Ana Sayfa Dergi Sayıları 136. Sayı ‘Dini söylemlerin’ katliamları meşrulaştırıcı işlevi

‘Dini söylemlerin’ katliamları meşrulaştırıcı işlevi

1515
0

İslam inancı içerisinde özgürlükçü inanç anlayışını savunan görüşler, tarihsel olarak niceliksel bir büyüme gerçekleştirememiş, daha da kötüsü, geçen 1400 yıl içerisinde, “ölüm fermanları” ve “katli vaciptir” değerlendirmeleri ile İslam tarihi adeta “kan gölüne” çevrilmiştir. Hıristiyanlığın tarihi de farklı değildir.

1915 olaylarının yıldönümü vesilesiyle bu yıl da ulusal ve uluslararası camiada pek çok fikir beyan edildi. Kimi anılan olayları “kırım” “kıyım” olarak gördü kimi “soykırım” nitelendirmesini uygun buldu. Sonuç itibariyle 1915 yılında özellikle “Tehcir” kanunu ile Ermenilerin yaşadığı bir insanlık dramı idi. Tarihsel olan ve geldiği nokta itibariyle tarafların da güdümünden çıkmış bir konuda elbette çok uç ve belki de maksadı aşan yorumlar ileri sürülebilecektir. Konunun “siyasallaşan” boyutunu göz önünde bulundurursak beklenmeyen bir sonuç değildir bu. Bizim açımızdan 1915 olayları ise, yaşanan insanlık dramları karşısında halkların acılarını ortaklaştırması ve egemen güç odaklarını dışarıda tutarak tarihe yaklaşması ile aydınlatılacak bir hadisedir.

“Ermeni Soykırımı” iddiaları bağlamında yukarıda ifade ettiğimiz bu kısa girişten sonra yazımızın kaleme alınmasına neden olan asıl konuya gelelim. Kamuoyunda Cübbeli Ahmet Hoca olarak bilinen ve Nakşibendî Tarikatının önde gelen isimlerinden Ahmet Mahmut Ünlü 1915 Ermeni Olayları ile ilgili Vahdet gazetesinde şu satırları kaleme aldı: “Tehcir sürgün etmek demektir. Sürgün İslam’da vardır. Ayette var. ‘Allah’a ve peygamberine karşı savaşmaya kalkışan ve yeryüzünde bozgunculuğa çalışanların cezası, öldürülmelerinden veya asılmalarından veya ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesinden veya bulundukları yerden sürülmelerinden başka bir şey olmaz. Bu, onların dünyada çekecekleri bir zillettir. Ahirette ise kendilerine büyük bir azap vardır.’ (Maide Suresi, 33) buyruluyor. Ermeniler İslam ve Kur’an ile savaştı. Yeryüzünde fesat çıkarttı.”(1)

Sonuçlarından binlerce insanın etkilendiği ve psikolojik etkisinin hâlâ devam ettiği bir olayı “dini argümanlarla” meşrulaştırma yoluna giden Cübbeli Ahmet, devam eden satırlarda tezlerini daha üst bir boyuta taşıyarak sözlerini şöyle sürdürüyor: “Kur’an yeryüzünde fesat çıkaranların cezasını söylüyor. ‘Kıtır, kıtır öldürülecekler, asılacaklar ya da elleri ayakları çaprazlama kesilecek’ buyruluyor. Üç şıkkı yapmadığınız takdirde ‘Sürgüne gönderilecekler’ buyruluyor. Osmanlı yine de ilk 3 şıkkı yapmamış, 4. şıkkı yapmış. Yani sürgüne göndermiş. Ne var bunda?! Sen kesilmeyi bile hak etmişsin!”(2)

