İbn-i Heysem (965 – 1040?) ışıkla yaptığı deneyler neticesinde, antik Yunan’dan beri ışık hakkında ortaya atılmış bütün yanlış görüşleri tersyüz etti. Gözlem, inceleme ve deneye dayalı bilimsel bir yaklaşımla ürettiği argümanlar, döneminin İslam âleminde ciddiye alınmadı. İbn-i Sina ve El Biruni dışında. Onlar ise, göz ve görmenin tıbbi boyutlarıyla ilgili araştırmalarına dair üst çalışmalar yaptılar. Optik alanındaki çalışmalarının kıymeti, 16. yüzyılda Batılılarca keşfedilişinden sonra anlaşılmaya başlayacaktı.
10. yüzyıl, Ortadoğu… İslam medeniyetinin bilimden edebiyata sanattan mimariye kadar her alanda, bilinen dünyaya liderlik ettiği yıllar… Düzensiz şehir devletlerinden işleyen bir devlet yönetimine dönüşen Ortadoğu’nun sosyal yapısı, askeri fetihler sayesinde gelen zenginliklerle birlikte farklılaşmıştı. Devlet liderleri özgür düşünceyle savaşmıyor, aksine farklı düşünen insanları saraylarına davet edip onlarla tartışıyorlardı. Özellikle liderlerin bu tavrıyla İslam medeniyetinin zenginleşmesi birleşince, antik Yunan’dan beri görülmemiş şeyler yaşanmaya başlamıştı. Elbette liderlerin kendi baskın fikirleri vardı; krallar, aristokratlar, elitler her diyarda bulunmaktaydı. Fakat 10. yüzyılın Mezopotamya’sı, Endülüs’ü ve Arabistan’ı, dönemin merkez Avrupa’sı ve Çin’i ile kıyaslandığında, dünyadaki en özgür yerlerdi.
İşte böyle bir zamanda, Basra Kenti’nde doğdu İbn-i Heysem (965 – 1040?). Parlak bir deha olduğunu daha gençliğinden itibaren gösteren Heysem, Basra’daki Eyyubi Emiri’nin vezirlerinden biri olmaya hak kazandı. Özellikle uygulamalı matematik alanında çalışmalar yapan Heysem, ün kazanmaya başlamıştı. Uygulamalı matematik, köprü ve baraj yapımı gibi dönemin kolay olmayan mühendislik projelerinde de kullanıldığı için ihtiyaç duyulan bir alandı ve bu yüzden bir uygulamalı matematikçiyi devlet yönetiminde bulundurmak akıl kârı bir karar olmaktaydı. Ayrıca komşu devletlerin sorunları olduğunda gönderebileceğiniz bir mühendisiniz de olmuş oluyordu. Ortada tek bir sorun vardı, İbn-i Heysem başarılı bir mühendisten çok, neyi merak ederse onun üzerine çalışan biliminsanı ruhlu biriydi ve bu tür projelerin altından kalkamazdı. Basra’dan Kahire’ye gittiğinde de bu durum başına dert açacaktı.
Delilik taklidiyle gelen ev hapsi
Nil Nehri deltası, ilk medeniyetlerin ortaya çıkmasından beri insanların yerleşimler kurduğu ve hiç terk etmediği bir bölgedir. Önce tarihöncesi insanlar, sonra Mısırlılar, sonra İskender, Roma, Bizans ve İslam Devleti… Yüzyıllar geçmişti, fakat halen ortada bir türlü çözülemeyen bir sorun vardı: Nil Nehri’nin taşması. Doğa, insanların kurduğu evlerle saraylarla uyumlu değildi elbette ve yılın belirli aralıklarında Nil Nehri yükselip alçalmaktaydı. Bu değişim, mal sahiplerinin arazilerinin miktarını değiştirdiğinden vergilendirmeyi güçleştiriyordu. Ayrıca tarlalarda ekinleri heba ediyor, kimi zaman insanların canını da alıyordu. Antik Medeniyetler, bu sorunun sebebinin tanrıların mutsuzluğu olduğunu düşünüyorlardı ve bundan dolayı yılın belli günlerinde elde edilen ekinler tanrılara kurban edilirdi. Ortaçağda ise, Fatımi Hanedanı’ndan Halife Al-Hâkim, İslam topraklarının dört bir yanına Nil Nehri’nin çeşitli yerlerine su yüksekliğini kontrol altında tutmak amacıyla bir baraj inşa etmek için mühendisler aradığını haber etti. İbn-i Heysem de bu doğrultuda Fatımi Devleti başkenti Kahire’ye davet edildi. Aklında, Nil Nehri’ne sulama kanalları açmak ve barajlar inşa etmek gibi fikirler vardı. Fakat arazi gezileri sırasında, böyle bir işi geçerli teknolojiyle yapabilmenin imkânsız olacağını fark etti. Üzerine aldığı görevi reddetme olanağı yoktu, halife tarafından verilen görevi reddeden kişinin kellesi giderdi. Hayatını kurtarmak için ne yapmalıydı? Deliymiş gibi yapmanın en uygun kaçış yöntemi olduğunu düşünmüştü.
