Ana Sayfa 1. Sayı Bir biyologun gözünden Avustralya

Bir biyologun gözünden Avustralya

1564

Sevgili Dostlar, dünyanın altındaki ülkeden selamlar. Gerçekten de küre üstündeki dünya haritasına baktığınızda, bu toprakları tam olarak görebilmek için ya eğilmek ya da küreyi kaldırmak gerekir. Gördüğünüz yer dünyanın en büyük adası, ama aynı zamanda en küçük (Avustralya/Okyanusya) kıtasıdır. Aynı zamanda da dünyanın tek kıta devleti. Adını Latince “Güneyin Bilinmeyen Toprağı” anlamına gelen “Terra Australis Incognito”dan alır.

Prof. Dr. Haluk Ertan
İÜ Fen Fakültesi Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü

Küçüklüğümde annem, oturduğumuz evden sadece birkaç yüz metre ötedeki fırına gönderdiğinde, en büyük şikâyetim fırının “dünyanın taa öbür ucunda” olmasıydı. Halbuki aradan geçen onlarca yıldan sonra, o günlerden bilinçaltımda kalan az sayıdaki güzel anıdan birinin, odun fırınından çıkan taze ekmeğin kokusu ve eve gidene kadar uçlarını yemekten aldığım tat olacağını nereden bilebilirdim. Herhalde aile büyüklerimin o günlerden kalma ahı tutmuş olsa gerek, geçen yılın başından beri, yabancıların “The Land Down Under” yani “Dünyanın Altındaki Ülke” dedikleri Avustralya’dayım. Geliş nedenlerimden biri, donma noktasına yakın sıcaklıklar ve açlık sınırında yaşayan mikroorganizmaların moleküler biyolojisini çalışan Dr. Ricardo Cavicchioli’nin, New South Wales Üniversitesi’nde yürüttüğü araştırmalara katılmaktı.

İşte dünyanın bir ucunda bu işler içinde yuvarlanıp giderken, Sevgili Ender Helvacıoğlu’ndan, çocukları gibi emek verdikleri Bilim ve Ütopya dergisinden ekip olarak koptukları haberini aldım. Neyse ki, arkadan iyi haber geldi; ülkemizin aydınlanma mücadelesinde büyük önemi olduğuna inandığım Bilim ve Ütopya‘nın gövdesinden ayrılan yeni sürgün, Bilim ve Gelecek dergisinde yoluna devam edecekti. Dalgalar büyük, sandal küçük olsa da; küreklere tekrar asılma kararı verilmişti. Sevinmemin ötesinde, bu yeni gelişme bana önceden verdiğim Avustralya ile ilgili yazı sözünü yerine getirmem için de iyi bir olanak yaratıyordu.

Terra Australis Incognito
Evet Sevgili Dostlar, dünyanın altındaki ülkeden selamlar. Gerçekten de küre üstündeki dünya haritasına baktığınızda, bu topraklan tam olarak görebilmek için ya eğilmek ya da küreyi kaldırmak gerekir. Gördüğünüz yer dünyanın en büyük adası, ama aynı zamanda en küçük (Avustralya/Okyanusya) kıtasıdır. Aynı zamanda da dünyanın tek kıta devleti. Adını Latince “Güneyin Bilinmeyen Toprağı” anlamına gelen “Terra Australis lncognito” dan alır. Bu tanımlamanın geçmişi, büyük astronom ve coğrafyacı Claudius Ptolemy’e (MS 85-165?) kadar dayanır. Ptolemy (bilinen diğer adıyla, Batlamyus), dünyanın dengesini sağlayabilmesi için Hint Okyanusu’nun altında bir yerlerde bir kara parçasının bulunması gerektiğini hesaplar (Bu astronomlara hayranım, anımsarsınız Güneş Sistemi’ndeki bir gezegeni de böyle bulmuşlardı). Böylece Avustralya adının tarihteki yolculuğu da başlamış olur.

Ana yerleşim bölgelerine bu kadar uzakta olmasından gerek, Avrupalı’nın topluca yerleştiği en son kara parçalarından biridir Avustralya. Avrupalı için bir keşif ve koloni kurma, Avustralya’nın ilk konuklan olan Aborijinler içinse, felaket perdesinin açılması anlamına gelen bu olayın resmi olarak başladığı tarih, 18 Ocak 1788. Yani Kaptan Arthur Phillip yönetiminde, Britanya’nın en azılı mahkûmları ile dolu on bir geminin bugünkü Sidney Şehri’ne ayak bastıkları gün. Bu olay burada “Avustralya Günü” olarak her yılın 26 Ocak’ında kutlanır.