Güncel ya da tarihsel bir olayı “dini hükümler” ışığında açıklamaya çalışan, kitlesel katliamları da “tanrının bir emri” biçiminde sunan bu anlayışın “korkunç” yüzü gün gibi ortadadır. Malum zatın, katliamların meşruluğu üzerine sunduğu bu ayetin, başta Ermeni olayları olmak üzere diğer toplumsal olayları açıklamakta, en azından İslam anlayışı içerisinde ne derecede kabul göreceği, bu ayetin katliamları ne derecede meşrulaştırabileceği yazımızın sınırları dışındadır. Biz bu noktada “dini hükümlerin” tarihsel süreç içerisinde, -bu örnekte görüldüğü üzere- birer katliam aracı olarak kullanıldığını, bu “din” yorumunun binlerce, on binlerce insanın hayatını nasıl kararttığını, en acımasız ölüm biçimlerinin “din adamlarınca” nasıl hayata geçirildiğini aktarmaya çalışacağız. Buna geçmeden önce Cübbeli Ahmet tarafından “katliam” dayanağı olarak sunulan ayetin çevirisinin genel olarak “Allah’a ve Resulüne savaş açanların ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışanların cezası; ancak öldürülmeleri, yahut asılmaları veya ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut o yerden sürülmeleridir. Bu cezalar onlar için dünyadaki bir rezilliktir. Ahirette de onlara büyük bir azap vardır.”(3) biçiminde yapıldığını fakat ayetin yorumu ve tahlilinde “farklı değerlendirmelerin” olduğunu belirtelim. Örneğin, Avusturya asıllı düşünür Muhammed Esed bu ayetin bir şeri hüküm içermediğini ve ayette geçen fiillerin edilgen olduğunu belirttikten sonra şöyle der: “Çoğu zaman klasik Arapçada, ‘birinin elini ve ayağını kesmek’ deyimi, ‘birinin gücünü yok etmek’ ile eş anlamlıdır ve burada da muhtemelen bu anlamda kullanılmıştır. Alternatif olarak, hem fiziksel hem de mecazi anlamda mefluç (felç olma) / kötürüm hale getirilmeyi gösteriyor olabilir…”(4) Yine son dönemde İslam tarihi ve inancına ilişkin açıklamalarıyla dikkat çeken ilahiyatçı yazar İhsan Eliaçık, söz konusu ayet olan Maide suresi 33. ayeti, Yaşayan Kuran adlı kitabında şöyle çevirmiştir: “Allah’a ve peygamberine karşı savaş açanlar ve yeryüzünde fesat çıkarıp duranlar; öldürülmek, asılmak, giderek elden ayaktan kesilip güç kaybetmek ve yeryüzüne sürgün edilip durmaktan başka bir şeyle karşılaşmazlar. Bu onların dünyada karşılaşacakları zillettir; ahrette ise onları büyük bir azap bekliyor.”(5)

Yinelemekte fayda var, kitlesel katliam ya da sürgünlere kanıt olarak sunulan ayetin, bu hükme ne derecede dayanak oluşturacağı, yazımızın konusunu oluşturmuyor. Bununla birlikte, İslam’ın “savaş hükümlerinin” -başta bu ayet olmak üzere- ancak “meşru müdafaa” ve “açık saldırı” koşullarında geçerli olduğu, esas olarak İslam inancının barışı ve çoğulcu, demokratik yaşamı emrettiği de öne sürülen görüşler arasında yer almaktadır. Bu görüşlere, kanıt olarak sunulan ayetlerden birkaçı ise şöyle sıralanabilir:

– “Dinde zorlamak ve baskı yoktur.” (Bakara 256),
– “Ve de ki: ‘Hak Rabbinizdendir; artık dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin.’” (Kehf 29),
– “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin tümü, topluca iman ederdi. Öyleyse, onlar mü’min oluncaya kadar insanları sen mi zorlayacaksın?” (Yunus suresi, 99)
– “Biz onların neler söylediklerini daha iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorba değilsin; şu halde, Benim kesin tehdidimden korkanlara Kur’an ile öğüt ver.” (Kaf suresi, 45)
– “Artık sen, öğüt verip-hatırlat. Sen, yalnızca bir öğüt verici-bir hatırlatıcısın. Onlara ‘zor ve baskı’ kullanacak değilsin.” (Gaşiye suresi, 21-22)
– “De ki: ‘Ey kafirler.’ ‘Ben sizin taptıklarınıza tapmam.’ ‘Benim taptığıma siz tapacak değilsiniz.’ ‘Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim.’ ‘Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz.’ ‘Sizin dininiz size benim dinim bana.’” (Kafirun suresi, 1-6)
Bu noktada üzülerek belirtmemiz gerekiyor ki, İslam inancı içerisinde özgürlükçü inanç anlayışını savunan görüşler, tarihsel olarak niceliksel bir büyüme gerçekleştirememiş, daha da kötüsü, geçen 1400 yıl içerisinde, tıpkı Cübbeli Ahmet örneğinde görüldüğü üzere “ölüm fermanları” ve “katli vaciptir” değerlendirmeleri ile İslam tarihi adeta “kan gölüne” çevrilmiştir. Bu tarihten kısa kesitler sunmadan önce Hıristiyanlık “özgürlükçü inanç anlayışı” konusunda nasıl bir sınav vermiş, kısaca buna değinmek istiyoruz. Bakalım Hıristiyan tarihinin sicili bu noktada ne kadar temiz.

