Ilan Pappé’nin “Ortadoğu’yu Anlamak” kitabında da anlatıldığı gibi, Ortadoğulu kadınlar, erkek egemen toplumla başa çıkmak için çeşitli yöntemler geliştirdiler. Kendilerine kimi özerk alanlar yaratarak, günlük yaşamdaki aşağılanma ve dışlanmaya karşı koydular. Kızlarına, boyun eğme ve zayıflığı değil, umudu ve gücü simgeleyen isimler verdiler. Ya da bastırılmış duygularını dışavurabildikleri, yaşamdaki dert ve acılardan kısa süreli uzaklaşmalarını sağlayan, boşalma ve rahatlama yaratan, dövşah, dan ve maval gibi dansları yarattılar.
“ve ant içerim ki, / Bir mendil işleyeceğim yarına kadar, / Gözlerine sunduğum şiirlerle süslü / Ve bir tümceyle, baldan ve öpücüklerden tatlı: / “Bir Filistin vardı, bir Filistin gene var!”
(Mahmud Derviş / Filistinli Sevgili)
Filistinli aydın Edward Said’in “Oryantalizm/Şarkiyatçılık” teorisinde de vurguladığı gibi Batı, Ortadoğu’yu anlamadan, anlamaya çalışmadan, önyargılar ve klişelerle hareket eder. Bütün Ortadoğu’yu yekpare, değişmez bir yapı gibi görmeye eğilimli bu anlayış, 11 Eylül olayından sonra “Ortadoğu eşittir terörizm” düşüncesini ise hiç tereddüt etmeden benimsedi. Oysa, medeniyetin beşiği, dinlerin doğduğu yer olan Ortadoğu çok farklı kültür ve inanışlar barındırıyor. Öyle ki, bugün İslam’ın en katı uygulamalarının olduğu bölgelerde bile, farklı kültürlerin izleri bulunmaktadır.
İşte, Ortadoğu’daki farklılıkları sergileyen kitaplardan birisi de İsrailli tarihçi/akademisyen Ilan Pappé’nin kaleme aldığı Ortadoğu’yu Anlamak/Modern Ortadoğu. Siyonizm karşıtlığıyla tanınan ve bu nedenle ülkesinde eleştiri oklarına hedef olan Pappé, kitabında Ortadoğu’nun yakın tarihine 12 ayrı bölümde, farklı açılardan bakıyor. Biz de 8 Mart Kadınlar Günü’nü düşünerek “Ortadoğulu Kadınların Tarihi” ile “Popüler Tarih” bölümlerinden derlemeler yaptık. Umarız bu yazı, hiçbir şeyin dışarıdan göründüğü gibi olmadığını, hâlâ süregelen bazı gelenek ve göreneklerin anlamı ve işlevi olduğunu yansıtır…
Fakat gelin önce feminizm alanındaki çalışmalarıyla tanınan Chandra Talpade Mohanty’nin şu “haklı” uyarısına kulak verelim: “…Batıda feminist araştırmacılar dahi Ortadoğu konusunda oryantalist bir bakış açısına sahip. Öyle ki, feminist literatürde, üçüncü dünya kadınları geleneksel, dini ve ailevi zincirlerle bağlanmış, tek boyutlu, pasif objeler olarak temsil ediliyor. Cinsiyet ve geleneklerin ağır kısıtlamaları altında yaşayan, erkek şovenizminin cahil ve zavallı kurbanları olarak algılanıyorlar. Ortadoğulu kadınlar, erkeklerin, sömürgeciliğin, kapitalizmin, aile değerlerinin ya da dini dogmaların kurbanları olarak gösterilirken, ‘Batılı’ kadınlardan eğitimli, modern, dışa dönük ve yaşamları hakkında tam söz sahibiymiş gibi bahsediliyor. Temel ilkelerinden birisi ‘küresel kız kardeşlik’ olan bu çeşit bir feminizm, coğrafya ve kültüre kör bakıyor…” Mohanty’e göre, kökeni sömürgeci bakış açısında yatan bu tanımlama, siyasi, ekonomik ve sosyal çıkarlar uğruna üstünlük kurmak amacıyla yapılmış, geleceği belirsiz bir girişimin parçası.
