Ana Sayfa Dergi Sayıları 232. Sayı Prof. Dr. Hasan Aydın ile söyleşi Türkiye’de felsefenin dünü, bugünü ve...

Prof. Dr. Hasan Aydın ile söyleşi Türkiye’de felsefenin dünü, bugünü ve yarını

Batı felsefecileriyle boy ölçüşecek düzeyde felsefeciler/filozoflar yetiştirdiğimizi düşünüyorum. Bu Cumhuriyet’in ve onun oluşturduğu kurumsal yapıların kazanımıdır. Türkiye yüzyıllık birikimiyle felsefe alanında özgün ürünler ortaya koyacak olanağı kendi içinde taşımaktadır. Gelecektekilere düşen, bu olanağı, önceki birikimlerden de yararlanarak kuvveden fiile çıkarmaktır.

312
0

Ondokuz Mayıs Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hasan Aydın ile Cumhuriyetin 100. yılında, Türkiye’de felsefenin dünü, bugünü ve yarını üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Söyleşide, 100 yıllık süreçte felsefe alanında neleri başardık, neleri başaramadık, bir felsefe geleneği/gelenekleri yaratabildik mi, filozoflar yetiştirebildik mi, felsefe alanında ne türden sorunlar var vb. sorulara yanıt aradık.