Fakat bu toprakların Avrupalılarca ilk ziyareti daha öncelere, yani 1606 yılma kadar gider. Kıtanın kuzey ve batı sahillerine ilk gelenler, İspanyol ve Hollandalı gemicilerdir. Hatta kıtaya “Yeni Hollanda” adı bile verilir; fakat bunun bir kalıcılığı olmaz, çünkü sömürgeciliğin ustası İngilizler henüz masaya oturmamıştır. Aynı Kuzey Amerika’da olduğu gibi, onların da gelmesiyle öykü başlar. Britanya İmparatorluğu’nun başlarda Avustralya ile ilgilenmesi çok sıradan bir gereksinime dayanır. 18. yüzyıl Britanya’sında hapishaneler ağzına kadar dolu ve baş edilemez bir haldedir. Artık Kuzey Amerika’daki Virginia kolonisi de mahkûm kabulünü kestiğinden, soruna bir çare aranmaktadır. 1770 Nisan’ında, Sydney’in Botany Körfezi’ne demir atan Kaptan James Cook’un gemisindeki iki bitkibilimciden biri olan Sir Joseph Banks’in yaptığı söylenen bir öneriyle, Avustralya, Britanya’nın yeni hapishane kolonisi olur. Mahkûm taşınması işi 1868 yılına kadar devam eder ve 150 binden fazla insan kıtaya getirilir. Bu nedenle koloni nüfusunun çoğunluğunu mahkûmlar oluşturur.

Avustralya o günlerde yaşaması zorlu, yaban bir yerdir. Toprak ve yerli bitki örtüsü (ve hayvanlar) geleneksel tarıma uygun olmadığı için, yıllarca açlık koşulunda yaşanır. Yani, aylarca süren çetin deniz yolculuğundan sonra hastalıktan ölmeyip, karaya ayak basa bilenleri bir ele açlık sorunu bekler. İşte Aussieler’in (okunuşu “ozi”), yani Avrupalı Avustralyalılar’ın öyküsü ele böyle başlar.

Mercan Kayalığı, uzaydan görülebilen tek biyolojik yapı.

Dünyanın en büyük kemik parçası
Avustralya söz konusu olduğunda söylenenler, genellikle, onun sahip olduğu gerçekliğin çok küçük bir kısmını ifade eder. Örneğin bu kıta, coğrafi yalıtıma bağlı biyolojik evrimin yarattığı göz kamaştırıcı canlılarla dolu bir hazinedir. 7.69 milyon kilometre karelik yüzölçümüyle dev bir doğa tarihi müzesi. Yani bizim memleketin yaklaşık on katı genişliğinde bir müze. Ama bu sadece karadakilerdir. Kıtanın kuzeydoğu sahillerinde boylu boyunca uzanan ve Birleşmiş Milletler tarafından dünyanın doğa harikalarından biri kabul edilerek, koruma altına alınan Büyük Mercan Kayalıkları’nın (Great Barrier Reef) uzunluğu. 2 bin kilometreden fazladır. Yani üstünde gezmek istense, İstanbul-Münih arasındaki mesafeden fazla yol kat etmek gerek. Neredeyse tüm Avrupa kıtası. Kapladığı alan ise yaklaşık olarak Türkiye’nin yarısı kadar; yani uzun ama ince bir yapı, en geniş yeri 72 kilometre olan bir şerit.

Büyük Mercan Kayalığı bu haliyle, dünya üzerinde canlıların biyolojik işlevleri sonucu oluşmuş en büyük yapı. Hatta uzaydan görülebilen tek biyolojik yapı olduğu ela söyleniyor. Demek ki insan elinden çıkma Çin Seddi, bu konuda rakipsiz değil. Kayalık desek de, bu yapının harcını, küçücük mercan poliplerinin kalsiyum karbonattan yapılı bembeyaz iskeletleri oluşturuyor. Ölen her polibin iskeleti üstüne yığılarak yükselen biyolojik bir anıt. Bu nedenle, yapıya dünyanın en büyük kemik parçası demek yanlış olmasa gerek. Fakat bu kayalıklar, aynı zamanda dünyanın en güzel renklerini içeren bir tuval görünümündedir. Bunu sağlayan, mercanların yaşam dostu olan alglerin (zooxanthelloe) ürettiği renk renk pigmentlerdir. Hani televizyon belgesellerinde izlenen o büyüleyici güzellikteki denizaltı görüntülerinin yaratıcılarından biri olan küçük mikroorganizmalar.

Bu kayalığın tüm dünyada yaşayan deniz canlı türlerinin dörtte birini barındırdığı söyleniyor. Yaklaşık 2 bin balık, 400 mercan, 4 bin yumuşakça, 500 deniz bitkisi, 215 kuş, 16 denizyılanı, 6 denizkaplumbağası, 250 karides türünün ve daha bulunmayı bekleyen nice özgün deniz canlısının barınağıdır burası. Sadece voleybol sahası büyüklüğündeki bir alanda, 103 ayrı türe ait denizkurtçuğu (Polychaeta) saptamış araştırmacılar. Köpekbalığı, yunusu, balinası, foku, denizaslanları, penguenleri, yani konukları saymakla bitmez. Hatta Avustralya’nın kuzey sahillerinde sandalınızla keyifli bir gezi yaparken, denizin ortasında aniden bir timsah ile yüz yüze gelmeniz de mümkün.