Geleneksel yaşamın oksijen çadırları: özerk alan
Oysa, Ortadoğulu kadınlar Batı’nın gözündeki kadar pasif değillerdi; erkek egemen toplumla başa çıkmak için kişisel olarak çabalıyorlardı. Bu kadınlar, içinde bulundukları gerçeği değiştirmediler ya da değiştiremediler fakat kendilerine özerk bir alan açmak için uğraştılar. Baskı altındaki insanların ne zaman ve nerede fırsat bulurlarsa kendileri için (sadece kendileri için) yarattıkları bu özel yaşam alanına “üçüncü alan” dendi. Burası, onları içinde bulundukları toplumdan koruyan ya da o toplumdaki statülerini iyileştiren bir alandı. Navra Atiya’nın büyük ün kazanan Halhal, Beş Mısırlı Kadın Hikâyesini Anlatıyor adlı kitabında “özerk alan”ı görmek mümkün. Kitapta, 1960’ların Kahire’sinde alt ve orta sınıflardan kadınların öyküleri kendi ağızlarından veriliyor.
Halhal’daki beş kadından birisi, Om Naima. Annesi babasının ikinci eşiydi. Kahramanın çocukluk anılarından, annesinin birden fazla kumasının bulunduğu evliliğinde nasıl ayakta kaldığını öğreniyoruz. (Antropologların çokeşlilik konusunda başka yerlerde yazdığı türden deneyimleri yansıtıyor.) Bu kadınlar, genelde aşağılandıkları bu hayatı biraz daha dolu yaşamak için kendilerine ait bir hayal dünyası kurmak; ailenin daha duyarlı ve mantıklı kişilerine daha yakın durmak gibi etkili yollar buldular. Böylece günlük yaşamdaki aşağılanma ve dışlanmaya kararlı bir şekilde karşı duruyorlardı.
Bu arada, kitabın kahramanlarından Suda’nın hikâyesinde de görürüz, kente göç eden ailelerdeki kadınlar yoksulluk ve sefaletle baş etmek için ellerinden geleni yaparlar. Hiç olmadı, evli kadınların “kocalarına ait” olduklarını simgeleyen altın ya da gümüş halhalları satarlar.
Canlı ve ölüyle dans
Kitaptaki kadınların kocaları dört eşli değildi belki ama, bu kadınlar kocalarının ailelerindeki kadınların nefretiyle de baş etmek zorundaydılar. Kendilerine sürekli kötü büyü yapılıyordu. Kitaptaki her bir kadın akıl sağlığını ve haysiyetini korumak için buna kendi büyü yöntemleriyle yanıt veriyordu. Bunun için de en çok başvurdukları yöntem, gerçek kavganın yerini temsili dayağın aldığı, bilinçaltındaki saldırganlık içgüdülerinin daha kabul edilir bir hale getirilip ortaya çıkarıldığı, yani şiddet içeren bir tür halk dansı/pandomim olan dövşahtı. Bu, aile yaşamındaki dert ve acılardan kısa süreliğine uzaklaşmak için başvurulan, kısmen de olsa bir “delirmişlik” haliydi.
Ortadoğu’da kadınların duygularını özgürce ifade etme şansı bulduğu nadir olaylardan birisi de yas törenleri. Burada dans, psikolojik açıdan mükemmel bir boşalma yolu olduğu için cenaze ve gömme törenlerinin geleneksel özelliği olarak 20. yüzyıl boyunca da yas ve ölümle bağlantılı olarak sürdü. Buna güzel bir örnek, “Umman ölüm dansı: dan”dır. Sadece Umman’ın güneyinde yapılan bu dansta, “dan” kelimesi tekrarlanır. (Aynı şekilde, Suriye’de maval adı verilen dansta “of” kelimesi tekrarlanıyor.)
