Ana Sayfa Dergi Sayıları 49. Sayı Ortaçağ’dan nasıl çıkıldı? Bilimsel Devrim’in öyküsü

Ortaçağ’dan nasıl çıkıldı? Bilimsel Devrim’in öyküsü

İnsanlık Ortaçağ’dan kolay çıkmadı. Bu yaklaşık 1500 yıllık bir süreçtir. Bilim etkinliğinin ve bilim insanlarının bu süreçte özgün bir yeri vardır. Bilimsel bir bakış açısının gelişebilmesi için Ortaçağ evren modelinin iki temel kavramının ortadan kaldırılması gerekiyordu: 1) Uzay ve zamanda sonlu ve çürüyen bir evren ve 2) Evrenin ancak dinsel veya bilimsel otoritelerce uygulanan salt usa vurma yöntemiyle anlaşılabileceği inancı. Gerici güçler bu çabaları bastırmaya çalışmış, ancak her çabada ortaya çıkan yeni kavramların Bilimsel Devrim’e giden yolu döşemesini engelleyememiştir. Kuşkusuz, bu öldürücü vuruşları eski toplumun bağrında gerçekleştirebilmek olanaksızdı. Bu devrim ancak tüccar, zanaatkâr, fabrikatör ve özgür köylülerin toplumunda gerçekleşebilirdi. Yeni düşünceler, otoriter gücün alaşağı edilmesi çabasında kullanılan güçlü politik silahlara dönüşmüştü.

69
0
Eğer Kraliyet Cemiyeti 17. yüzyılın son çeyreğinde Bilimsel Devrim’in en ön saflarında yer alabilmiş ise, bunu geniş ölçüde Robert Hooke’un deneylerine, gözlemlerine, buluşlarına ve dehasına borçludur.

Sunuş: Okuyacağınız metin, Eric J. Lerner’in The Big Bang Never Happened (Times Books, Random House, Inc, NY, 1991) adlı kitabının bir bölümünün çevirisidir.

Platon-Augustine dünya görüşü tarihçesiz bir dünya görüşüdür. Evreni Tanrı yarattı; bu evren “mahşer gününe” dek varolacak. Yine Tanrı bu evrendeki insanları, iyi-kötü; yöneten-yönetilen, vb. çeşitlemeleriyle yarattı. Neden? Nedeni yok; Platon-Augustine dünya görüşünde neden-sonuç ilişkisi boşlandı. Olaylar “öylesine” oluyordu, çünkü Tanrı “öyle” olmasını istiyordu. Durum böyle sunulunca o toplumlarda bilimin kök salması olanaksızdı, çünkü nedensellik ilkesi anlamını yitirmişti!
Ancak MS 400-1900 döneminde kozmik sarkaç öyle bir salındı ki, “Sonlu evren mi sonsuz evren mi?” tartışmasından utkuyla çıkan görüş, sonsuz evreni savunan görüş oldu. 19. yüzyılın sonlarına doğru Ortaçağ’ın lordları ve serfleriyle birlikte Batlamyus’un evren modeli de ortadan kalktı. Gezegenleri, dolandıkları kusursuz çember yörüngelerde bulunmasını sağlayan kristal küreler tuzla buz oldu. Ansızın yaratılan ve mahşer gününde yok olacak olan evren yerine, sonsuz, doğal süreçlerin süregeldiği, evrim geçiren bir evren modeli geçti. Bu evren gözlem ve deneylerle anlaşılabilen bir evrendi.
Bu dönemde bilim insanları nesnel dünyada süregelen fiziksel süreçlerin ayrıntılı bir tarihçesini oluşturdu. Bu çalışmaların sonucunda devasa bir teknoloji gelişti. Ancak, bilimsel bir bakış açısının gelişebilmesi için Ortaçağ evren modelinin iki temel kavramının ortadan kaldırılması gerekiyordu: 1) Uzay ve zamanda sonlu ve çürüyen bir evren ve 2) Evrenin ancak dinsel veya bilimsel otoritelerce uygulanan salt usa vurma yöntemiyle anlaşılabileceği inancı.
Kuşkusuz, bu öldürücü vuruşları eski toplumun bağrında gerçekleştirebilmek olanaksızdı. Bu devrim ancak tüccar, sanatkâr, fabrikatör ve özgür köylülerin toplumunda, diğer bir deyişle özgür emek üzerine kurulmuş olan bir toplumda gerçekleşebilirdi. Yeni düşünceler, otoriter gücün alaşağı edilmesi çabasında kullanılan güçlü politik silahlara dönüşmüştü. Bilimin utkusuyla özgür emeği savunan düzenin utkusu birbiriyle ilişkiliydi. İşte bu ilişki nedeniyle, evrenbilim görüşleri, Rönesans ve Reformasyon Dönemi’nde insanların yakılmasına, ev hapsine alınmasına, kısacası katliamlara neden olan görüşler oldu.
Bu dönemin ilk binyılı (MS 400-1400) evrene ilişkin yeni bilimsel görüşlerin geliştirilmesi yönünde harcanan, ancak başarısız kalan üç çabaya tanık oldu. Gerici güçler bu çabaları bastırmış, ancak her çabada ortaya çıkan yeni kavramların Bilimsel Devrim’e giden yolu döşemesini engelleyememiştir.

Antakyalı Severus ve nedenselliğin canlanışı
Bilimsel bir evren modeli oluşturulması yönünde atılan birinci adım bilim alanından değil, politika ve din öğretisi (teolojiden) alanından geldi. Yer-Cennet (Cehennem), madde-ruh gibisinden dinsel ikilik (düalizm) ve dolayısıyla yöneten-yönetilen, köle-efendi gibisinden ideolojik ve politik ikilik her şeyi denetim altında tutuyordu ve meydan okunmadığı sürece de doğanın incelenmesi, gözlem ve deneyler değersiz etkinlikler olarak nitelendiriliyordu. O dönemde Cennet -Yer ikiliğine karşı görüş ileri sürmek, köle-efendi, yöneten-yönetilen ikiliğine karşı çıkmak anlamına geliyordu. Ancak “meydan okuma” eninde sonunda Augustine döneminde başladı. Doğudaki kiliseler bir yandan Palagius’un politik ve tinsel savlarına sarılırken diğer yandan da kendileri benzer savlar geliştirdi. Roma İmparatorluğu’nun doğusunda hem yönetime karşı olan direnişler hem de özgür araştırma isteği, imparatorluğun batısındakilere kıyasla daha derin köklere sahipti. Doğudaki kiliseler giderek, “imparator yanlısı” ve “imparator karşıtı” olmak üzere yarılmaya başladı ve Augustine’den 100 yıl sonra, Justinian yönetiminde yarılma tamamlandı.
MS 527’de başlayan Justinian yönetimi Roma İmparatorluğu’nun gördüğü en barbar yönetimdi. İtalya’yı yeniden ele geçirme çabasına parasal olanaklar yaratma amacıyla vergi üstüne vergi almaya başladı. Diğer yandan da imparatorluğun başkenti olan Constantinopole’de ve diğer eyaletlerde kanlı ayaklanmalar kışkırttı. İmparatorluk sınırları içindeki yıkımların neden olduğu karmaşaya İtalya ve Kuzey Afrika’nın vahşice fethi de eklenince, 542 yılı salgın hastalıklar, sefalet ve tükenişin başlangıcı oldu.
İmparatorluğun doğusundaki başkaldırıların başını kilise fraksiyonlarından Monophysite’ler çekiyordu. Hareketin lideri Antiochlu (Antakyalı) Severus idi. O dönemde Kiliseyle devlet, din öğretisiyle (teoloji) politika bir ve aynı şeyler olduğundan Kilisedeki yarılmayı, görünürde dinsel bir sorun olan “Hz. İsa Tanrı mı insan mı?” sorusuna yanıt bulma çabaları tamamlıyordu. İmparator yanlısı Ortodoks Diphysite’ler İsa’nın ilahi ve insan doğasının ayrı ayrı olgular olduğunu savunurken, Monophysite’ler de İsa’nın ilahi ve insani yanlarını birleştirip bir tek olguda topluyorlardı. Bu saçma tartışmanın ardında yatan gerçek, imparatorluk politikasının ölüm-kalım savaşı verdiğini gösteriyordu. Diphysite’ler, “ Nasıl ki İsa’nın insani yanı ilahi yanının güdümündeyse, imparatorluk sınırı içindeki kitleler de, Tanrının Yer’deki görüntüsü olan imparatorun güdümünde olmalıdır” biçiminde bir sav geliştirmişlerdi. Monophysite’ler içinse insani ve ilahi yanların İsa’da bütünleşmiş olması, tüm insanların ilahi pastayı paylaştıkları düşüncesini simgeliyordu; bu, yönetimi de paylaşma hakkına sahip oldukları anlamına geliyordu. Bu sav, imparatorluk politikasını haklı gösteren dayanakları çökertiyordu.
Bilimin gelecekte yükselişe geçebilmesi için gerekli olan saldırıyı ilk kez Severus başlattı. Severus ruh ile bedenin ayrı olduğu düşüncesini reddetti. Tıpkı İsa’nın ilahi ve insani yanlarının bir tek olguda toplanmış olduğu gibi, insanın ruh ve bedeni de bir tek olguydu. Severus bu savını şöyle geliştirmişti: “Kendi evini yapan bir insanı düşünelim. Bu kişi evin planını çizer; evin konumunu, yapıda hangi malzemeleri kullanacağını kendi belirler. Sonra temel kazmaya başlar; çivi, çekiç, testereyle evin yapısını oluşturur; fırça, boya, badanayı da kendisi yapar. Bu aşamalarda kişi hem fiziksel hem de ussal iş yapmıştır. Ancak işlerin tümü o kişiden, onun özgür istencinden kaynaklanmıştır.”