HIRİSTİYAN TARİHİNİN KARANLIK YÜZÜ

Geçen 2000 yıl içerisinde tıpkı İslam ve Yahudi inancında olduğu gibi, Hıristiyan inancında da, özgürlükçü inanç hükümlerini dinin esası olarak kabul eden görüş sahipleri olduğu gibi, bunun aksi yönde düşünen ve Hıristiyan inancına muhalif düşünceleri yok etmek isteyen görüşler ve bu görüşleri hayata geçirmek isteyen yönetimler de var olmuştur. Üstelik bu baskıcı ve totaliter din anlayışı yüzyıllar boyunca egemen olabilmiştir. İfade ettiğimiz üzere her üç dinde de, görüş sahipleri tezlerine dayanak teşkil edebilecek “dini hükümlerle” insanların karşısına çıkmışlardır. Örneğin İslam inancı bağlamında yukarıda “barış” ve “hoşgörü” hükümleri olarak yer verdiğimiz ayetlerin yanı sıra, buna karşıt olarak sunulan ve özellikle selefi/vahhabi gruplar ile silahlı İslamcı örgütler tarafından dile getirilen ayetler de (Bakara 42, İsra 81, Muhammed 1-3, Enbiya 18) söz konusudur. Aynı durum Yahudi ve Hıristiyan inancı için de geçerlidir. Örneğin Hıristiyanlığı “barışçıl” bir din olarak görmek isteyenler İncil’de şu hükümlere rastlayabilirler:

“Düşmanlarınızı sevin, sizden nefret edenlere iyilik yapın, size lanet edenlere iyilik dileyin, size hakaret edenler için dua edin. İnsanların size nasıl davranmasını istiyorsanız, siz de onlara öyle davranın. Eğer yalnız sizi sevenleri severseniz, bu size ne övgü kazandırır? Günahkârlar bile kendilerini sevenleri severler. Size iyilik yapanlara iyilik yaparsanız, bu size ne övgü kazandırır? Günahkârlar bile öyle yaparlar.” (Luka 6: 27-34)

“Kötüye karşı direnmeyin. Sağ yanağınıza bir tokat atana öbürünü de çevirin. Size karşı davacı olup gömleğinizi almak isteyene, abanızı da verin. Sizi bin adım yol yürümeye zorlayana iki bin adım yürüyün.” (Matta, 5; 39-41)

Öte yandan aynı dinin bu kez “şiddet” yanlısı olduğunu ileri sürenler karşımıza, “kutsal kitaptan” şu hükümlerle çıkabilirler:

“Yeryüzüne barış getirmeye geldiğimi sanmayın! Ben barış değil kılıç getirmeye geldim. Çünkü ben oğulla babasının, kızla annesinin, gelinle kaynanasının arasına ayrılık koymaya geldim. İnsanın düşmanları, kendi ev halkı olacaktır.” (Matta 10; 34-36)

“Ben dünyaya ateş atmaya geldim. Eğer şimdiden tutuşmuş ise daha ne isterim. Fakat benim vaftizleneceğim bir vaftizim var. Bu yerine gelinceye kadar nasıl da sıkılmaktayım! Dünyaya barış ve selamet getirmeye geldim mi sanıyorsunuz? Hayır, size ancak şunu söylerim; ben sizlere ayrılık getirmeye geldim.” (Matta,12; 49-51) Benzer örnekleri Tevrat için de görmek olasıdır. Bununla birlikte yazımızın ekseninden uzaklaşmamak için, şimdi Hıristiyan tarihi içerisinde, din adamları ve kilise tarafından hayata geçirilen katliam emirlerinden örnekler vererek devam etmek istiyoruz.

