Ana Sayfa 128. Sayı Türkiye’de sanayi proletaryasının ağırlığı azaldı mı?

Türkiye’de sanayi proletaryasının ağırlığı azaldı mı?

633

Bugün Türkiye’de işçi sınıfı ne durumda? Ne kadar işçi hangi sektörde çalışıyor? Ekonomik yaşamdaki yeri ne? İşçi sınıfının üretim süreci içerisindeki konumu değişti mi? Üretken emeğin dağılımı nasıl? İşçi sınıfı nerelerde yoğunlaşıyor? Üretim sürecinde meydana gelen değişimlerin sınıf bilincinin oluşumuna etkisi nasıl?

Türkiye’de işçi sınıfı hareketinin yeniden canlandığı bir döneme giriyoruz. 1990’lı yılların başında maden emekçilerinin, ortasında da kamu emekçilerinin yükseltmiş olduğu sınıf mücadelesi bir eğilim olarak AKP’nin ilk döneminde gerileme dönemine girmişti. AKP’nin ikinci döneminde başlayan toplumsal uyanışla birlikte, sınıf mücadelesinde de yeni bir çıkışın işaretleri her geçen gün artıyor.

Bu durumu Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının derlediği grev ve lokavt istatistiklerinden izlemek mümkün. Çıkışına işaret ettiğimiz sınıf hareketi 90’lı yıllara nazaran belli değişimler arz etmektedir. Bu değişimi özelleştirme politikalarının sınıf mücadelesinin bileşiminde yol açtığı ciddi dönüşümlere bağlamakta bir mahzur yoktur. 90’lı yıllarda olanın aksine, AKP’nin son döneminde kamu emekçilerinin mücadelesinde dramatik bir düşüş gözlemlenirken özel sektörde örgütlenen grev sayısında önemli artışlara şahit olunmaktadır.

Tablo 1.Seçilmiş yıllara göre grev istatistikleri Kaynak:ÇSGB

Tablo-1’de, otuz yıllık dönemde, işçi sınıfı mücadelesinin yükseldiği yıllarda gerçekleşen grev istatistikleri veriliyor. İşçi sınıfının eylemlerini yoğunlaştırdığı sektörleri göstermesi açısından 1987, 1995 ve 2007 yıllarını seçtik.

Buna göre, 12 Eylül’den çıkan emekçiler ilk büyük grevlerini özel sektörde örgütlerken, giderek eylemlerini sendikal mücadelenin yasaklı olduğu kamu sektörüne kaydırmış ve bu alanda ciddi kazanımlar elde etmişlerdir. Daha sonra konjonktürel bir gerileme dönemine giren işçi sınıfı mücadelesi 2007 yılında yeniden yükselişe geçmiştir. Söz konusu yılda özel sektördeki grevlerin 1,34 milyon saatlik işgünü kaybına yol açtığına işaret etmek yeterli olacaktır. Bu iş günü kaybının 1,1 milyonluk bölümünün Telekom işçilerinin 768 işyerinde aldığı grev kararı sonucu ortaya çıktığını da not edelim.

AKP’li yıllarda kamu elindeki büyük işletmeler özel sektöre peşkeş çekilirken bu işçi sınıfının mücadelesine de yansıyor. 2009, 2011 ve 2012 yıllarında kamu emekçileri hiç grev örgütlemezken, 2013 yılında özel sektörde yaklaşık 16.500 emekçi greve çıkarak kapitalistlere yuvarlak hesap 300 bin saatlik işgününe mal oldular.

İşçi sınıfı hareketi yeniden filizleniyor. Peki, bugün Türkiye’de işçi sınıfı ne durumda? Ne kadar işçi hangi sektörde çalışıyor? Ekonomik yaşamdaki yeri ne? İşçi sınıfının üretim süreci içerisindeki konumu değişti mi? Üretken emeğin dağılımı nasıl? İşçi sınıfı nerelerde yoğunlaşıyor? Üretim sürecinde meydana gelen değişimlerin sınıf bilincinin oluşumuna etkisi nasıl? Bu yazıda bu ve benzer sorulara ışık tutmaya çalışacağız.

Sınaî üretim

Marksist sınıf tahlilinin merkezinde modern sanayi proletaryası yatar. Biz de incelememize imalat sanayi analiziyle başlayacağız.