Severus’un bu betimlemesi bizlere son derece basit gelebilir. Ancak bu düşünceler o dönemin baskın ideolojisinin temellerini sarsacak bir saldırıydı. Kişinin kendi evini tasarlayıp kendisinin yapması kölelik veya serfliği değil, özgür emeği gerektiriyordu. İmparatorlukta evin nereye ve nasıl yapılacağına köle sahibi veya lord karar verir, köle, serf veya kiracı da işleri o doğrultuda yapardı. Eylem ve düşünce, yönetilenle yöneten arasında bölünüyordu. Severus’a göreyse, insan düşünce ve eylemi bütünleştiren bir varlıksa, kendi yaşamını tasarlayıp kendini yönetmeye de yetenekli olmalıydı. Bu durumda kuramı yüceltip gözlemin aşağılanması gibisinden bilimi kısırlaştıran tavra gerek yoktu. Bilmek ve yapmak tek bir eylemdi.
Nedenselliği canlandıran Severus bilimin canlanışının yollarını hazırladı. Bir olay bir başka olayı izler; insan ve doğa, ilahi müdahalelerin gerekmediği, tarihsel olaylar olarak anlaşılabilirdi. Nedensellik adı verilen bu temel kavram olmaksızın bilimin serpilip gelişmesi olanaksızdı.
Platon-Augustine dünya görüşünün tersine, Severus’un dünya görüşünde insanlar tarihsel süreçler olarak görülüyordu. Aile ortamı, aldıkları eğitim, katıldıkları eylemler ve aldıkları tinsel kararlar, her bir bireyi özgün bir birey yapan etmenlerdi. Kötülüklerin ortaya çıkışı, kişilerin toplum içindeki ilişkileri temelinde oluyordu. İnsan ve maddenin doğasında kötülük veya günahkârlık yoktu. Bu nedenle kötülüklerle savaşmanın yolu toplumu değiştirmekten geçiyordu. Böylece Severus’un dinsel öğretileri, Justinian İmparatorluğu’nun parçalanmasını isteyen kitlelerin savaş sloganına dönüşmüştü.
Kötülüklerin kaynağını toplumların tarihsel gelişimlerinde arayan görüş, insanlık tarihinin en yıkıcı (yöneten sınıflar açısından) ancak aynı zamanda en yapıcı (yönetilen sınıflar açısından) görüşlerinden biri olmuştur. Yönetici sınıflar, neden-sonuç ilişkilerinin insan toplumuna da uygulanabileceği görüşünü büyük bir çabayla 1500 yıl gibi uzunca bir süre bastırabilmeyi becermiştir. Eğer insan ilişkileri nedensellik ilkesi temelinde anlaşılabiliyorsa, evren de benzer bir yaklaşımla anlaşılabilirdi. Böylece Ortaçağ’ın melek, şeytan ve kaprisli ilahi gücünden oluşan evren modeli çöpe atılmış, yerine, bilimin gelişmesi için gerekli olan nedensellik ilkesi geçmiştir.
Bu yaklaşımıyla Severus, evrim geçiren bir evren görüşüyle bir kere ve tüm zamanlar için yaratılmış olan evren görüşü arasındaki tartışmayı canlandırdı. Evrim geçiren evrenle evrim geçiren toplum anlayışı canlılığını Severus zamanından günümüze dek korudu. Severus’un felsefi kavramları Yer ile gökyüzünü birleştiriyordu; evren, bir doğaüstü güç tarafından yaratılmış bir olgu olarak değil, gelişen, evrim geçiren tarihsel bir süreç olarak sunuluyordu.

John Philloponus
Ancak Severus’un bu kavramları politik ve felsefi kavramlar olarak kaldı. Severus’un çağdaşı ve Monophysite bir filozof olan John Philloponus ruh ve maddenin birliğini evrenbilim öğretisine uyguladı. İyonya Uygarlığı’nın düşüncelerini canlandıran Philloponus, aynı düşüncelerin Yer ve Yerötesi ikilisine de uygulanabileceğini savundu. Yıldızlar ne ilahi ne de mükemmel varlıklar olarak alınmalıydı; yıldızlar yanmakta olan maddeden oluşuyorlardı. Yerötesi evrenin değişmediği görüşü doğru değildi. Yer’deki cisimler üzerine etki eden yasalar Yerötesi cisimler için de geçerliydi.
Kilise, Aristoteles ve Platon’un ezici otoritesine karşı savaşabilmek için Philloponus, İyonya Uygarlığı’nın gözlem ve deney üzerine verdiği vurguyu ön plana çıkarmaya başladı. Yıldızların yanmakta olan madde oldukları savını kanıtlamak amacıyla yıldızların farklı renklere sahip oldukları gerçeğine sarıldı. Düalistler, ether maddesinin tüm evreni kapladığına, yıldızların da etherden oluştuklarına inanıyordu. Philloponus’a göre bu doğru değildi. Yer’deki deneylerimizden değişik materyallerin değişik renkler verdiğini biliyorduk. Kısacası, yıldızlar da tıpkı Yer’de olduğu gibi değişik materyallerden oluşmalıydı. Bu basit, ancak önemli gözlem aslında tayfbilimin temelini oluşturuyordu. Yüzyıllar sonra bilim insanları yıldızların hangi maddeden oluştuklarını tayfbilim yardımıyla öğrenme durumuna geldiler.
Tüm bu başarılarına karşın John Philloponus’un yaklaşımı da sınırlı kaldı. Gözlem ve deneylere sıkça gönderi yapmasına karşın bunları felsefi araştırmalarının birer aracı olarak kullanıyordu. Ne yazık ki John Philloponus, Antikçağ’ın sonlarında baskın evren görüşü olan “sonlu ve Yer-merkezli evren” modelini sorgulamamıştır.
John Philloponus’un dünya görüşü ciddi sınırlar içeriyordu. Bu sınırlar olmasa da onun evren görüşü bilimin canlanışını sağlayamazdı, çünkü John Philloponus Akdeniz Uygarlığı’nın çökme aşamasında yaşamış olan bir bilge kişiydi. O dönemde gelişmekte olan ticaret bilimsel araştırmaya gereksinim duyuyor ve onu destekliyordu. Ancak Bizans İmparatorluğu’nun yöreyi yeniden fethetme çabaları ve İran’la giriştiği sonuçsuz savaşlar bilimin gelişmesini engelledi. John Philloponus o dönem biliminin son pırıltısını simgeler. Bilimsel ilerleme yönünde bir sonraki adım bir başka toplumdan gelecekti. Bu adım, sistematik deneysel yöntemin gelişmesini sağlayacaktı.

İslam Rönesansı
Ticaret ve buna bağlı olarak da bilimin canlanması için gerekli dürtüyü İslam fetihleri sağladı. MS 613 yılında Muhammed’e vahiy (revelation) gelmeye başladığında, Bizans İmparatorluğu Arabistan sınırları üzerindeki denetimini yitirmiş kâğıttan bir kaplan görünümündeydi. İsa’nın tersine Muhammed hemen hemen tam bir politik boşluğa denk geldi. Böylece (büyük bir olasılıkla Monophysite doktrinden esinlenerek) toplumsal adalete ilişkin görüşlerini yaymaya başladı.
Bu toplumsal adalet görüşleri, imparatorluk sınırları içindeki tüccar kesimin acılarını dindirmek amacıyla oluşturulmuştu. Vergi toplayıcılarının, tefeci ve benzer kesimlerin baskıları kırılmış, kişisel servetin bir bölümünün inanan fakirler yararına kullanılmak üzere toplumsal servete dönüştürülmesi yönünde zorunluluk dayatılmıştı. İslam’ın bu tinsel anlayışı, yıkılmakta olan imparatorluğun yıkıcı ve ezici tinsel anlayışından daha üstündü ve orman yangını gibi yayılarak kendine kolayca yandaş bulmaya başladı. Muhammed’in Arap kabilelerini birleştirme çabası 632’de başarıyla tamamlandı. Sonraki on yıl içinde Müslüman ordular imparatorluğun ordularını yenmeye başladı. 636’da Suriye’yi, bir sonraki yıl da Irak’ı ele geçirdiler. Daha sonra Mezopotamya ve Mısır düştü. İmparatorluğun emeğine yabancılaşmış olan kesimi Müslümanları kurtarıcı olarak kucaklamaya başladı. En büyük destek de Monophysite’lerden ve diğer anti-imparatorluk gruplarının başını çektiği isyankâr gruplardan geliyordu. Yeni yöneticiler vergileri üçte bir oranında bazen de yarı yarıya indirdiler. Akdeniz’de ticaretin canlanışı ve zenginlik başladı.
Bu değişimlerle birlikte bilime verilen destek de canlandı. 800’lü yıllarda Müslüman dünyasının merkezi İran’a kaydı. Monophysite ve diğer Hıristiyan bilgelerle ortaklaşa çalışan Müslüman bilgeler, Yunan Uygarlığı’ndan arda kalan bilgileri ve Hint Uygarlığı’nın birikimlerini özümsemeye başladı. Batı Avrupa karanlık çağdan kurtulmaya çalışırken, 1000’li yıllarda Arap Uygarlığı doruk noktasına ulaştı. Çağdaş bilimsel yöntem ilk kez biçimlendirildi.
Bilimsel yükseliş döneminin en önemli kişisi, batıda Al-Hazen olarak bilinen İbni-el Haytam’dır. El Haytam, özellikle optik çalışmalarda John Philloponus’u aştı. Eski dönemin doğa felsefesinde kullanılan spekülatif yöntem yerine nicel ölçümlerin yapılabileceği sistematik ve yinelenebilir deneyler yaptı ve bu ölçümlerden matematiksel olarak formüle edilebilen hipotezler geliştirdi. Bu hipotezler değişik deneylerin ardında yatan fiziksel ilişkilerin öngörülebilmesini sağladı. Eğer öne sürülen hipotez ölçümlerle uyuşursa, önerilen fiziksel bağıntıdan yeni ölçümlerin öngörülerini sınamak üzere yeni deneyler tasarlanabilirdi.