Timsah belgesellerinin en gözde oyuncuları, tuzlu su timsahları.

Nehirlerde de denizlerde de gezen timsahlar
Karşılaştığınız şey, erkeğinin boyu kimi zaman 7 metreye varan, ağırlığı ise 1 tonu geçebilen dünyanın en büyük sürüngeni, yani tuzlu su timsahıdır (Crocodylus porosus). Fakat bununla her türlü sulak alanda karşılaşmak mümkün; çünkü bu tür, tatlı su timsahından (Crocodylus jolmstoni) farklı olarak, hem tuzlu hem de tatlı suda yaşayabilir. Ağızlarının kenarından taşan, farklı büyüklüklerdeki konik yapılı geniş dişleriyle ürkütücü bir görünüşe sahip bu türü, tatlı su timsahlarından ayırt etmek kolaydır. Bu özellikleri nedeniyle onlar timsah belgesellerinin en gözde oyuncularıdır. Doğayı paraya çevirmeyi iyi bilen Ozi için timsah çiftlikleri, iyi bir gelir kaynağıdır. Derisi dışında, tavuk tadında olan eti de ilgi görür. Örneğin bir Kuzey Avustralya lokantasının yemek listesinden timsah eti ısmarlamak olasıdır.

Karadaki biyolojik hazine, en az denizdeki kadar görkemlidir. Biyolojik evrimin Avustralya doğasında yarattığı özgün türleri incelemek, sadece doğa bilimcilere değil, herhangi bir doğasevere de büyük zevk verir. Fakat kıtanın biyolojik özgünlüğü herkes için aynı anlamı ifade etmediğinden olsa gerek, buraya ilk yerleşen Avrupalılardan biri, Avustralya’yı, “koşmayan ama zıplayan hayvanların, uçmayan ama koşan kuşların, beyaz yerine siyah tüylü kuğuların yaşadığı lanetlenmiş bir ülke” olarak ifade etmiştir.

Avustralya memelileri
Avustralya faunası deyince ilk akla gelenler, keseli memeliler (Metatheria-Marsupialia) ve bunların en tanınmış temsilcileri olan kanguru ve koalalardır. Keseliler ilk Amerika Kıtası’nda ortaya çıkmışsa da, diğer kıtalarda nesilleri hemen hemen tükendiğinden, günümüz keseli memelilerinin anavatanı olarak Avustralya kabul edilir. Memelilerin üç büyük grubunu oluşturan plasentalı (Eutheria), keseli ve tek deliklilere (Monotremata) ait türleri bir arada görebileceğiniz dünyadaki yegane yer, Avustralya’dır.

Avustralya’da kanguru nüfusu 60 milyona ulaşıyor.

Keseli memeliler, plasentalı, yani dünyanın diğer yerlerinde bulunan memelilerden farklı olarak, yavrularını canlı ama embriyonik gelişimini tamamlamadan doğurur. Örneğin bu safhadaki bir kanguru, yaklaşık 2 cm boyunda ve 1 gr ağırlığındadır. Yavru gelişiminin geri kalanını, annenin karın kısmında bir deri kıvrımı olarak bulunan, bir kese ya da torba içinde tamamlar ve memeden emdiği sütle beslenir. Kese içinde bulunan 4 memeden her biri, yavrunun gelişim safhasına uygun, farklı bileşimde süt verir.

Kangurular, 48 türü ve 60 milyona yaklaşan nüfusuyla, kıtada keseli memelilerin amiral gemisini temsil eder. Keseli memelilerin Macropadidae, yani “büyük-ayaklılar” ailesine dahil bu hayvanlar, 0,5 kilodan 90 kiloya kadar büyüklükte ve farklı renkte olabilen türlere sahiptir. Çok güçlü arka ayakları sayesinde, 60 km hızla zıplayabildiği gibi, 3 m yüksekliğindeki bir engeli de aşabilir. Kırmızı kanguru (Macrops rufus), uçmayan dev kuş emu (Dromaius novaehollandiae) ile birlikte Avustralya’nın ulusal ambleminde yer alan iki hayvandan biridir. Bu hayvanların özel ayak yapılarından dolayı geriye doğru gitme yetilerinin az olması, Avustralya’nın ülke olarak hep ileriyi ve yeniliği hedeflediğini vurgulayan simgeler olarak kabul edilmelerini sağlamıştır.

Kanguru eti düşük doymuş yağ, yüksek protein, demir ve çinko içeriğiyle sağlıklı bir besin olarak kabul görmekte. Fakat bu güzel hayvanların ticari amaçla kullanımına karşı çıkan bazı grupların, örneğin Adidas futbol ayakkabılarının üretimi için binlerce kanguru ve yavrusunun öldürüldüğünü söyleyip, protesto kampanyaları düzenlemeleri, düşünülmesi gereken diğer bir konu. Yani, meşin yuvarlak mı, yoksa kangurunun yaşam hakkı mı? Bu önemli sorunun yanıtını zamanla öğreneceğiz.

