‘Mitolojik düşünme’ öylesine temeldir ki, tarihsel olarak mitos olmadan dinin olamayacağı ama din olmadan mitosun olabileceği görülür. İlk kez Antik Yunan’da doğa felsefesinin doğuşu, evrenin kökeni, doğası ve içerdiği süreçlerle ilgili sorunlara mitolojinin getirdiği çözümlerin bilinçli olarak terk edilmesinin bir ürünüdür. Bugün de geçerli olan bu yaklaşıma göre doğal olayların nedeni, tanrısal varlıklarda değil, doğal dünyanın içinde aranmalıdır.
Modern insan zihninin gelişiminde dilin kullanımı önemli bir aşamayı temsil eder. Nörobiyolog Merlin Donald’a göre insan zihni son 400.000 yıl içinde ‘epizodik’, ‘mimetik’, ‘mitolojik’ ve ‘teorik’ olmak üzere dört aşamadan geçmiştir. İlk iki aşamada dil yoktur. ‘Mitolojik düşünme’ aşamasında ortaya çıkan “dil ilk olarak evrenin kavramsal modellerini yaratmak” amacıyla kullanılmıştır. Analitik düşünme becerisinin varlığına işaret eden ‘teorik düşünme’ örneklerine ise son 25.000 yılda rastlanmaktadır. Ancak bu örnekler daha sonra ortaya çıkacak gelişmelerin sadece başlangıcıdır. Donald’a göre Antik Yunan’da bilim ve felsefenin ortaya çıkışı ‘teorik düşünme’nin, eş deyişle düşüncenin mitostan arındırılmasının son evresini temsil eder. (aktaran Watson, 2014: 57,84)
Başlangıçta mitos vardı
İnsanların dili kullanması belki de yüz bin yıl önce başladığı halde yazılı belge oluşturmaları sadece altı bin yıl öncesine dayanır. Atalarımızın yazı öncesinde tam olarak ne düşündüklerini belki de hiçbir zaman bilemeyeceğiz ama doğayı ve insanı açıklamak için uzun süre mitoslardan yararlandıklarını biliyoruz. ‘Mitolojik düşünme’ öylesine temeldir ki, tarihsel olarak mitos olmadan dinin olamayacağı ama din olmadan mitosun olabileceği görülür:
“Yaşamın kaynağı insanların anlamaya çalıştıkları ilk gizemdir. Yıldızları gökyüzüne kim astı? Ayın gece yanmasını kim sağlıyor? İnsan nereden geliyor? İnsanın evrendeki rolü nedir? Her biri insanların düşüncelerini yapılandıracak ve toplum içinde yaşamı düzenleyecek sorulardır.” (Banon, 2012: 51)
Mitolojik düşünce cansız doğa varlıklarına insani özellikler yükleyen antropomorfizme dayalıdır. İnsan ‘düşünen bir varlık’ olmadan önce ‘duyumsayan bir varlık’tır ve bu özelliğini sürdürür. Dahası, uzunca bir zaman boyunca insanın ‘duyular’ı onun hayatta kalmak için kullanabileceği biricik araç olmuştur. Bu dönemde insan, korktuğu ve anlayamadığı doğa olaylarını, onlara bir ruh/irade yükleyerek kişileştirme yoluna gitmiştir. Entelektüel ve teknik araçların yokluğunda insan, doğa güçlerini, onlarla iletişim kurarak aşmaya çalışır.(1) Dolayısıyla evrene dair ilk tasarımlarının, insanları doğrudan etkileyen doğa olayları tarafından biçimlendirilmesi ‘doğal’dır.
Bu kültürlerin ortak noktası tanrı ve tanrıçaların çoğunun göklerde ikamet ettiğine ve yerdeki yaşamı doğrudan yönettiklerine inanmalarıydı. Bazı kültürler ise açlık, sel(2), doğacak çocuğun sağlığı ya da bir kralın ölümü gibi birçok olayın yıldızların düzenine bakılarak bilinebileceğini varsaydılar, yani astrolojiyi geliştirdiler. Bu kültürler kaprisli tanrıların ne istediklerini anlamak için gök cisimlerini ve onların yeryüzündeki olası etkilerini kılı kırk yararak araştırdılar. Asurlulara ait iki örneğe göre:
“Venüs erken doğarsa kral uzun yaşayacak, geç doğarsa ülkenin kralı çabuk ölecek demektir.” Ve: “Ayın etrafı bir hale ile sarılıysa ve içinde de Ülker (çıplak gözle görülebilen yedi yıldızlı bir takımyıldız) duruyorsa, o yıl kadınlar erkek çocuk doğuracaktır.” (alıntılayan Fara, 2012: 20)
‘İlkel’ ya da ‘gelişmiş’ hiçbir kültür bir ‘kozmoloji’ icat etmeden uzun süre varlığını sürdüremez. Bilinen tüm kültürlerde evrenin yapısıyla ilgili çeşitli tasarımlara rastlanır. İnsanlar kendi yaşam alanlarıyla doğanın bütünü arasındaki bağlantıyı her zaman merak etmiş ve buna ilişkin tasarımlar geliştirmiştir. İlk tasarımların amacı, insanlar ve tanrılar için bir sahne oluşturmaktı. Bu sahneyi olağanüstü bir estetik yaratıcılık sergileyerek -masklar, hayvan postları ya da kemikleri, bitki kalıntıları, totemler gibi- dekorlarla süslemeyi de ihmal etmediler. Doğa güçlerini dengede ya da denetim altında tutacağına inandıkları bu eşyaları, düzenli olarak yineleyecekleri ritüelin önemli bir parçası, bir demirbaşı haline getirdiler. İlkel kozmolojiler, onu tasarlayan topluluğun koşullarını hem yansıtmış hem de belirlemiştir.
Kozmolojik tasarımlar oluşturma ihtiyacı, gök cisimlerini sistematik olarak inceleme ihtiyacına göre hem daha eski hem de daha temeldir. Bu yüzden mitolojik evren tasarımları, yani kozmo-mitolojiler astronomik çalışmaları belirlemiştir. Kozmo-mitolojiler, içinde astronomik gözlemlerin anlamlı kılınacağı -Antik Yunan’a kadar alternatifi olmayan- bir çerçeve oluşturmuştur. Diğer bir deyişle mitolojik/dinsel düşünüş astronomik gözlemleri açıklayan ‘teorik’ bir işlev üstlenmiştir. Ama bu durum, mitolojik tasarımlarla astronomik gözlemler arasında bir gerilime yol açmamıştır. Çünkü bu gözlemler gökyüzünü anlamak için değil insanın yeryüzündeki pratik ihtiyaçlarını karşılamak için yapılmıştır. Astronomik gözlemler bütün tarım uygarlıklarında takvim sistemleri geliştirmek için kullanılmıştır.