Bir meczuptan böyle bir görevi tamamlamasını beklemek bir işe yaramayacaktı. Deli bir adamı işini yapmadığı için idam da edemezdiniz. İbn-i Heysem kellesini kurtarmış, fakat özgürlüğünden olmuştu. Halife, Heysem’in ev hapsinde kalmasını emretti. Heysem Halifenin ölümüne kadar ev hapsinde kaldı.(1) Bir biliminsanı için ev hapsi çok da kötü bir şey değildir. Zaten yaşamının büyük bir kısmı okuyarak ve çalışarak geçeceğinden, evde kalmak zorunda olmak, araştırma yapmasını sağlayacak ekipmanlar bulunduğu müddetçe, bir doğa felsefecisi için ödül bile olabilir! İbn-i Heysem için de öyle olmuş olmalı ki, hayatının en önemli eserlerini bu esir olduğu yıllarda yazdı. Yeni bir ilgi alanı vardı artık: Işık.
Empedokles’den El Kindî’ye aynı düşünce: Işığın kaynağı insanın gözbebeği
İnsanlar, tarihin başından beri gökyüzünü izlediler. Gökten düşen yıldırımlara baktılar, ateş yaktılar. Bunların hepsinden çok daha güçlü bir şeye daha baktılar: Güneş… Işık olağanüstü bir şeydi. Işığa sahip olmak, hayatta kalmanın yegâne yollarından biriydi ve ışığın ne olduğu on binlerce yıl boyunca gizemini korudu. Tanrıların yeryüzüne zuhur etme biçimi olarak görüldü ışık huzmeleri. İşi tanrılarla bağdaştırmayıp mantık çerçevesinde cevaplar aramaya çalışan, Sicilya’da bir antik Yunan kolonisi olan Agrigentum Kenti’nden bir düşünürün yaklaşımları, klasik dünyayı tümüyle etkisi altına alacaktı. Kentin otoriter liderini babasıyla birlikte bir isyana liderlik ederek devirmişler, karşılığında halkın ileri gelenleri de Empedokles’e liderlik teklif etmiş; fakat o, özgür düşüncenin daha demokratik bir ortamda yeşereceğine inandığından bu tahtı reddetmişti. Onun için doğadan elde edilen bilgi, insanların doğayı anlaması için tek kaynaktı. Doğadan elde edilecek bilgilerle Hades diyarından ölüleri bile geri getireceğini, hatta ölümsüzlüğe erişebileceğini düşünen Empedokles, simyanın da temellerini atmış oldu. Empedokles’e göre doğada dört element vardı ve evrendeki her şey bu dört elementin belirli miktarlardaki karışımlarından meydana geliyordu: Ateş, su, toprak, hava…
Empedokles’e göre insan gözbebeğinin içinde hiç sönmeyen bir ateş vardı ve bu ateşten çıkan ışık, etrafı görmemizi sağlıyordu. Gözümüzü kapattığımızda da ateş çıkamadığından göremiyorduk. Ürettiği bu fikir o kadar etkili olmuştu ki, sonrasında gelen felsefeciler, bu fikir üzerine kendi çalışmalarını inşa ettiler. Özellikle Öklid, Empedokles’in gözlerden yayılan ışık fikri üstüne geometri ve matematik de katarak, tarihteki ilk optik teorisini inşa etti. Bu teoriye göre ışık, insan gözbebeğinden bir koni şeklinde çıkıyor ve koniye ait tüm geometrik özellikler ışığa da uygulanabiliyordu. Ardından Batlamyus, Öklid’in modeline renklerin oluşumu ve gözden çıkan ışıkların sudan yansıma yapmalarını da ekledi. Işık, koni şeklinde yayılıyordu, ancak düz çizgiler şeklindeydi (light ray, yani ışık ışınları). İslam dünyasına bu belgeler ulaşıp tercüme edildikten sonra, El-Kindî, insan gözünden çıkan ışığın koni değil, küresel bir biçimde her yöne doğru ışınlar şeklinde yayıldığını ortaya attı. Optikle ilgili bütün modellerin temel varsayımı, ışığın kaynağının insan gözü olduğuydu. Fakat bilimin bu alanında, insanın egosu kırılmak üzereydi.