Bilimsel yöntemin temel düşünceleri yaşama geçmişti. Bilim, sistematik gözlem ve ölçümlerle başlar, ancak orada durmaz. Bilim, doğaya ilişkin bilgi koleksiyoncusu değildir. Toplanan verilerden bir genellemeye gidilmeli; verilerin ardında yatan fiziksel süreç hipotezlere, hipotezler de matematiksel biçimlere dökülmelidir. Matematik, doğada gözlenen bir süreci betimlemede kullanılmalıdır. Platoncu felsefede veya günümüz evrenbiliminde yapıldığı gibi, matematik, “her şeyin altında yatan gerçeklik” olarak sunulmamalıdır. Hipotezin değeri özgün mantığıyla değil, değişik ölçümleri öngörebilme yeteneğiyle ölçülmelidir.
Bu yöntemi kullanan el Haytam, Batlamyus’un optik öğretisini çökertmiş ve yeni bir optik biliminin çerçevesini oluşturmuştur. El Haytam kullandığı nicel ölçümlerle Batlamyus’un mantıksal olarak türettiği yansıma ve kırılma yasalarını ve insan gözünden çıkan “görme ışınları” görüşlerini çürütmüştür.
El Haytam bilimsel yöntemi geliştirme çalışmalarını sürdürürken, diğer İslam düşünürleri de eski dünya görüşlerini çürütmeye başladılar. Filozof, tıp bilgini ve bilim insanı olan İbni Sina, Yer’in oluşumuna ilişkin çeşitli yaradılış söylencelerini bir kenara koyarak jeolojik oluşumlar üzerine çalışmalar yürüttü. Bu çalışmaları sonucunda, bugün su üstünde bulunan tüm kara parçalarının bir zamanlar su altında bulunduğu ve depremler sonunda suların üstüne çıktığı gibi doğru bir sonuca ulaştı.
İslam düşünürlerinin bilimde büyük aşamalar kaydetmesine karşın İslam Rönesansı 1100’lü yıllarda sönmeye başladı. 10. yüzyıl düşünürleri o dönemin dünya görüşüne önemli saldırılarda bulunmalarına karşın, daha ileri ve anlaşılır bir seçenek görüş oluşturamadılar. Yakından tanıdıkları John Philloponus’un yaptığı gibi gözlemsel bir yöntem geliştirdiler; ancak hiçbiri Philloponus’un yaptığını yapıp, yani, Yer ile cennet arasındaki çelişkiyi vurgulayıp ikiliği (düalizmi) yadsıyamadı. Geliştirdikleri bilimsel yöntem, sorunları derinlemesine sorgulayamadı. Bu sorunlar, hem Müslüman doğuda hem de Hıristiyan batıda dinsel tutuculukla yakından ilişkili sorunlardı. Müslüman imparatorluklar da tıpkı Avrupa’nın feodal devletleri gibi dinsel hiyerarşiye sıkı sıkıya bağlı olarak kurulmuştu. Müslümanlar ticareti ve belli ölçülere dek manüfaktürü yüreklendirmiş olmalarına karşın, politik erki toprak sahiplerinin ellerine bırakmıştı; toprak sahiplerinin politik erki de güçlü halifelerin elindeydi.
Köleleri ve köleleşmiş olan köylülerin emeğini sömüren zengin toprak sahipleriyle, özgür emek temelinde gelişen tüccar ve manifaktürcüler arasında bitmek tükenmek bilmeyen şiddetli çatışmalar oluyordu. Sonunda halifelerin gücü Osmanlılar’ın eline geçti. Osmanlılar da yeni yeni filizlenmekte olan ticaret ekonomisi ve onun desteklediği bilimsel kuruluşları dağıttı. Kökten dinciler İbni Sina gibisinden değerli filozofları Kuran’a karşı çıkmakla, saygısızlık etmekle suçladı. Bu gelişmeler sonunda ne yazık ki, kendi kendine yeterli bir bilimsel kurum oluşturma çabaları boğulmuş oldu. Yeni ve bilimsel bir dünya görüşü oluşturma çabası bundan sonra Batı’ya kayacaktı.

Avrupa’da feodalizmin sonuna doğru…
İslam dünyası alçalma dönemine girerken Avrupa kendini toparlamaya başladı. Özgür emeğin gelişmeye başlaması Avrupa’da gerçekleştiğinden bilimsel gelişme de Avrupa’ya kaydı. Özgür emeğin gelişmeye başlamasıyla birlikte emekten tasarruf edici bulgular da hızla gelişti; bu gelişmeler de bilime olan gereksinimi arttırdı. MS 800’lü yıllarda Arap ticareti Batı’yı uyarmış, bir canlanmaya neden olmuştu. MS 900’lü yıllarda Flanders’de eski dünyanın o güne dek tanık olmadığı boyutlarda bir endüstri gelişti. Burada kumaş ve giysi fabrikalarıyla küçük boyutlarda endüstri kasabaları oluştu. Nüfusun artmasıyla birlikte topraktan yoksun serf çocukları, endüstri bölgelerine inerek yaşamlarını gezgin satıcı, tüccar veya artizan olarak, diğer bir deyişle özgür emekle kazanmaya başladılar.
Avrupa’nın Ortaçağ karanlıklarından kurtulması oldukça uzun sürdü. Ancak, yaratılmış olan yeni teknoloji Avrupa’yı eski konumundan çok daha ileri noktalara getirdi. Eski toplumda insan emeğini köleleştiren Avrupa, yeni teknolojide özgür emeğin yanı sıra su ve hayvan gücünden yararlanmayı öğrendi. Bu ve benzeri alandaki yenilikler köylülerin enerjilerini daha “ince” alanlarda kullanmalarına izin verdi. Böylece Avrupa ekonomisi nüfusunun çok büyük bir bölümünü besleyebilecek duruma geldi. Çalışan kesim özgürlüğe ve kişisel haklara sahip olamamalarına karşın eski dönemlerdekinden daha iyi beslenme, barınma ve giyinme olanaklarına kavuştu.
Manüfaktür sektöründe özgür emek sayıca yetersiz ve pahalıydı; çünkü nüfusun büyük çoğunluğu hâlâ toprağa bağlıydı. Köleci emeği bulmak daha da zordu. Kültür düzeyi Avrupa’nın doğusunda hâlâ düşüktü. Avrupalı köleci emeğini slavlardan (kölelerden) sağlıyordu. Ancak, ileri teknolojinin gelişmiş olması, daha yetenekli olan özgür emeği hem daha üretken hem de daha ekonomik yapıyordu.
Özgür emeğin teknolojiyi desteklemesi ve ekonomik büyüme, ticaretin genişlemesini yüreklendirirken teknolojiye olan ilgi arttı. Yeni bir öğrenme biçimi doğudan geliyordu. Bu hiç de şaşırtıcı değildi. Seferlerinden dönen Haçlılar, Arap bilim insanlarının ve filozoflarının çalışmalarını ve Batı toplumlarında yitip gitmiş olan eski Yunan eserlerinin çevirilerini beraberinde getirmişlerdi.
1200’lü yıllarda İngiliz keşişlerinden Robert Grosseteste İslam dünyasının bilimsel yöntemlerini özümsemeye başladı. Avrupa’nın bir sonraki neslinden benzer çalışmaları sürdüren Roger Bacon çıktı. Bacon, bilimsel çalışmanın ilk amacının, çalışma sonuçlarının yaşama uygulanması olduğunu savundu. Yapıtlarındaki düşsel bölümlerde geleceğin teknolojik şaheserlerle dolu olacağına değiniyordu: Denizaltılar, uçan makineler ve otomatik (özdevimli) aygıtlar, vb. Ancak Bacon’ın bu bilimsel kurguları o gün için uygulamaya yönelik olmaktan çok ütopikti.
Grosseteste ve Bacon’ın bilim ve bilimsel yöntem anlayışları İslam’ınkinden daha kısıtlıydı. Ne Grosseteste ne de Bacon bilimsel deney yapmış kişilerdi. Onlar yalnızca bilimsel yönteme ilişkin görüşlerini dile getiriyorlardı. Her ikisi için de deney çok önemli olmasına karşın, “Allah’ın hikmetiyle” kıyaslandığında ikincil öneme sahipti. Bacon, “ilahi ilhamla gelen gerçeğin” en büyük otorite olduğunu, deneyin ise bunların arasından hangi otoritenin geçerli olduğunun ayıklanma işinde kullanılabileceğini savunuyordu. Deney hiçbir zaman otoriter gerçeğin özünü yadsıyamazdı. Bacon’ın deney ve gözlemlere olan zayıf vurgusu dahi onu Kilisenin gazabından ve gözaltına alınmaktan kurtaramadı. Bacon Arapların yeni bilimsel yöntemlerini özümsemeye çalışırken Thomas Aquinas da eski Yunan Uygarlığı’nın ve özellikle Aristoteles’in görüşlerini o dönemin baskın dünya görüşü olan Augustineci görüşle bütünleştirmeye çalışıyordu. Aquinas’a göre bilginin tek kaynağı, inanç ve “ilahi ilhamla gelen gerçek”ti. Bu süreçte us, inanç ve “ilahi ilhamla gelen gerçeğin” yardımcısı rolündeydi. Gerçeğin belirlenmesinde, örneğin evrenin bir başlangıcının olup olmadığının anlaşılması konusunda us yetersiz kalınca, gerçek yanıtı İncil verecekti.
Ortaçağ biliminin sınırlı rolü, o dönemin endüstri ve ticaretinin sınırlarını yansıtıyordu. Serfler ürettikleri artı değerleri lordlara ödüyor, burgherler ve manüfaktürcülerin pazar hacmini da asiller belirliyordu. Sonuçta, teknolojinin ve ekonomik genişlemenin boyutlarını eski düzen çiziyordu.
