Ana Sayfa Bilim Gündemi Demirtaş’ın savunması üzerine birkaç not

Demirtaş’ın savunması üzerine birkaç not

442
0

Ender Helvacıoğlu

HDP eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, 7 yıldır tutuklu bulunduğu Kobane davasında 25 Aralık – 8 Ocak tarihleri arasında gerçekleşen 9 duruşmada savunmasını yaptı. Bu, onun ilk savunmasıydı. Savunmanın büyük bölümü kendilerine yöneltilen suçlamalara karşı somut yanıtları içeriyor. Bunları değerlendirmek hukukçuların ve olayları bizzat yaşayanların işi. Fakat savunmanın girişi diyebileceğimiz ilk gün yaptığı konuşma, Kürt sorununa ilişkin, politik, tarihsel, sosyolojik, felsefi boyutları olan kapsamlı bir metin niteliğinde. Sosyal medyada bu metinden cımbızla cümleler çekip eleştirenler oldu. Bu, doğru bir yöntem değil. Elbette benim de katıldığım ve katılmadığım yönleri var. Ama bu metin ciddi ve bütünsel olarak ele alınmayı ve tartışılmayı hak ediyor.

Şöyle söyleyeyim, daha iyi anlaşılsın: Demirtaş’ın ilk günkü konuşması, bir dergi makalesi olarak düzenlense Bilim ve Gelecek’te yayınlanır, hatta bir kapak dosyasının unsuru olabilir ve esaslı bir tartışmaya zemin yaratabilirdi. Daha önce dergimizde benzer içerikte pek çok dosya da yayınlanmıştı zaten. Tabii, bu metnin yazarı (bu savunmayı yapan kişi), önemli bir siyasi partinin 7 yıldır haksız bir biçimde cezaevinde tutulan lideri. Dolayısıyla ileri sürdüğü fikirler ve yaptığı açılımlar, ülkenin kangren haline gelmiş bir sorununa çözüm getirebilmek adına politik bir fırsat olarak değerlendirilip tartışılmalıydı. Ama ne gezer… Türkiye’de böyle bir iklimin ne yazık ki çok uzağındayız.

Neyse, biz işimize bakalım ve bir köşe yazısı boyutları içinde kalarak metnin önemli gördüğümüz birkaç noktasını vurgulayalım.

***

Demirtaş’ın savunması, Kürt sorunu bağlamında, Cumhuriyet’in 100 yıllık sürecinin muhasebesine, kazanımları ve tıkanıklıklarına ilişkin tartışmaya katkı sağlayacak nitelikte.

Demirtaş, Türk ve Kürt uluslaşmasının ortaklaştırılması sürecindeki kırılmalara dikkat çekmiş. Birinci olarak “Güney Kürdistan” diye adlandırdığı bölgenin Türkiye sınırlarının dışında kalmasına vurgu yapmış: “Keşke o gün Kürdistan’ın o bölgeleri Türkiye sınırları içerisinde olsaydı, keşke Türkiye’nin Kürt sorunu olmasaydı… Misak-ı Milli tamamlanmış olsaydı belki bu sorunları yaşamış olmazdık.”

Gerçekten de Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından ilan edilen Misakı Milli sınırları Türkler ve Kürtlerin çoğunluğu oluşturduğu bölgeleri kapsıyordu. Tek bir Kürt köyünün dahi bu sınırların dışında bırakılmaması için mücadele edilmişti. Kurtuluş Savaşı sonrasında da Türkiye’nin sınırları -Musul özellikle vurgulanarak- “Avrupa’da İstanbul ve Meriç’e kadar Trakya; Asya’da Anadolu, Musul arazisi ve Irak’ın yarısı” olarak çizilmişti. “Ortak vatanın” bu şekilde oluşacağı düşünülmüştü. Fakat bu hedef başarılamadı. Kürtlerin bölünmüş olması sorunların başlangıcını oluşturdu.

Demirtaş’ın, “keşke Kürtlerin tamamı Türkiye’nin dışında kalsaydı” değil de “keşke Kürtlerin tümü Türkiye sınırları içerisinde olsaydı” demesi önemlidir; bir “ortak vatan” vurgusudur.

Demirtaş’ın aynı konuda bir başka tespiti de şöyle: “Türklük kavramı Kürtleri kapsayan bir kavram değildir. Olsaydı bana göre sorun olmazdı. Kürdün dili kimliği yasaklanmasa, ‘şunların hepsine Türk denir, bu kültürlerin dillerin korunması anayasanın güvencesi altındadır’ denseydi, ‘bütün bu millete de Türk ulusu denir’ denseydi hiçbir problem olmazdı. 1900’ün başında bu yapılsaydı problem olmazdı.”

Bu tespit bence daha da önemli. Çünkü, eşitlik ve özgürlük temelinde gönüllü asimilasyona, Türklerin ve Kürtlerin uluslaşma sürecinin ortaklaştırılmasına, ortak bir ulus inşasına, hatta bu ortak ulusun adının “Türk” olmasına rıza gösterilebileceğini vurguluyor ve Atatürk’ün 1930’da dillendirdiği “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” formülasyonuna yakınlaşıyor. Elbette böyle bir “ortak ulus inşası”, ancak eşitlik ve karşılıklı haklara saygı temelinde yol alabilirdi. Bu yapılamadı, Kürt kimliğinin inkârı yoluna girildi. Demirtaş’ın savunmada örneklerle uzun uzun anlattığı itirazı da bunadır. On yıllardır Kürt sorununa kafa yoran herkesin ortak tespitidir bu ve Cumhuriyet’in giderek tıkanmasının en önemli nedenlerinden biridir.

