“Hemen inanıvermek zihinsel bir hastalıktır.”
Hüseyin Batuhan
Türban ile ilgili başlayan özgürlük, demokrasi, kuran, ayet, çene altı-çene üstü, yasakçılar, özgürlükçüler, üçüncü yolcular, laiklik, anayasa, hukuk, hukukçu, rektörler, üniversite vs. tartışmaları bir gerçeğin ortaya çıkmasını sağladı. Bu tartışmalar, Türk üniversitelerindeki bir takım profesörlerin (diğer akademik çalışanlar da buna dâhildirler) bilimselliklerini, olayları algılayış, değerlendiriş ve çözümleyiş tarzlarını ortaya koydu. Bence türbandan daha önemlisi ve asıl tartışılması gereken konu da budur. Çünkü, yazdığı Biyoloji kitabında “Bütün canlı türleri Allah tarafından ayrı ayrı yaratıldı. Bu canlı türleri, ilk yaratıldıkları günden beri bazı değişmeler geçirmekle birlikte, tamamen başka türlere dönüşmediler. İnsan kendi varlığı konusunda biraz düşünürse, bir yaratıcının varlığını ancak o zaman anlayabilir. İslamiyet’e göre, kâinattaki bütün yaratıklar Allah tarafından yaratılmıştır(Aktaran:Batuhan, 2006).” diyen bir üniversite(!) biyoloji profesörünün (üniversitede –türbana- özgürlük(!) isteyenler arasındadır) yetiştirdiği öğrencinin türbanlı ya da türbansız olmasının hiçbir önemi yoktur.
“7.4 yetmedi mi?”
17 ağustos depremi sonrasında Marmara Üniversitesi Göztepe Kampüsü önünde üniversiteye başı örtülü girebilmek için eylem yapan türbanlı öğrenciler, ‘‘7.4 yetmedi mi?’’ yazılı pankart açmışlardı(08 Ekim 1999. Hürriyet). “7.4 yetmedi mi?” pankartını açan ve depremin “zinanın, zulmün, faizin artmasından” meydana geldiğine inanan (inancı gereği), mitolojik çağdan kalma, üniversiteli(!) bu öğrenciler aynı inançla üniversiteden mezun olduklarında, bu durumda üniversitenin varlığından ve üniversitede profesörün ders verdiğinden bahsedebilir miyiz?
Bu yazıda tartışmak istediğim şey de tam olarak budur. Aşağıda örneklerini de verdiğim bilimi ve bilim insanını dışlayan ve bilime inanmayan politikacıların çoğunluk (demokrasi gereği) kararlarının ve uygulamalarının arkasında akademik çevreden bazı profesörlerin (diğer akademik elemanlar da dahil) saf tutuyor olmalarını, üniversitenin varoluş nedenleri ve üniversitelerde çalışan bilimcinin (ya da akademik memurların) nitelikleri açısından irdelemektir.
“Velev ki Simge…”
“Velev ki simge olarak taktığını düşünün. Bir siyasî simge olarak takmayı suç kabul edebilir misiniz? Simgelere bir yasak getirebilir misiniz? Özgürlükler noktasında dünyanın neresinde böyle bir yasak var?” 15 Ocak 2008 tarihinde bir devletin başbakanı deniz aşırı başka bir ülkeden (İspanya) böyle seslendiğinden, mecliste türban yasası (09.02.2008) geçinceye kadar ateşli tartışmalar yaşandı. Tartışmalar (ülkenin bölünmesi, darbe, kefen beziyle yola çıkanlar, katsayı vs.) alevlenerek devam etmektedir. Bir başka ülkeden(?) ateşlenen tartışma, türbanı bir anda özgürlüklerin simgesi haline dönüştürdü. Türbanı savunanlara “özgürlükçü” karşısında olanlara ise “yasakçı” sıfatı yakıştırıldı. Bu arada bir de “Nasrettin Hocanın, sen de haklısın sen de haklısın”cıları çıktı. İnançlar sistemi ile nesneler dünyasının bilgisi karşısında bilimcinin tutumu; “ne o ne de öteki” şeklinde olamaz.
Türban ciddi olarak 1988’lerde bir sorun olarak belirmeye başlamıştır. Çünkü 12 Eylül darbesinin (bizim çocukların) bahçeyi zararlı bitkilerden arındırıp, ekim- dikime elverişli hale getirdikten sonra, politikacıların arka bahçe olarak açtıkları (diktikleri demek daha doğrudur) okullar (meyve vermeye) mezun vermeye başlamıştı. Dinin, imam hatip okullarının ve dolayısıyla türbanın politikacılar tarafından kullanılması ve kullanılmış olması hiç kimsenin yadsıyamayacağı bir gerçekliktir. Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim: Tüm bunlar, bizim çocuklar (12 Eylül darbecileri) tarafından Cumhuriyeti ve Atatürkçülük’ü korumak ve ilelebet yaşatmak adına yapılmıştı.