Ancak, feodalizm genişleyebilmek için yeni topraklara gereksinim duymaya başladı. 1300’lü yıllarda tarım alanları yetersiz kalmaya başlayınca asiller (lüks yaşantılarından ve savaşlardan vazgeçmeyi düşünmediklerinden ) borçlandılar. Bu borçları, hizmetlerinde çalışanlara ağır vergiler yükleyerek ödeme yolunu seçtiler. Köylülerin tahıl depoları hızla tükendi. Avrupa sık sık açlık yaşamaya başladı. Şehir ve kasabalar pislik yığınına dönüştü ve sonunda 1348’de Avrupa’nın feodal toplumu vebadan kırılırken, nüfusunun üçte biri yitip gitti.
Bilimin gelişebilmesi için eski toplumun zayıflaması ve görüşlerinin gözden düşmesi gerekirdi. Eski Avrupa toplumları ve Müslüman dünyası merkezi bir devletle yönetilmediğinden benzer krizlerden bağışık kalmayı ve toplumsal muhalefeti ezmeyi başarabilmişlerdi. Ancak veba salgını feodal lordların otoritesinin çöküşünü hazırlayan etmenlerden biri oldu. 1337-1453 yılları arasında Fransa’da süren 100 Yıl Savaşları anarşinin yayılmasına neden oldu. İngiltere’de IV. Henry’nin 1399’da başlayan kötü yönetimi 100 yıl sürecek olan bir dizi hanedan savaşlarını başlattı. Böylece feodal asiller kendi kendilerini tarih sahnesinden silmek gibi “asil” bir görevi yerine getirdiler.
Feodal toplum düzeninin 14. yüzyılın ortalarında çöküşü, bilimin ve çağdaş toplumun önündeki engelin temizlenmesini simgeler. Bu çöküşü izleyen 250 yıl içinde de eski evren modeli çökmüş ve yenisi utku kazanmıştır.

Hiyerarşik evrenin çöküşü
Veba salgınıyla yaşanan felaket hem devletin hem de Kilisenin saygınlığını ve ideolojik otoritesini silip süpürdü. Bu salgından sonra yetişen nesiller, bu felaketi Tanrının topluma verdiği ceza olarak gördü. Bu arada veba salgını, daha küçük boyutlarda yineleniyordu. Salgın hastalık emek sıkıntısı yaratıyordu. Bu salgın, Avrupa’da serfliğin işlemeyeceğini anlatır gibiydi. Kaçak serflerin çoğu, kırsal bölgelerde boş bırakılmış topraklar, şehirlerdeyse iyi ücretlerin ödendiği işler bulmaya başladı.
Kitleleri devlet ve Kiliseye boyun eğmede iyi iş görmüş olan Augustine ve Aquinas doktrinleri halk üzerindeki denetimlerini yitirdi. İngiltere’de Oxfordlu bir vaiz olan John Wycliffe, halkı soyan bir kurum olarak ilan ettiği Kiliseyi ve otoritesini reddetti. Kilisenin resmi yetkililerinin Tanrı ile insan arasına girmesinin gereksiz olduğunu duyurdu. Avrupa kıtasının diğer bölgesinde süregelen kitlesel hareketler de benzer görüşler ortaya koydu.
John Ball adındaki bir başka vaiz de, papaz, asil, kral, lord ve her ne türden olursa olsun tüm otoriteye başkaldırdı ve halkı bunlara baş eğmemeye çağırdı. 1381’de köylüler, serflik görevlerini kendilerine yeniden dayatmaya çalışan asillere karşı ayaklandı. Ayaklanmanın önderleri John Ball ve eski bir asker olan Wat Tyler idi. Bastırılmış olmalarına karşın köylü ayaklanmaları İngiltere’deki serfliğin mezar kazıcıları olmuştur.
Avrupa’nın diğer ticaret merkezleri de ayaklanmalarla sarsılıyordu: Artizanlar 1379’da Floransa’yı, 1384’de de Liege’i ele geçirdi. Feodal Avrupa’nın bağrından bir değil iki çeşit toplumsal örgütlenme biçimi yükseldi. Bunların arasında ölümüne bir savaş sürüyordu. Artizan, tüccar ve manüfaktürcülerle, bunların yanında yer alan özgür köylülerin kurtarılmış bölgeleri oluşmuştu. Krallar, lordlar, papalar ve bişoplarla birinci grup arasında kıyasıya bir savaş sürüyordu.
1400’lerde ortaya çıkan ticaret şehirleri, eski Yunan’da olduğu gibi, yeni ve devrimci düşüncelerin filizlenmesini getirdi. Aradan geçen 1000 yıldan sonra Augustin’in sonlu evren modeli Alman asıllı bir bişop olan Cusalı Nicholas tarafından ciddi bir biçimde sorgulanmaya başlandı. 140’de doğan ve İtalya’da Padua Üniversitesi’nde eğitimini tamamlayan Nicholas, Ortaçağ dünya görüşüyle Rönesans dünya görüşleri arasındaki geçiş döneminin ilginç kişisi oluyordu. Herkes gibi o da çevresine geleneksel görüşleri yayıyordu; ancak onun görüşleri, Augustine zamanından beri yaygın olan bir evren modelinin ve toplumsal bakış açısının çöküşünü başlatıyordu. Nicholas’ın görüşleri eski bir Yunan geleneğinin canlanışını simgeliyordu. Ancak bu görüşler, Ortaçağ düşünürlerinin yadsımayı asla düşünmediği Aristoteles ve Platon’un görüşleri değil, iki binyıl önceki İyonya Uygarlığı’nın görüşleriydi. Nicholas da tıpkı Thales’in yaptığı gibi, evrene yeni bir bakış açısı getirdi.
Öğrenilmiş Cehalet adını verdiği başyapıtında Nicholas, Anaxagoras’ın temel düşüncesine döndü: Sonsuz, sınırsız evren. Batlamyus’un sonlu evreninin merkezinde Yer ve onun çevresinde eşmerkezli küreler yer almaktaydı. Nicholas ise, evrenin ne uzayda sınırlı olduğunu ne de zamanda bir başlangıç veya sonunun bulunduğunu savunuyordu. Tanrı, uzay ve zamanın ötelerindeydi. Batlamyus evren modelinde Tanrı, sonlu evrenin dışında yer alıyordu. Nicholas ise Tanrı’yı her yerde ve hiçbir yerde olarak düşlüyordu.
Nicholas’ın sonlu evreninde sınırsız sayıda yıldız ve gezegen bulunuyordu. İçinde yaşadığımız evrenin bir merkezi olmadığı gibi, devinimsiz bir tek noktası bile yoktu. Evrendeki tüm gökcisimleri gibi Yer de deviniyordu. Yer’in üzerinde bulunduğumuz, onunla birlikte devindiğimiz için o devinimsizmiş gibi görünüyordu. Giderek Yer-merkezli evren modeli tamamen bırakıldı.
Yine Anaxagoras ve John Philloponus’un yaptıkları gibi Nicholas da Yer-cennet arasındaki büyük ayrımı ortadan kaldırdı. Yer ve yıldızlar aynı elementlerden oluşuyordu. Yer kusursuz olmadığından cennet de kusursuz değildi. Platon’un kusursuz çember yörüngeleri, gerçek devinimleri betimlemede kullanılan yaklaştırmadan başka bir şey olamazdı.
Yeni bir evren modeli gelişiyordu. Nicholas bu yeni modelle, gözlem ve deneylerden öğrenmenin ilişkisini kuruyordu. “Fikirler, düşünsel ürünler, salt usun yapıtaşlarıdır” diyen Platoncu görüşü eleştirdi. Nicholas, usun gerçeğe ancak duyu organlarıyla algılanan duyuların soyutlaştırılması ve bu duyuların yarattığı izlenimlerin örgütlenmesiyle erişebileceğini savunmuştur.
Gerçek dediğimiz şey sonsuz dereceden karmaşık olduğundan, bilgi yalnızca yaklaştırmalar dizisi olarak betimlenebilir. Bilgi, giderek daha fazla deneysel sonuçları birleştirir. Nicholas’a göre insan usunun anlaması sınırlı olmasına karşın, gerçeği anlama yeteneği ve anlama isteği sonsuzdur. “Göz yeterince çok göremediğinden usumuz gördüklerimizle yetinmiyor”. Bu açıdan bakıldığında, kişinin öğrendiği her şey onu bilgisizliğin ötesine geçiremiyor. Yine de bilgisizlik sınırları içersinde bulunuyor olmamız öğrendiklerimizin yanlış olmasından değil, son gerçeğe asla ulaşamayacağımızdan kaynaklanıyor. Bu nedenle Her şeyin Kuramı (TOE) diye bir şey asla olamaz!
Nicholas’ın geliştirdiği açık bilgi kuramı salt us ve otorite temelinde yükselen “mutlak gerçek” diye adlandırılan kavrama karşı ileri sürülmüş olan en öldürücü silahtır. Eğer “son gerçek” yoksa, son otorite de yok demektir. Nicholas bu devrimci kuramını dinsel öğretilerin ilahi ilhamla gelen bilgilerine dek uygulamıştır. Nicholas, dinsel dogmalara karşı çıkanların büyük bir “zevkle” ortadan kaldırıldığı, Hıristiyan ve Müslümanların birbirini boğazladığı dönemlerde dinsel hoşgörü düşüncesinin bayrağını dalgalandırdı. Nicholas’a göre Hıristiyanlık, Yahudilik ve Müslümanlık sonsuz boyutlara sahip dinsel gerçekliğin yalnızca değişik parçalarıdır; bu dinler, insanoğlunun ilahi gerçeğin algılayabildikleri parçalarıdır. Bu dinler, Tanrıya olan ortak inanç ve ortak tinsel değerler temelinde birleştirilebilirdi.
