“İngilizler Everest’e çıkmayı bir egemenlik yarışına dönüştürmüştü. Onlar için Everest, alt edilmesi gereken bir projeydi. Bu nedenle Hillary’nin tırmanışı başardıktan sonra aşağı inerken söylediği ilk söz, ‘Piç kurusunu alt ettik’ olmuştur. Bugünün dağcıları böyle söylemezler, genelde. Olayı kendileriyle rekabet olarak tanımlarlar. Bu kadar tırmanış yaptım, derdim hiçbir zaman dağla itişmek olmadı. Dağ ile sıcak bir ilişki kurdum bir anlamda. Ama Hillary böyle söyledi diye onu suçlayamayız; çünkü o günün anlayışı buydu.”
29 Mayıs 1953’te, yerel saatle 11:30’da Everest’in zirvesine adımını atan ilk insan olan Sir Edmund Percival Hillary, 11 Ocak 2008 tarihinde hayata veda etti. Yeni Zelandalı dağcı ve kâşif Hillary, kendi halinde bir arıcı iken dünyanın en yüksek noktasına adını yazdıran, ancak daima mütevazı, insancıl kalan ve yaptığı sporda öncü karaktere sahip bir insandı. Hillary’nin dağcılık sporunda açtığı yolun izinden giden, Everest’e çıkmış ilk Türk olan Nasuh Mahruki ile Everest’te İlk Türk kitabının önsözünde kendisine “en içten tebriklerini” ileten Hillary’nin öyküsünden yola çıkarak dünyanın zirvesi ve zirve tutkusu hakkında konuştuk.
Everest’e tırmanmak, bir egemenlik yarışına dönüşmüşken…
Everest’e 1953’de ilk tırmanan, Tenzing Norgay ile birlikte Edmund Hillary oluyor. Bu çıkışın hikâyesini sizden dinleyebilir miyiz? Edmund Hillary’den önce bunu deneyenler olmuş muydu?
Batı’nın, Everest’in dünyanın en yüksek dağı olduğunu keşfetmesinden sonra, bu zirveye ulaşmak, “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” İngiltere’nin büyük ilgisini çekmiş. Çünkü İngilizler bunu, dünya üzerindeki egemenliklerini başka şekilde sembolize edecek bir olay olarak görüyorlar. O dönemde dağcılığa milliyetçi duygularla ilgi duyuluyor aslında.
Dağın adı da Sir George Everest’den geliyor. İngilizler, 1800’lerin ikinci yarısında Himalayalar’da “Great Trigonometric Survey” dedikleri haritalandırma çalışmaları yaparken, George Everest ve ekibi, ölçüm sırasında “peak fifteenth” yani 15. zirve olarak işaretledikleri dağın, aslında diğer hepsinden daha yüksek olduğunu keşfediyor ve çok heyecanlanıyorlar. 8848 metrelik Everest’in yüksekliğini aslına çok yakın biçimde ölçüyorlar. Aslında ilginç bir nokta, George Everest çok nitelikli bir insan ve dağların yerel isimleriyle anılmasından yana, kendi adının bu dağa verilmesini istemiyor. İngilizler’in “Royal Geographic Society” dedikleri Kraliyet Coğrafya Cemiyeti’nin bastırmasıyla, Everest istemediği halde, dağa onun adı veriliyor. Halbuki Everest’in yerel adı var; Nepalliler “Sagarmatha”, Tibetliler ise “Chomolungma” diyorlar.