Politikacının İşi
En çok kitleye ulaşabilmek ve onların oylarını alabilmek için yalanlar söylemek, gerçeği çarpıtmak, gerçeği gizlemek, olmayan şeyleri varmış gibi göstermek, rakamlarla oynamak politikanın (politikacının) doğasında vardır. Seçim öncesi çıkıp da “elektriğe zam yapacağız, gecekonduları yıkacağız, memur maaşları İMF’nin belirlediği oranın dışında olmayacaktır” diyemezsiniz. Bu, politik bir ifadeyle enayilik olur. Yaptığınız uygulamaları ise en yenilir yutulur şekliyle ambalajlamanız gerekir. Örneğin daha önceden var olan sosyal güvenceleri ancak “sosyal güvenlik reformu” ya da “sağlık reformu” adları altına gizleyerek yok edebilirsiniz. Enflasyon sepetinin dibini delip enflasyonu tek haneli (% 9.8) gösterebilirsiniz. Bilimin ve bilimcinin gerçeğin üstünü açmak için kullandığı istatistiği, gerçeğin üstünü örtmek için kullanırsınız.
Hızlandırılmış Tren ve Bilim (Sakın Geç Kalma Erken Gel)
Eğer politikacı iseniz bilim insanlarının dolayısıyla bilimin tüm uyarılarına kulak tıkamanız gerekir. Politikacının işi, gerçeğin üzerini örterek, gerçeğin (bilimin) uyarılarına kulaklarını tıkayarak geniş kitlelerin hoşuna gidecek uygulamaları gerçekleştirmektir. Hızlandırılmış treni unuttuk. Anımsatmakta yarar var. 04 Haziran 2004 tarihinde İstanbul-Ankara arasını 5 saate indiren hızlandırılmış trenin ilk yolcusu Başbakan Erdoğan idi. Başbakan İstanbul Haydarpaşa Tren Garı’nda başında kondüktör şapkasıyla, etrafında yüzlerce kameraya “Modern, çağdaş bir yolculuk sistemi”ni anlatmıştı. Daha sonra fizik biliminin bütün kurallarını yok sayıp “hızlandırılmış treni” dualarla Allaha havale ederek ilk kalkış işaretini vermişti. Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım da bundan sonraki sloganlarının, ‘hızlı tren gelir, hiç de geç kalmaz'(05.06.2004 AKŞAM) olacağını kaydetmişti.
Yıldız Teknik Üniversitesi Ulaştırma Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Aydın EREL başta olmak üzere birçok uzman “hızlandırılmış tren” projesine karşı çıkmışlardı. Karşı çıkma nedenlerini 05 Temmuz 2004 tarihinde İstanbul’da Ulaştırma Bakanının da katıldığı bir toplantıda “fizik biliminin merkezkaç kuvvet, hız, direnç, raylar, alt yapı, üst yapı, genleşme gibi kavramları” ile gerekçelendirerek açıklamışlardı. Fizik biliminin kurallarına dayanarak kaza olabileceği uyarısını yapmış, eldeki bilgilerden hareketle hızlı tren seferlerinin bir an önce durdurulmasını istemişlerdi.
Eski teknolojinin eski rayları üzerinde trenin hızlandırılabileceği bilgisini yeterli bulan ve fazlasını reddeden anlayış, bu hızlı bilgiyle 22 Temmuz 2004 Perşembe günü Fiziğin hız ve merkezkaç kuvvet yasasıyla (kimilerine göre takdir-i ilahi) savruldular. Haydarpaşa -Ankara seferini yapmakta olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu Ekspresi adlı, “Hızlandırılmış(!) Tren” Sakarya Pamukova”da raydan çıkarak devrildi.
Sonra neler oldu? Politik, popülist ve bilim dışı bu uygulamayla 40 vatandaşımız yaşamını yitirdi, 81’i de çeşitli yerlerinden yaralandı. Politikacılar ne yaptı? 22 Temmuz 2004, Başbakan Erdoğan, olay nedeniyle çok büyük üzüntü duyduğunu belirterek, “Kaza, boyutu itibariyle çok çok büyük bir olay. Ölenlere Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifalar diliyorum” dedi. 23 Temmuz 2004’te Bakan çeşitli çevrelerce istifaya davet edildi. Bakanın yanıtı: “ben zor anlarda bırakacak kaçacak bir adam değilim. Yaptığım her uygulamanın arkasındayım. Bunun hesabını da sonuna kadar veririm” dedi. Ayrıca “bu acıları bir kenara bırakarak buradan bize yüklenilmesini ‘yüce milletin takdir’ine bırakıyorum” dedi. Bu kaza ile ilgili olarak 05 Ağustos 2004’te yapılacak olan TBMM Genel Kurulu’ndaki görüşmede, AKP milletvekillerinin tam kadro yer alması ve Bakan Binali Yıldırım’a destek vermeleri istendi. 14 Eylül 2004 Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, Pamukova’daki tren kazasıyla ilgili olarak siyasi sorumluluğun mümkün olmadığını belirterek “Benim vicdanım rahat” dedi(www.ntvmsnbc.com).