Öncelikle Türkiye’de imalat sanayinin milli gelir oluşumuna katkısından söz etmek gerekir. İmalat sanayinin milli gelirdeki payı cari fiyatlarla son on beş yıldır gerileme kaydetmektedir. Ancak bu düşüşün cari fiyatlarla ve göreli olduğunu vurgulayalım. Zira sabit fiyatlarla imalat sanayi üretimi % 77,4 artarak 1998’de 16,5 milyar TL’den 2013’te 29,4 milyar TL’ye yükselmiştir.

Tablo 2.Türkiye’de imalat Sanayii. Kaynak:TÜİK

Tablo-2 sabit fiyatlarla milli gelirin dağılımını gösteriyor. Buna göre, milli gelirin yaklaşık dörtte biri imalat sanayi tarafından gerçekleştirilmektedir. Dolayısıyla imalat sanayisindeki son on beş yıllık gerileme mutlak değil görelidir. İmalat sanayisindeki fiyat artışları ve büyüme oranı diğer sektörlerin gerisinde kalmış olsa bile mutlak üretim hatırı sayılır bir şekilde büyüme kaydetmiştir.

Büyük resmi görmek açısından milli gelire katkı yapan diğer belli başlı sektörlerin paylarını da vermek gerekir. 2013 yılında sabit fiyatlarla milli gelirden tarımın aldığı pay % 9,3 olarak gerçekleşmiştir. AKP’li yıllarda en çok kan dökücü sektör haline gelen inşaatın gayrı safi hâsıladaki payı ise, betonperverlerin büyüme söylemlerinin aksine sadece % 5,9’dur. Ulaştırma ve haberleşme sektörünün payı % 12,3; toptan ve perakende ticaretin payı % 12,7; finans ve sigorta faaliyetlerinin payı % 12,7; dolaylı olarak ölçülen mali aracılık işlemlerinin payı da % 8,9’dur.

Bu istatistiklerden iki önemli sonuç çıkarabiliriz. Birincisi, AKP’li yıllarda özel sektör yatırımlarının yaklaşık % 45’inin gerçekleştirildiği inşaat sektörü imalat sanayinin ancak dörtte biri kadardır. Bir diğer deyişle, aynı miktarda emek ve sermaye imalat sanayi ile inşaat sektörüne yatırıldığında; sanayideki yatırımın milli gelire katkısı inşaattakine kıyasla dört kat daha fazla olacaktır. Ekonomide kapladığı hacim dolayısıyla, büyümenin motoru hâlâ imalat sanayidir. Dahası üretkenlik seviyesinin yükselmesi ancak imalat sanayisine yapılacak makine ve ekipman yatırımlarıyla mümkündür. Dolayısıyla AKP’nin ekonomiyi inşaat sektörüyle büyüttüğü gerçek-dışıdır. Gerçek ise AKP diktatoryasının toplumsal kaynakları verimsiz alanlarda istihdam etmiş olduğudur.

İkinci sonuç ise, imalat sanayinin, post-endüstriyel toplum söylemlerinin aksine, hâlâ ekonominin lokomotifi olma özelliğini koruduğudur. Çünkü imalat sanayinde gerçekleşen üretim, olağan koşullarda; malların nakliyesi için ulaştırma sektörüne, malların dolaşımı için toptan ve perakende ticaret sektörüne, yatırımların finansmanı için de mali aracı kurumlar kesimine talep yaratır. Sınaî üretim artışı, hizmet kesimine dönük talebi kamçılar.

Bu gözlemleri toplam işletmeler içinde imalat sanayi işletmelerinin durumunu gösteren istatistiklerle de teyit etmek mümkün. İmalat sanayi işletmelerinin toplam işletmeler arasındaki payı yalnızca % 12,9 iken, istihdamın % 31,7’si, faktör maliyetleriyle katma değerin % 36’sı bu sektörde yaratılmaktadır. Bu istatistikler imalat sanayi proletaryasının toplumsal üretim süreci içerisindeki merkezi konumunu koruduğunu gösterir.