İngilizler, 1910’larda Everest’e tırmanmak için birkaç ekspedisyon düzenliyor. Şartları gerçekten zorluyorlar; George Mallory ve Andrew Irvine’in ölümüyle sonuçlanıyor deneme. Nepal kapalı bir bölge o dönemde; bu nedenle kuzey rotasından deniyorlar ama, kuzey, o dönemin şartları ve birikimine göre zor bir rota. Araya 1. ve 2. Dünya Savaşları giriyor. Dünya birbiriyle vuruştuğu için, Everest gündemden düşüyor; kimsenin bu tür lükslere vakit ayıracak hali olmuyor. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, dünyanın en yüksek dağına tırmanma yarışı yeniden başlıyor. İngilizler yine en önde gidiyor. Bir-iki deneme sonrasında, 1953’de, kuşatma harekâtı gibi çok büyük bir ekspedisyon düzenliyorlar. Yüzlerce insan ile bir askeri operasyon gibi gerçekleştiriyorlar bunu, nitekim liderleri de askeri geçmişi olan insanlar.
Bir tür fethetme anlayışı hâkim yani…
Evet, yaklaşım o. Çok büyük lojistik destekleri var ve bulunabilecek en güçlü dağcıları bir araya getiriyorlar. O dönem kullanılan teçhizat ve ekipman ile yüksek intifa fizyolojisi, akreditasyon hakkındaki bilgiler bugünküne göre çok yetersiz ama, İngilizler askeri teknoloji için geliştirilmiş, kendi dönemine göre oldukça ileri diyebileceğimiz destek ile yapıyorlar denemelerini. 1910’larda kuzeyden çıkmayı denemişlerdi; 1953’de güneyden, Nepal’den doğru yapıyorlar bunu, yani klasik rotasından. Everest’in zirvesine çıkılacak en mantıklı ve göreceli olarak en kolay diyebileceğimiz rotadan.
Tenzing Norgay ile Edmund Hillary, o şartlarda ekibin içindeki en nitelikli kişiler olarak değerlendiriliyor ve son hamleyi onlar yapıyor. 29 Mayıs 1953’de dünyanın en yüksek noktasına ulaşıyorlar. Tabii İngilizlerin derdi oraya bir İngiliz vatandaşın tırmanması; ama ne gariptir ki, bir Yeni Zelandalı tırmanıyor. Fakat daha sonra o Yeni Zelandalı’ya da İngiliz’miş gibi “sir” unvanı veriyorlar. İngilizler’in yıllarca peşinden koştukları şey böylece gerçekleşmiş oluyor.
Dağcılık sporu ekip işi
Hillary, tırmanışını Nepalli rehberi Tenzing Norgay ile birlikte gerçekleştiriyor. Bu insanları, yani “şerpaları” sormak istiyorum size. Yerli halktan bu insanlar dağcılar için çok önemli, ancak tırmanışlarda isimleri bile geçmiyor. Norgay’ın ismi ise Hillary’nin özel çabasıyla biliniyor. Hatta şöyle bir hikâye duydum, Norgay zirveye çıktıklarında ilk adımı Hillary’nin atmasını beklemiş…
Bu ilk adım hiç konu edilmez aslında. Bu bir ekip işi ve son adımı kimin attığı hiç önemli değil. Çünkü oraya gelene kadar milyonlarca adım atıyorsunuz. O adımların her biri son adım kadar önemli. Sadece son adıma odaklanmak, sporun asaletine hakaret etmek olur. Dağcılık sporunun niteliğini, ne tür ahlaki değerler üzerine kurulu olduğunu bilmeyen birçok “sivil” diyeyim, bunu bir tür müsabaka gibi algıladıkları için, böyle abes bir durum ortaya çıkıyor.
Edmund Hillary’nin şerpa kültürüne destek için yaptığı çok şey var. O bölgeyi, oradaki insanları görünce, tanıyınca çok etkileniyor. Yerli insanlar doğayla, dağlarla ve coğrafyayla iyi ilişkiler kurmuşlar. Yüksek irtifa fizyolojisine daha uyumlular, zaten 3 – 4 m yükseklikte yaşıyorlar. Hillary onlardan çok etkileniyor ve hayat standartlarını yükseltebilmek için okul kurmak, sağlıklı içme suyu sağlamak, birtakım eğitimler vermek gibi çalışmalar içine giriyor; köprüler kuruyor, yol yapımında vd. birçok şeyde çalışıyor. Ölümüne dek, Hillary’nin desteği birçok biçimde devam etti. Şerpalar kendi kültürlerine, yaşamlarına yaptığı katkıdan dolayı çok severler Hillary’yi.
