Ana Sayfa Bilim Gündemi Çıplak gerçeğin gerçek-üstü romanı: Ramak

Çıplak gerçeğin gerçek-üstü romanı: Ramak

400
0

Ender Helvacıoğlu

İyi bir roman okuru değilim, hatta bir roman okuru olduğum bile söylenemez. Bu romana da, itiraf edeyim, yazarı yakın bir dostum olduğu ve arkadaş buluşmalarımızda ister istemez muhabbeti yapılacağı için, sohbetin dışında kalmamak için başladım. Ama bir günde bitirdim. Altını çize çize, notlar ala ala ve metinde atıf yapılan -çoğunu bilmediğim- müzik parçalarını ve film sahnelerini Google’dan bularak, dinleyip izleyerek okudum.

Ogan Güner’in Ramak’ını hangi türe girdiği, yazım tekniği, kurgu tekniği, karakterlerin işlenişi vb. açılardan tartışmak haddime değil. Daha çok kitabın zihnimde yarattığı ve içine aldığı atmosfer ile ilgili yazmak istedim. Son dönemlerde üzerinde düşündüğüm politik konuları edebi bir tat vererek işleyen bir kitapla karşılaşmamın, bu atmosferden etkilenip içine hızla dalmamda belirleyici olduğu söylenebilir.

Ramak’ın mekânı, bir zamanlar parlak bir yaşamı olan, çevresindeki ülkelerin savaşa tutuşmasıyla trajik bir çöküş yaşayan ama bu kez savaşın gerektirdiği kadar bir yaşama sahip olan bir kent (Urba). Yani atmosfer: çöküş ve savaş veya savaş ve çöküş. Kentimizin sakinleri de (“sakinleri” sözcüğünün çok garip kaçtığının farkındayım) marjinal tipler, her türden ucubeler, katiller, katliamcılar, fahişeler, sapıklar, sapkınlar, insan yiyen mutant varlıklar (artık Ogan’ın -geniş olduğunu bildiğim- hayal gücü nerelere kadar uzanırsa)…

Yazar bence önemli bir şey başarmış. Ne kadar distopik, fantastik, gerçek-üstü sahnelerle dolu olursa olsun, romanın sapına kadar gerçek bir ortamda geçtiğini düşünüyor insan. Veya metin bana bunu hissettirdi. Bir türlü ütopya-distopyaya, bilimkurguya, fantezi dünyasına geçemiyorum; bu tür bir haz alamıyorum. Roman beni giderek gerçek-üstüne değil, tam tersine çıplak gerçeğe yaklaştırıyor. Daha doğrusu, olmadan önce biri söylese “gerçek-üstü” olarak niteleyeceğimiz, ama giderek daha sıklıkla ve giderek daha yakınımızda oluveren gerçek olaylar geliyor aklıma.

Sanki Haziran 2013’te polis saldırısından sonra kaçtığımız Tarlabaşı’nın ara sokaklarındayım…

Sanki 6 Şubat 2023 sabahı Hatay’ın veya Maraş’ın sokaklarında geziniyorum…

Sanki 6 Ocak 2021’de Amerikan Kongresi koridorlarındayım…

Sanki Moskova’ya yola çıkmış Wagner konvoyundayım… Veya iki ay sonra Moskova semalarında yere çakılan uçaktayım…

Sanki Ukrayna’dayım, Nijer’deyim, Gabon’dayım… Lübnan’dayım, Kabil’deyim, Suriye’nin kuzeyindeyim, Filistin’deyim… Işıltılı Avrupa kentlerinin gettolarındayım… İstanbul’un hemen her semtinin arka sokaklarındayım…

Sanki tıkış tıkış bir bota binmiş Akdeniz’e açılmışım… Sanki Kabil’den kaçmak için uçağın tekerleğine asılmışım… Veya Libya’da on binlerce insanla birlikte sele kapılmışım.

Bütün bu saydıklarıma “uç durumlar” denebilir; normali temsil etmedikleri söylenebilir. Ama bu uç durumların kapsamı giderek genişliyor. “Uç durum” normalleşmeye başlamıştır. 6 Şubat günü, bir anda, 11 kenti ve milyonlarca insanı içine alıveren (uzaktan izleyen bizleri de dehşete düşüren) bir uç durum mu olur? İç savaştan 6 ay önce, başta Halep olmak üzere Suriye kentlerini gezip fotoğraflayan, güzelliklerini anlata anlata bitiremeyen mimar arkadaşım Levent Gedizlioğlu geliyor aklıma (yazısını Bilim ve Gelecek’te yayımlamıştık). Çok değil iki yıl önce çocuklarını Ukrayna üniversitelerine göndermeyi arzulayan arkadaşları biliyorum. Dünyanın “normali” değişiyor. Bunu her gün her an, kendi küçük uç durumlarımızı yaşayarak hissetmiyor muyuz? “Normal”in dönüştüğünü hissetmiyor muyuz? Ülkemiz kocaman bir Urba değil midir artık?