Dana erkekler (ve ilk zamanlar kadınlar da katılırmış) bir daire oluşturuyorlar. Dairenin ortasında hiçbir takı takmamış ya da makyajsız, tamamen örtünmüş bir kadın dansçı yer alıyor. Yüzüne dokunduktan sonra çok acıklı bir ifadeyle dans etmeye başlıyor. Daireyi oluşturanlar ise yavaşça yeri yumrukluyorlar. Öyle bir an geliyor ki ortadaki dansçı kadın kendinden geçiyor ve sembolik olarak elbiselerini yırtıyor. Bu kendinden geçmenin amacı, doğaüstü boyutla bağlantı kurmak. Dans, genellikle ölen kişinin evinde ölümden üç gün sonra hava kararınca yapılıyor. Belki de mistik etkileri karanlıkla yaratmak daha kolay olduğu için böyle…
Pappé’ye göre kadının, törene böylesine merkezi bir rolde katılması, 20.yüzyılın herhangi bir dönemi için oldukça sıra dışıydı. Ortadoğu’nun diğer bölgelerinde kadının duygularını herkese açık yerlerde göstermesi genellikle denetlenirken; danda dans eden kadın dansçılar böyle kısıtlamalar yaşamıyorlardı.
Umman toplumunda her iki cinsin cenaze törenleri gibi anlamlı alanlara birlikte katılması, günlük yaşamda karmaşık ve yorucu davranış kuralları olan bir toplumda başlıca boşalma yollarından birisi. Bu özellikle, üzücü bir olay için dans ederken, “katarsis”e yol açan bir törenle toplumun katı kuralları yüzünden bastırılmış duygularını dışarıya atma fırsatı bulan kadınlar için faydalı.
Ne var ki zaman ve daha önemlisi modernleşme burada ilerlemeci olmaktan çok kısıtlayıcı faktörler oldular. Dans, yüzyılın ilk yarısında toplum genelinde sevinç ve hüznü belirten günlük törenlerin en önemli parçası olmayı sürdürürken, yüzyılın sonuna doğru özellikle kentlerde daha sınırlanmış ve kısıtlanmış bir olay haline geldi.
Umudu isimlere işlemek
Ortadoğulu kadınlar kadere ve eve hapsedilmeye sadece şiirlerde karşı durmuyorlardı; bir de isim koyma eylemi vardı. Kadınlar, özellikle göçebe toplumlarda, kadere karşı gelmenin sembolik yolu olarak isimleri kullandılar. Çocukları için boyun eğme ya da küçülmeyi değil, umudu ve gücü ifade eden isimler seçtiler. Yahudi folklorunda da olduğu gibi Arap söylenceleri ve deyişleri, oğlan çocuğu beklerken kızı olan babaların yaşadığı büyük hayal kırıklığını anlatan göndermelerle doludur. Ve anneler, kız çocuğun doğmasından sonra babaların memnuniyetsizliğinden doğan havayı dağıtmak için kızlarını “hediye” ya da “bağışlanan” diye çağırırlar.
İsrailliler “aşk cinayeti” işler, Filistinliler “namus”
Pappé, özetle yukarıdakileri anlatırken, bazı Ortadoğulu kadınların özerk alan kurmasının şarkı ve şiirlerdeki kadar kolay olmadığını da hatırlatmadan edemiyor. Öyle ki, sadece Bedevi kadınları değil şiirin ötesine geçme cesaretini gösterip “ailelerinin onurunu zedeleyen” bir yaşamı seçen kadınların tümünün ödediği bedel çok ağır, çoğunlukla da ölüm oluyor. Ancak, geçerli kuralları çiğnediği için öldürülen kadınlar sadece göçebe ya da yoksullar değil; İsrail basını sadece göçebe ya da Filistin kırsalında işlenen kadın cinayetlerini duyurmuyor, Yahudi kocaları tarafından öldürülen kadınların “dehşet verici” öykülerini de veriyor. Fakat basın, olay laik bir Yahudi ailesinde meydana geldiğinde, bunu “aşk cinayeti” ya da daha kötüsü “romantik bir amaçla işlenmiş cinayet” olarak vermeyi tercih ederken, Filistin bölgesindekileri namus cinayeti olarak veriyor.