“Tarım toplumlarında doğru takvimlerin, yalnızca tarımsal amaçlar için değil, dinsel törenleri düzenlemek yönünden de yararlı ve gerekli olduğu açıktır. Takvimin, örneğin anlaşmaların (kontratların) ve gelecekteki ticari ve ekonomik işlerin tarihlenmesindeki önemli işlevini ayrıca açıklamaya gerek yoktur.” (McClellan III ve Dorn, 2008: 59)
Kozmolojinin mitolojiye değil astronomiye bağlı bir spekülasyon olarak gelişmesi ancak ve sadece Antik Yunan’la başlayan bir süreçtir. Astronominin teorik bir nitelik kazanması ile mitolojiyi yerinden edecek doğa felsefesinin gelişmesi aynı sürecin iki yüzü gibidir.
Doğa felsefesi Antik Yunan’da, diğer kültürlerden hiçbir etki almadan, kendiliğinden ortaya çıkmış değildir. Aksine Antik Yunan’da doğa felsefesinin ortaya çıkışını kültürler arası bir dizi etkileşimin sonucu olarak görmek gerekir. Bu etkileşim kültürler arasında gidip gelen mitolojik öğeleri olduğu kadar bilimsel öğeleri de kapsar. Ortadoğu’da birbirine yakın coğrafyalarda benzer kozmo-mitolojilerin geliştirilmiş olduğu görülür. Kozmo-mitolojilerin zamanda ve mekânda yaygınlığı ve etkisi anlaşılmadan, ona alternatif olarak ortaya çıkan doğa felsefesinin önemi ve özgünlüğü de tam olarak kavranamaz.
Evren tasarımlarında gökyüzünün ayrı bir önemi vardır ve bu tasarımlar düşünce tarihinde daha dikkatli incelenmelidir. Gökyüzündeki düzen ve düzensizliğin açıklanması kültürlere göre farklılık gösterir ve kültürler arası etkileşimi anlamamızı sağlar. Ayrıca, gökyüzü hakkındaki tasarımları incelemek, dönemin bilimsel tutumunu bir ayna gibi yansıttığı için sürekli gelişen bilim anlayışının tarih içinde izini sürmeyi kolaylaştırır. (Ronan, 2005: 13)
Babil evreni
Babil yaratılış mitosu Enuma Eliş’e(3) göre ‘başlangıçta, sadece su ve onun üzerinde salınıp duran sis’ vardı. Tatlı suların efendisi Apsu ve tuzlu suların yöneticisi Tiamat ortaya çıkarak suları birleştirdiler. Sonra dişi Tiamat’la eril Absu’nun birlikteliğinden diğer tanrılar doğdular. Bu tanrılardan Marduk, ana tanrıça Tiamat’ı yenerek(4) evreni, yani yeryüzü ve gökyüzünü oluşturdu:
“Marduk tüm düşmanlarına boyun eğdirdikten sonra, Tiamat’a döndü, bacaklarına bastı ve asasıyla kafatasını ezdi. Kan damarlarını parçaladıktan sonra, kuzey rüzgârı kanı gizli yerlere götürdü. Sonra Marduk, Tiamat’ın cesedini kabuklu bir hayvan gibi iki parçaya ayırdı. Tiamat’ın yarısıyla gökyüzünü kurdu, diğer parçasıyla da yeryüzünü oluşturdu. Tiamat’ın tükürüğüyle bulutları yarattı ve onları suyla doldurdu, ancak rüzgârların, yağmurların ve soğuğun sorumluluğunu kendisi aldı. Tiamat’ın başını yeryüzündeki dağları oluşturacak şekilde yerleştirdi ve Dicle ile Fırat nehirlerinin Tiamat’ın gözlerinden akmasını sağladı.” (Rosenberg, 2003: 252)
Bundan sonra Marduk, göğü Anu’ya, yeri Ea’ya ve gök ile yer arasındaki havayı Enlil’e verdi. Yılı, aylara ve günlere böldü. Geceleri Sin’e (Ay), gündüzleri Şamaş’a verdi ve her ikisinin de ışımasını sağladı. Bundan sonra, tanrılar, kendilerine hizmet etsin diye insanı yarattılar. İnsanlar tanrıların işçisi-kölesi olarak yaratılmıştı ve onlar için hiçbir kurtuluş umudu yoktu.
Babil mitolojisine göre evren yuvarlak bir midye biçimindedir. Altında ve üstünde su olan evrenin ortasında, derin suların üzerinde yüzen bir ‘yeryüzü dağı’ bulunur. Bir adaya benzeyen bu dağ aşılmaz bir nehirle çevrilidir. Doruğunda Fırat nehrinin kaynağı bulunan dağın üzerinde ‘yukarıdaki sular’ı tutan ve yıldızlara ev sahipliği yapan sağlam bir gökkubbe yer alır. Yıldızlar bu kubbede asılıdır. Kimi zaman kubbedeki kapılar açılarak ‘yukarıdaki sular’ aşağıya yağmur olarak dökülür. Kimi zaman da tabandaki kapılar açılarak ‘aşağıdaki sular’ yeryüzüne pınarlar biçiminde ulaşır. Yeryüzünün alt kısmında ölmüş insanların ve şeytanların yaşadığı ‘karanlığın sonsuz evi’ vardır. En altta ise, evrenin (gökyüzü ve yeryüzünün) üzerinde yüzdüğü ‘dipsiz tatlı sular’ bulunur. Bu sulara ‘büyük uçurum’ ya da ‘bilgi evi’ de denir. Her şeyi bilen Ea, bu sularda yaşar.
Babillilere göre gökyüzü evrenin ışıltılı yanıdır. Burada yıldızların yanı sıra yerlerini yıldızlara göre değiştiren kimi ışıltılı nesneler de bulunuyordu. Sürekli yer değiştiren bu nesneler ‘başıboş dolaşan, gezgin’(5) olarak adlandırılmıştı. Babilliler yedi gezgin gök cismi gözlemişlerdi: Sin (Ay), Şamaş (Güneş), Nebo (Merkür), Iştar (Venüs), Nergal (Mars), Marduk (Jüpiter) ve Nibib (Satürn). Bu cisimler gökyüzünde ‘başıboş’ dolaşıyor gibi gözükse de gizemli bir yolun(6) dışına da çıkmıyorlardı. Babilliler için gökyüzü Güneş, Ay ve yıldızların dans ederek devindikleri bir sahneydi.