Osmanlı’da ve Cumhuriyet döneminde felsefenin serüveni

– Cumhuriyetimiz 100. yaşına ulaşmış durumdayız. Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne Türkiye’de felsefi düşüncenin gelişmesi çerçevesinde neler söyleyebilirsiniz? Cumhuriyet felsefe alanında geçmişten ne aldı, ona neler kattı?
Bugün nerede olduğumuzu görebilmek için, geçmişe dair kısaca da olsa bir analiz yapmak gerekir. Çünkü toplumsal-kültürel olgular, geçmiş birikimler üzerinde yükselir. Dolayısıyla Cumhuriyet’in yüzüncü yılında felsefede geldiğimiz yeri değerlendirebilmek için kuş bakışı da olsa İslam dünyasında ve kültürümüzde felsefenin serüvenine bakmak gerekir. Bu sürece baktığımızda ne yahut neler görüyoruz?
İslam dünyasında 8-9. yüzyıllarda Antik Yunan’dan yapılan çevirilerle boy veren felsefenin, bir süre gelişimini sürdürdükten sonra, fıkıh, kelam ve tasavvuf karşısında 13-14. yüzyıllardan itibaren ontolojik bir kriz yaşadığını, 18-19. yüzyıllara kadar otonom bir varlığından söz etmenin mümkün olmadığını biliyoruz. İslam dünyasının en önemli temsilcisi olan Osmanlı 18. yüzyıldan itibaren Batı karşısında yenilmeye başlayınca, pragmatik ve politik nedenlerle Batı’nın bilim ve felsefesine ilgi duyulmaya başlanmıştır. Bu pragmatik ve politik ilgi, anlaşıldığı kadarıyla Batılı düşünürlerin eserlerinin çevrilmesine ve Batılı kurumların inşasına kılavuzluk etmiştir. Çeviri hareketi, 1875’lerden sonra artmış, 1890’dan itibaren ise yoğunluk kazanmıştır. Çeviri eserlerin daha çok pozitivizm, materyalizm, aydınlanmacılık gibi konularda yoğunlaştığı görülür. Osmanlı’da Batı’dan çevirilerle giren felsefi düşüncelere yönelik üç tutum ortaya çıkmıştır. İlki, felsefeyi dinin karşısında konumlandırıp, onu gereksiz ve hatta dinsizliğin aracı olarak gören tutumdur. Bu ortaçağ İslam düşüncesindeki fıkıh-kelâm ve tasavvuf geleneğinin tutumunu anımsatmaktadır. Kimi gelenekçi çevrelerde bu anlayışın hâlâ devam ettiğini söylemek mümkündür. İkincisi, birincisinin bir parça yumuşatılmış halidir ve felsefeyi, mistisizm, metafizik ve dinle bağlantılı bir etkinlik olarak tasarlamakta ve onu dinsel argümanların ve dinsel dünya görüşlerinin destekçisi olarak görmektedir. Bunlar İslam’ın klasik çağında görülen, mistik ve dini eğilimli düşünürleri anımsatmaktadır. Bu grubun içinde, geleneksel eski felsefe tasavvuruna sahip İsmail Hakkı İzmirli, Babanzade Ahmet Naim, Elmalı Hamdi Yazır, Mehmet Ali Ayni vb. düşünüler yer alır. Bu tutum da hâlâ varlığını sürdürmektedir. Üçüncü tutum ise, felsefenin mantıksal uslamlamayla gerekçelendirilmiş bağımsız ve dizgesel bir etkinlik olarak kabul edilmesi gerektiğini ileri sürmektedir; bunlar modern Batı felsefesini inşa etmeye yönelenlerdir. Baha Tevfik, Rıza Tevfik Bölükbaşı, M. Emin Erişirgil, Orhan Saadettin vb.’yi bu gruba dâhil edebiliriz. Bu tutumla, felsefe, edebi, dinsel ya da bilgece düşünme biçimlerinden mantıksal uslamlamaya dayanması ile ayrılmaya çalışılmaktadır. Bu tutumun da günümüz Türkiye’sinde bir karşılık bulduğu ortadadır.
Osmanlı’nın son döneminde Batılılaşma hareketlerine bağlı olarak medreselerin karşısına Darülfünun’un kurulduğu ve kurulan Darülfünun’da felsefe kürsüsünün oluşturulduğu biliniyor. Bu kürsü oluşturulunca, felsefeyi bir tür mistisizm ya da bir tür teoloji (kelâm) olarak algılayıp onu dinin hizmetinde gören yaklaşımla, onu dinden bağımsız, sistemli ve mantıksal uslamlamaya dayalı rasyonel bir etkinlik olarak gören yaklaşım, yükseköğretimde akademik bir karşılık bulmuştur. Darulfünun hocalarının felsefe imgeleri arasındaki farklılığın yarattığı gerilim ile Kurtuluş Savaşı sonrası inşa edilen Cumhuriyet’in yeni insan, yeni toplum projesi ve devrimlerin halka benimsetilmesi konusundaki Darülfünun hocalarının suskunlukları, 1933’de Üniversite Reformu’na yol açmıştır. Reform sonrası, Nazi Almanya’sından kaçarak Türkiye’ye sığınan Hans Reichenbach, Gerhard Kessler, Ernst von Aster ve Batı’da eğitim görmüş Orhan Sadettin, Mazhar Şevket İpşiroğlu, Takiyettin Mengüşoğlu, Macit Gökberk, Nusret Şükrü Hızır vb. ile Batı felsefesi kökenli yeni anlayış Türkiye’de kökleşmeye başlamıştır. Bu yeni anlayışta, İslam felsefesi ve metafizik saf dışı edilmiş olmakla birlikte, buna karşılık felsefe bölümünde Türk medeniyeti tarihi kürsüsünün kurulduğu görülür. Böylelikle İstanbul Üniversitesi felsefe bölümünde, üniversite reformuyla, Cumhuriyet’in laik, aydınlanmacı, ulusalcı ve bilim ve felsefede Batıcı anlayışı felsefi bir karşılık bulur. Aynı anlayış, 1935 yılında Ankara’da Atatürk’ün de hazır bulunduğu bir devlet töreniyle resmen açılan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi bünyesinde 1939’da kurulan felsefe bölümüyle pekiştirilir. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi bünyesinde, 1939-1940 öğretim yılında Prof. Dr. Olivier Lacombe’un başkanlığında “Felsefe Zümresi” olarak kurulan felsefe bölümü, Necati Akder, Niyazi Berkes, Behice Boran, Muzaffer Şerif Başoğlu, Hamdi Ragıp Atademir gibi öğretim üyelerinden oluşan kadrosuyla eğitim-öğretime başlar. 1942 yılında Mehmet Karasan ve Nusret Hızır, 1946 yılında Aydın Sayılı kadroya katılır. Aydın Sayılı, seçkin bir bilim tarihçisidir ve onu bilim tarihine Atatürk yöneltmiş, Harvard Üniversitesi Bilim Tarihi bölümünde yükseköğrenimini yapmak üzere Amerika Birleşik Devletleri’ne gönderilmiştir. Aydın Sayılı’nın eğitimini tamamlayıp yurda dönüşüyle, felsefe bölümünde daha önce var olan sistematik felsefe, felsefe tarihi, sosyoloji, psikoloji ve pedagoji kürsülerine 1955 yılında daha sonra bilim tarihi adını alacak “İlim Tarihi Kürsüsü” eklenmiştir. Aydınlanmacı bir düşünür olan Aydın Sayılı’nın Türk bilim tarihi kapsamında ortaçağ İslam bilim tarihine eğildiği ve Necati Akder’in etkisiyle Mübahat Türker Küyel’in de İslam felsefesine yöneldiği görülmektedir. Ankara Üniversitesi’nin ardından, ODTÜ felsefe bölümünün temelini teşkil eden ve Hüseyin Batuhan, Teo Grünberg ve Cemal Yıldırm’ın çabalarıyla 1963’de Mantık ve Bilim Felsefesi seksiyonu, 1969’da İonna Kuçuradi tarafından Hacettepe Üniversitesi felsefe bölümü kurulur. Ardından gelişen süreçte Türkiye’de yeni kurulan üniversitelerin birçoğunda felsefe bölümü açılır. Bugün 70’i aşkın üniversitemizde felsefe bölümü bulunmaktadır.