Hillary ve Norgay Everest’e ilk çıktığında, orası dünyanın ayak basılmamış son noktalarından biri miydi?
Hayır, dünyada 14 tane 8000 metrelik dağ var. 8000 metrelik dağlar keşfedildikten sonra, onların zirvesine ulaşılmaya çalışıldı. 1953’te İngilizler Everest’e, 1954’te İtalyanlar Himalayalar’daki K2’ye çıktılar. Dolayısıyla birçok ulaşılmamış nokta vardı dünyada, hâlâ da var; ama dünyanın en yüksek dağı olması nedeniyle çok özel bir yeri var Everest’in.
Hillary’nin başka keşif yolculukları var mı?
Tabii, birçok şey yaptı. Hillary’nin oğlu ve hatta Tenzing Norgay’ın oğlu da çıktı Everest’e.
Birlikte mi çıktılar?
Galiba birlikte çıktılar. Hillary Antarktika’ya ve başka birçok yere ekspedisyonlar düzenledi. İsimleri nedeniyle daha kolay kaynak bulabildiler ve bu birçok başka proje yapma fırsatı da verdi onlara.
Dağcılık ile toplumsal duyarlılık arasında bir bağ var mı?
Hillary’nin bahsettiğiniz gibi Nepal’de fahri Nepalli gibi çalışmış olduğunu biliyoruz. Aynı zamanda siz de tıpkı Hillary’ninki gibi bir duyarlılıkla bazı önemli işlere imza attınız. Bu duyarlılığın dağcılık sporuyla doğrudan bir bağı var mı?
Genelleme yapmak çok doğru olmaz. Dağcılıkta, bizde de yabancılarda da duyarsız insan epeyce var. Yani adam can çekişirken yanından geçip zirveye giden dağcı örneği de çok. Genelleme yapılamaz ama, dağcıların birçoğunda, zorlu hedeflerle uğraşmanın, ekip olarak hareket etmenin getirdiği bir kabiliyet vardır. Eğer o kişilerin özünde, sorumluluk duygusu ve iyi insan olmak gibi birtakım hasletler de varsa, gördüklerine duyarsız kalmıyor ve ‘Ben bunu nasıl toparlarım’ diye düşünüyorlar. Nitekim AKUT ekibi bile dağcılar arasında ortaya çıktı. 1996’da kurulduğunu düşünürsek, daha önceki 73 yıllık Cumhuriyet tarihinde, Türkiye’de hiç kimsenin aklına doğal afetlerde veya dağ kazalarında can kaybını en aza indirmek amacıyla sivil olarak bir örgütlenme yapmak gelmemiş. Dağcıların aklına gelmiş. O anlamda bu sporun bir farkı var ve AKUT bunun örneği.
Türkiye’de dağcılık sporuyla uğraşanların, herhalde dünyada da böyledir, eğitim seviyesi çok yüksek. Dağcılık yapan herkes ya üniversite öğrencisi ya da üniversite mezunudur. Yani, eğitim seviyesi toplum ortalamasının üzerinde.
Bir diğer önemli nokta, dağcılık yapabilmek için uzak coğrafyalara, mesela Ağrı Dağı için Doğu Beyazıt’a gidiyorsunuz ve oradaki insanların yaşadıkları koşulları görüyorsunuz. Tabii, sizin yaşantınızdan çok farklı. Bu eşitsizlik çok üzücü, insan kendisinden utanıyor ve bunu sorguluyor. Tabii içinde varsa sorguluyor; yoksa birkaç fotoğraf çekip, bir Afrika kabilesini izler gibi izleyenler de var.