Peki, ekonominin kalbinde yer alan imalat sanayi üretimi ne durumdadır? Sınaî ürünler teknolojik ölçütlere göre nasıl dağılmaktadır? Bunun imalat sanayi proletaryasının sömürülme derecesiyle ilgisi nedir? (Bkz. Tablo-3)

Tablo 3.Türkiye’de İmalat Üretiminin Teknolojik Dağiılımı. Kaynak: Kalkınma Bakanlığı

Türkiye’de imalat sanayi üretiminde yüksek teknolojili ürünlerin payı oldukça düşükken orta teknolojili ürünlerin payında bir artış gözlemlenmektedir. Burada otomotiv ve elektrikli makine üreten sanayilerde son yıllarda yaşanan artışlar etkili olmuştur. Ancak ortanın altı ve düşük teknolojili ürünler 2012 yılında imalat sanayi üretiminin hâlâ yaklaşık yüzde 70’ini teşkil etmektedir. Düşük ve ortanın altı teknolojili ürünlerin toplam imalat sanayi ihracatındaki payı 2012’de yüzde 65’tir.

Bunun anlamı şu: Teknoloji yoğunluğu düşük ve ortanın altı olan mallara dönük talep, fiyattaki değişimlere daha duyarlı olduğundan bu malları üreten işletmelerde düşük ücretle rekabette ayakta kalma eğilimi daha kuvvetlidir. Daha teknik bir ifadeyle, teknolojik yoğunluğu düşük ve ortanın altı olan ürünlerde talep esnekliği yüksek olduğundan, emek maliyetlerinin düşürülmesi fiyat rekabeti açısından elzemdir. Bu da imalat sanayi proletaryasının artık-değer sömürüsünün artması anlamına gelir. İhracata dayalı kalkınma senaryolarının odağında işte bu sömürü yatmaktadır.

İmalat sanayisinin ekonomideki yerini belirledikten ve sınaî ürünlerin teknolojik yoğunluk esasına göre dağılımını gösterdikten sonra üretken emeğin istihdamına ilişkin verilere bakalım.

Üretken emeğin dağılımı

Türkiye’de istihdamın sektörel dağılımına ilişkin en geniş tanımlı istatistiklerle başlayalım (Tablo-4). TÜİK verilerine göre, 2013 yılında Türkiye’de 25,5 milyon çalışan bulunmaktadır.

Tablo 4.Türkiye’de İstihdamın Sektörel Dağlımı, 2003 Kaynak: TÜİK

Bu istatistikler ham halleriyle üretken emek kategorisiyle ilgili bir ipucu sunmamaktadır. Çünkü hizmetler sektörü içinde önemli sayıda üretken emekçi bulunmaktadır.

Değer teorisine göre üretken emek, artık-değer yaratan emektir. Burada emeğin niteliği önemli değildir; önemli olan emek faaliyetinin sonucunda değer yaratılıp yaratılmamasıdır. Örneğin, finans ve muhasebe departmanları şirket faaliyetlerinin düzenlenmesinde oldukça gerekli ve yararlı bir işleve sahiptirler ancak bu departmanlardaki emek gücü üretim sürecinin dışındadır ve değer üretmemektedir; dolayısıyla üretken olmayan emektir.

Ancak sermayenin döngüsü içinde dolaşım sürecinde yer alan emekçilerin tamamı üretken olmayan emektir demek yanlıştır. Hatta aksi doğrudur. Metaların nakliyesinde ve depolanmasında yer alan emekçiler her ne kadar üretim sürecinin dışında kalsalar da değer yaratmaktadırlar. (1)

Burada mantık, değer teorisine göre işlemektedir: Eğer bir metaya erişme olanağım yoksa o metanın benim için kullanım değeri yoktur. Kullanım-değeri olmayan metanın değişim değeri de yoktur. Sermaye döngüsü dikkatlice incelendiğinde üretim aşamasının bittiği anla nihai tüketim arasında hatırı sayılır bir zaman aralığı olduğu görülür. Bu süre zarfında bu metaların kullanım-değerlerinin korunması için emek harcamak gerekir. Buğday depoda çürürse kullanım-değeri ile birlikte değişim değeri de gider. Dolayısıyla metaların kullanım değerini muhafaza eden emek de değer yaratan emektir.