Osmanlı’nın son döneminde Batılılaşma hareketlerine bağlı olarak medreselerin karşısına Darülfünun’un kurulduğu ve kurulan Darülfünun’da felsefe kürsüsünün oluşturulduğu biliniyor.

Türkiye’nin Atatürk’ten sonra yaşadığı gelişmeler, zaman içerisinde felsefe bölümlerinin sayısının artmasına yol açsa da, ideolojik çekişmeler, felsefe etkinliğinin gerek yapısı gerekse içeriğinde kimi dönüşümler yaşanmasına neden olmuştur. Kuşkusuz bu dönüşüm, Türkiye’nin yaşadığı siyasal dönüşümlerden bağımsız düşünülemez. Bu dönüşüm, Arda Denkel’in deyişiyle “felsefe bölümlerinde ideolojik kırılmalara yol açmıştır”. Bu ideolojik kırılmaların, en temel dönüm noktalarından birisi, anlaşıldığı kadarıyla Dil-Tarih Coğrafya fakültesinde gözlenen İslam bilim tarihi ve İslam felsefesine olan yönelim, diğeri ise Ankara Üniversitesi’ne bağlı olarak yeniden kurulan Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde 1949 yılında sistematik felsefe ve mantık kürsüsünün kurulmasıdır. Bu kürsünün kurulmasında, Hilmi Ziya Ülken’in önemli katkıları olmuştur. Bu kürsü ile birlikte -bu kürsü daha sonra, din sosyolojisi, din psikolojisi, dinler tarihi gibi dinbilimi ağırlıklı disiplinlerin yanında felsefe tarihi, din felsefesi, İslam felsefesi, mantık anabilim dalları gibi felsefi içerikli disiplinleri de kapsayan felsefe ve din bilimleri bölümüne dönüşecektir- Türkiye’de hem ilahiyat fakülteleri hem de felsefe bölümleri akademik düzeyde -yüksek lisans ve doktora düzeyinde- felsefeci unvanı taşıyan diplomalar vermeye başlamıştır. Böylece ikilik akademik düzeyde bir karşılık bulur. Buna, 1980 sonrası süreçte felsefe bölümlerinde kurulan Türk İslam düşüncesi anabilim dalını da eklemek gerekir. Anılan ideolojik kırılmada, felsefeyle ilgilenenlerin felsefe algıları da önemli bir işlev yüklenir; zira bir tarafta, Cumhuriyet’in Üniversite Reformu’yla felsefe bölümünün dışına ittiği, felsefeyi mistik ve dinsel dünya görüşünün destekçisi olarak görenler, diğer yanda ise Üniversite Reformu’nun desteklediği Batı tarzı felsefe yapma geleneğini ve felsefenin otonomluğunu korumaya çalışanlar yer almaktadır. Bu çatışma, 12 Eylül sonrası daha da şiddetlenerek artmıştır ve hâlâ güncelliğini korumaktadır. Özellikle 2000’li yıllardan sonra kurulan felsefe bölümlerinde, ilahiyat kökenli felsefecilerin ağırlığının artmaya başlandığı gözlenir. Hatta bunlardan bazılarının felsefeyi İslamileştirme projesinden söz ettikleri, bu konuda yazıp çizdikleri bile görülmektedir.

Cumhuriyet’in kazanımı

– Ana hatlarıyla özetlediğiniz bu süreç neye işaret ediyor? Buradan ne türden sonuçlar çıkarabiliriz?
Özetlediğim bu sürecin birisi negatif, diğer pozitif olmak üzere iki hususa işaret ettiğini sanıyorum. Negatif olan husus, felsefe alanında, Osmanlı’nın son dönemine değin gerilere giden, Cumhuriyetin aydınlanmacı tavrı yüzünden bir süre sönümlenen aydınlanmacı-İslamcı çatışması kronik olarak varlığını sürdürmektedir. Bu sürecin ülkemizde yer yer felsefe ile felsefe olmayanı ayırma konusunda büyük sorunlar yarattığı ortadadır. Hatta bu iki ayrı kesimin kullandıkları felsefi dili arasında bile büyük bir farklılık bulunmaktadır. Bu gerçekten aşılması gereken önemli bir sorun alanıdır. Pozitif olan husus ise, Cumhuriyet döneminde temelleri atılan aydınlanmacı geleneğin, çeşitli meydan okumalarla karşılaşsa da, belli açılardan bir sonuç ürettiğidir. Felsefenin konumu bakımından geçmişimiz ve diğer İslam ülkeleriyle felsefi birikimimizi kıyasladığımızda epeyce ileride olmamız bunun açık kanıtı olsa gerektir. Hatta, kanımca takdir etme becerisi göstermekte çekingen davransak da, Batı felsefecileriyle boy ölçüşecek düzeyde felsefeciler/filozoflar yetiştirdiğimizi bile düşünüyorum. Bu açıkçası Cumhuriyet’in ve onun oluşturduğu kurumsal yapıların büyük bir kazanımıdır.