Engizisyon sistemi

Öncelikle şunu ifade edelim ki Hıristiyan tarihinin ilk 200 yılında, Hıristiyanlar genel olarak, dinsel inancın isteğe bağlı olduğu, baskı ve zorla insanlara bir inanç dayatılamayacağı ilkesini savunmuşlardır. Bununla birlikte 3. yüzyıldan itibaren, 12. yüzyılın sonlarına değin dinden “sapmaları” ortadan kaldırmak ve Hıristiyan dininin egemenliğini ilan etmek üzere, Kilise bütün insanlar üzerine yoğun bir baskı politikası uygulamıştır. Sistematik baskılar ise 12. yüzyıldan itibaren baş göstermiştir. Bu noktada ilk olarak, mali sömürüyü uygulayamadıkları için, ruhbanlığın karşısında yer alanlara Kilise büyük bir savaş başlatır. Bu savaşa katılacak olanlar içinse büyük ödüller vaat edilir. Uzun süren savaşlarda evler yakılır, erkekler, kadınlar ve çocuklar toptan asılma suretiyle katledilir. Savaş, Kilise açısından kesin bir yengiyle sonuçlanmasa da, “sapıklık” olarak nitelendirilen direnişlerin çoğu kırılır. Bu olayların en can alıcı sonucu ise şu olur: “Kilise, Avrupa’nın kamu hukukuna, ‘bir hükümdar ancak, ülkesinde sapıklığı kökünden silmek koşuluyla tacını koruyabilir’ ilkesini soktu.”(6)

1252 yılında IV. Innocentius’un fermanı ile sistematik baskılar “engizisyon” sistemi ile kurumsallaşmış ve bu anlamda din tam anlamıyla “faşizan” bir baskı aracına dönüşmüştür. Öyle ki, İmparator II. Friedrich yayınladığı kanunlarda “dinden sapmalar” hakkında şöyle hükümler vermiştir: “Bütün sapıklar kanun dışı sayılacaktır; bunlardan tövbe etmeyenler ateşte yakılacaktır; tövbe edenler zindana atılacaktır; gene sapıklığa dönenler idam edilecektir. Bunların mallarına el konulacak, evleri yıkılacak, ikinci göbeğe kadar çocukları maaşlı hizmetlere alınmayacaktır; ancak babalarının sapıklığını haber verenler ile diğer sapıklığı bildirenler, hükmün dışında bırakılacaklardır.”(7)

Dinin tek hakim olduğu bu yeni dönemde engizisyon sistemi de kısa sürede kıta Avrupa’sının tamamına yayılır. Egemen din anlayışına karşı çıkanlar, kralın açıkladığı hükümler gereğince en ağır biçimde cezalandırılır. Bu cezalardan şüphesiz en korkunç olanı “ateşte yakma” cezasıdır. 1676 yılına kadar, kimi dönem kesintilere uğrasa da, bu ceza yürürlükte kalır. Bütün bu kanlı düzenin arkasında ise, Kilise ve onların kendilerine dayanak bulduğu “dini” hükümler ve onlarla işbirliği halinde olan “kralın otoritesinin” sağlanması anlayışı yatmaktadır. Diğer taraftan bir bütün olarak halklar ise “düzenin hafiyesi” olarak “İman Fermanı” adı verilen kanunla, gözetim altına alınmıştır. Bu fermana göre yaşayan herkes, Engizisyon hizmetinde çalışan kimselerdir aynı zamanda. Ve onların görevi, dinden sapanları ihbar etmek yani hafiyeliktir. Bunun için kimi dönemler ülkenin çeşitli yerlerine bildiriler asılır ve din anlayışına karşı gelenlerin, “engizitörlere” bildirilmeleri istenir. Bu bağlamda “hafiyeliği” yüksek bir din görevi olarak sunan Engizisyon, hafiyeliğe karşı gelenleri de ağır cezalarla cezalandırıyordu.