Fransız Devriminden esinlenen böyle bir ortak ulus inşası, ancak anti-feodal demokratik devrimin derinleştirilmesiyle, toprak reformuyla, toprak ağalığı ve aşiret sisteminin tasfiyesiyle olanaklıdır. “Demokratik ulus” ancak yoksul emekçi halkın seferber edildiği demokratik devrimle gerçekleşebilir; şeyhlerle, şıhlarla, ağalarla değil. Cumhuriyetin asıl tıkandığı nokta da budur. Örneğin Köy Enstitülerinin kapatılmasının nedeni de budur. Demirtaş bu kritik noktaya değinmiyor, dolayısıyla yaptığı tespitler havada kalıyor ve gericilikle olan sınırlar bulanıklaşıyor.

***

İkinci olarak, savunmanın en fazla tartışılan İslamiyet analizlerine değinmek istiyorum. Savunmadan bazı aktarmalar yapalım:

Demirtaş konuya iki tespitle giriyor: “1) Medeniyetimizin kökünde İslam medeniyeti vardır, biz siyasal İslamcı değiliz kültürel Müslümanız. 2) Kürt hareketinin aydınlanması, modernist çizgisi, kadın özgürlükçü çizgisi bize insanlığımızı kazandırmıştır.”

Devam ediyor: “Bizi var eden bu topraklarda İslam medeniyetidir. 1300 yıldır hepimizi var eden İslam medeniyetidir. İslam medeniyeti geri falan değildir. Bazıları 1400 yıllık gericilik diyor. Saçma sapan, tarihten anlamayan bir yaklaşımla kendine hakaret ediyor. Köklü, güçlü bir medeniyettir. Bir zamanlar Şam’da Bağdat’ta astronomi, fizik, kimya, tıp, şehirleşmede çağ atlarken Avrupa mezhep savaşlarıyla, cadı avlarıyla birbirini parçalıyordu, açlıktan ölüyordu. İslam medeniyetinin altın çağlarıydı o zaman.”

“Avrupa medeniyeti gelişirken bu kez de İslam medeniyeti geriye düştü. Ne oldu? Batı dünyası sanki binlerce yıllık medeniyetin merkezi biz değiliz gibi bir anda İslam coğrafyasını barbar ilan etti ve Batı kültürü bütün dünyada başat hale geldi. Hepimizin gözü batıya dönmüş durumda. Tatile gideceksek batıya, kaçacaksak batıya, işçi olarak gideceksek batıya gidiyoruz. Oranın edebiyatını alıyoruz. Doğuya yüzümüzü dönmüyoruz. Bu bilinçli bir çarpıtmadır. Doğu medeniyetin merkezidir. İslamcılar 300 yılda Batı emperyalizminin kültürel hegemonyası ile birlikte yeni bir arayış içerisine girdiler. İşte bu akımla siyasal İslam gelişti.”

Bu ve benzeri tespitlerde -bence- doğrular ile yanlışlar iç içe geçmiş durumda. İslamiyet’i ve İslam uygarlığını toptan gerici ilan eden Avrupa-merkezci anlayışa getirdiği eleştiri doğrudur ve tarihselci bir bakış açısını yansıtıyor. Tartışılması gereken nokta, Demirtaş’ın Müslümanlık ile modernizmin sentezini yapmaya çalışmasıdır. Bence, insanlığın 500 yıllık modernite kazanımlarından ve bunun bir parçası olan Cumhuriyet devrimlerimizden sonra artık bu tren kaçmıştır, böyle bir sentez çabası ütopyadan öteye geçemez ve yine türlü gericiliğe kapıyı aralar.

Demirtaş’ın yaptığı siyasal İslam – kültürel Müslümanlık ayrımı da gerek İslam tarihine gerekse toplumumuzun yakın geçmişine bakıldığında gerçekçi değil. Böyle bir ayrım İslamcılar tarafından günümüze kadar yapılamamış ve her zaman siyasal İslam kültürel Müslümanlığı, kültürel Müslümanlık siyasal İslam’ı beslemiş. Bu ayrım ancak köklü reformlar ve egemen İslam’ı alaşağı eden demokratik devrimlerle, dünya işleri ile din işlerini birbirinden ayırmak demek olan laikliği toplumsallaştırmakla mümkündür. Devrim perspektifi olmadan yapılacak bir kültürel Müslümanlık vurgusu, örneğin, tarikatları sivil toplum kuruluşu olarak yutturmaya çalışan gericilere yol verir.

Demirtaş’ın sürekli vurguladığı, “Kürt hareketinin aydınlanması, modernist çizgisi, kadın özgürlükçü çizgisi”, ilhamını nereden alıyor? Müslümanlıktan mı, yüzlerce yıllık modernite ve son dönemde emekçilerin sosyalist mücadelelerinden mi? Tarihsel süreçleri materyalist bir yöntemle yerli yerine oturtmak, kültürel kökleri yok saymamak elzemdir; ama esin kaynaklarımız ve insanlığımızı nasıl kazandığımız konusu esas olarak geleneksel değil güncel ve modern bir konudur.

Bu tartışmalar bir köşe yazısının boyutlarını aşıyor. Belki Demirtaş’ın savunması bağlamında Bilim ve Gelecek dergisinin geniş dosyalarında yeniden yaparız. Elbette suçlamadan değil tartışmadan söz ediyorum, ki Savunma bunu hak ediyor. Demirtaş’ı baştan İslamcılığa sapmakla, bir tür Kürt-İslam sentezi geliştirmekle damgalamak verimli bir tartışmanın önünü kapayacaktır. Verimli tartışmalar yapmaya ihtiyacımız var.