Genç Cumhuriyetin bakış açısı, 1935 yılında Ankara’da Atatürk’ün de hazır bulunduğu bir devlet töreniyle resmen açılan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi bünyesinde 1939’da kurulan felsefe bölümüyle pekiştirilir. (Ali Saim Ülgen arşivinden Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi)

‘Neden filozofumuz yok?’ tartışması hakkında

Türkiye’nin Cumhuriyet sonrası filozoflar yetiştirdiğini ileri sürüyorsunuz. Oysa geçmişten günümüze Türkiye’de neden filozofumuz yok diye bir tartışma yürütülüyor? Bu tartışmaya nasıl bakıyorsunuz?
Sözünü ettiğimiz tartışmanın Osmanlının son dönemlerine değin gerilere gittiğini, Cumhuriyetin ilk yıllarından beri kesintisiz sürdüğünü görüyoruz. Sözgelimi Mehmet Akif Ersoy’un, Mithat Cemal Kuntay’a, “bizde felsefeyi hazmetmiş adam arama” dediği; yine Ziya Gökalp’in, “düşüncelere istikamet verecek, bizlere yol gösterecek filozoflara bu memleket her zamandan fazla, şimdi muhtaç; hâlbuki rastlamıyoruz, acaba neden?” diye sorguladığı aktarılır. Yine Hilmi Ziya Ülken’in bu konuda kafa yorduğunu ve milli felsefe hareketi başlatmaya yöneldiğini biliyoruz. Aynı tartışmayı Mehmet Emin Erişirgil, “Bizde neden filozof yetişmedi?” ve “Neden filozofumuz yok?” gibi yazılarla sürdürmüş gibi gözüküyor. Bu soruna farklı bir bakış açısıyla “Türk felsefesinin boyutları” adlı yapıtıyla Nermi Uygur’un da katıldığını söylemek gerekir. Tabi Mermi Uygur’un çözümlemesinin oldukça başarılı olduğunu belirtmem gerekir. Neden filozofumuz yok tartışması kültürümüzde popüler düzeyde hâlâ devam etmektedir.
Kültürümüzde böylesi bir tartışma niçin bulunmaktadır? Bunun iki temel nedeninin olduğunu sanıyorum: İlki, dilimizde felsefeci ile filozof arasında bir ayrım bulunmaktadır. Bu ayrımı, dilimizde başka düşünce alanlarında olmadığı gibi, bu haliyle başka dillerde bulmak olanaksızdır. Bu ayrıma göre, felsefeci, felsefe hakkında malumatı olan, felsefe tarihi çalışan ve bu malumatı öğreten kişi için kullanılmaktadır. Filozof ise, felsefi problemlerle ilgili özgün teorik yaklaşımlar geliştiren kişiyi ifade etmektedir. Bu ayrım yüzünden ülkemizde felsefe bölümlerinde akademisyen olanlara genelde felsefeci denilmektedir. Bu açıdan bana da bazılarının felsefeci, bazılarının da filozof diye hitap ettiğini söylemek isterim. Bu ayrım doğru bir ayrım mıdır? Ben bu ayrıma eleştirel yaklaşıyorum. Temel gerekçem ise şudur: Bir akademisyen felsefe tarihi çalışsa bile, ele aldığı konuya yönelik özgün bir bakış açısı getirmekte, belli bir perspektiften, çalıştığı filozof üzerinden, belli felsefi sorunlara yanıtlar ve çözümlemeler üretmektedir. Aynı durum sistematik ve sorun odaklı çalışan sistematikçiler için de geçerlidir. Onlar da çalışmalarının yapısı gereği eleştirel değerlendirmeler yapmakta ve belli bir felsefi soruna ilişkin çözümler önermektedirler. Dolayısıyla felsefeci-filozof ayrımı boşa çıkmaktadır.
Kültümüzde felsefeci ile filozof ayrımı yapılmasının ikinci temel nedeninin, bizde filozofla ilgili bazı kesimlerde aşağılayıcı bazı kesimlerde ise yüceltici bir yaklaşımla karşılaşılması olduğunu sanıyorum. Aşağılayıcı tutum, Gazzali’den bu yanan filozofu, dinsizlikle özdeşleştirmiş durumdadır; bu yüzden filozof sanını küfür saymaktadır. Filozof, bu kesime göre, garip, dinsiz, kâfir, kültürüne yabancı, ürkülmesi ve korkulması gereken, şeytanın avukatlığını yapan, akla şüphe ve vesvese sokan bir insandır. Böylesine kötü bir unvanı kim almaya cesaret edebilir ki? Yüceltici tutum ise, filozofu yere göğe sığdıramamakta, onun her şeyi bildiği, tüm bilimlerden ve disiplinlerden haberdar olduğu, her şey hakkında görüşü ve yorumu bulunduğunu düşünmektedir. Bu yüceltici tutumun gerisinde, felsefeyi sistemle özdeşleştiren geleneksel felsefe algısı yatmaktadır. Buna göre filozof, her şeyin teorisini geliştiren yüce bir kişidir. Hemen belirtmem gerekir ki, felsefenin dinlilik ve dinsizlikle doğrudan bir ilişkisi bulunmamaktadır. Evet felsefe eleştirel bir etkinliktir, ancak felsefeyle uğraşmasına rağmen dinsel inancını koruyan pek çok filozof yetişmiştir. Tabi din eleştirisi yapanlar da vardır. Bu yüzden felsefeyi dinsizliğin aracı olarak görmek saçmadır. Öte yandan günümüzde uzmanlaşma esastır ve uzmanlaşma felsefeye de sirayet etmiş durumdadır ve herkes sınırlı bir alanda ve alanının ortaya çıkardığı felsefi sorunlar hakkında tartışmalar yürütmektedir. Bu açıdan günümüzde akademik dünyada, dil felsefesi, ahlak felsefesi, bilgi felsefesi, ontoloji, tarih felsefesi, biyoloji felsefesi, fizik felsefesi, felsefe tarihi vb. pek çok felsefe alanı vardır. Kişiler akademik olarak belli bir alana yönelmekte ve o alanda uzmanlaşmaktadırlar. Bu açıdan kanımca çalıştığı alanın -bu hangi alan olursa olsun- ontolojik, epistemolojik ve aksiyolojik temellerine yönelik eleştirel refleksiyon geliştiren, farklı bakış açıları sunan, bu konularda tartışmalar yürüten herkes filozof unvanını almayı hak etmektedir.