Halkın tamamının büyük bir kuşatma ve baskı altında tutulduğu bütün ortaçağ boyunca, mahkemeler, yargılananları peşinen suçlu sayıyordu. Bu durum adeta yargılamanın bir parçası olmuştu. Örneğin İspanya’da mahkemeye düşen herkes suçlu sayılırdı, suçlu olmadığını ispatlamak ise onun görevi olarak belirlenmişti. Hakimin de fiilen “sanıktan” davacı olduğu bu mahkemelerde, aleyhte olan her tanıklık, iftira da olsa, kabul edilirdi. Tanıklığı reddetmek ise ağır şartlarla mümkün oluyordu ancak. Yahudi, Morisco (İspanya’da yaşayan ve zorla Hıristiyan edilen Müslüman gruplar) ve hizmetçilerin sanık aleyhinde tanıklıkta bulunmalarının serbest olduğu bu dönemde aynı kimselerin sanık lehine tanıklıkta bulunmaları yasaklanmıştı.

Bu arada şunu da hemen belirtelim ki, ateşte yakma cezasını engizisyon mahkemesi değil, sivil mahkemeler gerçekleştirirdi. Çünkü Kilise, insan öldürmek dahası “yakmak” ithamı ile karşılaşmak istemiyor, yargılama sonucunda “hak dini” benimseyen kimseleri sivil mahkemelere gönderiyordu. Sivil mahkemelerin ise önüne gelen mahkûmu cezalandırmanın dışında pek bir seçeneği yoktu aslında. Çünkü böyle bir durumda “Kanon” adı verilen kilise kanunlarına karşı çıkmış olacaklar ve bu durum sonrasında da Kilise tarafından aforoz edilme cezası ile karşı karşıya geleceklerdi. Öte yandan Kilise “itibarı” açısından böyle bir yola tevessül etse de, mahkûmun yakılması için odun getirenlerin günahlarını bağışlama yoluyla, onları ödüllendirme girişiminden de geri durmuyordu.

Reformcular da farklı değil

Hıristiyan tarihi içerisinde vuku bulan “reform” hareketleri de, dini, baskı ve zorla da olsa kabul ettirme hastalığından uzak duramadılar. Dahası onlar da verdikleri kararlarla çoğu insanın kanına girdiler, binlerce insanın katledilmesine sebep oldular. Protestanlığın babası olarak bilinen ve kendinden önceki Hıristiyan din anlayışının kimi uygulamalarına karşı çıkan Martin Luther’in dinin toplumdaki yeri ve bu anlamda uygulanacak cezalarla ilgili söyledikleri dikkat çekicidir. Öyle ki Luther fikirlerinin yaygınlaşmasına paralel olarak “devletin görevinin, hak dini zorla kabul ettirerek iğrenç sapıklığı kökünden söküp atmak olduğunu, yurttaşların da, din konusunda ya da diğer konularda, hükümdarlara karşı sınırsız bir bağlılıkla yükümlü bulunduklarını ve devletin imanı savunmaktan başka bir amacının olamayacağını” ileri sürmüştür. Anabaptistler isimli Hıristiyan tarikatı üyelerinin de kılıçtan geçirilmeleri gerektiğini öne süren Luther, “kurtuluş yalnız bizim dinimizdedir” söylemiyle de, geldiği noktayı en açık biçimde ortaya koymuştur.”(8)

Yine önemli reformculardan biri olan ve Kalvinizm mezhebinin kurucusu olarak bilinen Jean Calvin’de, tutuculukta Luther’den aşağı değildi, o da tıpkı Luther gibi, kilisenin egemenliğini savunuyor ve ülkenin teokrasi ile yönetilmesini istiyordu. Egemen olan ve kendi savunduğu fikirlere aykırı görüşler ileri süren kimselere karşı büyük bir baskı politikası izleyen Calvin’in izlediği dinsel anlayış da “özgürlükçü bir yaklaşımdan” oldukça uzaktı. Örneğin Calvin’in İspanyol ilahiyatçı ve aynı zamanda hekim olan Michael Servetus’a karşı başlatmış olduğu yıldırma ve sindirme eylemleri sonrasında, Servetus Cenevre’ye sığınmak zorunda kalmış, burada da “sapkınlık” suçundan yargılanmıştı. Yargılamanın sonucu mu; direğe bağlanarak ateşte yakılmak!