İbn-i Heysem “bilim” yapıyor: Işığın kaynağı ışık yayan cisimlerdir
İbn-i Heysem, ev hapsinde tutulduğu on yıl boyunca “Eğer ışığın kaynağı insan gözüyse, neden karanlıkta göremiyoruz?” sorusuna yanıt aramaya çalıştı. Gündüzleyin evindeki perdeyi kapattığında oda karanlık oluyordu. Perdeye ufak bir delik açmaya karar verdi. Bütün perdeleri kapattı ve zifiri bir karanlık oluşturdu. Dışarıda görünen görüntünün tam tersi bir görüntü, evindeki duvarda ortaya çıkmıştı. İbn-i Heysem, bir iğne deliği kamera inşa etmişti. Ayrıca özellikle gün doğumu esnasında penceresine yansıyan ışık huzmeleri, bir bardak sudan geçtiğinde kırılıp bükülüyorlardı. Farklı camlardan geçen ışık huzmesi, yine kırılıp bükülüyor, belirli açılara denk geldiğinde ise yansıyordu. Hepsinin tek bir açıklaması olabilirdi: Işığın kaynağı, göz değil, ışık kaynakları adı verilen cisimlerdi. Optik hakkında elde ettiği bu görüşleri tıbba aktarmaya çalışmış, insan gözü üzerine çalışmalar yapmaya başlamıştı. Evine getirttiği ölmüş insanlardan alınmış gözleri parçalayıp, insan gözünün içinde görmeyi sağlayan kısmı bulmaya çalışmıştı. Yaptığı incelemeleri oldukça açıklayıcı bir şekilde kâğıda çizmeyi de başarmıştı. İbn-i Heysem’e göre göz, şu kategorilerden oluşmaktaydı:
– el-Sebakiye (retina)
– el-Kurniye (kornea)
– el-Sa’il El-Ma’i (göz sıvısı ya da göz akı)
Fizikten tıbba kadar optikle ilişkili olan tüm çalışmalarını Kitab el-Menâzır (“Optik/Görüntüler Kitabı”) adında bir kitapla Arapça olarak yayımladı. Kitapta şu dört argüman sunuluyordu:
1) Karanlıkta göremiyoruz. Işınlar gözden cisme doğru gitseydi, karanlıkta da görmemiz gerekirdi.
2) Kuvvetli bir ışığa baktığımızda gözlerimiz kamaşır. Eğer ışınlar gözden çıksaydı kamaşmaması gerekirdi.
3) Karanlık bir odanın tavan ya da duvarında bir delik açarsak, yalnızca o noktadan gelen ışığı görürüz. Oysa ışınlar gözümüzden çıksaydı, her tarafı görmemiz gerekirdi.
4) Yıldızlara baktığımızda onları anında görürüz. Eğer ışınlar gözden çıkmış olsaydı, yıldızları görmemiz için belirli bir süre geçmesi gerekirdi.
Bu argümanların yanı sıra, İbn-i Heysem’e göre renkler ışığın kırılmış formlarıydı. Hatta günbatımı ve doğumu sırasında Güneş’in büyük gözükmesi ile elimizi suya soktuğumuzda büyük görünmesi arasında doğrudan bir ilişki vardı. Dünyanın havasına giren Güneş ışınları bükülmekteydi, bu bükülmeyi gözlerimiz kırmızı ışık olarak algılamaktaydı. Ayrıca ışığın sabit bir de hızı vardı.
Dönemin İslam bilim camiasında fikirleri beğenilmemiş, dalga geçilmişti. Tüm bilim camiası içinde İbn-i Heysem’i ciddiye alan iki kişi vardı: İbn-i Sina ve El-Biruni. Fakat onlar da, Heysem’in çalışmalarının gözle ilgili tıbbi kısımları üzerine üst çalışmalar yapmaktalardı. İbn-i Heysem’in optik hakkındaki görüşlerinin gerçek anlamıyla benimsenebilmesi için Haçlı Seferlerini beklemek gerekiyordu.