Nicholas’ın politik düşünceleri özgür şehirleri sarmaya başladı. Augustine ve Aquinas’ın savunduğu, “Adem ve Havva’nın günahını çekmeye mahkûm olan insanlık” görüşü yerine insan özgürlüğünü savunan ilke yaygınlaştırıldı. Sonsuz evrendeki yıldızlar ve gezegenler gibi tüm insanlar da doğuştan eşit ve özgür olduğuna göre, insanın insanı yönetmesi doğal bir sonuç değildir. Tam tersine, ister devlet ister Kilisenin kuralları veya yönetimi, ancak yönetilenlerin rızasıyla gerçekleşmelidir. Yöneticiler ve yönetim biçimi halk tarafından seçilmelidir.
Biçimi tutucu da olsa Cusalı Nicholas’ın düşünceleri Platon zamanından beri süregelen toplumsal ve kozmik hiyerarşi düşüncesinin köklerinin koparılışını simgeler.

Yeni evrenbilim
Cusalı Nicholas’ın çalışmalarının işaret ettiği sonuçlar devrimci olmasına karşın bu çalışmalar soyut felsefi çalışmalar olarak kaldı. Bu düşüncelerin kalıcı olabilmesi için somuta indirgenmeleri gerekiyordu. Nicholas’ın etkisi, o dönemin ünlü gökbilimcisi, coğrafyacısı ve matematikçisi Paolo Toscanelli aracılığıyla oluyordu. Nicholas’ın yeni evren modelinin yayılmasında, bu evren modelinin gözlemsel bilimlerle bağını gören ve bu bağı geliştirmeye çalışan Toscanelli büyük rol oynamıştır. Bu akımın bir kolu, Toscanelli’nin olağanüstü öğrencisi olan Leonardo da Vinci’yi ve çağdaş bilimsel yöntemi doğurmuştu. Yeni felsefi düşüncelerin, skolastik tuzaklarından kurtulup el sanatları ve teknik yeniliklerle tanışması Leonardo ile gerçekleşiyordu. Çok kısa süren bir okul eğitimi alan Leonardo, Nicholas’ın dünya görüşüne büyük bir ilgi ve istekle sarıldı. Bu coşku, modası geçmiş olan dinsel otoritenin ve onun savunucularından Platon ve Aristoteles’in yadsınması anlamına geliyordu.
Leonardo, İyonya Uygarlığı’ndan bu yana ilk kez dinsel veya felsefi otoriteyi temel almayan ve tamamen laik bir bilim anlayışını ileri sürüyordu. Ruh ile madde, düşünceyle eylem, kuramla pratik arasındaki köprü en sonunda kurulmuş oldu. John Philloponus’tan Cusalı Nicholas’a dek uzanan filozoflar, yukarda sayılan zıtların birliğini onamış olmalarına karşın, soyut felsefi düşünürler olarak kalmışlardı. Leonardo, sanatçı, bilim insanı ve yaratıcı bir kişiliği bir tek bedende toplamıştı. Sonsuz evren modelinin getirdiği felsefi özgürlük ve toplumsal gelişmelerin sağladığı ekonomik özgürlük otoriter hiyerarşiyi zayıflattığından Leonardo kendinden önceki düşünürlerin çok ötesine gidebildi; Leonardo tüm dünyayı gözlem ve deneye aldı.
Leonardo, “Bilgi gözlemlerden türetilmelidir” diyen Nicholas’ın düşüncesini yaşama geçirdi ve bilginin matematiksel olarak betimlenmesi gereğini ileri sürdü. Matematiğin uygulanamayacağı bir alanın bulunmadığını belirten Leonardo, “matematik bilimlerin ustasıdır” diyen Platoncu görüşü şiddetle yadsıdı. Leonardo kullandığı bilimsel yöntemi şöyle açıkladı:
“Bilimsel bir sorunu incelemek için önce bir dizi deney düzenlerim. Sonra yapacağım deneyin niçin şöyle değil de böyle yapılması gerektiğini nedenleriyle açıklarım. Doğa olaylarının incelenmesinde izlenmesi gereken yöntem budur. İncelemelerimizde deneye başvurmalı ve ilgili doğa olayındaki genel kuralı bulup formüle etmeliyiz. Bu genel kurallar doğanın bir üst düzeyde araştırılmasına ve sanatın yaratılmasına izin vereceği için gereklidir. Bu yöntem bizi, elde edilemeyecek sonuçları bekleme aldatmacasından korur.”
Kısacası, Leonardo’nun yönteminde deney “doğanın kurallarının” hipotezlere dökülmesine götürür. Leonardo’nun not defterinden anlaşılıyor ki, bu yöntem ne Leonardo’dan önce ne de sonra bu denli yaygın kullanılmıştır. Leonardo’nun not defterinde optik, anatomi, mekanik, hidrolik ve diğer alanlarda birçok bulgu yatmaktadır.
Leonardo’nun not defterleri ölümünden sonra yayınlanmadığı için bulgularının çoğu 200 yıl gömülü kaldı. Leonardo’nun İtalyan bilimi ve teknolojisine olan etkisi oldukça derindir. Leonardo İtalya’nın önde gelen prensleri için çalışmış olan bir mühendis, sanatçı ve düşünürdü. Döneminin en önemli düşünürleriyle tanışıyordu.
Cusalı Nicholas’ın düşünsel etkilerinin bir damarı Leonardo’yu yaratırken diğer damarı da Copernicus’u (Kopernik) yarattı. Nicholas çalışmalarını sürdürürken bulgu amaçlı deniz yolculukları yeni bir gökbilimin (pratik gökbilimi) gelişmesi için dürtü oldu. Eğer ay ve gezegenlerin devinimleri doğrulukla saptanabilirse, bu cisimler kozmik saatler olarak kullanılabilir, Atlantik Okyanusu’nu geçen denizciler için yol ve zaman belirteci olabilirlerdi. Batlamyus’un evren modeli bu iş için son derece hantal ve güvenilir olmayan bir dizgeydi.
Tam bu aşamada Polonyalı Nicholas Copernicus İtalya’da çalışmaya geldi. Copernicus burada Yer’in devindiğini savunan Cusalı Nicholas’ın düşüncesiyle tanıştı. Copernicus, Leonardo’nun Güneş’in devinimsiz olduğuna ilişkin düşüncesiyle de büyük bir olasılıkla burada tanıştı. Bu düşünce Leonardo’nun defterinde yer almaktaydı. Copernicus Aristarchus’un çalışmalarını biliyordu. Ancak Cusalı Nicholas’ın sonsuz evren düşüncesi, Copernicus’un Güneş-merkezli evren modelinin önündeki engelleri kaldırıyordu. Eğer Yer devinim içindeyse, bu devinimi, sabit yıldızların gökyüzü düzlemi üzerindeki yerlerini değiştirmesi biçiminde algılamamız gerekmez miydi? Batlamyus ve Aristoteles’in küçük ve sonlu evreninde yıldızların görünürdeki sabitlikleri Yer’in devinmediğinin güçlü bir kanıtı olarak gösteriliyordu. Copernicus, “Ancak eğer evren sonsuzsa, yıldızlar çok büyük uzaklıklarda bulunacağından görünürdeki devinimleri algılanamayacaktır” biçiminden doğru bir sav geliştirdi. Batlamyus evren modelinde sabit yıldızları taşıyan en dıştaki kürenin günde bir kez döndüğü savunuluyordu. Eğer evren sonsuzsa böylesi bir hız son derece anlamsız olacaktı.
1506’da İtalya’dan ayrılan Copernicus Güneş-merkezli dizgesinin temellerini geliştirmişti bile: Kendi ekseni çevresinde dönen Yer, aynı zamanda Güneş’in çevresinde de dolanıyordu. Diğer gezegenler de Yer benzeri devinimlerde bulunuyordu. Ancak ne yazık ki Copernicus da tıpkı Cusalı Nicholas gibi eski evren modeliyle uzlaşma yoluna gitti. Batlamyus’un kusursuz çemberleri ve epicycle’ları korundu. Bu nedenle Copernicus’un öngörülerinin doğruluğu Batlamyus’unkinden farklı olmamıştı. Ayrıca Cusalı Nicholas’ın üzerinde ısrarla durduğu bir noktayı, yani evrenin sonsuzluğunu modeline çok katı bir biçimde katmadı. Evren devasa boyutlardaydı; ancak sonlu da olabilirdi sonsuz da! Öyle ya da böyle, Copernicus’un evren modeli Yer-merkezli hiyerarşik evren modeline bir seçenek oluşturuyordu. Hiyerarşik evren modeli tehlikeye girmişti. Çünkü eğer Yer bir gezegen ise ve devinim içindeyse tüm Gök ve sublunar yapı çökecekti. Bunlarla birlikte kozmik ve toplumsal hiyerarşi ideolojisi, madde ile ruh arasındaki ayrım ve hepsinden önemlisi otorite ve salt usun üstünlüğü çökecekti.
Ne denli tutucu bir kılıfa sahip olursa olsun Copernicus evren modeli kökten değişikliklerin yaklaştığını muştuluyordu. Copernicus bu değişikliklerin ayırdındaydı. Eserini 1543’e dek, 30 yıla yakın bir süre bastırmadı.
O sıralarda Ortaçağ dünya görüşüne yalnızca ideolojik açıdan değil; politik, dinsel ve toplumsal açıdan da bir seçenek oluşmuştu. Protestanlar Kilise ve devletin hiyerarşik yapısına karşı bir reform hareketi başlatmıştı. Kilise hiyerarşisine ve onun kendisinin tek dinsel otorite olduğunu ileri süren görüşüne karşı başlatılan savaşım, daha sonra tüccar, artizan ve köylülerin feodal asillere karşı başlattığı politik ve toplumsal savaşımla birleşti. Reform hareketi 1530’lu yılların ortasına doğru tüm Almanya’da köylü ayaklanmalarını ateşledi; VIII. Henry İngiltere’yi Katolik Kiliseden ayırdı. 1540’lı yıllarda tüm Almanya Protestan prenslerle Papalık ve Katolik Kilise yanında yer alanlar arasındaki savaşlara tanık oluyordu.