Bu durumu bir örnekle açıklayalım. Değer yasasından çıkan mantığa göre ürünleri marketteki raflara dizen emekçi değişim değeri yaratır. Ancak o ürünlerin değerini tahsil eden kasiyer üretken olmayan emektir. Ancak üretken emek ile ilgili söylediklerimiz, üretken olmayan emekçilerin sömürülmedikleri anlamına gelmemelidir. Bir kasiyerle, ürünleri raflara dizen işçi çoğunlukla aynı ücreti almakta, belki de rotasyonla çalışmaktadırlar. Dahası kasiyerler de tıpkı diğer işçiler gibi ücretlerine karşılık gelen iş saatinin üzerinde çalışmaktadırlar. O halde onlar da artık-emek icra etmektedirler ancak önemli bir farkla: Üretken olmayan emekçilerin harcadıkları artık-emek, artık-değere dönüşmemektedir. Marx bu türden emekçilere ticaret proletaryası adını verir. (2)

Bu teorik açıklamadan sonra açıkça görülmektedir ki ulaştırma-haberleşme ve toptan-perakende ticaret kesiminde istihdam edilen emekçilerin ezici çoğunluğu üretken emekçidir. TÜİK istatistiklerine göre istihdamın % 31,7’si imalat sanayinde, % 21,5’i toptan ve perakende ticaret sektöründe, % 11’i inşaat sektöründe, % 6,5’i de ulaştırma ve haberleşme sektöründe gerçekleşmektedir.

Üretken emek kategorisine açıklık getirdikten sonra bu kategorinin çekirdeğini oluşturan imalat sanayi proletaryasının sınıfsal durumunu inceleyelim.

İmalat sanayi proletaryasının durumu ve sınıf mücadelesinin koşulları

Türkiye’de imalat sanayi üretiminin bölgesel dağılımına ilişkin çarpıcı bir istatistikle başlayalım. SGK verilerine göre, 2012’de imalat sanayinde faaliyet gösteren firmaların % 50,2’si Marmara bölgesinde faaliyet göstermektedir.

İlerlemeden önce bir parantez açmakta yarar var. AKP iktidarı döneminde İstanbul sermayesinin güç kaybettiği, Anadolu sermayesinin güçlendiği yönünde ve sonu düpedüz AKP’ciliğe çıkan sözde “sınıf analizi” bir ara sol içerisinde alıcı buluyordu. Bu görüşlerin kaynağı Birikim dergisiydi. Buna göre AKP, asker-sivil bürokrasinin müttefiki batılı İstanbul sermayesine karşı “otantik Anadolu sermayesinin” partisiydi ve AKP büyük burjuvazinin imtiyazlarını bir bir elinden alıyordu.

Oysa imtiyazlarını elinden aldığı için Birikim dergisince övülen AKP iktidarı döneminde İstanbul sermayesi ülke üzerindeki ekonomik gücünü kat be kat arttırdı. Kalkınma Bakanlığı verilerine göre, 2011 yılında milli gelir 772,3 milyar dolar iken İstanbul’da gayrı safi bölgesel hâsıla 213,5 milyar dolardı. Yani İstanbul tek başına milli gelirin dörtte birinden daha fazlasına sahipken toplum nüfusun % 18’ine ev sahipliği yapmaktadır. 2011 yılında dış ticaret hacmi 181 milyar dolara ulaşan İstanbul sermayesi, tüm banka kredilerinin yüzde 43’ünü, tasarruf mevduatlarının da yüzde 39’unu kontrol ediyordu. Birikim dergisi istediği kadar karartmaya çalışsın; AKP en büyük burjuvazinin partisidir.

Parantezi kapatalım ve devam edelim. TÜİK Türkiye’de imalat sanayi üretiminin bölgeler arasındaki dağılımını “Bölgesel Gayrı Safi Katma Değer” istatistikleri başlığında açıklıyor (Tablo-5). Bu verilere göre, Türkiye’de sınai katma değerin yaklaşık üçte ikisi sadece 6 iktisadi bölgede yaratılmaktadır. İstanbul, Kocaeli ve Bursa’nın içinde bulunduğu üç iktisadi bölge tek başına sınaî üretimin kabaca yarısını gerçekleştirmektedir.

