Ana Sayfa Bilim Gündemi Uygarlıklar tarihine ve geleceğine bakışımızı genişletmek…

Uygarlıklar tarihine ve geleceğine bakışımızı genişletmek…

475
0

Ender Helvacıoğlu

Bizde tarihsel düzlemde Avrupa-merkezcilik tartışmaları genellikle (Osmanlı dahil) İslam ve Batı uygarlıkları arasındaki ilişkiler ile Antik Yunan ve Mezopotamya-Mısır uygarlıkları arasındaki ilişkiler çerçevesinde yapılır. İslam dünyasının neden geri kaldığı, Avrupalı toplumların nasıl olup da büyük atılımlarını gerçekleştirdiği, Antik Yunan uygarlığının oluşmasında Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarının katkıları, Ortaçağ İslam uygarlığının sadece bir köprü rolü mü oynadığı, yoksa özgün katkılar da koyup koymadığı gibi sorular temel tartışmaları teşkil eder. Biz de Bilim ve Gelecek dergisinde bu konularda onlarca dosya ve yüzlerce makale hazırlamışız ve yayımlamışızdır.

Oysa bu çerçeve, süreci tam olarak kavrayabilmek için yeterli değil. Hatta bu çapta ele alındığında, ne kadar keskin eleştiriler getirsek de, Batı-merkezci tarih ve uygarlık anlayışının tam olarak dışına çıkmış olamıyoruz. Çünkü bu çerçevede Çin ve Hint uygarlıkları ya yok ya da ayrıntı olarak varlar.

Peki, uygarlık tarihine biraz daha kuşbakışı yaklaştığımızda, süreci daha geniş ele aldığımızda, gerçek böyle mi? Acaba bu çerçevede kaldığımızda sadece kendi iç tartışmalarımızı mı yapmış oluyoruz? Uzakdoğu uygarlıklarını da hak ettikleri oranda sürece kattığımızda farklı ve daha boyutlu (ve günümüz küresel süreçlerini anlamak için daha verimli) bir tartışmanın kapısı aralanmayacak mı?

Aslında uygarlık tarihinde başlangıçtan günümüze iki ana damar var. Birincisi, Mezopotamya (Sümer, Babil vs.), Eski Mısır, Antik Yunan, Pers, Roma, İslam, Osmanlı, Avrupa (Batı) diye devam eden uygarlık hattı (damarı). İkincisi ise, ilk hatla çeşitli tarihsel dönemlerde temasları olmakla birlikte kendi ayrı ve özgün tarihsel yollarını yaratmış Çin ve Hint uygarlıklarından oluşan hat. Hatta -bilmiyorum, belki biraz aşırı bir yorum olacak ama- ilk damarı tümden “Batı”, ikinci damarı da “Doğu” olarak tanımlamak konuyu daha anlaşılır kılabilir. Süreci bu çapta ele aldığımızda yaptığımız bütün tartışmalar “Batı içi” bir tartışmaya dönüşüyor. Dahası sorduğumuz soruları daha kapsamlı formülasyonlarla sormak (ve yanıt aramak) zorunda kalacağız.

İlk damarın ortak bir özelliği var: Doğaüstü yaratıcı bir güç, yaratılmış evren ve insan, yaratıcının elçileri (tanrı-krallar ve peygamberlik kurumları), evrenin efendisi insan anlayışları. Semavi dinler (Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet), bu damarın eski uygarlıklarının dinlerinden kök almışlar ve sonra kendi yollarında devam etmişler. Bu nitelik, sonraki dönemlerde ciddi bir din-bilim çatışması yaratmış ve çok keskin mücadelelere yol açmış. Bu damarın modernite sürecini de bu çatışma belirlemiş. Biz bu çatışmaların insanları ve toplumlarıyız; hâlâ öyleyiz. Bu damarın bir diğer ortak özelliği de, insan-doğa ilişkisini bir çatışma olarak ele alması, insana doğadan ayrı ve doğanın üstünde bir konum vermesi ve doğayı “fethedilecek” bir alan olarak görmesi. Batı (burjuva) modernitesi bile bu yaklaşımı değiştirmemiş, hatta daha da keskinleştirmiş.

İkinci damarın geçmişi ise çok farklı. Farklı bir uygarlık anlayışı ve yolu gelişmiş. “Yaratıcı tanrı”, doğanın efendisi insan”, “tanrı ile insan arasındaki elçilik (peygamberlik) kurumu” gibi anlayışlar yok. “İnsan-doğa uyumu” başından itibaren temel bakış açısı olmuş. Dinleri daha dünyevi. Bilim ve teknoloji her zaman devletin ve iktidarın inisiyatifinde olmuş. Devlet tarafından geliştirilmiş ve devlet tarafından sınırlandırılmış. Dolayısıyla birinci damardaki gibi keskin bir din-bilim çatışması da yaşanmamış.