Dolayısıyla bu sorumluluk duygusuyla ilgili bir şey. Edmund Hillary de sorumluluk duygusu yüksek bir insan olduğunu, bütün dünyaya pek çok kereler gösterdi. Tanık olduğu yaşam koşullarına karşı, bir şeyleri düzeltmek, iyileştirmek yaklaşımıyla çaba harcadı. O yüzden de çok sevilmiştir.
“Everest’e bir kez de oksijen kullanmadan çıkmak istiyorum”
Siz de Everest’e tırmanarak zirveye çıkan ilk Türk ve Müslüman unvanını kazandınız. Kendi çıkış öykünüzü anlatır mısınız?
Ben 1988 sonlarında, Bilkent Üniversitesi İşletme Fakültesi’nde okurken dağcılığa başladım. Dağcılık, mağaracılık, yamaç paraşütü, aletli dalış gibi sporlarla uğraştım. Üniversiteyi bitirdiğimde de yüksek irtifa dağcılığına devam etmeye karar verdim. Benden önce Türkiye’de iki tane yüksek irtifa tırmanışı vardı. Rahmetli Mecit Doğru, 7495 metrelik Komünizm Dağı’na ve 7134 metrelik Lenin Dağı’na, Halil Alpay da yine Lenin Dağı’na tırmanmıştı; 1992’den sekiz yıl önceki tırmanışlardı bunlar. Dolayısıyla Türkiye’de son yıllarda hiç yüksek irtifa tırmanışı ve bu konuda bir birikim yoktu. Ben 1992’de 24 yaşındayken, yalnız başıma Khan Tengri’ye gitmeye karar verdim. Üniversiteyi bitirdikten üç hafta sonra Kazakistan’a gittim. Çok keyifli ve heyecanlı geçti, Bir Dağcının Güncesi’nde de anlattım bunu. Sonra metabolizmamın da uyumlu olduğunu gördüm, devam etmeye karar verdim. 1992-93 ve 94’te Sovyet Rusya’daki beş tane 7000’lik tırmanışı bitirdim ve 1995 yılında 26 yaşında “Kar Leoparı” unvanını aldım.
Bu unvanın niteliği nedir?
Rusya Dağcılık Federasyonu’nun o tırmanışları tamamlayanlara verdiği resmi bir unvan.
Türkiye’den tekrar yapılmadı ve hatta ben o zaman unvanı alan en gençlerden biriydim. Kar Leoparı olduktan sonra kendime güvenim üst düzeye çıktı ve “Sıra artık 8000’liklere geldi” dedim. Hayatımın en büyük hayallerinden biriydi. Türkiye’de kimse hayal bile etmemiş, denemeyi göze alamamıştı.
1994’de Ruslar’la son tırmanışları yaptığım dönemde, dağlarda bir İngiliz ekiple tanıştım. Ertesi sene kuzey tarafından Everest’e gitmeyi planlıyorlardı. 1995’e kadar Everest’in güney tarafından başarılı ekspedisyonlar vardı, ama kuzeyden hiç yoktu, denenecekti. Kuzey daha zordur, çünkü yüksek irtifada çok uzun vakit geçirmeyi gerektirir. Güney rotasında bir sırt hattından daha doğrusal olarak yükselinir ve inilir. Kuzey rotasında ise yatay ve uzun bir tırmanış hattı vardır, dolayısıyla dağcının yüksek irtifada çok uzun zaman geçirmesini gerektirir. Bu çok tercih edilen bir şey değildir; çünkü vücudu çok hırpalar, tüketir.
Everest’in zirvesine tırmanmak için sadece iki farklı rota mı var?
Şu anda 14 -15 farklı rota var, ama ilk tırmanılan güney rotası. Daha sonra kuzey rotasından tırmanılıyor.
1994’te İngilizler’le tanıştıktan sonra Türkiye’ye dönerek sponsor aramaya başladım. Kar Leoparı olana kadar kendi imkânlarımla yaptım bütün tırmanışları. Ama Everest gündeme gelince, olay başka bir yere geldi. Bu pahalı bir proje sonuçta. Yapı Kredi’den Ömer Kayalıoğlu ile görüştüm, çok sıcak yaklaştı ve proje onaylandı.