Bakın politikacılar bilimi ve bilimciyi yok sayarak almış oldukları yanlış bir kararın sonucunu, vatandaşların yaşamlarıyla ödedikleri bu durumda bile, kendilerine haksızlık yapıldığını belirterek kendilerini, milletvekillerinin tam kadro desteğiyle yüce milletin takdirine bırakabiliyorlar. Üstelik de vicdanları gayet rahat. Bir vekil, başbakan ya da bakanın yanlış uygulamalarını aidiyet duygusu ya da partide çatlak görüntü vermeme adına eleştirmeden, sorgulamadan destekleyebilirler.
Buna karşın, bilim insanlarının, üniversitelerin “hızlandırılmış tren” kazası karşısındaki tutumu partili bir vekilden farklı olmalıdır. Bilim insanı ve bilimin konumu (yani üniversitenin) kazanın neden ve nasıl meydana geldiğini bilimsel olarak aydınlatıcı, bir daha meydana gelmemesi için neler yapılması gerektiğini eleştirel yönleriyle açıklayıcı olmalıdır. Bilim insanı gerçeğin üstünü örtemez. Bu onun mesleki doğasına aykırıdır. Aksine görevi her şeye rağmen gerçeğin üstünü açmaktır. Bilim insanı yapmış olduğu yanlışlardan dolayı meslektaşlarından tam kadro destek de (tam tersi doğruya, gerçeğe yaklaşıncaya kadar eleştiri bekler) beklemez. Çevresine ya da kamuoyuna şirin görünme kaygısı da taşımaz. Böyle bir kaygı taşırsa ve bu yönde davranırsa buna şarlatanlık denir.
Akademik dünya için “şarlatanlık” önemli bir kavramdır. “Şarlatan, bilmediği halde bilir görünen, yüksekten atarak, kendini överek karşısındakini kandırıp aldatan(ansiklopedik büyük sözlük. s:1946)” olarak tanımlanır. Şimdilik bu tanımla yetinelim.
“ABDEST SUYU” ve Bilim
Olayı Yrd. Doç. Dr. Muharrem Tosun’un (2006) “Abdest Suyu”nu Çevirmen mi Kullandı?” adlı makalesinden özetleyelim:
“Tartışma konusu, 11. sınıf din ve ahlak kültürü kitabının 28. sayfasında “İslam’da İbadetin Faydaları” başlığı altında yer alan şu ifadeydi: “Abdest alırken kullanılan su sayesinde kan dolaşımı hızlanır, alyuvar sayısı çoğalır, solunum hareketlenir. Alınan oksijen miktarı artar. Sinirler sakinleşir, ferahlar, kalbin yükü hafifler, tansiyon normalleşir. Dışa atılan karbondioksit fazlalaşır. Vücut yıkanır ve toksinlerden temizlenmiş olur”
Milliyet Gazetesi Almanca yazılmış olan kitabı bulmuş. Kitabın orijinalinde “abdest” ibaresi olmadığı, Alman bilim adamı Dr. Albert Schalle’nin “Die Kneipp Kur” adlı kitabından alıntı yapıldığı, başlığının Türkçe’sinin “başarılı tedaviler” (?) olduğu ve bilimsel bir kitap (?) olduğu yazıldı. Tosun’a göre ise, eser bilimsel değildi, hidroterapi ve geleneksel doğal tedavi yöntemlerinin anlatıldığı bir kitaptı. Kitabın başlığı olan “Die Kneipp Kur”, “Başarılı Tedaviler” anlamına gelmeyip “(Rahip) Sebastian Kneipp’in (Başarılı Su) Tedavileri” anlamına gelmekteydi. Yani, kitabın içindeki tedaviler tamamen Rahip Kneipp’e ait. Rahip Sebastian Kneipp, yaşamını suyla tedavi konusuna adamış, kitapta yer alan suyla tedavileri bizzat yapmış bir kişiydi. İşin ilginç yanı, kitaptaki alıntıyı savunanlar da Alman bilim adamı Schalle’nin abdestin yararlarını anlattığını söylemişlerdi.