Nazi Almanya’sından kaçarak Türkiye’ye sığınan Hans Reichenbach’ın Türkiye’de felsefe eğitiminin kökleşmesinde önemli yeri bulunur.

Felsefe alanında varlığın tümüne ilişkin bütüncül sistem geliştirme düşüncesi tarihte kalmıştır ve zaten böyle bir sistemleştirme girişiminin başarılı olmadığı ortadadır. Bu yüzden ben, felsefeci-filozof ayrımını eleştiriyor ve reddediyorum. Bizim ülkemizde de filozoflar yetişmiştir ve yetişmektedir. Filozoflarımız felsefe bölümlerinde çalışmaktadır. Tabi başarılı ve başarısız, etkili ve etkisiz filozoflardan söz etmek olasıdır. Bu bağlamda Ziya Gökalp, Hilmi Ziya Ülken, Takiyettin Mengüşoğlu, Uluğ Nutku, Cemal Yıldırım, İonna Kuçuradi, Yalçın Koç, Doğan Özlem, Arda Denkel, Betül Çotuksöken, Ahmet İnam, Ömer Naci Soykan, Ali Osman Gündoğan, Yasin Ceylan, Teoman Duralı vb. gibi değerli filozoflarımızı anımsatmak gerekmektedir. Bence bu filozoflarımızın tartıştıkları problemler ve geliştirdikleri düşünceler, Batı’dakilerden hiç de geri değildir. Birisi şöyle diyebilir: Bunları filozof olarak görsek bile, bunlar ulusal düzeyde tanınmışlar, uluslararası düzeyde tanınmışlıkları yok? Bu nispeten haklı bir iddiadır. Ancak unutulmamalı ki, toplumlar kendi yetiştirdikleri değerleri, önce ulusal düzeyde sonra uluslararası düzeyde tanıtmalıdırlar. Yani bu iş bir parça bir düşünürün yahut düşünürlerin öne çıkarılması ve işlenip tanıtılmasıyla ilgili bir durumdur. Türkiye’de henüz bu konuda güçlü bir gayretle karşılaşıldığını söylemek olası değildir. Uluslararası düzeyde yayın yapan ve uluslararası düzeyde atıflar alan filozoflarımızın sayışı her geçen gün artmaktadır. Ancak başarı için alınacak daha çok yolumuzun da olduğu da ortadadır. Bu arada uluslararası düzeyde bu konuda başarılı olabilmek için Batılı düşünürlerin önyargılarını da yenmek gerekmektedir. Gördüğüm kadarıyla, onlar Doğu’da yapılmış felsefi çalışmalara genelde önyargılı yaklaşmakta, felsefeyi sadece kendi kültürlerine özgülemektedirler. Bu önyargıları yenmek için de, yetiştirdiğimiz filozoflarla ilgili uluslararası yayınlar yapmamız zorunlu görünüyor. Bu açıdan kurumsal yapılara ve genç araştırmacılara büyük görevler düşüyor.