Koalalar günde 18 saat uyuyor.

Okaliptus bağımlısı, uykucu koalalar
Diğer bir keseli memelinin adı, koala (Phascolarctos). Küçük bir ayı yavrusunu andıran bu ağır, ama şirin hayvan adını, “su içmeyen” anlamına gelen Aborijin kökenli bir kelimeden alır. Koalalar da aynı kangurular gibi su içmeden aylarca yaşayabilir. Avustralya’nın endemik türlerinden çoğunun bu yönde evrimleşmiş olmasının nedeni, buranın dünyada Antarktika’dan sonra en kurak kıta olması. Aldığı yıllık yağış oranı Afrika’dan da az. Bunun bir sonucu olarak, susuzluğa dayanıklı bir yaşam tarzı yaygın. Örneğin kuraklığın bir sonucu olarak her yıl çıkan büyük orman ve çalılık yangınları Avustralya’nın önemli bir gerçeği. Bu nedenle kıtada bulunan bitkilerin büyük bir bölümünün tohumlarının, yüksek ısıya dayanıklı olup, yangın sonrası çimlenme yeteneğini koruması; doğal seçilime dayanan, hayvanlardaki susuz yaşama koşut evrimleşmenin bitkilerdeki bir uzantısı olarak görülebilir. Koalaya tekrar geri dönersek, bu güzel ve sakin hayvanın gerçek bir okaliptus yaprağı (sakız ağacı yaprağı da deniyor) bağımlısı olduğu görülür. Sadece okaliptus yaprağı yiyerek yaşamını sürdürebilen birkaç memeliden biri. Avustralya’da 600’e yakın okaliptus türü bulunmasına karşın, koalalar bunların ancak küçük bir kısmını besin olarak kullanabiliyor. Koala, tek tip beslenme ve okaliptus yapraklarının besin değerinin yetersiz olmasının yarattığı enerji açığını, sahip olduğu düşük bazal metabolizma hızı ve günde 18 saat uyuyarak aşma yoluna gider.

Yumurtlayan memeliler!
Memelinin tavuk gibi yumurtlayanı da mı var, demeyin. Evet, o da var. Bu olağandışı hayvanın adı, “platipus” (Orhithoryhnchus anatinus). Burada güzel bir adet olarak, her eyaletin simgesi olan bir bitki, balık, kuş ve memeli türü var; platipus, Avustralya’nın altı eyaletinden en eskisi olan Yeni Güney Galler’in amblemindeki canlılardan biri. Örneğin koala, Quennsland Eyaleti’nin simge memelisidir.

Platipus, memelilerin monotremata yani tekdelikliler ailesine üye dünyada var olan iki türden biri. Diğeri ise köstebeğe benzer “ekidna”. Bunlara tekdelikli denmesinin nedeni, vücutlarında diğer memelilerden farklı olarak, üreme ve boşaltım amacıyla kullanılan tek bir açıklığın bulunması. Platipus dişileri, genellikle sürüngen yumurtasına benzer iki yumurta verir ve yumurtadan çıkan yavrular daha sonra deri altındaki meme bezlerinden çıkan sütle beslenir. Bu hayvanlar, yaşayan fosil olarak da adlandırılır; çünkü sahip oldukları biyolojik özelliklerin bir kısmı sürüngenlere bir kısmı memelilere ait. Örneğin insan C vitamini ihtiyacını dışarıdan sağlarken, platipus böbreklerinde askorbik asit, yani “C” vitamini sentezi yapar. Platipus, perdeli ayaklarıyla gerçek bir yüzme ustasıdır ve sualtında oksijen ihtiyacını azaltmak için kalp atışını çok kısa bir sürede 200’den 10 vuruma kadar düşürebilir.

Platipusun en belirgin özelliklerinden biri, ördek gagasına benzer yayvan geniş ağzıdır. Bu nedenle Aborijinler platipusun ortaya çıkışını, büyüklerinin sözünü dinlemeyen genç bir dişi ördeğin başından geçen bir olaya bağlar. Öyküye göre, yaşadıkları yerden uzaklaşmaması tembih edilen genç dişi ördek, bir gün merakını yenemez ve gölcüğün aşağılarına gider. Bir süre sonra kendini gölün çimenlik bir kıyısında bulur. Fakat burası aslında yalnız yaşayan bir su sıçanının bölgesidir. Bir süre sonra yuvasından ortaya çıkan sıçan, dişi ördeği görür ve onu kendisiyle çiftleşmesi için zorlar. Bir süre sonra ördek yumurtlar, fakat yumurtadan oldukça farklı bir canlı çıkar. Yavrunun annesindeki gibi bir gagası ve ayaklarında perde olmasına karşın, sıçan babasındaki gibi öndekilerde tırnak olan dört ayağı ve üstünde tüy yerine kürkü vardır. Böylece ilk platipus doğmuş olur (Birçoklarınca dünyanın en ilkel insan topluluğu olarak tanımlanan Aborijinler’in bu öyküsündeki ilginç kurgu, tahminim hemen dikkatinizi çekmiştir. Bir doğa olayına ilkelin (!) bakışındaki gerçeklikle, postmodern yaratılışçıların doğmalarındaki safsatalar yan yana getirildiğinde, ortaya tam bir kara mizah örneği çıkmıyor mu?)