İşte tam bu sırada, 1540’da Copernicus’un arkadaşı Rhaticus, Protestan reform hareketinin 30 yıl önce başladığı Wittenberg’de, Protestanların bu güçlü kalesinde, Copernicus’un Güneş-merkezli evren modelini anlatan kuramını bastı ve dağıtımını üstlendi. Bu durum Copernicus’u yüreklendirdi ve o da 1543’de kendi basımını yaptı. Rhaticus, kendi evren modelini betimlerken Copernicus’un düşüncelerini ön plana çıkardı. Copernicus’un evren modelindeyse, hiyerarşik dünya görüşü yadsınıyordu. Protestan reformasyon hareketi de bu hiyerarşik yapıyı şiddetle yadsıyordu. Ortaçağ evren modelinde her bir gezegen küresi, bu kürenin üzerinde bulunan diğer küre tarafından güdülürken, diğer bir deyişle, en üstteki en alttakileri denetlerken; Copernicus’un Güneş-merkezli evren modelinde tüm devinimler doğal süreçler olarak betimleniyordu. Rhaticus şöyle yazıyordu: “Her bir gezegen küresi, doğanın kendisine biçtiği devinimi tekdüze bir biçimde yerine getiriyor ve dönemini daha üstteki kürenin kendisine herhangi bir kuvvet uygulamaksızın tamamlıyor”. Tüccar, artizan ve köylülerin yasalar karşısında eşitlik için; Protestanların da Tanrı önünde eşitlik için verdikleri savaşım kendisini, gökcisimlerinin kendilerini güden doğa yasaları karşısındaki eşitliğinde gösteriyordu.
Copernicus’un görüşleri o denli devrimciydi ki, Reform hareketinin önderleri bu görüşleri bir süre sonra korku ve dehşetle yadsımaya başladılar. Protestan Reform hareketinin üniversitelerdeki destekçileri bu evren modelini ilgiyle incelemeye başlarken, özellikle Martin Luther, Copernicus’un görüşlerinin fantastik olduğunu ve İncil’le çeliştiğini ileri sürerek şiddetle yadsıdı. Ancak, VIII. Henry’nin çıkardığı hükümlerle gücünü hemen hemen tamamen yitirmiş olan eski Kilise bu yeni ve devrimci düşüncelerin İngiltere’de verimli topraklar bulmasını engelleyemedi.
Cusalı Nicholas’ın etkisinin ortaya çıkardığı iki akım, bilimsel yöntem ve sonsuz evren modeli, aslında ilk kez İngiltere’de ortaya çıktı. İngiltere kendi bilimsel geleneğini Bacon zamanından beri sürdürüyordu. Bu arada İngiliz düşünürleri ve politikacıları İtalyan felsefesindeki son gelişmeleri yakından izliyorlardı. Gökbilimdeki ve genel araştırma alanlarındaki sonuçların pratiğe yansıyan uygulamaları kendini en çarpıcı biçimde İngiltere’de gösteriyordu. Feodal asillerin kendi kendilerini Roses Savaşları’nda yok etmesinden sonra, önceki dönemlerde toprak yerine ticaretle uğraşan yeni bir kraliyet çizgisi VIII. Henry döneminde iktidara geldi. Elizabeth 1588’de Kraliçe olduğunda İngiliz deniz filosu çılgınca bir genişleme sergiliyor ve ticaretin denetimini Katolik İspanya’dan devralmaya uğraşıyordu.
Hoşgörüden yoksun olan Mary yönetiminin boyunduruğundan kurtulan ve Elizabeth dönemine başlayan İngiltere Copernicus’un anti-hiyerarşik ve anti-otoriter öğretilerine dört elle sarıldı. İngiliz gökbiliminin önde gelen isimlerinden Thomas Digges 1576’da popüler bir kitap yazarak Copernicus dünya görüşünü geniş halk yığınlarına taşıdı. Digges ve diğer İngiliz gökbilimciler 1572’deki süpernovayı gözlemiş ve geleneksel düşüncenin tersine gökyüzünün değiştiğini herkese göstermişlerdi. Digges’in saygın bilim adamı kişiliğiyle desteklenen Copernicus’un düşünceleri şimdi “sokaktaki adamın” görüşlerine dönüşmüştü. Copernicus ve Cusalı Nicholas’ın görüşlerini birleştiren Digges evrenin sonsuz olduğunu ve bu sonsuz evrende sayısız yıldızla sayısız Yer benzeri gezegenin bulunduğunu yazdı. Ancak en önemlisi, Digges eski bilim insanlarının kullandığı bilimsel yöntemi eleştirdi: “Önceden bilimsel çalışmalar ters yönde yapılıyormuş; kuramlardan yola çıkılarak gerçek gözlemler araştırılmış. Oysa ki gözlemlerden yola çıkarak kuramlarını sınamaları gerekiyordu.”
İngiltere, teknolojik ilerleme ve kaliteli işgücüne daha çok gereksinim duyan, özgür emeğin giderek artan oranlarda manüfaktürel üretime çekildiği bir ülke durumuna gelmişti. Bu durumun ayırdında olan Digges, bilimsel ve teknolojik ilerlemelerin birbirine bağlı olduğu görüşünü yaymaya başladı. Bu durumda bilimsel bilgi “sıradan vatandaşa” taşınmalıydı. Bilimsel bilgilerini pratik deneyleriyle birleştiren işçilerin teknolojik ilerlemeye büyük bir ivme vereceğine inanan Thomas Digges tüm eserlerini akademik dil olan Latince yerine İngilizce yazmaya karar verdi. Bunun üzerine Digges ve diğer bilim insanları olabildiğince geniş bir okuyucu kitlesini amaçlayan bir dizi pratik bilimsel el kitapları hazırladılar. 1589’da gelindiğinde, devlet desteğiyle hazırlanan ve artizan asker ve denizcilerin ilgiyle izlediği bilimsel seminerler dizisi başladı.

Teknoloji ve kozmoloji
Eski ve yeni evren modelleri arasındaki çatışma akademik tartışmalarla değil, eski ve yeni tür toplumlar arasındaki savaşlarla sonuca bağlandı. Manüfaktürün doludizgin geliştiği Hollanda’daki Protestanlar Katolik emperyalist yöneticileri olan İspanya’ya karşı ayaklandı ve 1584’de, o dönemin başlıca Protestan gücü olan İngiltere, Hollanda ile bağlaşıklık kurdu. İspanya İmparatorluğu köleci emek üzerine kurulmuştu. İspanya’da serfler, Yeni Dünya adını verdikleri Amerika’daki devasa imparatorlukta da serfler ve köleler çalıştırıyorlardı. Diğer yandan, İngiltere ve Hollanda ise özgür emek temelinde üretim yapıyordu.
Copernicus’un bilimsel dünya görüşü Protestan cepheye ideolojik desteğin yanı sıra çok önemli teknolojik üstünlük de sağlıyordu. Kuramsal bilimle el becerisini birleştiren İngiliz endüstrisi İspanyolları birçok alanda geçti. Bu alanlar içinde en önemlisi denizde kullanılan silah endüstrisiydi. İngilizler, uzun menzilli ve hedefi vurma yeteneği çok yüksek olan toplar dökmeyi başardı.
Copernicus devrimi Aristoteles fiziğini de buruşturup bir köşeye atmıştı. Aristoteles fiziğine göre “Devinen cisimler, hiyerarşide kendilerine ait olan yeri arama eğilimindeydiler”. Bu görüş kendini balistik alanında gösteriyordu. Aristoteles, düz bir doğrultu boyunca yukarıya fırlatılan bir cismin Yer’e dik olarak düşeceğini öğretiyor, dönemin düşünürleri de bu durumu olduğu gibi onamak durumunda kalıyorlardı.
Leonardo ve onun mühendislik alanındaki ardılı Tartaglia, bir cismin yörüngesinin bir eğri olduğunu deneyle göstermişler, topun işaret ettiği yükseklikle menzil arasındaki ilişkiyi gösteren bir çizelge hazırlamışlardı.
Digges ve diğer İngiliz bilimciler bu sonuçları düzenleyip birçok kişinin yararlandığı deniz silahları el kitapları hazırlamıştır. İngiliz gemileri tayfalarını artizanlar ve işçi sınıfından seçiyordu. 1588’e gelindiğinde gemideki subay ve denizciler temel balistik eğitimi almış kişilerden oluşuyordu. Bunun tersine İspanyollar yeni bilimle ne ilgileniyor ne de kullanıyorlardı. Gemilerdeki eğitimsiz tayfalar da yeni bilimi bilmiyorlardı.
İspanyol donanması İngiltere’yi fethetmek üzere yola çıktığında toplumsal örgütlenme, teknoloji ve eğitimin ne denli önemli olacağının ayırdında değildi. İngiliz savaş gemilerinde ağırlıklı olarak culvetine adı verilen küçük toplar vardı. Bunların menzili yaklaşık 1000 m idi. İspanyol Donanması’ndaysa daha kaba toplar bulunuyordu. Bunlar ancak çok yakın mesafelerde etkiliydi. Maksimum menzilleri 300 m idi. Bu ve diğer alanlardaki üstünlüklerini kullanan İngilizler İspanyol donanmasını uzaktan dövdüler. 100 bin top ateşleyen İspanyollar bir subay ve bir düzine denizciyi öldürebildi; İngiliz Donanması’ndan ise hiçbir gemi batmadı. İspanyolların hemen hemen yarısı denli ateş eden İngilizler 17 İspanyol gemisini batırdılar ve binlerce İspanyol subayı ve gemicisini saf dışı bıraktılar. Cephaneliği tükenen İspanyolları İngiliz donanması Manş Denizi’nin dışına dek kovaladı.