Yine Tosun (2006) makalesinde şu açıklamaya yer vermektedir: “Bir yanda çeviride manipülasyon, diğer yanda bilimsellikle uzak yakın bir ilgisi olmayan bir kaynak metin. Bir Rahip tarafından önerilen ve bilimsel verilere dayanmayan tedavi şekillerinin bilimselliğinden söz ederek, bilimsel bir eserin nasıl çarpıtıldığını tartıştık günlerce. Dini çevirilerde sıkça rastlanan bu tutum, çevirmenlikten öte belli bir görüşü savunmak için bir kaynağın amaca yönelik kullanılmasıdır. Çevirinin bilinçli yapıldığı konusu tartışma götürmez.”
Çok geçmeden Milli Eğitim Bakanlığı’ndan çevirinin doğruluğuna ve çeviriye sahip çıkan açıklamalar geldi. Din Öğretimi Genel Müdürü Prof. Dr. İrfan Aycan, Schalle’nin eserinde yer alan alıntının aynı şekilde olduğunu belirtti.
Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in savunmasını 27 Eylül 2006 tarihli Milliyet Gazetesi’nden okuyalım: “Bu yıl (2006) öğrencilere ücretsiz olarak dağıtılan 11. sınıf Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Kitabı’nda yer alan, “abdest suyunun alyuvarların sayısını artırdığı” yönündeki (Not: Politikacı savunmak zorunda) satırları savundu.
“Bakan Çelik, önceki akşam TGRT Haber’e yaptığı açıklamada, din ve bilim adamlarının “hurafe” diye nitelendirdiği satırların kitaptaki, “Bunları biliyor musunuz?” kutucuğu içinde yer aldığını belirterek, ifadelerin Alman bilim adamı Albert Schalle’ye ait olduğunu kaydetti. Schalle’nin, “Başarılı Tedaviler” kitabından alıntı yapıldığını kaydeden Çelik, şöyle konuştu: “Abdest alınırken kullanılan su sayesinde, hasleten abdest suyu falan demiyor. Bunu Alman doktor söylüyor. Kuran’ın 275 yerinde Allah insanlara der ki, ‘Hiç akıl etmiyor musunuz, hiç düşünmüyor musunuz?’ Düşünme, akıl etme aslında İslam dininin esas yaklaşımıdır. Çocuklarımıza dinimiz eğer bir şey öğretmişse bunun bilimle çatışan, çelişen yanı yoktur. Bilim başımızın tacıdır. Şimdi bir hoca efendi dese ki ‘Oruç tutmanın insan sağlığına sayısız faydaları var’, birileri çıkıp buna hurafe diyebilir mi?” (Milliyet 27 Eylül 2006)
Kendisi de bir akademisyen (şimdilerde politikacı- Milli Eğitim Bakanı) olan Hüseyin Çelik’in yukarıdaki açıklamasından bir şey anlaşılamamaktadır. Abdest suyunu anlatırken “…der ki,” diyor ve Kuran’da yer alan akıl, düşünme vb. ile ilgili farklı konuya geçiyor. “Bilim başımızın tacıdır…” diye başlayan cümle de “…şimdi bir hoca efendi dese ki” diye devam ediyor. Nasıl bir bağlantı kuruyorsa konuşmasını oruç tutmayla ilgili bir örnekle bitiriyor(Bkz: Cümle yukarda!). Bir politikacının lafı eğip bükerek konuşması doğaldır. Politikacılar genellikle çok fazla anlaşılamayan, bağlantısız cümleler kurarak konuyu açıklıyormuş gibi görünüp, nesnel dayanağı olmadan, bilmediği, araştırmadığı bir konu hakkında bu tarzda konuşabilirler. O yüzdendir ki, politikacılar sık sık “sözlerim yanlış anlaşıldı” ile başlayan ve anlaşılamayan yeni açıklamalar yapma gereği duyarlar.
Başbakan Tayip Erdoğan: “Aynen var!” (I)
Bu alıntıdan dolayı TBMM’de hakkında gen soru verilen Çelik’i (RADİKAL.04.10.2006 haberine göre) “söz konusu ifadenin Dr. Albert Schalle adlı bir Alman yazarın ‘Başarılı Tedaviler’ adlı kitabından alındığını savunan” Başbakan Tayyip Erdoğan da “Kitabın orijinalini getirtip gördüm. Aynen var” (04.10.2006. RADİKAL) diyerek Çelik’e destek vermişti.