Türkiye’de yürütülen felsefe çalışmaları

– Türkiye’de yürütülen felsefe çalışmaları konusunda neler söyleyebiliriz? Felsefe alanında gelenekler oluşturabildik mi? Toplumsal sorunlarımızca felsefi bakış açıları geliştirebildik mi?
Bu soruya yanıt verebilmek için, belli felsefe alanlarında neler yapıldığına işaret etmek gerekiyor. Kanımca Türkiye’de Orhan Saadettin ve Macit Gökberk ile temelleri atılan Batı felsefe tarihi ve Hilmi Ziya Ülken tarafından inşa edilen İslam felsefe tarihi çalışmalarının önemli bir karşılık bulduğu ve işlendiği görülüyor. Dolayısıyla felsefe tarihi alanında Ahmet Arslan, Ahmet Cevizci gibi başarılı çalışmalar yapan filozoflarımızı anımsatmak gerekiyor. Felsefe tarihi alanında epeyce mesafe kat ettiğimizi düşünüyorum. Batılı muadillerinden hiç de geri kalmayan felsefe tarihi çalışmalarımız var. Bunda yüksek lisans ve doktora sürecinde yürütülen monografik çalışmaların da güçlü bir rolünün olduğunu sanıyorum. Bu bakımdan ülkemizde bir felsefe tarihi geleneğinin var olduğunu söylemek gerekir. Hatta belki de bu alanda çok güçlü olduğumuz bile söylenebilir.
Yine ülkemizde Takiyettin Mengüşoğlu’nun başlattığı felsefi antropoloji konusunda bir geleneğin oluştuğunu, İonna Kuçuradi, Betül Çotuksöken, Harun Tepe gibi filozoflarımızın bu geleneği derinleştirerek sürdüklerini belirtmek gerekir. Hans Reichenbach ile başlayan analitik geleneğin, Nusret Hızır ve Arda Denkel ile geliştiğini ve ODTÜ ve Boğaziçi felsefe bölümlerinde ağırlıklı olarak bu geleneğin işlendiğini söylemek olasıdır. Ülkemizde kıta Avrupası felsefesine de yoğun bir ilginin olduğu ortadadır. Ülkemizde Marks ve Marksist felsefe alanında en azından akademik düzeyde bir eksikliğin olduğu, bu konuda bir gelenek oluşturamadığımız belirtmek gerekiyor. Bu alana daha çok akademi dışı düşünürlerden destek geldiği anlaşılıyor.

1969’da Hacettepe Üniversitesi felsefe bölümünü kuran İonna Kuçuradi, halen Türkiye Felsefe Kurumu’nun başkanlığını yapmaktadır.

Yine Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyet döneminde Hasan Ali Yücel’e değin geriye götürebileceğimiz felsefe klasiklerine dönük çeviri etkinliklerinde de büyük bir gelişme gözleniyor. İslam, Batı ve uzak doğu felsefesine ait klasiklerin büyük çoğunluğu dilimize aktarılmış durumdadır. Buradaki temel sorun İslam felsefesine yönelik çevirilerdeki dil sorunudur; yoğun bir biçimde eski dil kullanılmaktadır. Sorunlara rağmen, Türkiye’de iyi bir çeviri geleneği oluşmuş durumdadır. Türkiye’de İslam felsefesine ek olarak, analitik felsefe, felsefi antropoloji ve kıta Avrupası felsefesine vb. dönük güçlü ilgilerle karşılaşılıyor. Bu konularda tarihsel perspektifli çalışmaların artışı, felsefe klasiklerinin dilimize kazandırılışı oldukça sevindiricidir.
Ancak varlık, bilgi ve değerlere yönelik sorun odaklı çalışmalar konusunda hâlâ eksiklikler bulunmaktadır. Bu yüzden özgün felsefi çözümlemeler ve felsefi denemelerle yeter düzeyde karşılaşılmamaktadır. Felsefenin kökleşmesi için sorun odaklı çalışmaların da artması gerekmektedir. Ulusal ve uluslararası nitelikli felsefe dergileri ve felsefi içerikli makalelerde büyük bir artış gözleniyor. Bilişim teknolojilerindeki gelişime paralel bir biçimde sosyal ağlar üzerinde felsefi içerikli etkinliklerin artışı oldukça sevindiricidir. Bunlar, felsefenin kitlelere ulaşması için yeni olanaklar sunmaktadır. İnsanımızı felsefeyle erken yaşlarda tanıştırmak amacıyla “çocuklar için felsefe” ve “herkes için felsefe” gibi alanlarda daha çok mesai harcamamız gerekiyor.

