumları atılmış, sihirsel düşünüş yan düşünüş biçimi durumuna düşmüştür, hatta yasaklanmıştır. Gerçekten Mezopotamya yasalarından kutsal kitaplara, Kitabı Mukaddes’e, Kuran’a dek uygar toplumun resmi belgelerinde sihirciler (büyücüler) için çoğu durumda ölüm cezalarının konduğunu görüyoruz.
Sihirciliğin böyle şiddetle cezalandırılmasının altında kuşkusuz insanlarla doğaüstü güçlerin ilişkilerinde aracılığı tekeline almış örgütlü din adamlarının çıkarları da yatmaktadır. Ancak bu sonuçta onun kadar tarımsal üretime dayanan eşitsizlikçi uygar toplumun dinsel görüşünün, geçim ve yaşam biçimi tarafından bir kez türetildikten sonra, bu düşün biçiminin yaradancı, yazgıcı, eşitsizlikçi temel değerlerine göre din adamlarınca ve bu değerleri benimsemiş başka kimselerce sistemleştirilip, kendi iç mantığına göre (tümdengelimci yöntemlerle) geliştirilmesinin de rolü vardır. Gerçekten yazgının tanrının tekeline geçtiği, bireyin doğa karşısında tarımsal üretimde etkin bir rol almaya başlamasına karşın, farklılaşmış, sınıflaşmış toplumda yazgısının elinden çıktığı ve kendi dışındaki güçlere boyun eğdiği bir ortamda, bireylerin olayları sihirle etkilemelerine ne olanak ne de izin verilmediği gibi, tanrının saptadığı değişmez yazgının sihirsel girişimlerle değiştirilebilmesine düşünsel bir olanak da yoktur.
Tanrı, yöneticilerin perdesi
Dünya görüşü dinsel değerlere ve düşünüşe göre örgütlendirilirken, aslında bu görüşün içinde yaşanan toplumsal düzenin bir yansıması biçiminde oluştuğunu görürüz. Gerçekten Mezopotamya’da tanrılar, baştanrısı, vezirleri, danışma meclisleri ile yeryüzü toplumu, hatta bir devlet gibi örgütlendirildikten başka, insanlarla tanrıların ilişkileri de tümüyle köylülerin din adamlarıyla, tapınakla ilişkilerini anımsatır. İnsanlar tanrıların “hizmetçileri” olarak yaratılmışlardır. Görevleri, tanrının (tapınağın) tarlalarında çalışıp ürünü tanrının evine (tapınağa) teslim etmek, tanrının evinde (tapınakta) tanrıyı yedirmek, içirmek, giydirmek, eğlendirmek hatta pohpohlamak gibi hizmetleri görmektir. Senaryo bir nokta dışında tümüyle gerçekliğe uygundur. Yalnızca din adamlarının yerine başrolü tanrı oynamaktadır. Ya da din adamlarının rolü tanrının gerisinde karanlıkta kalıp görülmemektedir. İşin kritik noktası da buradadır.
İnsanların bu hizmetine karşılık tanrılar insanlara öfkelenmeyeceklerdir, onları başlıcaları tufan, açlık ve savaş yenilgisi olmak üzere çeşitli yıkımlardan koruyacaklardır. Senaryonun bu bölümü de gerçeğe uygudur. Gerçekten tapınağın su denetleme çalışmaları, köylülerin evlerini ve tarlaları selden, tapınağın ambarları, kıtlık zamanında açlıktan, tapınağın olanaklarıyla sağlanan silahlar, hatta paralı askerler, kent toplumunu yenilgiden korumaktadır. Buna karşılık tanrılara yeterince hizmet etmez, kurban, adak sunmazlarsa (tapınağa artıyı vermezlerse, tapınakta bu işleri görecek artı bulunmayacağından) tanrılar onları bu yıkımlarla cezalandıracaklardır. Cezalandırmanın da gerçeğe uymayan hiçbir yönü yoktur. Yalnızca senaryoda gerçekte yapılanlar, “yapılmalı” biçiminde yazılmıştır. Bilim adamı bunu “geçim ve yaşam ilişkileri olduğu gibi bu biçimde sürmeli” şeklinde okumalıdır.