Bruno, Vanini ve Galilei

Reformcular için de “hoşgörü” kendi söylemlerini kabul edenler için geçerli bir olgu idi. Bu söylemlerin dışına çıkanlar da onlar için birer “sapıktı”. Servetus’tan bahsedince burada iki önemli ismi anmadan geçmeyelim: Giordano Bruno ve Lucilio Vanini. 1548-1600 yıları arasında yaşayan İtalyan asıllı Bruno döneminin önemli filozof ve din bilginlerinden biridir. Rönesans hareketinin de önemli isimlerinden olan Bruno, Kopernik’in, hem Protestanlarca hem de Katoliklerce reddedilen, dünyanın güneş etrafında döndüğü tezini kabul etmiş ve bir adım daha ileri giderek, evrenin sonsuz ve eş dağılımlı olduğunu belirtmiş; durağan yıldızların birer güneş olduğunu ve evrende dünyadan başka birçok gezegenin bulunduğunu öne sürmüştür. Kısa bir süre içerisinde görüşleri Kilise tarafından tepkiyle karşılanan Bruno, Engizisyon baskısından kurtulmak için çeşitli ülkelere gitmek zorunda kalmıştır. Nihai olarak İtalya’ya dönen ünlü filozof Engizisyon mahkemesince yargılanmış, sonsuz evren görüşü başta olmak üzere görüşlerinden vazgeçmesi karşılığında Kilise tarafından affedilebileceği de kendisine iletilmiştir. Bruno ise bu isteği reddederek görüşlerini savunmaya devam etmiştir. Sonunda, Roma’da idam mahkûm edilen Bruno, ateşte yakılarak katledilmiştir.

Bruno gibi İtalyan asıllı olan Vanini, 1585 yılında İtalya’da dünyaya gelmiş, 1619 yılında ise Fransa’da feci bir sonla yaşamını kaybetmiştir. Hayatının önemli bir bölümünü inançlı bir Katolik olarak geçiren Vanini, aynı zamanda önemli Katolik okullarında eğitim görmüş ve bu alanda uzmanlık noktasına ulaşmıştır. Diğer taraftan yaşamının son yıllarında başta tanrı fikri olmak üzere, din düşüncesi üzerine kilisenin söylediklerinin aksi yönde fikirler ileri süren Vanini’nin, 1619 yılında dinsizlik ve tanrıtanımazlık “suçlamasıyla” önce dili koparılmış sonra da ateşte yakılmak suretiyle öldürülmüştür.

Dinsiz ya da ateist olmanın “yakılmak” için yeterli olduğu Avrupa ortaçağında, İngiltere’de de (Elizabeth döneminde) üç ya da dört kişi Hıristiyanlığa aykırı görüşlerinden dolayı yakılmıştır. Ve “bu ateş” 1612 yılına kadar yanmaya devam etmiştir. Her ne kadar 1648 yılında çıkarılan bir kanunla üçü bir tanrı inancı ile, İsa’nın tanrılığını, kutsal kitabın Tanrı’dan vahyedilmiş olduğunu ve öteki dünyayı yadsıyanlar için ölüm, başka türlü “sapıklıklar” için ise hapis cezası konulduysa da, 1612 yılında itibaren “yakma” cezası uygulanmamıştır.

Yakma cezasından kurtulan ama bu kurtuluşu “kendini yok sayma” pahasına elde eden önemli bir isimle devam edelim: Ünlü İtalyan bilgin Galileo Galilei. Fizik, matematik ve gökbilimi alanlarında önemli çalışmalara imza atan Galilei, bu başarılarına karşın Kilise’nin baskısından kurtulamamış dahası sürekli tehdit ve gözdağı ile yaşamak zorunda kalmıştır. Dünya merkezli evren anlayışına karşın, Kopernik’in Güneş-merkezli evren anlayışını savunan Galilei, bu yüzden Vatikan Kilisesi tarafından iki kez yargılanmıştır. Son yargılamasında ise işkenceyle korkutulan ve ağır aşağılamalara maruz kalan Galilei, bütün bu yaşananlar sonrasında, kendisine ait görüşleri inkar etmek zorunda kalmıştır. Her ne kadar bu durum sonrasında ateşte yakılmaktan kurtulsa da ünlü bilimadamı ölene kadar ev hapsinde tutulur ve kitapları yasaklanır.