Kültürel sorunlarımıza yönelik eleştirel sorgulamalar eksik
Ancak akademik felsefenin, kitlelere ulaşması için felsefeyi popülerleştirecek ara elemanlara gereksinim olduğu da açıktır. Felsefenin evrensel sorunları kadar, kültürel sorunlarımızla da ilgilenmesi beklenmektedir. Ne var ki kültürel sorunlarımıza yönelik eleştirel sorgulamalar oldukça sınırlıdır. Felsefi bakış açısıyla içinde bulunduğumuz kültürün temel problemlerinin irdelenmesi gerekmektedir. Kanımca felsefe, dil-düşünce ve gerçeklik ilişkileri bağlamında yürütülen kavramsal, mantıksal, refleksif ve eleştirel bir sorgulamadır. Bu yüzden olsa gerek felsefenin, eleştirel düşünceye alışık olmayan çevrelere göre rahatsız edici ve yıkıcı bir yanı vardır. Bu rahatsızlık, aslında temellendirilmemiş inançların, kabullerin ve düşüncelerin yıkılmasından duyulan kaygı ve korkuya dayanır. Bu kaygı ve korku yüzünden kitleler genelde felsefeye mesafeli davranırlar. Felsefenin kitleselleşememesinde ona yönelik kültürel önyargıların da güçlü bir rolü vardır. Çünkü kültürler, genelde mitik kökene dayanan ve pratik yaşam için standardize edilmiş normaları, inançları ve kabulleri temsil ederler. Kendilerini mitik anlatıların ve ona dayalı kültürel geleneklerin gardiyanları, bekçileri ve sahipleri olarak görenler, kültüre ve kültürün dayanaklarına yönelik her türden eleştirel sorgulamaya direnirler, eleştirenleri hor görürler, ötekileştirirler, yersiz yurtsuz bırakmaya yönelirler. Filozoflar, mitik olanı, tabu olanı, eleştirilemez olanı sorgulamaya yöneldikleri için, genelde toplumda bir tür yabancıdırlar, yersiz yurtsuzdurlar ve yalnızdırlar. Bu yüzden denilebilir ki, filozofların en önemli eleştiri nesnelerinden birisi de, eleştiriye direnen mitik gelenekler ve kültürel kabullerdir. Kuşkuyla karşılanan ve ötekileştirilen filozofların kültüre yönelik eleştirileri, aslında kültürün ussal düzlemde yeniden üretimini, gelişip serpilmesini olanaklı kılar. Bu yüzden denilebilir ki, mitos’tan logos’a uzanan, aydınlanmış ve sürekli aydınlanmayı önceleyen bir kültür inşası, ancak ussalı önceleyen felsefi sorgulamalar ile mümkündür. Bu açıdan Türkiye’de yetişmiş felsefecilerin kendi kültürel sorunlarımız üzerinde felsefi denemeler ve sorgulamalar yazmaları gerekmektedir. Hiç olmadığını söylemek istemiyorum; ama felsefecilerimizin genelde bundan uzak durmak istediklerini gözlemliyorum. Sanırım bu konuda geleneğin baskıları kırmak ve özgür bir ortam oluşturmak için epeyce mücadele etmek gerekiyor. Bu bakımdan düşünce ve cesaret erdemine sahip filozoflara gereksinimimizin olduğunu sanıyorum.

Ülkemizde Takiyettin Mengüşoğlu’nun başlattığı felsefi antropoloji konusunda bir geleneğin oluştuğu söylenebilir.

Felsefe alanındaki sorunlar

– Ülkemizde felsefe alanında önemli gelişmelerin yaşandığını söylediniz. Hep pozitif olana vurgu yaptınız. Felsefe alanında hiç mi sorun yok?
Elbette her şey pozitif değil. Felsefe alanında sorunlar, özellikle çeşitli tehdit alanları da var. Türkiye’de felsefeye yönelik beş önemli tehdit alanına atıf yapmak gerekmektedir. İlki, vefasızlıktır. Felsefi geleneklerin inşası için, filozoflarımızın, yer yer kendi geçmişlerine yönelmeleri, onları ortaya koymaları gerekiyor; oysa bu konuda vefasız olduğumuzu düşünüyorum. Genç filozoflarımıza, kendi felsefe geleneklerimizi bulup ortaya çıkarmada büyük bir görev düşüyor. Felsefe, tarihiyle var olan bir etkinlik ve tarihsel tutamakların güncellenmesi, yeniden inşa edilmesi, onlarla eleştirel de olsa sık sık diyalogların kurulması gerekiyor. Tabi bunu yapabilmek için filozoflarımızın yazdıklarını okumak ve onlarla sürekli eleştirel diyalog kurmak gerekiyor. Nedense Türkiye’deki filozoflar, birbirlerinin yazdıklarını pek okumuyor ve onları genelde tartışmıyor. Bu gerçekten çok önemli bir problemdir. Nerden nereye geldiğimizi, neler başardığımızı, neleri eksik bıraktığımızı eleştirel açıdan sorgulamamız kaçınılmazdır. Aksi takdirde, filozoflarımızı ölüme terk etmiş oluyoruz. Filozoflar ve felsefe metinler işlendikçe hayat bulurlar, işlenmediklerinde tarihin tozlu sayfalarında yok olup giderler.
İkinci büyük tehdit, son dönemlerde felsefe alanında postmodern söylemin görünür yaygınlığıdır. Postmodernizmin her şey giderci tutumunun, Türkiye’de hem sosyal bilimlerin hem de felsefenin altını oyduğunu düşünüyorum. Bunda Batı’dan yapılan aktarmacılığın da köklü bir rolünün olduğunu sanıyorum. Postmodern tavırla hesaplaşma içerine girmek gerekiyor.
Üçüncüsü, baştan sözünü ettiğim, İslamcı-aydınlanmacı çatışmasıdır. Bu çatışmayı, en azından ideolojik kamplaşmaları örtmeden, felsefi düzeyde tartışarak aşmamız gerekmektedir. Bu yapılmazsa, bazı kesimlerce yürütülen felsefenin İslamileştirmesi projesini ya da çeşitli inanç gruplarının felsefe üzerinde egemenliği sorununu halletmek olanaksızlaşacaktır. Ben bu tehlikeye sık sık değiniyorum; biliyorum ki, geçmişte İslam dünyasında din felsefeyi yuttu ve teolojiye ve mistisizme dönüştürdü. Bu İslamileştirme akımı, bugün de Türkiye’de etkin olarak işliyor. Hatta yeni açılan felsefe bölümlerini deyim yerindeyse kuşatıyor. Geçmişten günümüze bir din olarak İslam’ın, seküler etkinlikler üzerinde Demokles’in kılıcı gibi kullanıldığı apaçık ortadadır. O yüzden bu konuda uyanık olmak gerekiyor.
Dördüncüsü, ilk ve ortaöğretimde felsefi düşünceyi önceleyen, düşünce becerisini geliştirmeyi hedefleyen derslerin eksikliğidir. Bu yüzden felsefe bölümüne gelen öğrencilerin felsefi düşünme becerileri konusunda büyük bir sorun bulunmaktadır.