Sonrası tabii çok heyecanlıydı. 1995 Mart ayı sonunda Türkiye’den ayrılacağım. Bir kez ekiple buluşmak için İngiltere’ye gittim. Hazırlıklarımı yaptım. Sonra da paldır küldür gittim. Ekspedisyon iyi geçti, yani çok zor olmadı benim için. Hem iyi hazırlanmıştım hem de üç sene Ruslar’la o tırmanışları yaptıktan sonra metabolizmam uyumlu hale gelmiş, performansım yükselmişti. Everest’e oksijen tüpsüz tırmanmak istemiştim, öyle bir niyetim vardı ama, 8000 metrenin üzerinde vücudumun nasıl tepki vereceğini bilmiyordum. Çünkü ondan önce çıktığım en yüksek seviye 7546 m ile Komünizm Dağı’ydı. Dolayısıyla 1302 m irtifa farkı vardı ve bu beni düşündürdü; oksijensiz yapabilir miyim yapamaz mıyım, emin olamadım. Sonra oksijen taşımaya karar verdim, gerekirse kullanacaktım. 8600 metreye kadar oksijensiz çıktım. Normalde 8000 metrede oksijen kullanır dağcılar, hatta yatarken de oksijenle yatarlar. Ben yatarken de kullanmadım, ama parmaklarımı ısıtamadım. Sonuçta bir İngiliz ve bir Rus dağcı ile beraber zirveye vardık.
Nasıl başa çıkabildiniz o basınçla? Çünkü vücudunuzun biyolojik bir dengesi var, onu iradeyle nasıl kontrol altına alabiliyorsunuz?
Sadece irade değil tabii, vücudun uyum yeteneği, o anki fiziksel şartlarınız, kan dolaşımınız, psikolojik durumunuz, birçok şey etkili. 8600 metreye kadar oksijensiz olduğum halde oksijenlilerin arkasından devam edebildim; fakat bir türlü parmaklarımı ısıtamayınca, “Böyle devam ederim ama parmaklarımı kaybederim, değmez” diye düşündüm ve 8600 metrede, yani ikinci stepin hemen altında oksijene geçtim. Sonrasında çok daha rahat devam ettim ama, oksijenli yapmış oldum tırmanışı. Ondan sonraki 8000’liklerimde, hatta K2’de de oksijen kullanmadım. Everest benim ilk 8000’liğim olmasa, onda da kullanmazdım. Bir kez daha, ama bu kez oksijen kullanmadan tırmanmak istiyorum zaten.
Everest’in zirvesinde oksijen üçte iki daha az
Everest’e tırmanmanın zorlukları neler? Everest’in zirvesine tırmanmanın, diğer zirvelere tırmanmaya göre farklılığı var mı?
Everest yüksek irtifa ve kış dağcılığının bütün şartlarına sahip. Soğuğun yanı sıra, kayası, buzu, karı gibi fiziksel olarak birçok zorluğu bulunuyor. Teknik zorlukları var, psikolojik zorlukları var; fiziksel bir kütleyle mücadele ediyorsunuz, onun insan üzerinde yarattığı etki var. Tibet’e giderken Everest’i ilk gördüğümüzde çakıldık kaldık örneğin; oldukça uzaktan gördük ama, o kadar büyük bir kütle ki, “Vay canına” dedirtiyor. Etrafındaki her şeyden çok büyük, yukarı doğru fırlıyor adeta. Bu insanı etkiliyor tabii. Everest’in en önemli özelliği yüksekliği. Deniz seviyesinde bir atmosfer hava basıncı var ve soluduğumuz, alıştığımız hava bu. Ama 5500 metrede burada soluduğumuzun yarısı kadar oksijen var. Everest’in zirvesinde ise oksijen miktarı burada soluduğumuzun üçte biri. Bu vücudun çalışma sistemini çok zorluyor.