İnsan-doğa ilişkileri (tarım üretiminde insanın denetleyemediği doğa güçleri karşısındaki çaresiz durumu) insan-insan ilişkileri (sınıflı toplumda bireyin yazgısının başkalarının elinde olması) gibi yöneten-yönetilen ilişkileri de rahiplerin teolojik sisteminde dile getirilmiştir. İlkin tanrılar yöneticinin (projeksiyonudur) uzantısıdır. Sonra insan-tanrı ilişkileri, insanın yalvarması, yakarması, ayağa kapanması, sadakatin ödüllendirilmesi, başkaldırmanın cezalandırılmasıyla, yönetici ile yönetilen ilişkisine benzetilmiştir. Yöneten-yönetilen ilişkisinde yönetici de tanrının bir hizmetçisi, ama vekili olan bir hizmetçisi olarak, tanrının gerisine saklanmıştır. Verdiği buyruklar tanrının buyruklarıdır. Dolayısıyla yöneticinin buyruklarına karşı gelmek tanrıya karşı gelmek demektir. Yönetici yalnızca tanrının buyruklarını aktarmakta ve yerine getirmektedir. Üretim araçlarının tapınağın denetiminde olması ideolojiye toprakların tanrının tarlası olduğu biçiminde yansıyınca buna uygun olarak tanrı ile yönetici ilişkilerinde yönetici ya tanrının “kiracısı”dır ya vekilidir, ya da çobanıdır. Bunlardan ilk uygarlıklarda en yaygın görüleni “çoban kral” kavramıdır. Bu kavramın altında, yöneticilerin yerleşik çiftçi üzerinde çöreklenen göçebe çoban topluluktan çıkmaları olgusu ve göçebe toplumun dünya görüşü yatar. Uygarlaşmayla bu dünya görüşünün başına bir de tanrı geçirilince siyasal ideoloji şu biçimi alır: Topluluk tanrının sürüsü, yönetici tanrının çobanıdır. Çoban sürüye iyi davranmalıdır ve sürüyü iyi yönetmekte tanrıya karşı sorumludur. Böyle bir ideoloji, yöneticiyi yönetenlerin üstüne çıkarmasıyla, ancak yönetimin yönetilenlerin de yararına olması koşulunu getirmesiyle ve yöneticiyi tanrıya karşı sorumlu kılmasıyla yetkin bir siyasal ideolojik modeldir. Bu model içinde bu ideolojiyi türeten din adalarına bir dereceye dek yöneticiyi yönlendirme, etkileme olanağı da bırakılmıştır. Yönetici olsun din adamları olsun, büyük bir olasılıkla kurdukları bu senaryoya kendileri de inanmaktadırlar. Ama içten oluşları, onların içinde bulundukları sınıfın, grubun çıkarlarına olan şeylerin tanrının da isteğine uygun olduğuna inanmalarını engellemez, tersine hızlandırır. Bu noktada dünya görüşü bilinçli bilinçsiz ideolojik bir biçim almaya başlar. Topluluğun öteki üyelerinden farklı bir noktadan farklı bir bakış açısı ile bakışın ürünü olan düşünsel yapı, hele bu bakış açısına göre örgütlendirilmiş bütüncü bir dünya görüşü oluşturulmak üzere sistemleştirilirse, ideolojik bir biçim alır. Düşünceler, nesnel koşulların yansıması olarak oluşup örgütlenmez, düşünce sisteminin bütününe uyacak biçimde algılanıp, seçilip, gerektiğinde değiştirilip sisteme uydurularak biçimlendirilir. İdeolojik yapının böylece örgütlendirilmesi tamamlandıktan sonra bu kez düşünceler nesnel koşulların yansımasıyla oluşmaktan çok bu sistemden türetilmeye başlanır. Yani sistemleştirilmiş düşüncelerden yani inançlardan türetilmeye başlanır. Bu, aklın tümdengelimci (dedüksiyoncu) işlemiyle yapılır. Böyle bir çıkarsama yapmaya olanak verecek biçimde daha önce tanrıya bazı nitelikler, özellikle egemen sınıfın, egemenin nitelikleri yüklenmiştir. Dolayısıyla yapılan çıkarsamalar egemene, egemen sınıfa, onların düşüncelerine ve çıkarlarına uygun çıkarsamalar olur.
Uygar toplumda düşünsel yapı bu nedenlerle ideolojik bir biçim almıştır. Tarıma dayanan bir toplumda bu ideolojik yapının dinsel temellere dayandığı görülür. İdeolojik dinsel düşünüş toplumsal farklılaşmanın yansıması olan insan-tanrı farklılaşması ile başlar. Bu farklılaşmada çöreklenen egemen topluluğun yanı sıra, öteki sınıfların hatta boyun eğdirilen topluluğun birliğini temsil eden tinsel simge de tanrı olarak yansıyabilir. Hatta bazı durumlarda egemen sınıfça yadsınmadıkça, onun da yansıması gerekir. Toplumu oluşturan sınıfların bütünleşmesi için bu gereklidir. Ekonomik ve toplumsal bütünleşme tanrıların bütünleşmesinde kendini gösterir. Ondan sonra da toplumun çapı genişledikçe, o toplumsal bütünleşmeye katılan toplulukların tanrıları da kendi aralarında bütünleşirler. Bu kuşkusuz eşitlikçi bir bütünleşme değildir, önemli tanrılar, önemsiz tanrılar vardır. Ayrıca içlerinden birisi baştanrılık savında bulunur. Siyasal egemenlik bir kentten ötekine geçtikçe baştanrılık da öyle geçer.
Ekonomik toplumsal siyasal bütünleşme kent devletinden ulusal devlete geçerken kalabalıklaşan panteon, imparatorluğa geçerken baştanrı ve başlıca tanrılar dışındakiler önemlerini yitirecek kadar büyür. Bunun üzerine imparatorluğun gelişmesi döneminde merkezi iktidar erkini (biraz da yerel tanrılara hoşgörü, onların saygınlığından yararlanma, onları imparatorluk panteonuna alma yollarıyla) yaygınlaştırıp siyasal örgütlenişini geliştirerek iyice sağlamlaştırdıktan sonra, imparatorluk sınırları içindeki ülkelerde yönetim ve inanç birliği gereksiniminden dolayı tanrıların azaltılması süreci işlemeye başlar. Bu yolda ilkin baştanrıcılığın güçlendirilip, sonra tektanrıcılığa giden yolda tanrıların sayısının azaltılması eğilimi gelişir. Ne var ki bu ideolojik gelişmeler belli bir dinsel merkezde ya da başkente oluşan gelişmeler değildir. Tüm imparatorluk ülkelerinde hatta tüm uygarlık bölgelerinde görülen gelişmelerdir. Bu gelişmelerde de uygar toplumlarla geçiş toplumların düşünsel etkileşimi önemli bir rol oynar. Tektanrıcılığa varan bu gelişmeler, belki en iyi biçimde İbranilerin göçleri, yerleşmeleri ve sürgün edilmeleri izlenerek gözlemlenebilir. İbranilerin serüveni aynı zamanda, uygar toplumun etkisi ile Türk, Moğol, Sami ve Hint-Avrupa gibi göçebe toplulukların toplumsal, siyasal düşünsel farklılaşmaya uğramaları konusunda da örnek oluşturmaktadır.