Çarpıtılmış bir bilgi karşısında politik bir dayanışma örneği daha. Başbakanın “getirttim, gördüm aynen var” dediği alıntı, orijinal kitaptan çarpıtılarak alınmıştı. Peki “getirttim, gördüm aynen var” diye bakanını savunan Başbakan Tayyip Erdoğan gerçekten kitabın orijinalini getirtmiş ve ilgili yeri orijinalinden okumuş muydu?!
Bu konu tartışılırken konuyla ilgili bir takım akademik çevre başbakanın “getirttim, gördüm aynen var” dediğine hemen inanmışlar mıydı? Çünkü bilim gözlemseldir, nesnel olanı inceler ve başbakan “gördüm” diyor. Acaba başbakanın gördüğüne(!) inanan akademik çevre “Öğretim üyeleri olarak bizler … (diye başlayıp) … Başbakanın “aynen gördüğü” bu bilginin ders kitabında kalma özgürlüğünü … talep ediyoruz” diye bir imza kampanyası başlatma gereği duymuşlar mıydı?
Başbakanın “bu konuda biraz mürekkep yaladım, aynen var” dediği ve “akademik memurlar”ımızın imzalarıyla destekledikleri bir başka konuya, karanlığın korkulu rüyası, Darwin’den sonra aynen yeniden döneceğim.
“CHARLES DARWİN” ve Bilim
Tarih: 23 Aralık 2006. Yer: TBMM. Meclis kürsüsünden Milli Eğitim Bakanı konuşuyor.
Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik (2006. TBMM): “Bakın ben size bir şey söyleyeyim, Darwin Teorisi söz konusu olduğu zaman, başta Cumhuriyet Halk Partili arkadaşlarım, bu düşüncede olan insanlar Darwin Teorisi’nin mutlaka okul kitaplarında olması gerektiğini söylüyorlar. Öyle midir? Darwin’in Türklerle ilgili ne söylediğini biliyor musunuz? Türklerle ilgili Darwin diyor ki “gelişimini tamamlayamamış adi bir ırk” diyor Darwin. Ne diyeceksiniz şimdi siz buna?”
(AK Parti sıralarından alkışlar)
Sayın bakanın Darwin ile söylediği bu sözlerle ilgili olarak Sayın A.M.Celal Şengör (2007), Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji Dergisi’ndeki köşesinde “orijinal metni” vererek, çevirinin nasıl kasıtlı olarak çarpıtıldığını ve bu çarpıtmayı dayanak alan akademisyen bir bakanın nasıl bu yönde bilgi sunduğunu ortaya koymuştur.
Sayın Şengör’e (2007) göre Sayın Milli Eğitim Bakanı’nın Darwin’e atfettiği yukarıdaki sözleri Darwin hiçbir zaman söylememiş, yazmamıştır. Sayın Bakan söylediklerine kaynak göstermemiştir. Söyledikleri tamamen kötü bir niyetin eseri değilse, açıkça bilgisizliğin eseridir. İsminin önünde –üniversite dünyamız için ne acıdır ki- akademik bir titr taşıyan Sayın Bakan söylediklerini kontrol etmek ihtiyacını bile duymamıştır.
Yine aynı konuyla ilgili Sayın Prof.Dr. Haluk Ertan (2007) da “Türkleri kim daha çok seviyor!” başlıklı yazısında orijinal metni ve çevirisini vererek akademisyen bakanın dayanağını soruyor.
Öncelikle sayın bakanın Darwin’den aktardığı sözlerin aslının olmadığını yinelemem gerekiyor. Sayın Şengör’ün vurguladığı gibi, Darwin’e ait, Türklerle ilgili bu tip ifadelerin yer aldığı hiçbir kaynak bulunmamaktadır.
“Adi bir ırk” ifadesi en azından Darwin’in üslubuna uymamaktadır. Darwin’in eserlerini biraz olsun okuyanlar onun ciddi ve temkinli bir doğa bilgini olduğunu hemen anlarlar. O kendisine en ağır hakaretlerde bulunup, yaşamını tehdit eden kişilere dahi bu şekilde hitap etmemiştir. Onun eserlerinde kullandığı en ağır kelimeler, yerlilere akıl almaz işkenceler yapan (özellikle İspanyol ve Portekizli) köle sahipleri ve tüccarları içindir(Ertan.2007).
Bakan Çelik’e dönüldüğünde, peki kendisi bu asılsız sözleri neye dayanarak söylemektedir?