Siz özelde isminizden öte, Everest’e tırmanan Türk ve Müslüman olarak tanınmayı seçtiniz gördüğüm kadarıyla. Hatta bir dönem tartışma konusu olmuştunuz. Bu tavrınızın nedeni nedir?
Orada aslında başka açmazlar var. 17 Ağustos Depremi’nde AKUT ön plana çıkınca Türkiye’de birtakım odaklar rahatsız oldu. AKUT Silahlı Kuvvetler’le birlikte iki yıl üst üste Türkiye’nin en güvenilir kurumu seçildiğinde, ben de ekibin lideri olarak o güvenin en üstünde duruyordum. Medya, meclis, hükümet, siyasi partiler, Kızılay, güvenirliği en alt seviyedeki kurumlardı ve bu birilerini rahatsız etti. Ondan sonra bizim hakkımızda bir sürü karalama kampanyası başlatıldı. Bunların başında, adım onlara garip geldiği için dile getirdikleri Ermeni ve Yahudi olduğum söylemi var. Ama tabii o kadar cahil insanlar ki, Ermeni ya da Yahudi olmayı hakaret kabul ediyorlar.
Bir diğer nokta, Everest’e çıkan ilk Müslüman dağcı olmak, rakamsal anlamda çok önemliydi. Müslüman dünyasının nüfusu 1,5 milyar civarı ve bu büyüklükteki bir ölçekte ilk olmak çok önemli.
Daha sonra bunu deneyen Müslümanlar oldu mu?
Tabii, Everest’e ilk İranlı 1998, ilk Pakistanlı 2000, ilk Arap ise 2003 yılında çıktı. Üstelik İran’ın da Pakistan’ın da dağcılık gelenekleri bizden çok daha güçlüdür. Ve daha önce denemelerine rağmen, bu Türkiye’ye nasip oldu. Benim açımdan çok gurur verici.
Dağı alt etmek mi, zoru başarmak mı?
Dağcı olmak için gereken nitelikler nelerdir? İsteyen herkes dağcı olabilir mi?
Öncelikle gerçekten istemek lazım. Tehlikeli ve fiziksel olarak insanı çok hırpalayan ağır bir spor. Soğuk, ıslak, eziyet, zahmet, zorluklar, tehlikeler… Temizlik sıkıntıdır, yemeniz, içmeniz, tuvaletiniz, barınmanız hepsi sıkıntıdır. O şartlardan keyif almanız lazım bir kere. Uyum sağlayabiliyorsanız olağanüstü güzel, insana gerçekten başka türlü ulaşamayacağı kişisel büyüme fırsatları veren bir spor dalıdır. Herkes yapabilir tabii ki. Ama unutmamak lazım, dağcılık özünde riskli ve tehlikeli. Sürekli kararlar almanızı gerektiren kritik süreçlerle karşılaşıyorsunuz, dolayısıyla süreçleri iyi analiz edebilecek sağduyu gerekiyor. Şunu söylerim, iyi dağcı bir-iki kez zoru başarıp üçüncüde kendini öldüren veya sakat bırakan değildir. İyi dağcı sürekli zor işler yapmayı becerebilendir.
Yaptığınız başka tehlikeli sporlar da var, ama dağcılıkta karar kılmışsınız. Dağcılık diğer sporlara göre daha büyük bir tutku gerektiriyor mu? Bir anlamda ölümle sürekli burun burunasınız. Bu keşfetme ve heyecan tutkusunu tanımlayabilir misiniz?