Hilmi Ziya Ülken tarafından inşa edilen İslam felsefe tarihi çalışmalarının önemli bir karşılık bulduğu ve işlendiği görülüyor.

Beşincisi ise felsefeci istihdamında yaşanan sorunlar ve katsayı uygulamasından vazgeçilmesi sonucu, felsefe bölümüne gelen öğrencilerin niteliğinin her geçen gün düşmektedir. Bu büyük bir açmaza yol açmaktadır. Felsefe etkinliğinin toplumsal bir karşılık bulmasına engel oluşturmaktadır. Bu sorunların acilen aşılması gerekiyor.

Özgün ürünler ortaya koyabiliriz

– Cumhuriyetin 2. yüzyılında felsefenin geleceği ile ilgili öngörüleriniz nelerdir?

Mersin Üniversitesi ve Sivas Cumhuriyet Üniversitesi’ndeki felsefe bölümlerinin kurucusu Prof. Dr. Uluğ Nutku.


– İnsanın dünyası olumsallıklar içerir; bu yüzden geleceği kestirmek ve öngörmek pek olanaklı görülmemektedir. Ancak, yukarıda sözünü ettiğim tehdit alanları konusunda, özellikle felsefenin İslamileştirilmesi etkinliği konunda uyanık ve eleştirel olmak gerekmektedir. Aksi halde gelecekte hangi tür felsefelerin caiz olup olmadığını tartışan bir konuma düşebiliriz. Felsefe adıyla kalsa da, içeriği tümüyle hikmete dönüştürülebilir. Yine postmodern öznelcilik ve göreceliğe karşı da eleştirel yaklaşmak gerekir, bunun da felsefenin hakikat iddiasının altını oyduğu ortadadır. Postmodern öznelcilik ve görecelilik, her şey giderci tavrıyla felsefenin İslamileştirilmesine bile göz kırpabilir. Eğer sözünü ettiğim tehlikeler savuşturulabilirse, Türkiye’de yetişen felsefecilerin Batı felsefesi için yaptıklarına benzer bir biçimde felsefi mirasımızın ortaya konulması için tarihsel çalışmalar yapmaları, kültürel sorunlarımıza felsefi açılardan yönelmeleri, evrensel felsefi sorunlar ve kültürel sorunlarımız üzerine felsefi çözümlemeler yapmaları beklenmelidir. Aslında bunu yapacak bilgi birikiminin oluştuğunu sanıyorum. Söyleşi süresince ortaya koyduğum kimi söylemlerden çok fazla eleştirel ve dolayısıyla da karamsar bir bakışa sahip olduğum gibi bir izlenime kapılmak olasıdır. Ancak kişisel olarak asla karamsar birisi olmadım. İnsani dünya olanaklar dünyasıdır, her daim yeni seçenekler yaratılabilir. Yeter ki sorunları örterek kronikleştirmeyelim, şeffaf bir biçimde ortaya koyup analiz edelim. Türkiye yüzyıllık birikimiyle felsefe alanında özgün ürünler ortaya koyacak olanağı kendi içinde taşımaktadır. Gelecektekilere düşen, bu olanağı, önceki birikimlerden de yararlanarak kuvveden fiile çıkarmaktır.