Heysem’in optik çalışmaları Batı tarafından keşfediliyor
Ortaçağ’ın bağnazlık içinde boğulan Avrupa’sında, kendilerinden olmayan herkes iblis, canavar, dev, üç başlı, beş kollu gibi korkunçlaştırılarak ve efsaneleştirilerek anlatılmaktaydı. Bir şekilde İslam bilimi ve antik Yunan felsefesi kitaplarına erişebilen insanlarsa, özellikle simyayla ya da ilaç üretimiyle ilgileniyorlarsa cadı ya da heretik (kâfir) olarak görülmekteydi. Müslüman İberya Yarımadası’ndaki Endülüs Emevi Devleti, 9. ve 10. yüzyılda bu gibi insanlara kapılarını açmış, dinden bağımsız olarak “cadıların” çalışma yapmalarına izin vermişti. Özellikle İspanya’ya ve İtalya’ya yapılan Müslüman seferleri Avrupalıları çok korkutmuş, bu korku zaman içinde Roma Katolikliği ile birleşince, Haçlı Seferleri ve Reconquista ortaya çıkmıştı. Haçlı Seferleri ile ilk kez Ortadoğu’ya erişen Avrupa soylularının, Kudüs’ü ele geçirip irili ufaklı kurdukları Krallıklar da, Müslümanlarla doğrudan bağlantıya geçmeye korkan Hıristiyan seyyahlar ve sanatçılar için sığınak görevi görmüşlerdi. Buralara gelen pek çok seyyah, hem Roma tarafından yasaklı antik Yunan kitaplarını, hem de bu kitaplardan yola çıkarak eserler üretmiş Arap felsefecilerin kitaplarını Latinceye tercüme etmeye başladılar. Kitab el-Menâzır, kim(ler) tarafından Latinceye tercüme edildi bilinmiyor, fakat 1572 yılında Alman matematikçi Friedrich Risner’in o zamana kadar İslam filozoflarınca yazılmış tüm optik kitaplarından bir derleme olan Opticae Thesaurus (Optik Hazinesi) isimli kitabı basıldığında, dönemin Rönesans Avrupa’sında etkisi olağanüstü olmuştur. İbn-i Heysem, dönemin Avrupa bilim camiasında “ikinci Batlamyus” olarak bilinmekteydi ve 1659’da Descartes’in yazdığı Dioptrics kitabına kadar dünyadaki en kapsamlı optik kitabı Kitab El-Menâzır’dı. Dioptrics’in daha kapsamlı olmasının sebebi, teleskoplara ait optik fiziğini de içermesidir.
Heysem’de bilimsel yöntemin temelleri de var
İbn-i Heysem’in optik ile yaptığı bu önemli deneylerle birlikte bilimi etkileyen bir çalışması da bilim felsefesi üzerinedir. Ampirik yöntemi ilk defa teorileştirmeye çalışmış, bulduğu sonuçları öylece bırakmamış; yazdığı kitaplardaki her deneyi, okuyan bir kişinin kendi evinde/atölyesinde yapabileceği açıklıkla anlatmaya çalışmıştı. Ayrıca bilimsel yöntemin temellerinden biri olan sorgulayıcı düşünceyi de şu şekilde tarif etmiştir: “Bilimadamlarının yazılarını araştıran kişinin ödevi, eğer amacı hakikati öğrenmekse, kendini okuduklarının tümüne düşman kılmak, ve … (?)her yönden taarruz etmektir. Aynı zamanda kritik incelemelerinde kendinden de şüphe etmelidir, ancak bu sayede önyargı veya hoşgörünün tuzağına düşmez.”
Dipnot
1) Bu olayın gerçekliği üstüne tartışmalar devam etmektedir, zira farklı kaynaklarda farklı şekillerde anlatılıyor. Bu, tarihçi İbn El-Kiftî’nin (1248) görüşüdür.
Kaynaklar
1) https://www.britannica.com/biography/Ibn-al-Haytham
2) C. H. Haskins, The Renaissance of the Twelfth Century, 1972.
3) Arthur Koestler, The Sleepwalkers: A History of Man’s Changing Vision of the Universe, MacMillan Press, 1959.
4) Prof. Abdelhamid I. Sabra, The Optics of Ibn Al-Haytham: On Direct Vision Books 1-3, Studies of the Warburg Institute, 1989.