Hiçbir dağcı giderken ya ölürsem diye düşünmez. Herkes şöyle bakar olaya: Bu tehlikeli bir oyun, birçok riski var, kendime, ekip arkadaşlarıma, ekipmanıma, gelişmekte olan şartlara dikkat etmeliyim. Süreç içerisinde kararlarımı da sürekli yenilemem lazım. Mesela sabah saat 3:00’de çıkacağım diye karar alıyorsunuz, ama 3:00’de kalkıyorsunuz ki dışarıda fırtına var, çıkmıyorsunuz. 5:00’de bir daha bakıyorsunuz, eğer fırtına hâlâ devam ediyorsa, ertesi gün çıkıyorsunuz. Kumar oynamak, dağla kavga etmek söz konusu değil. Dağın şartları var ve sizin durumunuz o aralığa uyabiliyorsa, tırmanışa devam ediyorsunuz; uymuyorsa, yani kabul edilebilir olanın üzerinde bir risk faktörü öngörüyorsanız, ki bu deneyimle ilgilidir, en önemli konu da deneyim zaten, bekliyorsunuz ya da geri dönüyorsunuz.
Dağcılık zor bir spor ve zorluklarla boğuşuyorsunuz. Elbette ki ona ulaştığınızda sizde yarattığı manevi tatmin, coşku, heyecan duygusu çok yüksek oluyor. Bunun insanın özgüvenine, özsaygına çok katkısı olduğunu söyleyebilirim; benim için hep öyle oldu. Başka birçok şeyi de başarabileceğime olan inancı bana sağladı.
“Ben bu dağı yeneceğim” gibi bir anlayış söz konusu değil, öyle mi?
Öyle bir bakış açısı da olabilir tabii. Mesela Edmund Hillary’nin çıktığı zamanki psikoloji oydu. Hillary’nin bu tırmanışı başardıktan sonra, aşağı inerken söylediği ilk söz “Piç kurusunu alt ettik.” Bunu bugünün dağcıları asla kullanmazlar. Ama Hillary böyle söyledi diye onu suçlayamayız; çünkü o günün anlayışı öyleydi. İngiliz psikolojisine göre Everest alt edilmesi gereken özel ve ulaşılmaz bir projeydi.
Bugünün dağcılarının doğayla daha barışık olmaları gibi bir durumdan söz edebilir miyiz?
Evet, dağcıların çoğu için dağlarla, doğayla daha bir uyum içinde olmak söz konusu. Benim baktığım yerden bakan sporcular, olayı kendileriyle rekabet olarak tanımlar. Bu kadar tırmanış yaptım, derdim hiçbir zaman dağla itişmek olmadı. Dağ ile sıcak bir ilişki kurdum, konuşarak, izin isteyerek yaklaştım bir anlamda. Ama hâlâ Hillary’nin zamanındaki gibi bakan anlayışlar da var.
K2’ye tırmanmak, Rus ruleti oynamaktan daha riskli
Ayak basılmamış noktalardan bahsettik. Şu anda böyle çok zirve var mı?
Evet çok var. 8000 metrelik 14 tane var ama, 7000 – 6000 metrelik yüzlerce, binlerce vardır.
Hiç ölümle burun buruna geldiğiniz anlar oldu mu?
Olmaz olur mu? 20’ye yakın arkadaşım dağlarda öldü. Birkaç tanesi gözümün önünde düştü ve öldü. Dolayısıyla ben de ölümle çok kez burun buruna geldim, ama vücudumda hiç kalıcı sakatlık yok. Sadece ayak parmaklarım üst üste birkaç kez dondu, ama atlattım. Şimdilerde soğuğa karşı toleransım daha düşük. K2’den sonra ara vermeyi istemem de biraz bundan. Sakat kalma ihtimalim var, o beni biraz tedirgin etti.
En çok nerede zorlandınız?
K2’de çok zorlandım. Zaten bu işin en son noktası diye bilinir. 8611 metre ile dünyanın ikinci en yüksek dağıdır. Ama en zor ve tehlikeli dağların başında kabul edilir. Ben 2000’de gittiğimde K2’nin zirvesine ulaşmayı başarmış 164 insan vardı. 57 kişi ise denerken hayatını kaybetmişti, yani zirvesine çıkan her üç kişi için bir kişinin öldüğü bir dağ bu. Dünyada bundan daha yüksek bir istatistik oran bulamazsınız. Başarılı olan o 164 kişinin 22’si de geri dönerken ölmüş. Bu, K2’nin zirvesine ulaştığınızda yüzde 13,5 olasılıkla geri dönebiliyorsunuz demekti ben gittiğimde. Rus ruletinde bile birinci merminin kafaya isabet etme olasılığı yüzde 16’dır. Ben K2’ye çıkan 75. dağcı oldum.