Platipus zehir salgıladığı bilinen tek memelidir. Ön ayaklarında zehir bezine bağlı, tırnak şeklindeki bir iğne bulunur. Bu yapı sadece ergin erkeklere özgüdür. Bu sevimli hayvanın, gagası için avcılarca vurulduğu geçmiş günlerde, birçok av köpeğinin sudaki yaralı hayvanı almak isterken bu zehir yüzünden öldüğü bilinir.

Tasmanya canavannın eline düşen hayvandan geriye hiçbir şey kalmıyor.

Tasmanya canavarı
Avustralya kıtasının güneyinde yer alan büyük adayı, bulan Hollandalı gezginin adına atfen, Tasmanya denir. Tasmanya Adası’nı dünyaya tanıtan simgelerinden biri, “Tasmanya Canavarı” (Sarcophilus harrisii) takma adıyla anılan etçil bir keseli memelidir. Yalnız adındaki canavar sözcüğünden, bunun iri-yarı bir hayvan olduğu sanılmasın. Aslında bu, en kabası küçük bir köpek büyüklüğünde olan utangaç bir hayvan. Fakat çok kuvvetli çenesi ve keskin dişleriyle gerçek bir yırtıcı. Her tür hayvan leşini, ne kadar berbat durumda olursa olsun, büyük bir iştahla yiyor. Tasmanya canavarının eline düşen bir hayvandan geriye, genellikle hiçbir artık kalmıyor; çünkü kuvvetli çeneleriyle en zorlu kemikleri dahi kırabildiğinden, her şeyi silip süpürüyor. Canavar unvanını almalarının diğer bir nedeni, bir araya geldiklerinde birbirlerini korkutmak için çıkardıkları yüksek tondaki, keskin ve ürkütücü çığlıklar. Gecenin sessizliğinde bunları kilometrelerce öteden duymak olası.

Tasmanya’nın bugün artık soyu tükendiği sanılan bir diğer hayvanı “Tasmanya Kaplanı ya da Kurdu”dur (Thylacinus cyanocephaplus). Bu, iri bir köpek büyüklüğünde olan, keseli-etçil bir memelidir. Vücudunun üst kısmının sırttan aşağısını kaplayan enine çizgiler, bu hayvana zebra antilop karışımı ilginç bir görünüm verir. Ayrıca köpeklerden daha çok, yavru kangurulardakine benzer, düz, sopa şeklinde bir kuyruğa sahiptir. Dikkat çekici diğer bir özellik, dişilerindekine benzer bir kesenin erkeklerinde de bulunmasıdır.

Kargalar Beşiktaşlı!
Avustralya’dan söz açıp da, kuşlardan söz etmemek olmaz. Kıtanın oldukça eskileri arasında yer alırlar. Örneğin uçmayan dev kuş emu, kıtanın 80 milyon yıllık sakinidir. Her boydan, her renkten, her cinsten papağan, gündelik yaşamın bir parçasıdır burada. Bizler gibi gözü güvercine, serçeye, kırlangıca, kargaya alışmış insanlar için, sabahleyin uyanıp balkonda tünemiş ekmek bekleyen çeşit çeşit papağanı, muhabbetkuşunu görmek şaşırtıcı oluyor. Karga deyince, buranın kargalarının vücudunun yarısının siyah, yarısının beyaz olduğunu belirtmek gerek (Gymnorhina tibicen). Yani bizim Beşiktaşlı dostlarımızı mutlu edecek bir karga topluluğu var Avustralya’da. Buna karşılık beyazlık ve sadeliğin simgesi olarak kabul edilen kuğuların, burada Avustralya’ya özgü siyah renkli türleri (Cygnus atratus) bulunmakta.

Akasyalar ve okaliptus ağaçlarının ülkesi
Avustralya’daki bitki türlerinin sayısı yaklaşık 22 bin. Fakat buraya mimoza ve okaliptus ağaçlarının ülkesi demek yanlış olmaz. 700 farklı türde okaliptus ağacı, doğal yaşamın önemli bir kaynağıdır. Özellikle akasya türlerini, çok farklı iklim bölgelerine sahip olan kıtanın her yerinde bulmak olası. Dünyada mimoza (Mimosaceae) ailesinden, akasya (Acacia) cinsine ait yaklaşık 1500 türün, 1000 tanesi Avustralya’da da bulunur. Akasyaya Avustralya ile özdeşleşmiş bir bitki denilebilir. Bu nedenle örneğin, Acacia pycnantha Avustralya’nın ulusal ambleminde yer alır. Bitkiler özellikle, bir doğa insanı olan Aborijinlerin yaşamında büyük yer tutar. Farklı bitkilerin farklı kısımlarından akla gelecek her tür gereksinimlerini karşılarlar. Mesela Acacia melanoxylon‘un ağacı, yerlilerin kuş avlamak için kullandıkları bumerangların yapımında kullanılır.