Güneş ve Ay doğudaki kapılardan giriyor, hayvanların çektiği arabalarıyla göksel sahneyi kat ediyor ve doğudaki kapılardan çıkıyordu. Güneş ve Ay’ın gece olduğunda nasıl bir yol izlediği ise belirsizdi. Güneş ve Ay kimilerine göre geceleri ‘dipsiz tatlı sular’a rağmen yeryüzünün altından geçiyor, kimilerine göre ‘göğü tutan dağ’ın alt kısmında açılmış bir tüneli kullanıyordu. Ama bir biçimde bu cisimler tekrar doğu kapısına ulaşıyordu. Güneş’ten farklı olarak Ay’ın evreleri vardı ve bu evreler doğum, ölüm ve öldükten sonra diriliş gibi yeryüzündeki yaşam döngüsüyle örtüşüyor gibiydi. Bu yönüyle Ay yeryüzündeki yaşamın farklı evrelerinin ayırt edilmesine olanak sağlıyordu. Ancak Ay’ın devinimleri serüvenliydi. Yer altında yaşayan şeytanların sürekli saldırısına uğrayan Ay, her ayın sonunda bu şeytanlara esir düşüyordu. Neyse ki insanların da yardımıyla bu esaretten kurtulan Ay, olağan devinimlerine yeniden başlıyordu.
Babilliler “hesaplamalarını gezegen yörüngelerinin haritalarını çıkarmak için değil, gök olaylarının bireyleri nasıl etkilediğini anlamak için” (Fara, 2012: 31) yapıyorlardı. Onların yeryüzündeki her şeyin göklere bağlı olarak gerçekleştiğine dair inançları, astroloji ve kehanetle ilgili tüm inançlarının temelinde yer alıyordu. Onlar bilginin doğasına ilişkin modern yaklaşımdan da uzaklardı: İnsanların sahip olduğu kimi bilgilerin tanrılardan vahiy yoluyla geldiğine inanıyorlardı. Kutsal bir özellik taşıyan bilgi seçkin olduğu düşünülen insanlarla paylaşılıyor ve sıradan insanlardan gizleniyordu. Onlara göre insan hayatı göksel olaylara bağlıydı ve göksel olaylar tanrıların insanlara ilettikleri bir tür mesajdı. Göksel güçleri etkileme olanağına inandıkları için önce kendilerine iletilen mesajların şifresini çözmeleri gerekiyordu.
Astronomik gözlemlerin diğer bir nedeni tarımsal etkinliklerdi. Tarım yapmak mevsimlerin zamanını saptamayı, mevsimlerin zamanını bilmek takvim bilgisini gerektiriyordu. Takvim bilgisi de gökteki cisimlerin devinimlerinin dikkatle izlenmesini, bilinmesini ve anlaşılmasını zorunlu kılıyordu. Gökcisimlerinin insanların yararlanması için tanrılar tarafından gökyüzüne yerleştirildiklerine inanılıyordu. Babil’de astronomik çalışmaları belirleyen başlıca etken diğer toplumlarda olduğu gibi tarımsal üretimin örgütlenmesiydi. Bununla birlikte Babil’de astrolojinin ve yıldızlara tapınmaya dayalı bir dinin varlığı astronomik çalışmaları daha da motive etmiş gibidir:
“Babil’deki astronomi, tüm eski bilimsel geleneklerin en gelişmiş olanıydı. Eski Babil’de, geleceği görmek için hayvan bağırsağı okumak yerine yıldızlarla ilgili bir dine geçiş, gökyüzü hakkındaki çalışmaları cesaretlendirmiş olabilir.” (McClellan III ve Dorn, 2008: 62)
Babil astronomisinin teorik değil ama ampirik düzeyde oldukça başarılı olduğu göz ardı edilemez. Polos ve gnomon’u(7) kullanarak gözlemsel ya da takvimsel astronomiye oldukça önemli katkılarda bulunmuşlardır. Babilli astronomlar, MÖ 5. yüzyıla gelindiğinde, başlıca gökcisimlerinin uzak gelecekteki konumlarını önceden kestirebiliyorlardı. Ayrıca gündönümleri, ekinokslar ve Güneş ile Ay’ın evreleri konularında oldukça bilgiliydiler.
“Aslında, Babil astronomisindeki birçok teknik ‘yol ve yöntem’, daha sonra Yunan ve Helenistik astronomlarca alınmış ve benimsenmiştir. Burada vurgulanması gereken nokta, Babilli astronomların yaptığı araştırmalardır. Hiç kuşkusuz, gökyüzünü gözlemleme aygıtlarıyla inceledikleri ve doğru kayıtlar tuttukları açıktır. Artık biliyoruz ki, gözlemleme ve kayıt tutmaktan çok daha fazlasını yapmışlar ve belirli astronomi problemlerini çözmek için sistematik araştırmalar yürütmüşlerdir.” (McClellan III ve Dorn, 2008: 62-63)
Babil astronomisinin kimi başarıları gerçekten şaşırtıcıdır. Örneğin Babilliler gezegen devinimlerini o kadar doğru hesaplamışlardır ki onların kesinlik derecesine çok sonraları ulaşılabilmiştir. Babilliler Arthur Koestler’in belirttiği gibi:
“…yılın uzunluğunu doğru olan değere oranla yüzde 0,001’den daha düşük bir sapmayla hesaplamışlardı ve Güneş ve Ay’ın hareketleriyle ilgili hesapları, dev teleskoplarla donanmış 19. yüzyıl gökbilimcilerininkinden yalnızca üç kat fazla hata payı içeriyordu. Bu bakımdan onlarınki bir Kesin Bilimdi; gözlemleri doğrulanabilirdi ve onların astronomik olayları kesin olarak öngörmelerine olanak sağlıyordu; kuram, mitolojik varsayımlara dayanmasına rağmen ‘işliyordu’”. (Koestler, 2013: 18-19)
Geç Babil döneminde astronomi biliminde yaşanan önemli bir gelişme olarak ilahi varlıkların müdahalesini reddeden, doğal olayların yine doğal olaylarla açıklandığı yeni bir yaklaşımın sezgisel bir biçimde de olsa belirmiş olduğu not edilmelidir. (Ronan, 2005: 8) Bununla birlikte belirtmek gerekir ki Babil’de astronomi astrolojik ve dinsel karakterini hiçbir zaman aşamamıştır. Astronomik çalışmaların çerçevesini doğa felsefesi değil bir kozmo-mitoloji çizmekteydi. Diğer bir deyişle Babil astronomisi, evreni anlamaya yönelik teorik spekülasyonlardan değil takvim oluşturma ve gökcisimlerinin insanlar üzerindeki etkilerini belirleme gibi pratik ihtiyaçlardan besleniyordu. Babilliler gökcisimlerinin devinim çeşitliliğini bireysel ve birbirinden bağımsız, aritmetik ve cebirsel olaylar olarak görüyor ama geometrik-kinematik modeller(8) oluşturma ihtiyacı duymuyorlardı. (Fara, 2012: 32)
Mısır evreni
Mısırda evrenin yaratılışı Heliopolis, Hermopolis ve Memfis adı verilen birden fazla mitosta kayıtlıdır. Bunlardan en çok bilineni, evrenin oluşumu ve yapısının simgesel bir dille anlatıldığı Heliopolis Ennead’ıdır. Bu dokuz tanrılı kozmogoninin ayrıntılarını Piramit Metinleri ve Ölüler Kitabı’nda bulmak mümkündür.