“Evrim Kuramı ateistlerin, akıllı tasarım ise inananların kuramıdır” gibi daha önce yaptığı kimi saçma açıklamalar da göz önüne alındığında bakan Çelik’in, Charles Darwin ve Evrim Kuramıyla ilgili bilgisinin sadece, Amerikalı yaratılışçıların ülkemizdeki sözcüleri durumunda olan kişilerin çevirdikleri yayınlara dayandığı görülmektedir. Bu yayınların bir özelliği ise bilinçli şekilde yapılan çeviri hataları içermeleridir. Çünkü ülkemiz yaratılışçılarının, yabancı dildeki kaynakları amaçları doğrultusunda çarpıttıkları herkesin iyi bildiği bir gerçektir(Ertan.2007).
Bu konuda çok fazla yorum yapmaya gerek yoktur. İki değerli gerçek bilim insanı Sayın Şengör ve Ertan gerekli yanıtı çeşitli yazılarıyla vermişlerdir.
Hadi bakalım üniversitelere -ki üniversitenin doğasına aykırı değişmezliğin simgesini özgürlük diye isteyen “akademik memurlar” ne diyeceksiniz şimdi siz buna? Hemen bir imza kampanyasıyla üniversitelerde bakanın dayanaksız-kaynaksız açıklamasına mı yoksa Darwin’e mi özgürlük isteyeceksiniz?
Başbakan Tayip Erdoğan: “Aynen var!” (II)
Akademik alemde yer alan ve biraz mürekkep yalamış başbakanımızın başka bir ülkeden “Velev ki Simge…” startıyla (start olmadı. Başlangıç vuruşuyla demek daha doğru olacaktır.) harekete geçen profesörler (diğer akademik unvanlı memurlar dâhil), aslında ortada bir top olmadan sahaya girip, oyuna başladınız.
Yazının başında belirttiğim tespiti yenilemek istiyorum, zira unutulmuş olabilir: “En çok kitleye ulaşabilmek ve onların oylarını alabilmek için yalanlar söylemek, gerçeği çarpıtmak, gerçeği gizlemek, olmayan şeyleri varmış gibi göstermek, rakamlarla oynamak politikanın (politikacının) doğasında vardır.” Olay ve olguları değerlendirme ve açıklama yöntemleri açısından bir profesör ile politikacı arasında fark olmalıdır. Fark yoksa bu sizi bilim insanı değil “akademik memur” yapar.
“Biraz Mürekkep Lütfen!”
“Ben diyorum ki dinde bunun yeri var. Biraz bu alanda mürekkep yaladık”(16.11.2005 RADİKAL) Bu, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Kopenhag’tan seslendiği konuşmasının bir bölümüdür. Haberi anımsatmakta yarar var.
AA – KOPENHAG (16.11.2005 RADİKAL) – Başbakan Tayyip Erdoğan, üniversitelerde türban yasağı konusunda söz söyleme hakkının mahkemede değil, din ulemasında olduğunu savunmuş, “Ben diyorum ki dinde bunun yeri var. Biraz bu alanda mürekkep yaladık” diyerek, “üniversiteye giden kızlarımızın, devlet ve vakıf üniversitelerinde başörtülü olarak derslere giremedikleri” şikâyetinde bulunarak bunun, “din-vicdan ve eğitim özgürlüğünün kısıtlanması olduğunu” açıklamıştı.
Başbakanın konuşması aynen şöyle devam ediyor: “AİHM’nin verdiği bu karara ben yargı kararı olarak uyarım, ama haklar, özgürlükler noktasında doğru bakmam. Niye? Çünkü nasıl olur da bir insan başını örtüyor diye eğitim, din ve vicdan özgürlüğü ortadan kalkar? ‘İnanç hiçbir zaman yasanın önüne geçemez’ diyor. Benim bu kızımın böyle bir iddiası yok ki. İnancı böyle olduğu için başını örtüyor, o halde saygı duymak lazım. Mahkemenin de bu konuda söz söyleme hakkı yoktur. Söz söyleme hakkı din ulemasınındır. (Konuşmanın bundan sonraki kısmına dikkat ediniz lütfen!) Açarsın o dinin mensubuna, Musevi ise(?)…(başbakan burada biraz duraklıyor, kötü niyetli olmaya gerek yok, “haham”ı “anımsayamadı” diyelim) o dinin mensubuna, Hıristiyan’sa (“papaz”ı da anımsayamadı diyelim) o dinin mensubuna sorarsın, (dedikten sonra bir bilim insanının sorması gereken soruyu soruyor) bunun dinde gerçekten emredici bir hükmü var mı? Varsa, saygı duymak zorundasınız. Yoksa ayrı bir konudur, o zaman siyasi, ideolojik olur. O farklı olay. Dinde bunun yeri varsa saygı duymak zorundasınız.”
(Not: Mensubun tanımı (TDK): Bir yerle veya bir kimseyle bağlantısı olan, ilişkili, -den olan, -e bağlı (kimse). Yani mensup sözcüğü o işi bilen değil sadece “ait olan” anlamındadır.)