Bir de 7439 metre ile dünyanın en kuzeyindeki 7000’lik dağ olan Pobeda’da çok zorlandım. Onda da zirveye çıkan her altı kişiden biri ölüyor. Dünyada Pobeda’ya solo çıkan yedi kişi vardı, ben sekizinci oldum. Herkes çok şaşırdı; çünkü Ruslar için efsanevi bir dağdır orası ki, Ruslar inanılmaz dağcılardır.
Teşekkür ederiz, Sayın Mahruki.
Edmund Hillary’nin dağcılık ve kâşiflik yaşamı
20 Temmuz 1919’da Yeni Zelanda’nın Auckland Kenti’nde doğan Edmund Hillary, arıcılıkla uğraştığı genç yaşlarında, dağcılığa hobi olarak başlar. 16 yaşındayken Yeni Zelanda’nın Ruapehu Dağı’nda geçirdiği kış tatili hayatının dönüm noktası olmuştur. Kısa süre içinde buz tırmanışçısı olarak tanınır.
- Dünya Savaşı sırasında gemilerde seyir subayı olarak askerlik görevini yaptıktan sonra, Yeni Zelanda’ya babasının arıcılık işine geri döner; fakat dağlara tırmanma tutkusu peşini bırakmaz.
1947’de Yeni Zelanda’nın Güney Alpler’inde birçok tırmanış yapar.
1948’de Cook Dağı’nın güney sırtının ilk tırmanışını gerçekleştir.
1950’lerde Avrupa’ya gidip Monte Rosa ve başka birçok orta zorlukta zirveye tırmanır.
1951 yılında Garhwal Himalayası üzerindeki 7128 metrelik Mukut Parbat gibi zirvelerin ilk çıkışlarını yapar. Ünlü İngiliz dağcı Eric Shipton bu başarısını duyduğunda, Hillary’i 1951’de Everest’e yapacağı keşfe davet eder.
1953’te İngiliz ekibin bir üyesi olarak güney rotasını denemek üzere yeniden Everest’e gelir. Sir John Hunt liderliğindeki ekiple birlikte Everest’in zirvesini hedefler ve 29 Mayıs’daki ikinci denemede Nepalli Tenzing Norgay ile zirveye varır. Aynı yıl başarılarından dolayı İngiltere Kraliçesi tarafından verilen, “sir” unvanını alır.
Hillary tırmanmaya devam eder. 1957’de Güney Kutbu’na ilk kez araçla gitmeyi başaran ekipte yer alır.
1960’da Makalu’da oksijen kullanmadan tırmanış denemesi yapar.
1963’de yönettiği bir dağcı ekibi Kangtega Dağı’na çıkar.
1977 yılında Ganj Nehri’ni boydan boya geçer.
Başka ekspedisyonlara ve maceralara katılmaya devam etmekle beraber, yaşamının büyük bölümünü özellikle Nepal’in Solu-Khumbu ölgesindeki yerel halk için gerçekleştirdiği projelere adar. 26 okul, 2 hastane, bir havalimanı yapımında rol oynar. Şerpa çocukları için eğitim bursları sağlar.
2003’de Nepal Hükümeti, bölge halkına yaptığı hizmetlerden dolayı kendisine onur vatandaşlığı verir.
11 Ocak 2008’de 88 yaşında fahri Nepal vatandaşı olarak hayata veda eder. Nepalliler hâlâ yasını tutmakta ve onun için reenkarnasyon törenleri düzenlemektedir.