Heliopolis kozmogonisine göre başlangıçta, su ve balçıktan oluşan kaotik bir ortam vardı. Tanrı Nun tarafından kişileştirilen bu ‘hiçlik’, evreni, tanrıları ve insanları ortaya çıkaran bir tür ezeli okyanustu. Bu okyanusta kendi varlığının farkına varan tanrı Atum, ezeli okyanusun içinden Ben-Ben adı verilen piramide benzer bir tepecik olarak yükselerek kendisini yarattı. (Daniels, 2014: 53) Atum daha sonra Ra-Atum, yani Güneş olarak yeniden doğdu. Buna göre ilk ve gizli tanrı Atum, görünür tanrı Ra-Atum idi. Yaratıcı tanrı Ra-Atum-Khepri(9) kendi bedeninden diğer tanrıları nasıl yarattığını insanlara seslenirken şöyle anlatır:
“Ben, kaosun sularından yükselen kadim tepecikte tek başına görünen Atum’um. Ben göründüğüm zaman ne gökyüzü ne yeryüzü ve ne de yeryüzünün yaratıkları vardı. Ben, su içinden yükseldim ve üzerinde duracağım bir yer yaptım. Sonra her biçimi, ağzımdan çıkanlarla yaptım. Önce, Shu ve Tefnut’u kusarak çıkardım. Onlar benimle birlikte tanrı oldular.” (aktaran Peker, 2009: 23)
Tanrıların doğumu tamamlandığında Shu havayı (atmosferi), Tefnut ise yağmur ve nemi simgeleyecektir. Shu ile Tefnut’un birlikteliğinden yer tanrısı Geb ile gök tanrıçası Nut doğdu. Geb ve Nut, Shu tarafından birbirlerinden zorla ayrılmış iki sevgiliydi. Geb’in bedeni, üzerinde bitkilerin yeşerdiği, bereket ve depremlerin olduğu yeryüzüydü. Nut’un yıldızlarla süslü bedeniyse Geb’i bir kemer gibi kuşatan gökkubbeyi oluşturuyordu. Elleri ve ayaklarıyla yere dayanan Nut’un başı ve kolları batıda, kalçaları ve bacakları ise doğudaydı. Geb ve Nut’un birleşmesinden ise dokuz üyeli tanrı ailesinin diğer bireyleri doğdular: Nil’e yaşam veren Osiris, bereket tanrıçası İsis, çölü simgeleyen Set ve tanrıça Neftis.
İnsanların ortaya çıkışı ise Atum’un gözyaşlarıyla açıklanır. Öyküye göre bir gün Shu ve Tefnut ezeli sularda kaybolunca, Atum onları bulması için gözünü gönderir. Çocuklarına yeniden kavuşmanın sevinciyle döktüğü gözyaşları insanoğluna dönüşür. Bu yaratılış mitosunun mesajı açıktır: Başlangıçta yalnızca kaotik bir okyanus vardır ve tanrılar ile insani varlıklar, kendi varlığının bilincine varan ilk tanrının yaratıcı tözünden türemiştir.
Mısır mitolojisine göre evren dörtgen biçimli bir midyeyi andırıyordu. Tanrı Geb tarafından kişileştirilen düz yeryüzü evrenin zeminini oluşturuyor ve çevresi sularla kaplı olarak uçsuz bucaksız bir okyanus üzerinde yüzüyordu. Tanrıça Nut tarafından kişileştirilen gökyüzü yeryüzünün üzerini bir kemer gibi kuşatıyor ve yıldızlara ev sahipliği yapıyordu. Nut’u gökyüzünde hava tanrısı olan Shu tutuyordu.
Gökteki yıldızları doğuran Nut bu lambaları bedenine sabitlemişti. Mısırlılar kimi yıldızların ufuk düzleminin altına indiğini kimi yıldızların da inmediğini gözlemlemişlerdi. Hiçbir zaman gözden kaybolmayan bu yıldızlara Mısırlılar ‘ölmeyen yıldızlar’(10) adını vermişlerdi.
Mısırlılar gökle yer arasında sıkı bir karşılıklılık ilişkisi olduğuna inanıyorlardı: Samanyolu Nil’in kız kardeşiydi; biri yerde diğeri gökte sürekli akıyordu. Nil’in kanalları gibi Samanyolu’nun da kanalları vardı ve gezegenler bu kanallar boyunca kendi gemilerini yüzdürüyordu. Bu gezegenlerden kimileri şunlardı: ‘Kızıl Horus’ olarak adlandırılan Mars; ‘gizli toprakların kapılarını açan Horus’ denilen Jüpiter; ‘ölüler evine hükmeden Gökyüzü’nün Boğası’ adı verilen Satürn. Mısırlılar bu gezegenleri tanıyorlar ve bunları ‘dinlenmeyen yıldızlar’ olarak adlandırıyorlardı. (Vigoureux, 2008: 29-30)
Mısırlılar Teb kentinin kral mezarlarına gece güneşin, gündüz yıldızların gözden kaybolmasıyla ilgili iki farklı mitos resmettiler. İlk mitosa göre Güneş Tanrı Ra’nın (‘Güneş’ Ra’nın simgesidir) tüm yolculuğu boyunca kullandığı iki teknesi vardı. Bu teknelerden birini gündüz gökyüzünde, diğerini gece yeraltında yol almak için kullanıyordu. Ra gündüzleri kullandığı teknesiyle gökyüzünü, yani Nut’un ince uzun bedenini on iki saatte boydan boya aşıyordu. Gece olduğunda ise diğer teknesiyle gecenin kapılarını açmak için ‘yeraltı’na, yani cehenneme iniyordu. Cehennemin tehlikeli on iki bölgesinden geçen Ra, onun kayığını devirmek isteyen baş düşmanı Apophis’ten(11) güç de olsa kurtulmayı başararak doğuya ulaşıyordu.
Bu mitos, yıldızların gündüzleri gözden kaybolmalarını onların geçici olarak ölmeleriyle açıklıyordu: “Bu geçici ölümden sonra yıldızlar, arınma ve mumyalanmadakine benzeyen bir ilaçlanma sürecinden geçiyor ve tekrar canlanıyorlardı. Yani yıldızlar, belirli bir süre öte dünyada bir seyahat yapmakta ve bir süre sonra tekrar canlanmaktaydılar.” (Unat, 2001: 4)
Diğer mitosa göre, gök tanrıçası Nut, Güneş’i ve yıldızları her gün yutuyor ve yeniden doğuruyordu. Güneş tanrısı Ra, teknesiyle doğudan batıya akşama kadar gökyüzünde yol aldıktan sonra, Nut’un ağzına yaklaştığında yutuluyordu. Güneş, Nut’un bedeni içinde, bu kez batıdan doğuya doğru, gece boyunca ve dışarıdaki yıldızlarla birlikte yolculuk ediyordu. Sabahları görülen tan kızıllığı da Güneş’in Nut’un vulvasından çıkışının belirtisiydi. (Hart, 2005: 111)
Yalnızca gündüzleri görünen ve uzay ve zaman dışı varlığı simgeleyen Güneş tanrısı Ra’nın aksine Ay tanrısı Thoth, hem geceye hem de zamana hükmediyordu. Ancak Ay bir dişi domuz tarafından saldırıya uğruyor ve her ayın ortasından başlayarak on beş gün süreyle yutuluyordu. Tıpkı Güneş gibi Ay da bu trajik saldırılardan kurtuluyor ve yeniden doğuyordu.