Büyücülük suçlamaları

Baskıcı din yorumu ile binlerce insanın katledilmesine cevaz veren Kilise’nin yaptıkları sadece bununla sınırlı değildi. Bilimsel alanda yapılan çalışmalardan, sosyolojik kabullere değin hayatın her alanına müdahale etme hakkını kendinde gören Kilise, örneğin, “hastalıkları şeytanın şerri ve tanrının gazabı” gibi nedenlere bağlıyordu. Hastalıkların kaynağı “ilahi güçler” olunca bunlarla savaşmak için de tıbbi değil pek tabi olarak ilahi reçeteler gerekiyordu. Bundan dolayı hekimler çoğu kez büyücülük ve imansızlık suçlaması ile karşı karşıya kalmışlardır. İlahi reçeteler ise azizlerden kalma “mucizevi özellikleri” olduğuna inanılan değerli yadigârlardı ve tam da bu nedenden dolayı Kilise geniş bir gelir kaynağı elde etmişti. Çünkü bu yadigârlar artık birer ticari meta haline gelmişti.
Anatominin, ölenlerin ahrette dirilecekleri inancıyla yasaklandığı bu dönemde, çiçek aşısına da karşı çıkılıyordu. Benzer biçimde kimya da şeytani bir sanat sayıldığı için 1317’de papa tarafından mahkûm edilmişti. Dinine bağlı olduğu açıkça bilinen İngiliz asıllı filozof Roger Bacon bile bilimsel araştırmalara olan ilgisi dolayısıyla bu çağda (13. yüzyıl) uzun süre hapiste kalmıştır.

Salgın, hastalık, kıtlık, doğal afet ve doğal olaylar gibi durumların nedeni ilahi olarak “şeytandı” belki ama Kilise aynı zamanda şeytanın dünyadaki suç ortağı olarak da “büyücüleri” görüyordu. Bu bağlamda 14. yüzyıldan itibaren “büyücülüğü” yok etmek üzere sistemli bir “imha operasyonu” başlatıldı. Bu operasyon öyle bir noktaya geldi ki, Papa VIII. Innocentius yayınlandığı bir fermanda veba ve afetlerin sorumlusu olarak büyücüleri gösterdi. Büyücülüğün, dönemin koşullarında nasıl algılandığını dahası Kilise’nin totaliter dili ile konuya nasıl yaklaştığını Hıristiyan teolog John Wesley’in “büyücülüğe inanmamak kutsal kitaba inanmamaktır” sözünden anlayabiliriz sanırım.

3. yüzyıldan yaklaşık 19. yüzyıla kadar hakim olduğu topraklarda “dini buyrukları” gerekçe göstererek, ölüm sonrasını bile beklemeden bu dünyada “cehennemi” yaşatmaya çalışan Kilise ve Hıristiyan din adamlarının karanlık tarihi ile ilgili daha onlarca sayfa yazı yazılabilir. Fakat buraya kadar anlattıklarımızın yeterli olduğunu düşünüyoruz. Bu noktada, şimdi projektörümüzü aynı coğrafyanın başka bir dini gücüne, İslam tarihine çevirmek istiyoruz. Bakalım bu tarihte, geçmişin utanç dolu sayfaları nasıl doldurulmuş; Müslüman din adamları “kutsalı” gerekçe göstererek kimlerin katline nasıl ferman yazmış?

İSLAM TARİHİNDE YAŞANAN KATLİAM VE KIYIMLAR

Cübbeli Ahmet’in Maide Suresi 33. ayeti örnek göstererek Ermeniler için uygulanan “sürgün kararını” doğru bulması dahası “dua edin ki, kıtır kıt öldürülmemiş, eliniz kesilmemiş, sürgün edilmişsiniz” mealindeki sözlerinin elbette ki, İslam tarihinde kayda değer bir geçmişi ve bugün için de kimi İslamcı örgütlerde bir karşılığı var. Üstelik bu geçmiş, İslam’ın ilk dönemlerine kadar gidiyor. Farklı inançlara mensup olanların, despot İslam anlayışı ile “sistematik bir biçimde” karşılaşmaları Peygamber’in ölümünden yaklaşık 50 yıl sonrasında Emeviler döneminde gerçekleşmiştir.