Tablo 5.Sektörlere Göre Bölgelerin Payları,2011 Kaynak:TÜİK

İstanbul’daki gayri safi gelirin yaklaşık % 75’inin hizmetler kesiminden oluştuğu göz önünde bulundurulursa, sanayinin neden Kocaeli, Bursa ve Tekirdağ bölgelerinin de içinde olduğu kuzey batı Anadolu coğrafyasında kümelendiği sorusu anlam kazanır. Ulusal sınaî katma değerin % 48,6’sının yaratıldığı bu bölgedeki kapitalistler, İstanbul gibi devasa büyüklükteki pazara yakın olmanın avantajını sömürmektedir.

Dikkat edilecek olursa, sınaî katma-değer üretimi açısından ilk beşte yer alan bu coğrafyanın tarımdaki payı sanayiye göre düşüktür. Bu modern sanayi proletaryasının kümelendiği bölgelerde tarımsal bağların zayıflama eğiliminde olduğunu göstermektedir. Bir başka deyişle, zamanında Türkiye işçi sınıfının “kendisi için sınıf” olmasını engelleyen etmenlerden biri olarak gösterilen sanayi işçilerinin köyle bağlarını sürdürmesi olgusu bugün anlamını yitirmiştir. Daha açık yazabiliriz: İşçilerin yarı-köylü olma vasıflarını hızlı bir şekilde kaybetmeleri, bir yandan onları kapitalist sömürüye karşı daha çıplak bırakmakta, diğer yandan da sınıf bilincinin maddi koşullarını olgunlaştırmaktadır.

Dolayısıyla sınıf siyaseti yapma iddiasıyla yola çıkan bir politik özne, bu coğrafyada etkin bir güç olma hedefini ajandasındaki ilk satıra yazmak durumundadır. Bu coğrafyada güç olan, Türkiye’nin kaderinde söz sahibi olur.

Devam edelim. Sınıf bilinci ve emek üretkenliği açısından bir diğer önemli husus, imalat sanayi proletaryasının işletme büyüklüklerine göre dağılımıdır (Bkz. Tablo-6).

Tablo 6. İşletme Büyüklüklerine Göre İmalat Sanayisinde Temel Göstergeler Kaynak: TÜİK

İmalat sanayisinde faaliyet gösteren firmaların sadece % 0,4’ünü teşkil eden büyük ölçekli işletmeler toplam istihdamın % 34,3’ünü sağlamakta, toplam katma-değerin % 57,6’sını tek başına yaratmaktadır. İmalat sanayisindeki toplam cironun % 54’ü bu işletmelere aittir. Bu dev işletmelerdeki emek verimliliği, küçük ölçekli işletmelerdeki verimliliğin 4,3 katıdır. Dolayısıyla büyük ölçekli işletmelerde çalışan işçiler, verimliliği en yüksek emekçi grubudur. Üretim sürecindeki bu konumu nedeniyle, büyük ölçekli sanayide istihdam edilen modern proletarya toplumsal ilişkilerin merkezindedir.

Modern sanayi işçisinin ekonomik ilişkilerdeki bu merkezi konumunun sınıf bilincine etkisi nasıldır? Büyük fabrikalarda çalışmanın işçi sınıfının bilincine katkısı nedir? Bu soruları daha felsefi planda şu şekilde formüle edebiliriz: Maddi varlık koşullarının bilinci belirlediği yönündeki materyalist ilke bugün hangi anlama sahiptir?

Bu sorulara uzatmadan yanıt vermek gerekiyor: İşçi sınıfının sınıf bilincine sahip olmasının maddi temelleri büyük ölçekli sanayi tarafından atılmaktadır. Her iktisadi krizle birlikte, emek verimliliği düşük küçük ölçekli işletmelerin büyük bölümü iflas ederken ancak en yüksek üretkenlikte üretim yapan büyük ölçekli işletmeler ayakta kalabilmektedir. Bir başka deyişle, her kriz, kapitalistlerin önemli bir kısmını mülksüzleştirmekte, sermaye giderek daha az sayıda kapitalistin elinde birikmektedir. Üretimin giderek daha büyük ünitelerde ve daha yüksek bir üretkenlik seviyesinde gerçekleştirilmesi, sermaye birikiminin tarihsel eğilimidir ve bu da sınıf bilincinin maddi koşullarını yaratmaktadır.