Mısırlılar insan ve evren, gök ve yer arasında sıkı karşılıklılık ilişkisi kurmuş olsalar da, bu ilişki, çoğu kez sanılanın aksine, Mısır’da bir astrolojinin doğmasına yol açmamıştır. J. Vercoutter’in belirttiği gibi:
“Mısır uygarlığı astrolojiye inanmayan, itibar etmeyen bir uygarlıktır (…). Buna karşılık Mısırlı, mitolojik olaylarla günlük hayat arasında ilişkiler olduğuna inanır; takvimlerinde taptıklarının başlarından geçen iyi ve kötü serüvenlere göre uğurlu ya da uğursuz günleri bir araya getirir.” (alıntılayan Vigoureux, 2008: 33)
Astrolojiye olan ilgisizlikleri ilk bakışta Mısırlılar için bir avantaj gibi görünse de bilimsel düşüncenin gelişimini sağlamamıştır. Astrolojiye ilgisizlik tek başına teorik spekülasyonların önünü açacak yeterli koşulu sağlamadığı için, onlar evreni tanrısal olaylarla açıklamaya ve dinsel açıdan yorumlamaya devam etmişlerdir.
Teoriye olan ilgisizlikleri ve uygulamaya olan eğilimleri Mısırlıların astronomi ve matematik alanındaki çalışmalarında açıkça gözlenir. Takvim yapmaya diğer uygarlıklardan daha fazla önem vermiş olan Mısırlılar için astronomi, tıpkı Babillilerde olduğu gibi, zamanı ölçmede kullanılabilecek pratik bir uğraş olarak görülmüştür. Bu nedenle onlar Güneş, Ay ya da gezegenlerin hareketlerini açıklayacak teoriler ileri sürmemişlerdir. Astronominin pratik bir uğraş olarak görülmesinin bir nedeni de Mısır matematiğinin astronomi bilgisini geliştirecek düzeye ulaşmamış olmasıdır. Bununla birlikte Mısırlılar kendi pratik amaçlarına uygun olarak, ‘takvimsel astronomi’ geliştirmede son derece başarılı olmuşlardır. Nitekim Mısırlılar bir yılı, otuzar günlük on iki aya beş gün ilave ederek 365 gün olarak hesaplamışlar ve bir günü 24 eşit kısma, gece ve gündüzü de ayrı ayrı on iki eşit kısma bölerek halen kullanmakta olduğumuz zaman birimlerini bulmuşlardır.
Mısır matematiği de uygulamalı aritmetik ve arazi ölçümleriyle sınırlıydı. Toplama, çıkarma, çarpma ve bölme işlemlerini hazır cetveller kullanarak yapıyorlardı. Arazi ölçümlerinde ise Pythagoras teoreminin özel bir biçiminin uygulanması demek olan, hazır ipler kullanılmaktaydı. (Ronan, 2005: 21-27) Mısırlıların pratik sorunlardan ayrı görmedikleri matematiğin ilkeleri üzerine düşünmemiş olmaları, bir bakıma şaşırtıcı değildir.
Yunanlı tarihçi Herodot, geometrinin (‘yer ölçüsünün’) ortaya çıkışını Eski Mısır’da Nil taşkınlarının ardından kaybolan arazi sınırlarının yeniden ölçülmesi ihtiyacına bağlar. Kuşkusuz, soyut bir oyun olarak teorik matematiğin ortaya çıkmasından sonra da matematiğin uygulamalı biçimleri insanların pratik ihtiyaçları karşılamaya devam etmiştir. (McClellan III ve Dorn, 2008: 59)
Eski Ahit’in evreni
Babilliler ve Mısırlılardan birçok açıdan farklı özellikler taşıyan önemli bir kozmo-mitoloji örneği küçük bir kavim olan İbranilere aittir. Bu kozmo-mitolojiyi önemli kılan bir özelliği diğer Ortadoğu dinleri yok olurken hayatta kalmayı başarmış olmasıdır. Diğer bir özelliği de, kendisinden sonra gelen -İsa dâhil kurucularının hepsinin Yahudi olduğu- Hıristiyanlığı büyük ölçüde belirlemiş olmasından kaynaklanır. Günümüzde Yahudiler Eski Ahit’i kutsal kitap kabul ederlerken Hıristiyanlar hem Eski Ahit’i hem de Yeni Ahit’i kutsal kabul ederler. Böylece, büyük ölçüde tadil edilmiş olmakla birlikte, Yahudilerin dini gelenekleri Hıristiyanlar tarafından da taşınmış olur. Her iki dinin de kutsal kabul ettiği Eski Ahit’in kozmo-mitolojisi günümüzde bile milyonlarca inanan insanı yakından ilgilendirmekte, yani güncelliğini korumaktadır.