Günümüzde bu iki uygarlık damarı, küreselleşen dünyada, ilk kez her boyutta karşılaşıyor, iç içe geçiyor, çatışıyor ve -elbette geçmişin mistik yaklaşımları çerçevesinde değil modern çerçevede- bir sentez olanağı ortaya çıkıyor.

Uygarlıklar tarihine ve günümüze yansımalarına ilişkin bakış açımızı bu şekilde genişletmek, kadim sorularımızı yeniden formüle etmemizi ve yeni sorular oluşturmamızı da gerektiriyor. Böyle bir çaba “nasıl bir sosyalizm?” sorusunun yanıtına ve Marksist kurama da katkı yapacaktır doğal olarak (zaten 75 yıllık Çin Halk Cumhuriyeti deneyimi büyük katkılar yapmıştır şimdiden).

***

Otuz yıl kadar önce Çin’e yaptığım bir haftayla sınırlı bir seyahatte, parti heyetinin bir üyesi olarak gittiğim için Çinli yetkililerle de görüşme olanağı bulmuş, bakış açılarındaki -bize göre- farkları sezmiş ve şaşırmıştım. Şimdi yeni okumalar yaptıkça ve üzerinde düşündükçe bu farkları daha iyi anlamaya başlıyorum.

Örneğin tarihlerine yaklaşımlarında ve geleceğe uzanımlarında bize göre çok daha rahatlar ve özgüven içindeler. Düşünsenize, laiklik diye bir dertleri yok. Bu sorunu aşmışlar ve onun için böyleler demiyorum; geçmişlerinde de bizimki (gerek Avrupa gerekse İslam ülkeleri) denli böyle bir dertleri olmamış. Bu nedenle bir Galilei’leri, bir Voltaire’leri yok. Geri oldukları için değil, gerekmediği için…

Örneğin Avrupa/Batı-merkezcilik diye fazlaca bir dertleri de yok. Elbette sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı büyük mücadeleler vermişler; Sun Yat Sen, Mao Zedung, Kim İl Sung, Ho Chi Minh, Nehru, Gandhi gibi büyük liderler ortaya çıkarmışlar; ama Batı’ya/Avrupa’ya karşı bir aşağılık duyguları yok. Bizim gibi değiller, rahatlar Batı’ya karşı.

Örneğin bir Kolomb’ları, Vasco de Gama’ları, Macellan’ları da yok. Ama 15. yüzyılın ilk yarısında, Ming Hanedanı döneminde, yüzlerce gemi ve binlerce kişilik mürettebatla Hint Okyanusunda, Afrika’nın doğu kıyılarında, Ortadoğu’da, Avustralya çevresi denizlerinde ve Pasifik’te kol gezen Amiral Zheng He’leri var. Kolomb’un, Gama’nın gemileri, Zheng He’ninkiler yanında bir taka bile sayılmazlar. Ama Avrupa’ya, Amerika’ya ulaşmaya ve oraları sömürgeleştirmeye çalışmamışlar. Çünkü zaten dünyanın merkezindeler, zenginliklerin sahibiler. Onlara ulaşılmaya çalışılıyor, onlar ulaşmaya çalışmıyorlar; böyle bir ihtiyaçları yok. Dolayısıyla Dünya’nın yuvarlak olmasına da ihtiyaçları yok. Bu nedenle bir Kopernik’leri de yok.

Örnekler çoğaltılabilir. Savaş ve uluslararası çatışmalara yaklaşımları ayrı bir yazıyı gerektirecek denli farklı. Savaşmadan kazanmanın üstadı ve kuramcısı Sun Tzu’nun torunları…

Bütün bu özellikler Çin’in bir dönemdeki ileriliğinin, sonraki dönemdeki geri düşüşünün, ama gelecekteki olası “daha ileri” katkılarının kaynağı.

Kısacası, Çin’den bakıldığında dünya çok farklı görünüyor. Dünyaya Londra’dan, New York’tan, Paris’ten, Berlin’den bakmak ile Ankara’dan bakmak arasında elbette farklar var; ama o kadar da farklı değil. Pekin’den bakmak ise çok farklı; bir paradigma değişikliğini gerektiriyor.

Bu konuları tartışmak ve perspektiflerimizi genişletmek zorundayız. Çünkü tarihte belki de ilk kez Çin dünyaya bakmaya başladı; dünya çapında düşünmeye başladı. ABD’liler (ve Batılılar) “tehlikenin farkındalar”. Biz ise sentezimizin (sosyalist kuramlarımızın) kapsamını genişletmek için bu süreçleri anlamaya çalışmak, bu soruları sormak ve yanıtlarını üretmek durumundayız.