Yoksa hepimiz Urba’nın “sakinleriyiz” de haberimiz mi yok? Yaşadığımız semtimiz, kentimiz, ülkemiz, hatta tüm dünya bir Urba mıdır artık? Ogan Güner acaba bu gerçek-üstü romanıyla bize bu çıplak gerçeği mi göstermek istemiş? En azından bende yarattığı atmosfer bu.

***

Ogan Güner kitaplarına tek sözcüklü adlar koymayı seviyor. Önceki kitabının adı “Hercümerç” idi. “Hercümerç”in anlamını biliyoruz; “allak bullak, darmadağınık, karmakarışık” demek. Peki “ramak”? “Ramak” sözcüğünün tek başına kullanıldığına daha önce denk geldiğimi anımsamıyorum. Genellikle “bir şeyin eşiğine gelmek, neredeyse gerçekleşecek olmak” anlamında “ramak kalmak” deyimi içinde kullanılıyor bu sözcük. Ama tek başına “ramak” Arapça kökenliymiş ve “ölümden önceki son yaşam belirtisi, bakış” demekmiş. (Bu anlamıyla tam karşılığını Lavoisier’nin sepete düşmüş kafasının göz kırpışında buluyor galiba. Söylentiye göre, Fransız devriminde giyotine gönderilen ünlü kimyacı Lavoisier, arkadaşıyla, kafası sepete düştükten sonra göz kırpacağına dair iddiaya girmiş ve kırpmış!) Bu anlamda “ramak”, son derece karamsar bir sözcük; ölümden (bitişten, tükenişten) önceki an, son nefes… Ama biz “ramak kalmak” deyimini her zaman bu karamsar anlamıyla kullanmıyoruz. Bazen de “ha gayret, son bir güçle” anlamında motive etmek için de kullanırız bu deyimi.

Peki, Ogan Güner hangi anlamda kullanmış? Kitapta bir bölümün (numarasız tek bölüm) başlığı “Ramak Kala”. Lale Devrinin sonunu getiren isyana önderlik eden Patrona Halil’in sonuna gönderme yapılan bölüm. Halil’e şunları söyletiyor yazar: “Hiçbir şeye hakkımız yoksa her şeye iznimiz var demektir (bu cümle de müthiş politik göndermeler içeriyor). Ama iznimiz ramak kalana kadar. Sonrası bu. Yine de her şeyi unuttuğunda isyanın tadı pek güzel be Pavle.”

Bu hayali anekdotta, deyimi karamsar anlamda kullanmış Ogan Güner. İsyanın sadece tadının kalması (nostaljik bir tattır bu) hüzün verici değil mi? Örneğin Gezi’nin sadece tadı mı kaldı?

Ama kitap böyle bitmiyor. Kitabın sonunda bir dirilişin, yeni bir başlangıcın ipuçları hissediliyor. Bilmiyorum, belki benim hüsnükuruntumdur, belki de öyle olmasını arzuladığım için böyle hissediyorum.

Son sayfasını çevirdiğimde kitabın bende bıraktığı “tat”, bir bitiş ve tükeniş öyküsü olmadığı. Ogan Güner bir çöküş romanı yazmış, ama bence bir tükeniş romanı değil. Urba çökmüş bir kent ama tükenmiş bir kent değil. Hâlâ sosyolojinin konusu olabilir, arkeolojinin değil.

Bir uygarlık tarzı çökmektedir ve henüz yerine daha kapsamlı tarz konulamamaktadır. Bu durumda “Urbalılaşmak” kaçınılmazdır ama yeni olanaklar da Urbalılaşmış dünyadan çıkmayacak mıdır? Malzeme mecburen “Urba sakinleri” değil midir? Madem Urba’da yaşıyoruz, biz de böyle bir yerde çıkışın yollarını zorlarız.

Neye ramak kaldı? Tükenişe mi, çıkışa mı?

Ben Ramak’ın iyimser bir okuyucusuyum; yazar da bu olasılığı kapamamış bence.

***

Ogan Güner’in romanını sadece fantastik edebiyatı sevenlere değil herkese öneriyorum. Benden çok farklı tatlar ve atmosferler de bulabilirler; hele tek tek karakterlere yoğunlaşırlarsa. Böylesi bir derinliği de var Ramak’ın.

Okura tek uyarım, gardını alarak okumaya başlaması.