Kısacası, deneye dayalı dünya görüşünün üstünlüğü tartışmalarla değil, pratikte, toplar ve tüfeklerle kanıtlanmış oldu. Aslında İspanyol Donanması’nın yenilgisi hangi bakış açısının utku kazanacağını saptadı; çünkü savaş, hangi toplumun varlığını sürdürebileceğini belirlemişti.

Dinsel dogmalara karşı çıkmanın faturası
Protestanlardan sonra Katolik hiyerarşi de yeni evren modelinin sapkın olduğunu, geleneksel otoriter toplum yapısıyla uyuşmayacağını gördü. Karşı-reform hareketinin ilk kurbanlarından biri, eski bir keşiş olan Giordano Bruno oldu. İngiltere’yi ziyarete giden, orada dönemin önde gelen politikacı ve bilim insanlarıyla tanışan Bruno Avrupa kıtasına döndüğünde Copernicus’un kuramını halka yaymaya başladı. Copernicus evreninin Digges çeşitlemesini ele alan ve onu Batlamyus artıklarından temizleyen Bruno oldu. Bruno, kendi geliştirdiği felsefenin temeline sonsuz gezegenlerden oluşan sonsuz evren modelini yerleştirdi. Bu dünya görüşüne Cusalı Nicholas’ın görüşlerini ve ondan daha devrimci görüşleri de ekledi. Bruno hiç yoktan yaratılma (ex nihilo) kavramını ciddi bir biçimde sorguladı. Evrenin uzayda ve zamanda sınırsız, başlangıçsız ve sonsuz olduğunu savundu.
Bruno bir bilim insanı değil, bir filozoftu. Copernicus’un evren modelini desteklerken geleneksel mantıksal savları kullandı. Hepsinden önemlisi, Bruno sadık bir Katolikti. Kiliseyi yadsımak yerine onu düzeltmek istiyordu. 1592 yılında Katolik topraklara döner dönmez tutuklandı. Karşı-reform hareketinin önderlerinden ve papanın teoloğu Robert Cardinal Bellarmine, Bruno’nun yazılarında Kiliseyi içten yıkmaya yönelik sapkınlıklar saptadığını söyledi. Yer benzeri sonsuz dünyanın varlığı düşüncesi Kilise hiyerarşisinin önemini zayıflattığı gibi tüm otorite kaynaklarıyla da çelişiyordu: Bu düşünceler ne İncil’de ne Aristoteles’de ne de Platon’da vardı. Bundan başka bu görüşler maddi dünyayı ve Yer’i cehennem olarak, kozmik kürelerin ötesini de cennet olarak gören Katolik görüşünü yerle bir ediyordu.
Yedi yıl süren mahkûmiyeti boyunca Bruno, sonsuz sayıdaki dünya görüşünden vazgeçmesi için Bellarmine tarafından sayısız kez uyarıldı. Bruno görüşlerinden vazgeçmedi ve 1600’de yakıldı.
Bruno’ya karşı ileri sürülen suçlamalar kamuya açıklanmadığından Katolik bilim insanları ve Galileo bu olayı Katolik Kilisenin Copernicus’un dünya görüşüne karşı yönelttiği bir düşmanlık olarak görmedi. Aslında Kilisenin ve tutucu çevrelerin bu düşmanlığı Copernicus’un kuramı utkuya ulaştıktan sonra bile sürdü.
İngiltere’de yaygın olarak onanmış olmasına karşın Copernicus modelinin çok az gözlemsel kanıtı bulunuyordu. O dönemin usta gözlemcilerinden Tycho Brahe seçenek bir model ileri sürerek eski ile yeniyi uzlaştırmayı denedi. Brahe modelinde gezegenler Güneş çevresinde dolanıyor, Güneş de devinimsiz olan Yer çevresinde dolanıyordu. Brahe’nin evren modeli matematiksel olarak Copernicus modeline denkti; böylece Copernicus veya Brahe modellerinden birinin diğeri üzerine olan üstünlüğünden söz edilemiyordu.
Bu denge 1609’da ansızın Copernicus yararına bozuldu. Brahe’nin ölümünden sonra Johannes Kepler onun gözlemlerini kullandı. Brahe’nin gözlemleri Batlamyus’unkinden 150 kez daha doğruydu. Böylece Kepler Güneş Sistemi’nin doğru bir betimlemesini yapabilecekti. Kepler geleneksel kürelerle işe koyuldu. Yıllarca uğraştı. Çok büyük çabalardan sonra eski evrenbilimin son artıklarını da süpürüp attı. 1609’da deneme ve yanılma yöntemiyle gezegenlerin çember yörüngelerde sabit hızlarla değil, eliptik yörüngelerde artan ve azalan hızlarla döndüğünü gösterdi. Öyle ki, gezegenler eliptik yörüngeleri üzerinde birim zamanlarda eşit alanlar süpürecek biçimde dolanıyordu. Eliptik yörüngesi üzerinde Güneş’e yaklaşan bir gezegen daha büyük çekim kuvveti “duyumsayacağından” hızı artacaktır. Bu bulgu, taşıyıcı çember, gezegen çemberi ve kürelerden oluşan son derece karmaşık bir dizgeyi çökertmiş yerine basit elipsleri koymuştur.
Kepler’in sistemi diğer tüm sistemlerden daha basitti. Bu sistemi Tycho Brahe’nin sistemine yamamak olanaksızdı; çünkü bu durumda gezegenlerin basit eliptik yörüngeleri yerine karmaşık ve bileşik devinimler geçecekti.
Aynı yıl Hans Lippershey adlı bir Hollandalı, teleskop adlı bir aygıtın patentini aldı. Sonraki yıllar içinde Galileo ve diğer İtalyan gökbilimciler teleskoplarını gökyüzüne çevirdiler. Galileo Jüpiter’in uydulara sahip olduğunu, Venüs’ün evreler gösterdiğini ve Ay’ın dağlarının varlığını duyurdu. Aristotelesci evren modeli için son derece önemli olan, “değişmeyen, kusursuz gökyüzü” böylece tuzla buz oluyordu.
Yeni gözlemsel bilgilerle donanmış olan Galileo, Copernicus evren modelinin propagandacısı oldu. Galileo aynı zamanda Katolik hiyerarşiyi de bu yeni görüşün yanında yer almaya çağırıyordu. Cardinal Bellarmine, Bruno olayını anımsatarak Galileo’nun çabalarını bastırmak istedi. Katolikler Galileo’ya İncil’in dolaysız yorumundan başka bir şeye izin vermeyeceklerini duyurdular. İncil’de Güneş, doğan, batan, devinen bir gökcismi olarak sunuluyordu; bunun dışındaki bir yorum yasaktı! Copernicus’un eseri 1616’da yasak yayınlar dizelgesine girdi ve bu öğreti resmen yasaklanmış oldu.
Tüm baskılara karşın Galileo çabalarını sürdürdü. Galileo’nun Copernicus’un dünya görüşünü savunan Dialogues on Two World Systems adlı kitabı 1632’de yayımlandı. Bunun üzerine Kilisenin tepkisi hemen geldi: Galileo’ya Bruno örneği anımsatılarak pişmanlığa davet edildi ve ev hapsine alındı. Evrene ilişkin yeni bilimsel bakış açısı Katolik ülkelerde 100 yıla yakın bir süreyle yasaklandı.
Yeni bilimin korunduğu ve desteklendiği ülkeler başta İngiltere olmak üzere, yeni toplumun utku kazandığı ülkeler oldu. 1642’da gerçekleştirilen İngiliz Devrimi toprak sahiplerinin yenilgisiyle ve bu sınıfın yeni tüccar ve fabrikatör sınıfları içinde öğütülmesiyle sonuçlandı. Commonwealth dönemi boyunca, İngiliz devrimciler usa vurmayı ön plana çıkarıp söylenceyle batıl inançları çöpe attılar. İngiliz bilimciler Galileo’nun mekanik alanındaki çalışmalarını İtalya’dan kaçırdılar. Bu çalışmaları Kepler yasalarıyla bütünleştirdiler ve sonuçlarını 1638’de yayınladılar. Bu iki ayrı damardan gelen bilgileri kullanan Robert Hooke evrensel çekim yasasını oluşturdu. Daha sonra Isaac Newton, Hooke’un çekim yasasının Kepler’in yasalarını doğruladığını kanıtladı.
Devrimin doruk noktasında elde edilen sosyal kazanımlar daha sonra yitirilmiş olmasına karşın toplumun temel dünya görüşü ve amaçları bir daha geri döndürülemeyecek biçimde dönüşmüş oldu. İngiliz hükümeti İngiliz bilimine destek oldu. Bu destek, İngiliz bilimini diğer ülkelerin biliminden üstün kıldı. Bu gelişmenin yanı sıra İngiliz ekonomisindeki hızlı büyüme, 100 yıl sonra endüstri devriminin gerçekleştirilmesini sağladı.
Bilimsel Devrim’e kaçınılmaz bir süreç olarak bakamayız. Bu devrim, acımasızca süren toplumsal çatışmaların bir ürünüdür. Evrenbilime ilişkin sorunların çözümü, bu çatışmada yer alan bireyler ve toplumların ölüm-kalım savaşına dönüşmüştü. Çağcıl bilimin sonsuz ve sınırsız evrenini ancak 16. ve 17. yüzyılların açık toplumu üretebilirdi. Yeni topluma maddi ve tinsel güç ancak böylesi bir dünya görüşünden gelebilirdi.