Daha sonra başbakan konuşmasını şu şekilde sürdürüyor: “Ben diyorum ki dinde bunun yeri var. Biraz bu alanda mürekkep yaladık. Bu alanda hiç alakası(!?) olmayanların, İslam dininin aydınlarına (Şahin Filiz Hocayı kastetmiyor) sormadan böyle bir kararı farklı bir yere çekmek suretiyle vermek yanlıştır diye düşünüyorum. Bu bizim önümüzde bir sorundur ve er veya geç çözülmelidir. Bu yüzden okula gidemeyen yüz binlerce kızımız var…”
Biraz mürekkep yalamış başbakanımızın, 15 Ocak 2008 tarihinde ülke dışından söyledikleriyle harekete geçen profesörlerimiz (diğer akademik memurlar da dâhil) hiç düşünmeden sahaya inmişlerdir. Üniversite gibi bir kurumda “değişmezliğin simgesine” özgürlük(!) isteyen bazı profesörler ise televizyon programlarına çıkıp ağız birliği etmişçesine sürekli sorulan şu soruya bakın ne yanıt verdiler? Soru: Türban bu durumda dört yıllığına serbest bırakılmış oluyor. Siz üniversite özgürlükçüleri peki, öğrenci mezun olduktan sonra ne olacak? Yanıt: Efendim Türkiye’de serbest piyasa ekonomisi geçerliymiş, ille de devlet kurumlarında değil, bu mezunlar özel sektörde de isterlerse çalışabilirlermiş.
Yorum (Pırof.’a ders): Bilim insanı gerçeğin üstünü örtmez, yanıltıcı olamaz. Dayanaksız, ispat etmediği, edemeyeceği konularda konuşmaz. (Pırof’a ödev) Türkiye’de kaç eğitim fakültesi var? Buralardan kaç öğretmen adayı mezun oluyor? Kaçının devlet okullarında, kaçının özel okullarda çalışma olanağı var? Türkiye’de özel okulların devlet okullarına oranı nedir? (Adres:www.meb.gov.tr)
Pırof’a Ödev: “Ben diyorum ki dinde bunun (türbanın) yeri var. Biraz bu alanda mürekkep yaladık.” denildi. Böyle bir durum karşısında profesörün doğası gereği tutumunun şu şekilde olması beklenir: Bir dakika kardeşim! Bu bilginiz hangi dayanaklarla kabul edilebilir? Zira temkinli olmam gerekiyor. Hızlandırılmış trende, abdest suyunda ve Darwin’e mal edilen “adi bir ırk” sözünde gördük. Şimdi, söylenildiği gibi türbanın gerçekten dinde yeri var mıdır? Bu konuda “akademik memurlar” değil; bilim insanları bu iddiayı (bilgiyi) nasıl ispat etmektedirler? (Pırof’a Ödev: Türbanla ilgili Şahin Filiz Hocanın Kitapları, Özdemir İnce’nin Hürriyet Gazetesi’nde 26.12.2007, 22-23.01.2008, 02-08.02.2008 tarihlerinde yazdığı makaleler okunacak.)
Velev ki türbanın dinde yeri var! Değişmez’liğin simgelerinin üniversitede yeri var mıdır? Velev ki türban üniversiteye girdi. Peki, ben bir pırofesör (diğer akademik memurlar da dâhil) olarak doğam gereği sınıfta öğrencilere ne öğreteceğim?
Profesörlere Dersler ve Ev Ödevleri:
Ders 1: Hemen inanıvermek zihinsel bir hastalıktır (Hüseyin Batuhan).
Ders 2: Üniversiteler devlet dairesi değildir(İzzettin Önder).
Ders 3: Üniversiteyi devlet dairesi, akademisyenleri de memur olarak algılayan “yönetici akademik memurlar” sekiz-beş mesaisini çok önemserler ve takibini görev aşkıyla yaparlar.
Ders 4: Bilimci, “doğruluğundan emin olmadığı bir iddiada bulunmaz; doğruluğundan emin olmadığı bir iddiayı kabul etmez(H.Batuhan). Bu aynı zamanda sizi kandırılmaktan korur. Profesör, öğrencisine de bunu kazandırdığında işini hakkıyla yapmış olur.
Ders 5: Bilimci, insanı doğa karşısında olduğu kadar değişmez’likler (inançlar) karşısında da özgürleştirme ve kölelikten kurtarma sorumluluğu taşır(İrfan Mukul). Bilimcinin özgürlükten anlaması gereken de budur.
Ders 6: Bilimci “inanmama sorumluluğu ve şüphe etme yükümlülüğü” taşır(H.Batuhan). Bu, bilimsel düşünmenin ve bilimsel gelişmenin ön koşuludur.