Uluru’nun üstünde bir taraftan diğerine yürümek için 10 km kat etmek gerek.

Avustralya’nın jeolojik yapısı da diğer birçok özelliği gibi özgündür. Bu konuda sayfalar dolusu ilginç bilgi vermek mümkün olsa da, bunlardan bir tanesi eşşiz bir görkeme sahiptir. Avrupalıların “Ayers Kayalığı”, Aborijinlerin ise “Uluru” dedikleri, “tek bir parça kayadan” meydana gelen dev bir taş bloğu. Aslında tam anlamıyla bir dağ. Göz alabildiğine uzanan düzlüğün ortasında serilmiş yatan, kiremit renginde bir dağ. Yüksekliği 318 m olan bu kayanın üstünde bir taraftan diğerine yürümek istense, yaklaşık 10 km yol kat etmek gerek. Bu ihtişamından olsa gerek. “Uluru” Aborijinler için çok kutsal bir yer olarak kabul ediliyor.

İlk gelen Avustralyalılar, Aborijinler
Aborijinler’in en az 50 bin yıl önce, Asya’dan buraya geldikleri sanılıyor. Birçok açıdan çok çok ilginç bir insan grubu. Bildiğimiz hiç kimseye benzemiyorlar. Kültürleri, görünüşleri, inançlarıyla kendine has bir topluluk. Son 50 bin yıl boyunca çok az değişiklikle günümüze kadar gelen bir topluluk. Buna yaşayan en eski kültür de denilebilir. Bu topluluğa ve kültürüne “ilkel” demeye elim varmıyor. Çünkü yarattıkları sanat eserlerinde kullandıkları renk ve tasarımlar gerçekten büyüleyici. Yaşadıkları doğal çevreyle mükemmel bir bağ ve uyum sağladıkları için elim varmıyor.

Aborjinler’in kaderi de Amerika yerlilerinden farklı olmaz.

Çok derin bir evren anlayışları ve inanç sistemleri var. İçinde yaşadıkları doğa onlar için bir sömürü ortamı anlamına gelmiyor. Doğayı hâkimiyet altına almayı değil, onun bir parçası olmayı seçmişler. Evrende var olan her şeyin birbiriyle ruhsal bir bağlantı içinde olduğunu düşünüyorlar. Yani evrende yer alan her nesne, onlar için dengenin sağlanmasına yardım eden zorunlu birer unsur; yani tüm evren yaşayan bir organizmadır. Bir Aborijin için, evreni ve içindekileri yaratan, onlara şekillerini veren, yaşam biçimlerini belirleyen, atasal-doğaüstü göksel güçler, dünyadaki varlıklarını hala sürdürmektedir. Örneğin “Uluru” bu yaratıcı ruhların mekanlarından biridir. Aborijinler için evrende meydana gelen her olayın bir kaydı ya da izi mutlaka dünyada kalmaktadır. Ve bunlara ulaşmak, onlarla temasa geçmek olasıdır.

Günümüzün tektanrılı göksel dinlerinde görülen çeşitli motiflerin, çoktanrılı, animistik Aborijin mitolojisinde de yer alması, din ve Tanrı düşüncesinin kökenine ışık tutar nitelikte. Özellikle Aborijinler’in yaratılış öyküleri, Tevrat’taki Tekvin ya da Genesis Bölümü ile bazı noktalarda örtüşür. Örneğin, çok uzun zaman önce yerin üzeri bomboşken, yaratıcı eril atanın ruhu, yani “Guthiguthi” gökyüzünde yaşamaktadır. Bu gökler katında, her şey ruhsal varlıklar şeklinde olup herhangi bir maddi yapı yoktur. Ve bir gün “Guthiguthi” yeryüzüne inmeye karar verir. Amacı insanlar, hayvanlar ve kuşlar için yaşayacakları özel bir yer yaratmaktır. Yeri yarattıktan sonra, ona bakar ve üzerinde bir şey yetişmediğini görünce, dağlan yarar ve içindeki suyılanını çıkarır. Sonra nehirler yaratılır. Arkasından yılanlar ve bal karıncaları, isimleri yaratıcı ruh tarafından verilerek yaratılır. Toprağa daha sonra iki kabile yerleştirilir ve diğer tüm kabileler bunlardan çoğalır. İşler bittikten sonra, yaratıcı Tanrı kendini emekliye ayırır ve gökyüzünde dinlenmeye çekilir. Öyküler bildik üzere, böyle sürüp gider.