Daha da ileri gidebilir ve şunu iddia edebiliriz: Emek üretkenliğindeki her artış, proletaryanın üretimden gelen gücünü artırırken onun toplumsal konumunu da daha ayrıcalıklı kılar.

Bu noktayı açıklığa kavuşturmak için V. I. Lenin’in Kanlı Pazar’ın 12. yıl dönümü dolayısıyla İsviçreli genç devrimcilere verdiği “1905 Devrimi Üzerine Ders”ten alıntılar yapmak gerekiyor. Daha çok “Bizim kuşak devrimi göremeyebilir” yönündeki saptamasıyla bilinen bu konuşmasında Lenin, geçerliliğini ve tazeliğini bugün bile koruyan çok değerli tezler ileri sürüyor.

Lenin şöyle başlıyor: “Rusya’da -ve muhtemelen diğer kapitalist ülkelerde- metal sanayi işçileri proletaryanın öncü müfrezesidir.” (3) 1905 yılına ait çarpıcı istatistiklerle devam ediyor. Rusya’daki bütün sanayiler göz önünde bulundurulduğunda, grevdeki işçi sayısının ücretli çalışan sayısına oranı % 160 iken, metal sanayinde bu oran % 320. Bir başka deyişle, metal sanayi işçileri, ortalamanın iki katına ulaşan bir eylemlilik düzeyine sahip. 1905 devrimi sırasında normal bir fabrika işçisi katıldığı grevler nedeniyle ücretinden ortalama 10 ruble kaybetmişken, metal sanayi işçilerinde bu meblağ 30 rubledir. Bir diğer deyişle, metal sanayi işçileri mücadeleleri uğruna ücretlerinin önemli bir kısmını feda etmişlerdir.

Lenin’e göre iktisadi mücadelenin politik mücadeleye yükselmesi ancak devrimci koşullarda ve sadece işçi sınıfının en geri kesimleri için geçerli sayılabilecek bir siyasal modeldir.

Lenin bu durumu mercek altına alır. Metal sanayi işçilerinin durumunu açıklığa kavuşturmak için onları tekstil işçileriyle karşılaştırır. “Metal sanayi işçileri en iyi ücreti alan, sınıf bilinci en yüksek ve en eğitimli işçilerden oluşmaktadır: 1905 yılında sayıca metal işçilerinden 2,5 kat daha kalabalık olan tekstil işçileri ise Rusya’daki en geri ve en düşük ücreti alan işçi kesimidir ve birçok durumda köydeki akrabalarıyla olan bağlarını henüz nihai olarak kesmemişlerdir. Bu bizi önemli bir noktaya getirmektedir.”

Lenin bu noktayı şöyle açıklar: 1905 yılı boyunca metal sanayi işçilerinin örgütlediği grevlerin büyük çoğunluğu politik grevlerdir ve 1905 yılının sonlarına yaklaşıldığında ise politik grevlerin ekonomik grevlere karşı üstünlüğü giderek daha ezici bir hal almaktadır. Öte yandan tekstil işçilerinin örgütlediği grevler ise, daha çok ekonomik grevlerdir. Ancak 1905’in sonlarına gelindiğinde politik grevlerin sayısı ekonomik grevleri geçer.

Bilim adamı ve devrimci Lenin buradan politik sonuç çıkarır: “Açıkça görülmektedir ki, tek başına ekonomik mücadele, koşulların acilen ve doğrudan doğruya iyileştirilmesi için yürütülen mücadele, sömürülen kitlelerin sadece en geri katmalarını ayağa kaldırabilmekte, onlara gerçek bir eğitim vermekte ve -devrimci bir dönemde- onları birkaç ay içerisinde politik savaşçılar ordusuna dönüştürmektedir.” Bu satırları kaleme alırken Lenin’in aklında Ne Yapmalı isimli eserinde ekonomistlerle yürüttüğü polemik olduğundan kuşku duymamak gerekir. Lenin’in bu dâhice saptaması ne kadar vurgulansa azdır; iktisadi mücadelenin politik mücadeleye yükselmesi ancak devrimci koşullarda ve sadece işçi sınıfının en geri kesimleri için geçerli sayılabilecek bir siyasal modeldir.