Modernleşme çabaları işe yaradı mı?
Pappé’nin Ortadoğu’yu Anlamak kitabında dikkat çekmek istediği bir başka nokta, başta Mısır (Nasır dönemi) olmak üzere Ortadoğu ülkelerinde kadınlara yönelik modernleşme çabalarının her yerde ve hep hayırlı olmadığı. Bu reformlarda esas oyuncunun çoğu zaman kadınlar değil erkekler olduğunu ya da bir başka deyişle, erkeklerin kadınlar adına reformlar yaptığını da unutmamak gerekiyor. Bu reformlar, kimi yerlerde kadınların daha bağımsız bir yaşam kurmasına ve statülerinin iyileşmesine yardım etse de, kimi yerlerde kendi kurduğu özerkliği de yok etti ya da en azından zedeledi. Öyle ki bazen alt sınıftaki ya da kırsaldaki kadın üst sınıftakinden ya da kenttekinden daha özgürdür. Örneğin, Lübnan’ın güneyinde küçük dar dağlık bölgede, Şii köylerindeki varlıklı ailelerin kadınları (örneğin toplumun “modern” katmanından olanlar) köylerinden çıkamayarak yaşar ve yüzyılın önemli bir bölümünde peçe takarken, ırgat kadınlar sadece başörtüsü takıp nispeten daha özgür hareket ediyorlardı. Lübnan’ın başka yerlerinde yüksek statülü ailelerde görücü usulü evlilik kural iken, ırgat kadınlara birçok durumda eşini seçme hakkı veriliyordu.
Ilan Pappé kimdir?
Ilan Pappé 1954’te İsrail/Hayfa’da dünyaya geldi. Siyonizm karşıtlığıyla tanınan akademisyen, 2007 yılında, Filistin işgalini meşrulaştırdıkları gerekçesiyle İsrail üniversitelerine karşı başlatılan boykota destek verdi. Bu yüzden Hayfa Üniversitesi’ndeki görevinden istifa etmek ve İsrail’den ayrılmak zorunda kaldı. Şu an İngiltere’deki Exeter Üniversitesi tarih kürsüsünde görev yapıyor. Son Gazze saldırılarında İsrail’in, medya ve akademik dünyayı da kullanıp yalan söylediğini belirten Pappé, ülkesini “Gazze kurbanlarını terörist, kendi kitlesel katliamlarını ise öz-savunma olarak göstermekle” suçladı. İsrail’in tutumunun ideolojik kökenlerinden birisinin Siyonizm olduğunu söyleyen Pappé, 1948’deki etnik temizliğin, Filistinlilerin baskı altında tutulmasının, Batı Şeria’da ve bugünlerde Gazze’de yaşanan şiddetin bu ideolojiye dayandığını vurguluyor. Pappé, İsrail’in tavrının daha olaylar sıcaklığını korurken uluslararası boyutta kınanması hatta İsrail’e ambargo uygulanması gerektiğini de sözlerine ekliyor. (1)
Pappé’nin diğer çalışmaları arasında, Filistin’de Etnik Temizlik (2006); Modern Filistin Tarihi: Tek Vatan, İki Halk (2003); İngiltere ve Arap-İsrail Anlaşmazlığı (1994); Ortadoğu’da Ürdün – Ortadoğu’da Öncü Devletin Oluşumu (1994); Arap-İsrail Anlaşmazlığı’nın Ortaya Çıkışı (1994); İsrail-Filistin Sorunu (1999); Ortadoğu Politikaları ve Görüşler (1998) yer alıyor.