Yaradılışa bilimsel seçenek
16. ve 17. yüzyıllardaki Bilimsel Devrim hiyerarşik ve sonlu evren yerine sonsuz evreni; otorite ve usa vurma yerine de gözlemsel yöntemi amaçladı. Ancak bunlar çok az gerçekleşti. 17. yüzyılın bilim insanları İyonyalıların yaptığını yapamadılar; hiç yoktan yaratılma modeli yerine doğal bir evren modeli oluşturamadılar. Cusalı Nicholas ve Giordano Bruno gibi filozoflar uzay ve zamanda sınırsız, başlangıçsız ve sonsuza değin varolacak olan bir evren görüşünü yüceltti; ancak hiçbiri bu görüşleri destekleyecek somut veriler toplayamadı.
Çoğu bilim insanı için evrenin başlangıcı, din ile bilimin buluştuğu nokta olarak durmaktaydı. Örneğin, Isaac Newton, Güneş Sistemi’nin oluşumu ve korunması için Tanrıya gereksinim olduğunu savundu.
İngiliz Devrimi ve Restorasyon Dönemi’nden sonra İngiliz toplumu tutucu bir evreye girmiştir. Değişim, evrim kavramları zamanla güncelliğini yitirdi. Evren de tıpkı yazılı biçime dökülmemiş olan İngiliz anayasası gibi bir dizi olayların oluşturduğu ve artık tamamlanmış olan bir ürün olarak algılanmaya başlandı. Bunun sonucu olarak da değişimler, evrimsel aşamalar ve devrimlerin bundan böyle yinelenmeyeceğine inanıldı.
18. yüzyılın ortalarına doğru Avrupa ve Amerika’da değişim rüzgârları yeniden esmeye başladı. Evrenin başlangıcına ilişkin tartışma canlandı. 1755’de filozof Immanuel Kant, evrenin kaynağına ilişkin doğal bir açıklama getirdi; bu açıklama Anaxogoras’ın yüzyıllar önce oluşturduğu düşüncelerle büyük benzerlik taşıyordu. Döneminin gökbilim araştırmalarıyla yakından ilgilenen Kant, gözlemlerin, yıldızların uzayda eşdağılım göstermediğine, belli biçimlerde gruplaşarak Samanyolu diskini oluşturduklarına işaret ettiğini savundu.
Kant, “Evrenin Kuramı”nı oluşturduktan sonraki yıllarda Avrupa ve Amerika ortalığı silip süpüren devrimlerle çalkalandı. Bu devrimler, eski hiyerarşik toplumların tarih sahnesinden tamamen silinip yerlerine demokrasilerin geçmesi sürecini tamamlıyordu. Yüzyılın sonuna gelindiğinde, devrimlerin yarattığı değişiklikler, insanların ilerlemeye ve toplumsal refaha olan inançlarını pekiştirdi. Hem ABD’nin kurucu babaları hem de Fransız Devrimi’nin başını çekenler devrimi, toplumların ilerleme yolundaki kaçınılmaz aşamalar olarak tanımladı. Demokrasilerin kurumları giderek kusursuz biçimlerine yaklaşırken insanların refah düzeyi de sınırsız olarak artıyordu. Jefferson, zorbalıkların hortlamaması ve ilerlemenin kesikliliğe uğramaması için dönemsel devrimlere gereksinim olduğunu savundu. Jefferson’a göre Amerikan Anayasası sınırsız revizyona açık olması nedeniyle bitmiş bir ürün olmadığını göstermekteydi.
İngiltere’de kimyacı Joseph Priestley, insanlığın gelişimine ilişkin genel kuramı özetledi. 1771’de Priestley şöyle yazıyordu: “Bilimsel bilginin giderek artmasıyla insanın gücü artacak, maddi varlığı ve yasalarıyla doğa insanın hizmetine girecek, yaşam koşulları iyileşecek ve insan ömrü belki de uzayacak, her geçen gün insanların mutluluğu artacak.”
İnsan toplumlarının durağan olmadığına, büyük çaba ve savaşımlarla sürekli evrim geçirdiğine, daima daha üst düzeyde örgütlendiğine ve yaşam düzeyinin giderek arttığına ilişkin devrimci kavram bilim alanından hızla yandaş buldu. 18. yüzyıl sonlarına doğru İngiltere Endüstri Devrimi’nde buhar makinelerini geniş ölçüde kullanmaya başladı. Kömürle çalışan bu makineler jeoloji biliminin hızla gelişmesini sağladı. Kendisi amatör bir bilim insanı olan James Hutton Yer’in kendisinin sürekli evrim geçirdiğine ilişkin bir kuram geliştirdi.
Kilin sıkışarak sedimenter kayalara dönüştüğünü gözleyen Hutton, 1795’de Theory of the Earth adlı çalışmasında şunları dile getirdi: “Günümüzün dağları, nehirleri, okyanusları, sedimenter, vb. kayaları mucizevi bir müdahale sonucunda değil, milyonlarca yıl süren doğal süreçler sonucunda oluşmuştur.”
Hutton, Yer’in oluşumuna ilişkin bilimsel bir kuramın oluşturulabilmesinin yalnızca ve yalnızca günümüzde süregelen süreçlerin izlenmesiyle olası olduğunu vurgulamıştır. Bunun için “başlangıç” diye bir şey uydurup “başlangıç”tan günümüze doğru gelmek yerine, günümüzde süregelen süreçlerden yola çıkıp zamanda geriye gitmeyi önermiştir. Hutton zamanda sonlu ve doğaüstü bir “başlangıç”a sahip evren modelini şiddetle yadsımıştır.
Hutton’dan 10 yıl sonra ünlü Fransız matematikçisi Pierre-Simon de Laplace, Hutton’ın yaklaşımına uygun olarak bir adım geçmişe gidip Kant’ın girdap kuramına sağlam bir bilimsel temel oluşturdu. Newton mekaniğini kullanan Laplace 1796’da Güneş ve Güneş Sistemi’ne ilişkin şu görüşleri oluşturdu: “Eğer Güneş kendi çevresinde dönen küresel bir gaz yığınından oluştuysa, zamanla büzülecek ve büzüldükçe çevresine madde fırlatacaktır. Çünkü büzülen her şeyin daha hızlı döndüğünü biliyoruz. Fırlatılan madde Güneş’in çevresinde önce halkalar biçiminde kümelenecek, daha sonra da halka biçiminde kümelenmiş olan bu gazdan gezegenler oluşacaktır.”
Hutton ve yandaşları Laplace’ın bulutsu kuramını derhal onadı. Böylece Yer’in oluşumuna ilişkin kuramın bir parçası oluşmuş oldu. Diğer bilim adamları da yaşamın gelişmesine ilişkin tarihsel yaklaşımı çabucak oluşturdular. Charles Darwin’in dedesi Erasmus Darwin, Laplace’in kuramını oluşturduğu yıl, jeolojik katmanlarda bulunan fosillerin yansıttığı gerçeği formüle etti: Bu fosiller, çeşitli hayvan türlerinin birbirinin evrimi sonucunda oluştuğunu kuşkuya yer bırakmayacak bir biçimde anlatıyordu. Böylece, fosiller aracılığıyla yaşamın uzun zaman dilimleri içinde giderek yetkinleştiğini gözlüyorduk.
Ancak, 18. yüzyılın son çeyreğindeki devrimci değişikliklerin ve yeni bilimsel kuramların herkesçe onandığını söylemek doğru olmaz.
İngiltere’yi yöneten kapitalistler güçlerini 17. yüzyılda gerçekleşen sosyal devrimden ve 18. yüzyılda gerçekleşen Endüstri Devrimi7nden alıyorlardı. Aynı kapitalistler bu gücü başka sosyal çalkantılarda yitirmek istemiyorlardı. Bu nedenle İngiltere zamanla sosyal değişimlerin düşmanı oldu. İngiltere dışındaki rakip endüstrilerin gelişmesinden ve yurtiçinde de sosyal yapının sürekli evriminden korkmaya başladı. Dünyanın diğer yörelerindeki toplumsal ilerlemelere İngiltere’den dinsel ve felsefi saldırılar başladı. İlerici Fransız kuramcısı Marquis de Condorcet’e karşı sav geliştiren İngiliz Thomas Malthus nüfus artışının tarımsal ürünler artışından daha hızlı olacağını, insanların açlık çekeceğini ve yaşam koşullarının düşeceğini ileri sürdü. Yerbilimci John Williams, Hutton’ın kuramlarına teolojik açıdan saldırdı. Williams’a göre “Hutton’ın Yer’in sonsuz zaman içinde oluştuğuna ilişkin kaba görüşü halk arasında önce kuşkuculuğa sonra da inançsızlığa ve ateizme neden olmaktadır. Eğer Yer’in sonsuzluğuna ilişkin bu inandırıcı savı onarsak ve kendi kendini yenilemede ve ilerlemede gösterdiği becerisine inanırsak daha sonra İlahi Gücün müdahalesinin gereksizliğine inanmamız gerekecektir. İnsanlığın gördüğü tüm başkaldırılar anarşi, karışıklık ve sefaletle son buldu; günümüzün entelektüel başkaldırısı da böyle sonuçlanacaktır.”
Ancak gericilerin çabaları genel olarak başarısız kaldı. 19. yüzyılın birinci yarısında Avrupa bir dizi popüler devrimlerle sarsılmaya devam etti. Endüstri Devrimi İngiliz toplumunun dönüşümünü sağladı. 1840’lı yıllarda yeni yerbilim ve evrenbilim öğretileri bilim insanları ve sıradan insanlar tarafından yaygın olarak onandı. İnsan evrimine ilişkin sosyalist kavramlar tüm Avrupa’ya yayıldı.
1859’da Charles Darwin, sürekli evrim ve değişikliğe ilişkin tarihsel bakış açısını biyolojik evrim kuramı olarak oluşturdu. 1860’a gelindiğinde, bilim alanlarındaki evrimci ve tarihsel yaklaşımlar, sürekli dinsel muhalefete karşın baskın görüşler olarak ağırlıklarını duyumsatmaya başladı. Tarihsel yaklaşım insan toplumlarının ilerlemesine de doyurucu açıklamalar getiriyordu.