‘Beyaz Avustralya’nın kara bir tarihi var’
Buraya kadar Aborijinlerle ilgili ayın aydınlık yüzünü yazdık. Fakat bir de karanlık yüzü var. Bundan dolayı olsa gerek, bir gün Avustralya’nın başkenti Canberra’da bulunan parlamento binasının duvarına, birileri, “Beyaz Avustralya’nın kara bir tarihi vardır” diye yazar. 1788 yılından önce, Aborijinler’in nüfusunun 300-750 bin arasında olduğu sanılıyor. Kıtaya ilk yerleşimcilerin beraberinde gelen salgın hastalıklar, bunlara yabancı olan yerli halk için büyük darbe olur. Zaman içinde yerleşimcilerin sayısının artması ile doğal varlığın paylaşımından kaynaklanan çatışmalar başlar. Bunun sonucunda Tasmanya Adası’ndaki tüm Aborijin nüfusu katledilir. Anakarada 19. yüzyılda iş daha da ileri götürülür ve Aborijinlerin su kaynaklarına ve onlara verilen unlara zehir katılır. Bu amaçla en yaygın olarak kullanılan madde arseniktir. Yani bu noktada Aborijinlerin kaderi, Amerika yerlilerinden farklı olmaz. Geçen yüzyılın başına gelindiğinde, nüfusları 30-40 bine kadar düşer. 20. yüzyılda sistemli öldürme olayları olmasa da, bu kez hükümetin 1900-1972 yılları arasında yürüttüğü ve resmi rakamlara göre en az 30 bin yerli çocuğunun ailelerinden koparıldığı bir uygulama başlar. Gerekçe, Aborijinlerin çocuklarına iyi bakamadıkları ve onların daha sağlıklı koşullarda yetiştirilmeleri gereğidir. Tahmin edebileceği gibi, bu işte hükümetin en büyük yardımcısı Hıristiyan misyonerleridir. Aslında bunun bir asimilasyon politikası olduğu açıktır.

Bu insanlar, ilk oy kullanma hakkını 1962 yılında elde ederler. Nüfus sayımına dahil edilmeleri içinse, 1971 yılını bekleyecektir.

Son gelen Avustralyalılar, Oziler
Yaşadığımız dünyada, Afrikalılar dışında herkes göçmendir aslında. Çünkü moleküler antropoloji çalışmaları, ilk modem insanın Afrika’da evrimleşip oradan tüm dünyaya yayıldığını göstermekte. Bu açıdan insan göçleri hep olmuş ve olacaktır. Bu konuda önemli olan, geçmişin hatalarının tekrar edilmeden verilen zararın olabildiğince giderilmesi. Son yıllarda Avustralya’da bu yönde yavaş da olsa olumlu bir gelişimin yaşandığı görülmekte.

Aslında Avustralyalıları tanıdıkça, bu insanların atalarının bu işleri yaptıklarına insanın inanası gelmiyor. Ama açlığın. eğitimsizliğin, para-mal hırsının, bağnazlığın, vahşi güdülerin herkese yaptıracağı şey aynı. Örneğin bugüne döndüğümüzde, Sydney şehrinde gözlemlediğimiz o ki, Oziler cana yakın ve yardımsever insanlar. İngiliz’in paçalarından asalet damlayan soğuk ve efemine tavrını, Fransız’ın kibirliliğini, Alman’ın itici gerçekçiliğini, Amerikalıdaki Hollywood patentli artistik yapaylığı ve ölümüne rekabeti, bu insanlarda görmek zor. Bir yanıyla Akdenizliye benziyorlar. Yani Avustralya Kırası ve kendi trajikomik geçmişleri, onları da farklılaştırmış.

Yaşamayı ve eğlenmeyi seven, rahat insanlar. Nazım Usta’nın bizim Karadenizli için söylediği “sırtı lacivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin zaferi için… ” mısrasını buraya “biranın ve rugby’nin (kavun biçimli topla oynanan bir tür el futbolu) zaferi için… ” şeklinde uyarlamak olası. Sporu ve sporcuyu seviyorlar. Dünya eğitim istatistiklerinde her zaman en üst sıradalar. Nüfus sadece 20 milyon ama bir yılda satılan kitap sayısı 130 milyon. Bunun için halkın ödediği para yaklaşık 1,4 milyar dolar.

Bir ABD, Almanya, Kanada, Fransa gibi zengin değiller, ama çok güçlü bir orta sınıf var. Halkın büyük bölümü kendi evinde oturuyor. Yani bizim politikacımızın “Herkesi iki anahtar sahibi yapacağız” yalanı, burada gerçek olmuş. Güçlü bir işçi partisinin olması, sosyal devletin gelişmesinde önemli bir rol oynuyor. Halk dindar ve tutucu değil. Laik devlet geleneği çok güçlü. Din işinde olanların çalışan nüfusa oranı yüzde 0,2. Bizde artık dev bir sektör haline gelmiş din işlerini düşününce, Ozilerin yaşadığımız dünyaya ötekinden daha fazla bağlı oldukları hemen anlaşılıyor. Yıllık enflasyon yüzde 4 kadar, konut kredi faizi ise yüzde 6. Biraz peşinatınız varsa, bu faiz üzerinden 25-30 yıl geri ödemeli ev kredisi almanız oldukça kolay. Yani aile toplumun temelidir sözünü havada bırakmamışlar.

