*Dergimizin Mayıs 2004 tarihli 3. sayısı için, Wigner Madalyası’nı kazandığı yeni açıklanmış bulunan Sayın Erdal İnönü ile bir söyleşi yapmıştık (“50 yıl sonra gelen ödül”, Erdal İnönü ile, Söyleşi: Ruken Kızıler – Ender Helvacıoğlu, Mayıs 2004, S:3, s.9-12). Bu söyleşiden, Sayın Erdal İnönü’nün Türkiye’nin bilim üretimiyle ilgili görüşlerini içeren bölümleri özetleyerek, sunuyoruz.
Türkiye’de bugünkü duruma baktığımızda, teorik çalışmaların veya çalışmaların pratiğe uygulanmasının düzeyi nedir? Tek tek önemli bilim insanlarının gayretleri mi, yoksa bir temel var mı?
Bilimde ilerleme bir süreçtir ve Türkiye epey yol aldı. Örneğin Cahit Arf’ın çalışmaları matematik edebiyatında önemli yer tutar. “Arf Değişmezleri” diye kitaplarda hep geçer. Bilimde ilerleme iki türlü kendini gösteriyor. Bilim edebiyatına geçen buluşlar yapıyorsunuz: İsminizle de anılırsa, tanınıyorsunuz. Bir de, o çalışmaların bazıları doğrudan, bazıları dolaylı olarak pratik uygulama da buluyor. Türkiye’nin, bilim edebiyatına girmiş birçok bilim insanı var. Pratik uygulamaya geçen çalışmalar da var, ama çok fazla değil. Daha önemli bir sorun da şu: Türklerin adının geçtiği çalışmaların pek çoğu yurtdışında yürütülmüş. Bu bir ülkenin bilim alanında birinci sınıf olduğunu göstermez. Çalışmayı yürüttüğünüz yere mal ediyorlar. Feza Gürsey’in yaptığı çalışmaların çoğunu Amerika’daki kurumlar benimsiyor. Benim çalışmamı Princeton Üniversitesi benimsiyor, Türkiye’nin katkısı ortaya çıkamıyor. Eğer buradaki bir laboratuvarda araştırma yapılır ve sonra da uygulanırsa ya da bilim edebiyatına geçerse, işte o zaman bilim dünyasında yerimiz olacaktır. Bu henüz sağlanmış değil.
Bunun nedeni nedir sizce?
Yeteri kadar önem, zaman, para vermemiş olmamız. Tabii geçmişten gelen bir zaaf da var. Bilim alanına girmemiz 300 yıl gecikti. Kastettiğim matbaanın geç gelmesi değil. Araştırma yaşamı 300 yıl sonra geldi. Batı’da 1600’lerde başladı, laboratuvarlarda araştırma yaparak yeni bilgi üretmek. Osmanlılar’a bu hiç gelmedi, üretilen bilgiyi aldılar sadece. Yeni bilgi üretmeye 1930’larda üniversite reformundan sonra başladık. Gecikmeden dolayı eksiğimiz var, laboratuvarlarımız bir türlü tamamlanamıyor; biraz başlıyoruz, hemen ümidimiz kesiliyor. Yoksa zekâmızda, yeteneğimizde hiçbir sorun yok. Bu stratejik bir mesele aynı zamanda, sadece prestij işi değil. Yeni bilgi üretmek bir ülkenin gücünü oluşturan temel etkendir. Amerika’nın egemen olmasının tek nedeni bilim ve teknolojide ileri olmasıdır. İnsani vasıfları bizden farklı değil.
Tabii uzun vadeli yatırımlar gerekiyor bilim üretimi için.
O kadar da uzun değil, 20 yıl içinde sonuç alabileceğiniz alanlar var. Bunun örnekleri var. İrlanda iyi bir örnektir. Avrupa Birliği içinde zayıf ekonomisiyle tanınan İrlanda, bilgisayar alanındaki atılımıyla, kısa sürede AB’nin önde gelen ekonomilerinden biri haline geldi. Genetikte Güney Kore kendini göstermeye başladı. Bizdeki anlayış şu: Güncel araştırma iyidir, ülkenin prestijini arttırır, yetenekli insanlarımız kendilerini gösterir, ama paramız varsa bunu yaparız. Bizim şimdi daha acil ihtiyaçlarımız var. Ekonomik krizden çıkamadık, büyümeyi sağlayamadık falan gibi… Bu yanlış; bütün bu eksiklerimizi yapacağımız araştırmalarla kapayabiliriz. Yatırımı yaparken tek beklentimiz prestij olmamalı, yatırımın karşılığını alacağımıza inanmamız gerekiyor.
Pek çok araştırmacıyla da konuştuğumuz bir konudur bu. Çok yüksek maliyetlere gitmeden de pek çok laboratuvar kurulabilir. Ama kişisel ya da özel sektörün katkısıyla olacak bir iş değil bu. Devletlerin bilim politikaları olmalı diye düşünüyoruz.
Bilim politikasının esası bu işe önem vermek, insanlara olanak sağlamak, bütçe oluşturmak olmalı, insanlarımız da zorlukla karşılaştığında hemen karamsarlığa düşüyor. Bu yanlış. Umutla, bu işin önemini siyasetçilere, halka, basına anlatmalı.