Birinci Dünya Savaşı döneminde metal sanayi işçileriyle tekstil işçileri arasındaki en büyük ayrımlardan bir tanesi, bu işçilerin istihdam edildikleri işletmelerin ölçekleri arasındaki farklılıklardır. Tekstil sektörü az sayıda işçi çalıştıran, düşük verimliliğe sahip, dağınık işletmelerden meydana gelirken metal sektörü yüzlerce, hatta binlerce işçiyi bir araya getiren, yüksek verimlilikte faaliyet gösteren büyük ölçekli işletmelerden oluşuyordu.

Bu ayrımın işçilerin sınıf bilincine yansımaması düşünülemez. Küçük bir tekstil atölyesi kurmak için gereken sermaye miktarı azdır; ufak bir yer kiralamak ve iki elin parmakları kadar dikiş makinesi satın almak yeterlidir. Bu sektörde çalışan nitelikli işçilerin biraz tasarruf ederek, daha çok da yakınlarından borç bularak kendi atölyesini açması imkân dâhilindedir. Gerçekleştirilmesinden bağımsız olarak bu imkânın varlığı, işçilerde kendi işini kurma hayallerini devamlı olarak besler. Özetle küçük ölçekli işletmelerde çalışan işçilerde sınıf atlama güdüsü daha yüksek, sınıf bilincinin gelişiminin önündeki engeller ise daha güçlüdür.

Metal sanayisinde durum tam tersidir. Birkaç işçinin bir araya gelerek irice ve tam randımanlı demir-çelik fabrikası açma hayali kurmasına gerçek hayatta pek rastlanmaz.

Dolayısıyla sermayenin merkezileşmesi eğilimi, her krizde daha da güçlenen bu eğilim, işçi sınıfı safları arasında sınıf bilincinin gelişmesinin maddi koşullarını yaratır.

Dünyada ve Türkiye’de işçi sınıfı hareketinin en güçlü olduğu alanların başında metal sanayi ile birlikte metal işleyen sanayilerin gelmesi bu yüzden şaşırtıcı değildir.

Görece gelişkin bir otomotiv sanayiye ve ana metal sanayiye sahip ülkemizde oldukça ileri bir sanayi proletaryası mevcuttur. Bu sanayilerin ithal ikamesi politikalarının izlendiği tarihlerde kurulduğunu varsayarsak, buralarda çalışan işçilerin üç kuşaktır işçi oldukları sonucuna varırız. Bir başka deyişle, Türkiye sanayi proletaryasının önemli bir kısmı yalnızca işçi ve işçi çocuğu değil, aynı zamanda işçi torunudur. Bu da Türkiye işçi sınıfı içerisinde sınıf atlama hayallerinin gelişebileceği maddi koşulların oldukça kısıtlı olduğu anlamına gelir.

Bugün güçlü bir sınıf mücadelesinin nesnel koşulları vardır. Maddi gerçeklik işçi sınıfının sosyalizme her zamankinden daha açık olduğunu göstermektedir. Ancak öznel koşulların eksikliği bu muazzam potansiyelin harekete geçmesini ertelemektedir. Türkiye solu gerileme döneminin yenikçi duygularını hâlâ üzerinden atamadı. Sosyalist partiler sınıf eksenli siyasetten uzaklaşmakta, çareyi işçi sınıfı dışındaki dinamiklerde aramaktadır. Oysa ki işçi sınıfının sosyalist siyasete, siyasetin ise işçi sınıfına ihtiyacı devam ediyor.

Ülkemizin geleceği işçi sınıfı iktidarındadır.

Dipnotlar

1) Karl Marx, Capital II, Penguin Classics, translated by David Fernbach, London, 1992, s.215-6 ve 226-7.

2) Karl Marx, Capital III, Penguin Classics, translated by David Fernbach, 1991, s.406, 407-8 ve 415.

3) V. I. Lenin, “Lecture on the 1905 Revolution”, www.marxists.org

Önceki İçerikCumhuriyet Bayramı kutlu olsun mu?
Sonraki İçerikLaniakea Süperkümesi ile tanışın, çünkü burada yaşıyorsunuz