Bu bilgilerden her şeyin güllük gülistanlık olduğu sanılmasın. 170 milyar dolar dış borç ile dünyanın en borçlu 3. ülkesi. Fakat 70 milyar dolara yakın ihracatı ve denk bütçesiyle bunun altından kalkabilecek gibi gözüküyor. Diğer bir sorun, güçlü bir ağır sanayinin olmaması. Ekonomik açıdan tanımlamak gerekirse, çağdaş ve bilimsel tekniklerin kullanıldığı bir tarım ve hayvancılık ülkesi Avustralya. Örneğin, 29 milyonluk toplam büyükbaş hayvan ve 114 milyonluk koyun (nüfusun yaklaşık altı katı) sayısıyla, rekorlar onun elinde. Turizm, bankacılık, sigortacılık vb. hizmet sektörleri, işgücünün önemli bir kısmını barındırıyor.

Ne yazık ki, dünyadaki küreselleşme ve vahşi liberalizm rüzgarları burayı da etkiliyor ve olumlu birçok şey, değişme yolunda. Örneğin daha birkaç hafta önce liberal hükümetin savunma bakanı, 1.3 milyar dolar değerinde füze kalkanı savunma sistemini ABD’den satın almak isteğinde olduklarını açıkladı. Herhalde benim gibi siz de, “Yahu dünyanın bir ucundaki Avustralya’ya füzeyle saldıracak düşman kim acaba?” diye soruyorsunuzdur. Bizim uçak gemisi almak isteyen politikacılarımızın benzerleri, burada da var. Halbuki hastaların acil serviste doktor beklerken öldüğü haberlerini artık Avustralyalı da duymaya başladı.

Kırmızı kanguru, uçmayan dev kuş emu ile birlikte Avustralya’nın ulusal ambleminde yer alıyor.

‘Örümcekler ve karafatmalar cenneti’ Sydney
Sydney’den söz etmeden Avustralya konusu kapanamaz. Sydney, Pasifik Okyanusu’nun kıyıda yaptığı dantel misali girinti ve çıkıntıların üzerine kurulu çok güzel bir deniz kenti. Ama bizdeki gibi kıyı yağması yok, çünkü denizin kamu malı olduğunu herkes iyi biliyor. Sahilden yürüyerek neredeyse tüm şehri gezmek olası. Havası bizim deyimle “şeker gibi”, yani çok temiz. Sydney belki de dünyanın en yeşil kenti. Yaygın bir toplu taşıma sistemi var. Geçenlerde fark ettim, yeni belediye otobüsleri durağa gelince 20-30 cm kadar alçalıyor ve böylece yaşlılar, çocuklar ve engelliler daha rahat inip biniyor. Dünyanın en büyük sinema perdesi, yaklaşık yarım futbol sahasından biraz küçük ve onun bulunduğu sinema da burada.

Fakat kötü haber, Sydney’in tam bir örümcekler ve karafatmalar şehri olması. Her yerde, her zaman, her cins börtü-böceği görmek olası. Belediye, kuşların besini olan böcekleri öldürmemek için genel ilaçlama yapmıyor. Parmak büyüklüğünde kara (Periplaneta fuligunosa) ve kahverengifatmalar (Periplanate australasiae) (bir kısmı uçabildiğinden, benim gibi üst katlarda oturmanın da pek bir yararı olmuyor), milimetreden el büyüklüğüne kadar, birçoğu zehirli örümcekler (Araneomorphae ve Mygalomorphae), gündelik yaşamın bir parçası burada. Diğer bir deyimle Sydney, araknofobia yani örümcek korkusu olanlar için pek uygun bir yer değil. Fakat bu yenilebilen bir korku olduğundan, özellikle bayanlar duruma artık alışmış görünüyor.

Evet sevgili dostlar, bitmez bir öykünün sonuna eriştik. Başta da söylediğim gibi, buranın tüm gerçekliğini tam olarak anlatmak mümkün değil. Avustralya dünyanın, pek çok gizemi hala içinde barındıran, çok özel bir köşesi. Fakat yine de doğuştan gezgin Dr. Nadir Paksoy Usta’nın, Bir Demet Pasifik kitabındaki Okyanusya havasını soluyup, bunu biraz olsun sizlerle paylaşabildiğim için mutluyum. Esenlik içinde kalın.

Önceki İçerikÇok kayıp verdik ama grip virüsüne karşı savaşımız sürüyor Son kuş gribi salgınına dikkat!
Sonraki İçerikGelecek kaygısını, gelecek umuduna dönüştürmek