Eski Ahit’in Yaratılış(12) kitabında evrenin aşkın ve ezeli bir Tanrı tarafından yaratılması, kendine özgü bir simgesellik içinde anlatılır. Evreni tam altı günde tamamlayan Tanrı ilk gün yeri, göğü ve ışığı yaratarak işe başlar:
“Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı. Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı’nın Ruhu suların üzerinde dalgalanıyordu. Tanrı, ‘Işık olsun’ diye buyurdu ve ışık oldu. Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı. Işığa ‘Gündüz’, karanlığa ‘Gece’ adını verdi.” (Yaratılış, I. bölüm, 1-5)
İkinci günü Tanrı, çoğu mitosta olduğu gibi, gökkubbeyi yaratarak alttaki suları üsttekilerden ayırır:
“Tanrı, ‘Suların ortasında bir kubbe olsun, suları birbirinden ayırsın’ diye buyurdu. Ve öyle oldu. Tanrı gökkubbeyi yarattı. Kubbenin altındaki suları üstündeki sulardan ayırdı. Tanrı kubbeye ‘Gök’ adını verdi.” (Yaratılış, I. bölüm, 6-8)
Üçüncü gün Tanrı suları bir yere toplayarak kuru toprağı ortaya çıkarır ve yeryüzünde otlar, sebzeler ve meyve ağaçları yetiştirir. Dördüncü gün Tanrı gündüzü geceden ayırması, yeryüzünü aydınlatması; mevsimleri, günleri, yılları göstermesi için gökkubbeye Güneş’i, Ay’ı ve yıldızları yerleştirir. (Yaratılış, I. bölüm, 14-18) Beşinci ve altıncı günlerde Tanrı kuşları, balıkları ve hayvanları yaratır. (Yaratılış, I. bölüm, 20-25) Altıncı günün sonunda da, yeryüzünün egemeni olmasını istediği insanı iki cins olarak kendi suretinde yaratır. Böylece yeri ve göğü tüm öğeleriyle tamamlayan Tanrı yedinci gün dinlenmeye geçer. (Yaratılış, II. bölüm, 1-2) Artık bundan böyle göklerin öteleri Tanrı’ya, yeryüzü ise insanlara aittir. Ancak Tanrı yarattığı evrenin efendisidir de: “Yeryüzünün dört bucağından bulut yükseltir, Yağmur için şimşek çaktırır, Ambarlarından rüzgâr çıkarır.” (Zebur, Bölüm 135, 7)
Eski Ahit’in çeşitli pasajlarına yayılmış anlatımlar birleştirildiğinde şöyle bir fiziksel dünya resmi ortaya çıkar: Yeryüzü kare biçiminde düz bir yüzeydir ve bir okyanus tarafından çevrilmiştir. Bu yüzeyin altında, en eski sulardan oluşan geniş bir yeraltı su deposu vardır ve bu depolar pınarlarla yer yüzeyine bağlanmıştır. Yerin üzeri, ‘gökyüzü’ de denilen ‘dökme tunç bir ayna kadar sert olan gökkubbe’ tarafından taçlandırılmıştır. Sular yalnızca yeraltında değildir; gökkubbenin hemen üstündeki ambarlarda da saklıdır. Gökkubbedeki kapaklar arada bir açılarak buradaki sular yağmur, kar ve dolu olarak yeryüzüne düşer. En altta da ölüm ülkesi de denilen ‘yeraltı ölü ruhlar âlemi’, yani Şeol bulunur. Yeryüzü ‘asla sarsılmasın diye’ sütunlar üzerinde durmaktadır. Göklerin en tepesinde, ‘yedinci gök’te ise Tanrı’nın tahtı yer alır.
Yahudilikten büyük ölçüde etkilenen Hıristiyanlığın evreni de, Eski Ahit’tekinden çok farklı değildir. En belirgin fark Tanrı’ya ait mekânın cennet olarak yeniden tasarlanmasıdır. Rudolf Bultmann’ın belirttiği gibi, Yeni Ahit birebir okunduğunda bilimöncesi bir noktada durur:
“Dünya üç katlı bir yapıdan oluşur; yukarıda cennet, ortada dünya ve yeraltında da cehennem bulunur. Cennet, Tanrı’nın ve göksel varlıklar olan meleklerin evidir. Yeraltında bulunan cehennem de acı çekilen yerdir. Dünya, yalnızca günlük işlerin görüldüğü, doğal ve basit bir yer olmaktan ibaret değildir. Bir taraftan Tanrı ve melekleri, bir taraftan da şeytan ve onun hizmetçileri doğaüstü eylemleriyle sahnededir. Bu doğaüstü güçler, doğanın düzenine, insanın düşüncelerine, düşüneceklerine ve yaptıklarına müdahale ederler. Mucizeler oldukça fazladır. İnsan kendi hayatını kontrol edemeyebilir. Kötü ruhlar onu ele geçirebilir. Şeytan onu kötü düşüncelere sevk edebilir. Buna karşılık, Tanrı da onun düşüncelerine ve eylemlerine rehberlik edebilir.” (alıntılayan Segal 2012: 70)
Creatio ex nihilo?
Aslında Tekvin kitabının ilk iki bölümünde, iki (farklı) yaratılış öyküsü bulunmaktadır. İlkinde, yukarıda belirttiğimiz gibi evrenin ilk durumu, tıpkı Mısır ve Babil kozmo-mitolojilerinde olduğu gibi bir sular kaosudur. İkincisinde evrenin ilk durumu bitkilerin bulunmadığı susuz boş topraklardır. Samuel Henry Hook’un belirttiği gibi:
“Burada, bu iki anlatımdan hiçbirinin, çağdaş insanın kafasını kurcalayan sorunla, yani bir mutlak başlangıç sorunuyla, ex nihilo (hiç yoktan) var ediş, hiçten yaratış sorunuyla ilgilenmediğine dikkat çekilebilir. Her iki anlatım, yaratılış eyleminden önce, o ya da bu türden bir maddi dünyanın varlığını kabul eder ve içinde yaşama olanağı bulunan düzene sokulmuş evrenin nasıl doğduğu sorunu ile ilgilenirler. Bu anlatımların her ikisinde de yaratış eylemi, yoktan maddenin var edilmesi değil, kaostan düzenin çıkarılmasıdır.” (Hook, 1993: 130)
Eski Ahit’te Tanrı evreni yaratırken doğanın iki öğesi olan ‘karanlık’ ve ‘su’yun yer ve gökle birlikte ama kendiliğinden, yani tanrısal irade dışında ortaya çıktığı görülür. Bu iki öğeye karşı Tanrı, ışık ve toprağı yaratarak durumu dengeler. (Bkz Yaratılış, I. bölüm, 1-5) Her şeyi yöneten tek tanrı tasarımında bile doğanın kendiliğinden varlığı düşüncesinin açıkça ortaya çıkması, önceliği doğaya veren tasarımların gücünü gösterir. Yaratılış mitosunun, aşkın bir tanrı tasarımına sahip Kuran’da aldığı biçimi izlemek ve onu Sümer, Mısır, İbrani yaratılış mitoslarıyla karşılaştırmak ilginç sonuçlar verebilir. Örneğin Kuran’da evrenin yaratılışından önce mitolojik/doğal bir öğenin varlığından söz edilir: Hud suresinin 7. ayetinde Tanrının gökleri ve yeri, ‘henüz Arş’ı su üstünde iken’ yarattığı açıkça belirtilir(13). Aslında evrenin bütün öğeleriyle hiçten yaratıldığı (creatio ex nihilo) anlamına gelecek ifadeler hiçbir kutsal metinde yer almaz. Üç İbrahimi dinde -Yahudilik, Hıristiyanlık, İslamiyet- söz konusu olan doğal öğelerden oluşmayan ya da doğal öğeleri simgelemeyen yüce bir tanrının bilinciyle evreni düzenlemesidir:
“Fakat ex nihilo creation üç İbrahimi dinle sınırlanamayacağı gibi tektanrıcı kültürlerin özel bir ürünü de değildir. Esasen, ex nihilo creation dünyanın her yerinde bulunur ve en çok bilinen beş türü tartışılmaktadır. Ona antik Mısır’da, Hindistan’ın antik Rig Veda’sında ya da bugün Afrika, Asya, Okyanusya ve Kuzey Amerika’daki birçok animistik kültürün mitolojilerinde rastlanır.” (Leeming, 2010: 2)
Aslında İbrahimi dinlerdeki evren birçok bakımdan özgün değildir. Örneğin Eski Ahit’in kimi yaratılış öykülerindeki imgelerin Sümer-Semitik mitostan türediği gösterilmiştir. (Campbell, 1995: 76) Yaratılış kitabında Tanrı’nın ruhunun suların üzerinde dalgalanması, Mezopotamya yaratılış mitolojisindeki tanrı Marduk’un ezeli sularda salının üzerinde gezinmesiyle neredeyse aynıdır. (Banon, 2012: 62) Aynı şekilde Eski Ahit’te Tanrı’nın evreni ‘logos/söz’ ile yaratmış olmasının özgünlüğü de tartışmaya açıktır. Düşünce ve sözcük gücü ile yaratılışa ilişkin bir Mısır mitosu olan Memfis Triadı, Yaratılış kitabından iki bin yıl daha eskidir. MÖ. 2850’lere kadar giden bu metindeki mumya-tanrı Ptah’ın anlatımıyla:
“Göz gördüğünde, kulak duyduğunda ve burun nefes aldığında, bunları kalbe bildirir. Her şeyi ortaya çıkaran kalp ve kalbin düşündüklerini tekrarlayan dildir. Bütün tanrılar böyle yaratılmıştır, hatta Atum ve Ennead bile.” (alıntılayan Campbell, 1993: 89)
Mircea Eliade (2003: 116) şimdiye dek bulunan bu en eski Mısır kozmogonisini ‘en felsefi anlatı’ ve ‘Mısır metafizik spekülasyonunun en üstün ifadesi’ olarak değerlendirse de bütün bu sözcük gücü ile yaratma mitoslarına başka bir açıdan da bakılabilir: İlkel toplumların çocuksu düşünme biçimleri dikkate alındığında söz konusu metinlerin, yüksek düzeyde felsefi soyutlamalar olduğunu söylemek zorlaşır. Joseph Campbell (1995: 98) “Elohim mitosunun neden ex nihilo ‘hiçbir şeyden’ yaratılış biçiminde anlaşıldığını kavramak kolay değil. Yaratılış sözcüğünün gücü ile açıklanıyor ve bu ilkel düşüncede ‘hiçbir şeyden’ öte bir şeydir. Tersine, şeylerin özüdür” derken konuya alternatif bir bakış getirir(14).
Bununla birlikte, Eski ve Yeni Ahit’de yer alan bütün eski mitosların yeni bir işlev kazandığı da söylenmelidir. Bu mitoslar daha önceki kuşaklarda hiç olmayan yeni bir bakış açısıyla işlemden geçirilerek Tanrı moral/ahlaki, her şeye gücü yeten ve her şeyi bilen bir varlık olarak yeniden tanımlanmıştır. (Hook, 1993: 139)
Teogoni ve kozmogoniler
İlk uygarlıkların evren ve dünya görüşlerinin dinsel bir işlevinin olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu uygarlıklara göre gökyüzü, çoğunlukla kutsal, sihirli ve tanrısal bir karaktere sahiptir. Eski Ahit hariç! Gökyüzünün çok üstünde, tek bir Tanrı tasarladığı için yıldızlar tanrısal nitelikli olamazdı. Başlarda Yunanlıların evren tasarımı da mitolojik/teolojik bir karakter taşımaktaydı. Yunanlılar Babil ve Mısır’dan mitolojik öğeler almış olsalar da “Ege halkının tanrıbilimsel kurgular geliştirmede Mısır ve Babil halkları kadar yetenekli olmuş olduğundan emin olabiliriz.” (Burnet, 2011: 10)
Ancak, ilk uygarlıkların hiçbiri, Yunanlılar gibi evrenin teorik modellerini ortaya koyamamış, eş deyişle antropomorfik olmayan, soyut, mekanik ya da natüralist evren modelleri geliştirmemiştir. Bu kültürlerde, doğal dünya soyut olarak ele alınmamış ve bilimin bir başka simgesi olan teori ortaya çıkmamıştır. “Matematik ve astronomi, ilk uygarlıklarda bağımsız olarak ve yinelenerek ortaya çıkmış, ancak, doğa felsefesi yalnızca Yunanlılarla başlamıştır.” (McClellan III ve Dorn, 2008: 65-66) Doğa felsefesini ortaya çıkaran süreç ise geleneksel mitoloji üzerinde düşünmeyle başlamıştır. Tanrıların doğuşunu, tanrı soylarının ve kuşaklarının birbirlerini izleyip gelişmelerini dile getirmenin en eski örneği, Hesiodos’un Teogoni’sidir. Bilindiği kadarıyla Hesiodos bu konuda kendi adına söz alan ilk Yunan şairidir.
Eski Ahit’in Tekvin’iyle yaklaşık aynı döneme tarihlenen Hesiodos’un Teogoni’si evrenin ve tanrıların nasıl varlığa geldiğinin Yunan versiyonu gibidir. Mısır ve Mezopotamya’nın bilinen kozmo-mitolojileriyle önemli benzerlikleri olan Teogoni esas olarak bir kozmogoni olmasına rağmen, ilkel de olsa, evrenin yapısına(15) dair bir tasarım içerir. Yer (elbette, düzdür) bir nehir ya da okyanus tarafından çevrilidir. Yerin üstünde yarım küresel gök vardır ve bu gök gündüz aydınlık gece karanlık olan bir ortam, yani hava tarafından Yer’den ayrılmıştır. Yer’in altında ise karanlık, kasvetli ve hükümdarının adıyla anılan bölge (Tartaros) bulunur.
Mitolojiden felsefeye geçiş sürecinde mitosun nerede bittiğini, logosun nerede başladığını belirlemek kolay değildir. Bu nedenle, ilk filozof Thales’i önceleyen Hesiodos’un Teogoni’si sık sık felsefi olarak nitelenmiştir. Bu yapıt esasen tanrılara ilgili tüm öyküleri tek ve tutarlı, dolayısıyla düzenli ve rasyonel bir sisteme indirgeme girişimidir. Ancak, tam da bu nedenle, doğası gereği düzensiz olan mitolojiye ölümcül bir darbe indirmiştir. Gerçekte Teogoni, daha sonra ortaya çıkan doğa filozoflarını etkileyecek birçok felsefi öğe içerir. Teogoni ve kozmogoniler aklın mitoloji içinde gelişmesini simgeler; bu yapıtlar bir bakıma mitolojik dünyayı akla uydurma ve doğal/insani olayları yönettiği düşünülen varlıkların kökenini açıklama girişimidir. Bu nedenle söz konusu yapıtlar, mitoloji ile felsefe arasında, bir ‘geçiş formu’ olarak görülebilir.