DİPNOT
1) Ilan Pappé, “Israel’s righteous fury and its victims in Gaza” (İsrail’in adil öfkesi ve onun Gazze’deki kurbanları), www.electronicintifada.net
Feminizmin hizmetindeki erkekler
Ortadoğu’yu Anlamak kitabının kadınlara ait bölümünde öyle bir kısım var ki, bugünün Irak ve Mısır’ına baktığımızda, kadın hakları açısından ileriye değil geriye gidildiğini bir kez daha ortaya koyuyor:
“…Yırtın peçeleri, Iraklı kadınlar, peçeden kurtulun! Yaşam için değişime ihtiyaç var. Yırt onu, yak onu, tereddüt etme. O sana sahte bir koruma sağladı.” Iraklı şair Cemil Sıtkı el-Zahavi, 20. yüzyılın başında ülkesinin kadınlarına böyle sesleniyordu. Zahavi, 19. yüzyılın sonunda ortaya çıkan, dinde saflık adına ve Batılı feminizme yanıt olarak peçenin kaldırılmasını isteyen reformcu okulun düşüncelerini tekrarlıyordu. Mısır Başmüftüsü olarak yolu açan, görevi sırasında (1899-1905), çokeşliliğe son verilmesi ve peçenin kaldırılması çağrısında bulunan Muhammed Abduh’tu. Abduh’un çıkış noktası ise İslam’ın akılcı bir din olduğu ve mantıksal bir çıkarımdan sonra bunları salık verdiğiydi. Geçmişteki geleneklere saygı duyan Abduh, yine de onları çağa ait kurallar değil, tarihi meseleler olarak görüyordu.
Öğrencilerinden Kasım Emin (1865-1908) bayrağı daha ileri götürerek, The Liberation of Women (Kadınların Kurtuluşu, 1899) adlı çalışmasında, Kuran’daki telkinlerde yer almayan, tam tersine peygamberin İslamiyet’in ilk yıllarında söylediklerinin ihlaliyle ortaya çıkan uygulamalar yüzünden kadının İslam toplumlarında ikinci sınıfa düşürülmesine artık son verilmesinin gerektiğine vurgu yapıyordu.
Emin, kadının özgürleşmesiyle, İngilizlerin Mısır’ı 1882 yılında işgaline karşı verilen mücadele arasında bağlantı kuruyor, kendi kaderini tayin etmenin siyasi olduğu kadar toplumsal cinsiyet konusu olduğunu da iddia ediyordu. Çıkış noktası öğretmeni Abduh ile aynıydı: İslami düşünce akılcılık ve bilimsel gelişmeye dayanmalıydı. Geçmişteki İslami yöneticiler kullarını nasıl küçük görüyorsa, Müslüman bir erkek de eşlerini öyle küçük görüyordu. Emin, kadın düşmanlığının İslamiyet’te yer almadığını, İslamiyet’in kutsal kitabında kadına saygı gösterildiğini, Ortaçağ’da Müslümanlığı kabul eden Arap olmayan halkların kadın düşmanlığını dine soktuğunu ileri sürüyor. Emin, peçeyi ve evde sadece kadınlarla kocalarına açık kutsal alan olan haremi, esasında kadının saflığını ve moralini bozan İslam dışı alışkanlıklar oldukları gerekçesiyle kınıyordu. Kuran’ın 12. suresi, ikinci ayetinde izin verilen birden fazla evlilik meselesine gelince, Emin’in yorumuna göre burada zorunluluk değil, salık verme söz konusuydu.
Emin’in bu yorumu yüzyılın başına rastlayan dönem için istisnai değildi. 1930’lara kadar aydınlar İslami ve Batılı felsefeler arasında köprü kurmak ve kaynaştırmak için denemelerde bulunmuşlardı. Emin’in durumunda bu denemeler, onu toplumda kadınlar için ancak kısmen eşitlik istemeye götürmüştü.
KAYNAKLAR
1) Edward Said, Şarkiyatçılık, Çeviren: Berna Ülner, Metis Yayınları, 2008.
2) Ilan Pappé, Ortadoğu’yu Anlamak, Çeviren: Gül Atmaca, NTV Yayınları, 2008.
3) Navra Atiya, Khul-Khal, Cairo, American University in Cairo Pres, 1991.