Ders 7: Bilimci, “doğadaki her şeyi birbiriyle ilişkili ve etkileşim halinde” kavramaya çalışır.
Ders 8: Evrende her şey bir bütündür. Dolayısıyla bilimler de bir bütündür.
Ders 9: Profesör üniversitede, değişmezliğin simgelerinin özgürlüğünü değil “doğada her şeyin oluş halinde olduğunu, değiştiğini ve dönüştüğünü” savunur ve öğrencilerini bu yönde yetiştirir. Üniversiteyi “Yüksek İlkokul”dan ayıran da budur.
Ders 10: Univers; evren, dünya, herkes anlamına gelirken, Universalite; genellik, evrensellik, tümlük, kapsama gücü anlamındadır. Üniversite ise bilimler yurdu anlamındadır.
Ders 11: Professeur: “Kanısını, düşüncesini açıkça söyleyen kişi, bilim öğretmeni –bilim öğreticisi- ” (Fransızcası)
SON DERS : “HAYATTA EN GERÇEK YOL GÖSTERİCİ BİLİMDİR… İlim Ve Fennin Haricinde Mürşit Aramak Gaflettir, Cehalettir, Dalalettir.”
Mustafa Kemal ATATÜRK…
Sonuç ve 21. Yüz Yıla Dair Tespitlerim
1. Demokrasi yüz yılımızın en büyük yalanıdır. Medyanın taraflı ve kitleler üzerinde bu kadar etkili olduğu bir dünyada demokrasiden söz etmek cahilliktir. Demokrasi, medyanın gücüyle çoğunluk diktatörlüğü olarak tanımlanmalıdır.
2. Gelir dağılımının eşit paylaştırılmadığı bir yerde özgürlükten ve demokrasiden bahsetmek yalancılıktır.
3. Yırtık ayakkabısından ayak parmakları görünen bir kızın, başındaki türbanının “özgürlüğünü” savunmak, 21. yüzyılın insanlık ayıbıdır. Bunu bir akademisyenin savunması karşısında (insanlık dilsizdir) ise söylenecek hiçbir şey yoktur.
4. Bilim taraftır: Bilim, doğanın ve doğadaki tüm canlıların (insan da dâhil) yararına kullanılması tarafındadır.
5. “Doğada hiçbir şey değişim, oluşum halinde değildir”in simgesini üniversiteye özgürlük olarak istemek “eşyanın tabiatı”na aykırıdır. Aynı zamanda “profesörlüğün tabiatı”na da aykırıdır. Aksi bir durum “akademik memurluk”tur.
6. Giyinmek dinin değil, coğrafya biliminin bir konusudur. Giyinmeyi iklim, coğrafi koşullar, maddi temele dayalı gelenekler belirler. Zira, İslamiyet’teki baş giysisi Arap coğrafyasının (çöl-sıcaklık) bir ürünüdür. Çöl sıcakları kadın erkek ayrımı yapmadığı için erkekler de türbanlıdır(H.Aydın. İlahiyat Bilimcisi).
7. Anadolu kadınına türban özgürlüğünü savunan erkeklerin de türban takması bilimsel(!) bir zorunluluktur. Zira başınıza güneş geçebilir.
8. “Kendi esaretinin farkında olmayanlar başkalarının özgürlüğü savunamazlar.” Atayanlar tarafından konuşması yasaklanan YÖK başkanı; YÖK esiri öğretim elemanları; genel başkan sultası altında partililer; yazacakları ve konuşacakları patronlarca belirlenen gazeteciler (medya), kendi zincirlerinin sesini duymazlar da başkalarının özgürlüğünü savunurlar. Çünkü bu kolaydır. Haydi, kendi özgürlüğünüz için imza kampanyası başlatın bakalım!
Kaynakça
1. Batuhan.H.(2006). Bilim, Din ve Eğitim. İstanbul: Bulut Yayınları.
2. Tosun.R. (2006). “Abdest Suyu”nu Çevirmen mi Kullandı? (Çevirmeni Ve Çevirisi Olmayan Kitabın Çeviri Eleştirisi). http://ceviribilim.com/ (erişim:26.04.2007)
3. Çelik.H. TBMM Bütçe Konuşması. 22. Dönem, 5. Yasama Yılı, 41. Birleşim, 23 Aralık 2006, Cumartesi.
4. Şengör. A.M.C. (2007) “Darwin Türkler Hakkında Ne Demişti?” Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji. Sayı:1035
5. Ertan.H. (2007) “Türkleri kim daha çok seviyor!” Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji. Sayı: 1038. S:21