Antik Yunan’da doğa felsefesinin doğuşu, evrenin kökeni, doğası ve içerdiği süreçlerle ilgili sorunlara mitolojinin getirdiği çözümlerin bilinçli olarak terk edilmesinin bir ürünüdür. Bugün de geçerli olan bu yaklaşıma göre doğal olayların nedeni, tanrısal varlıklarda değil, doğal dünyanın içinde aranmalıdır. Ayrıca görünür dünyanın altında akla uygun/anlaşılır bir düzen bulunur ve insan aklı bu düzeni anlamada yeterlidir.
Dipnotlar
1) ‘Akıllı bir hayvan olarak insan’ soyutlaması, eğer bir tarihi olduğu unutulursa, yanıltıcı olabilir. Modern akıl kavramı açısından çılgınca görünen büyü aslında ‘kültür’, ‘din’, ‘teknik’, ‘bilim’ ve ‘sanat’a büyük ölçüde kaynaklık eden, insan aklının ilk görüntüsüdür.
2) Günümüzde “havadan sudan söz etmek” artık “önemsiz şeylerden söz etmek” anlamına gelse de antik halklar için durum tam tersidir.
3) Babillilerin Sümerlerin geleneksel yaratılış mitoslarını yeniden yorumlamalarıyla oluşan Enuma Eliş’in biçim ve içerik açısından analizi, öykünün MÖ 1900’lere kadar gidebileceğini göstermektedir.
4) Enuma Eliş’te eski anaerkil düzenin izleri görülür. Eskisinin yıkıntıları üzerine kurulan Marduk’un düzeni, ataerkil bir dinin, kadınların egemen olduğu anaerkil bir din üzerindeki zaferine işaret eder.
5) Aslında biz modernler bu adlandırmaya yabancı değiliz. Çünkü halen kullanmakta olduğumuz gezegen sözcüğü Yunanca “gezgin” anlamına gelen “planetes”den gelir.
6) Bu gizemli yol daha sonra “zodyak” olarak adlandırılmıştır.
7) Polos’u kullanarak güneşin günlük yörüngesini, gündönümü ve dönence zamanlarını saptıyor, gnomon’u kullanarak günün ve yılın belirli zamanlarını belirliyorlardı.
8) Geometrik-kinematik modeller, gökcisimlerinin gözlenen farklı devinimlerini birbirine bağlı ve bir bütün olarak gösteren sistemlerdir. Bu modeller ilk kez Yunanlı astronomlar tarafından geliştirilmiştir.
9) Güneş’in üç hali söz konusudur: Khepri, doğan güneş; Ra, tepedeki güneş ve Atum, batan güneş.
10) Kuzey kutbuna yakınlığı nedeniyle hiç doğmayan ve hiç batmayan yıldızlar.
11) Yeraltında yaşayan ve ölümcül güçlerini Ra’ya yöneltmiş olan yılan-tanrı Apophis kaosun ilksel güçlerinin simgesidir.
12) Yaratılış (genesis) Eski Ahit’in ilk beş kitabını kapsayan Tevrat’ın ilk kitabıdır. Bu kitapta evrenin ortaya çıkışı, insanın yaratılışı ve İsrail’in kuruluşu anlatılır.
13) Bkz http://www.kuranmeali.org/11/hud_suresi/7.ayet/kurani_kerim_mealleri.aspx (erişim 12.08.2014)
14) Campbell bu bağlamda bir çocuğun Jean Piaget’e, “eğer sözcükler olmasaydı çok kötü olurdu. Hiç bir şey yapamazdınız. Şeyler nasıl yapılabilirdi?” dediğini aktarır.
15) Kozmogoni evrenin kökenin araştırılması, kozmoloji bir bütün olarak evrenin yapısının bir imgede özetlenmesidir.
Kaynaklar
1) Banon, Patrick (2012) Dinleri Tanımak ve Anlamak, çev. Tuvana Gülcan, İstanbul: İletişim Yayınları.
2) Burnet, John (2011) Miletus Okulu Erken Yunan Felsefesi—1, çev. Aziz Yardımlı, İstanbul: İdea Yayınevi.
3) Campbell, Joseph (1995) Batı Mitolojisi, çev. Kudret Emiroğlu, Ankara: İmge Kitabevi.
4) Campbell, Joseph (1993) Doğu Mitolojisi, çev. Kudret Emiroğlu, Ankara: İmge Kitabevi.
5) Daniels, Mark (2014) Bir Nefeste Dünya Mitolojisi, çev. Pınar Üstel, İstanbul: Maya Kitap.
6) Eliade, Mircea (2003) Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi / Cilt 1, çev. Ali Berktay, İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
7) Fara, Patricia (2012) Bilim: Dört Bin Yıllık Bir Tarih, çev. Aysun Babacan, İstanbul, Metis Yayınları.
8) Hart, George (2005) The Routledge Dictionary of Egyptian Gods and Goddesses, Second edition, New York: Routledge.
9) Hook, Samuel Henry (1993) Ortadoğu Mitolojisi, çev. Alaeddin Şenel, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.
10) Koestler, Arthur (2013) Uyurgezerler: İnsanın Değişen Evren Görüşünün Bir Tarihi, çev. Ekrem Berkay Ersöz, Ankara: Phoenix Yayınevi.
11) Kragh, Helge S. (2007) Conceptions of Cosmos: From Myths to the Accelerating Universe: A History of Cosmology, New York: Oxford University Press Inc.
12) Leeming, David A. (2010) Creation Myths of the World, California, ABC-CLIO, LLC
13) McClellan III, James E. ve Dorn, Harold (2008) Dünya Tarihinde Bilim ve Teknoloji, çev. Haydar Yalçın, Ankara: Arkadaş Yayınevi.
14) Peker, H. (2009) “Eski Mısır Mitolojisi’nden Örnekler (Yaradılış Mitosları ve Tanrılar)”, NAVlSALVlA 2006 içinde, Istanbul, 22-28.
15) Ronan, Colin A. (2003) Bilim Tarihi, çev. Ekmeleddin İhsanoğlu ve Feza Günergun, Ankara: TÜBİTAK Kitapları.
16) Rosenberg, Donna (2003) Dünya Mitolojisi Büyük Destan ve Söylenceler Antolojisi, çev. Koray Akten vd., Ankara: İmge Kitabevi.
17) Segal, Robert A. (2012) Mit, çev. Nursu Örge, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları.
18) Unat, Yavuz (2001) İlkçağlardan Günümüze Astronomi Tarihi, Ankara: Nobel Yayın Dağıtım.
19) Vigoureux, Jean-Marie (2008) Newton’un Elmaları, çev. Nedim Demirbaş, İstanbul: Alkım Yayınevi.
20) Watson, Peter (2014) Fikirler Tarihi – Ateşten Freud’a, çev. Kemal Atakay, Nurettin Elhüseyni, Kaya Genç, Barış Pala, Bahar Tırnakçı, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
21) Kutsal Metin: Kitabı Mukaddes (1985) İstanbul: Kitabı Mukaddes Şirketi yayını.