‘Kutsal paratoner’

“Dini hükümleri” referans alarak uygulanan bu baskı ve şiddet politikasına geçmeden, ilk 50 yılda yaşanan kimi çarpıcı gelişmelere de kısaca değinmek lazım. İslam Peygamberi’nin ölümünden sonra halife olarak belirlenen dördüncü halife Ali ile Suriye bölgesinin yaklaşık 20 yıl valiliğini üstlenmiş ve dönemin etkin siyasal isimlerinden biri olan Muaviye arasında gerçekleşen Sıffın Savaşı önemlidir. Bilindiği üzere Ali’nin halifeliğini kabul etmeyen Muaviye gelişen süreç içerisinde, iktidar talebini savaşa kadar götürmüştür. Tarihi veriler farklılık gösterse de yaklaşık 70 bin insanın ölmesine yol açan bu savaşın devam ettiği günlerde Muaviye tarafından öneri olarak sunulan “Hakem Önerisi” yazımız boyunca vurguladığımız “din eksenli” söylem geleneğinin önemli bir örneğini oluşturur. Öyle ki, savaşı kaybedeceğini anlayan Muaviye danışmalarının önerisiyle birden “din silahına” sarılmış ve “aramızdaki sorunu hakem olarak Kuran çözsün” önerisini getirmiştir. Bu amaçla Kuran Mushaflarını mızrakların ucuna taktıran Şam valisi, savaşın gidişatını değiştirmiş ve “düşmanlarını” bir anda hareketsiz bırakabilmiştir. Çünkü Ali askerleri bu durum karşısında ilk başta ne kadar tereddüde düşmüş olsalar da bir süre sonra “Dini Kutsalın” hakemliğini kabul etmek zorunda kalmışlardır.

İktidar ya da dini cemaat/grupların oldukça bilindik ve sinsi bir politikası olan “dini kıssa ve buyrukları” egemen kılma isteği, kimi zaman da tamamen “beşeri” kaygılarla ve “pragmatist” bir yönelimle hayat bulmuştur. Hakem önerisi bu anlamda iktidarı ele geçirmek üzere kullanıma sokulmuş ve “kutsal paratoner” diyebileceğimiz bir işlev görerek, Muaviye’ye iktidar yolunu açmıştır. Ne ilginçtir ki aynı olayın bir benzeri bu tarihten yaklaşık 300 yıl önce Bizans’ta yaşanmıştı. Öyle ki, 312 yılında I. Konstantin, rakibi olan Maxentius’u yenmek ve iktidarı ele geçirmek için düzenli bir orduya ihtiyaç duyduğunu belirterek din adamlarından yardım ister. İhtiyaç duyulan bu yardımın arkasında ise, Bizanslı Hıristiyanların savaşa karşı oldukları için askerlik görevini reddetme gerçeği yatmaktadır. Buna karşın din adamları Konstantin’in talebi karşısında harekete geçerler ve dünyada ilk defa tek tanrılı düzenli bir din ordusu kurulur. Sayıca yeterli olmasa da kurulan bu din ordusu ile Maxentius’a karşı savaş başlatan Konstantin, zaman içerisinde savaşı kaybedeceğini anlayınca, askerlerine mızraklarının ucuna İncil’i takmalarını emreder. Muaviye’nin de yüzyıllar sonrasında uyguladığı bu taktik nihai olarak sonuç verir ve savaşı I. Konstantin’in ordusu kazanır.(9)

Şimdi şu saptamayı yapmamıza izin verin: İktidarı ele geçirmek ve egemenliği “akla” dayalı değil “ilahi” olduğuna inanılan metinlere bırakan her inanç akımı için yukarıda verilen örneklerin, bugün ve gelecekte de yaşanması oldukça olası bir durumdur. Kimi zaman sahip olunan avantajların korunması için “ilahi metin” silahına sarılabilir, kimi zaman da teokratik yönetim anlayışını gerçekleştirmek amacıyla bu yola başvurabilirler. “Kutsal Kitap” sayfaları belki dün, mızrak ya da silah ucuna sarılmıştı, bugünde modern silahların üzerinde bayrak olarak pekâlâ dalgalanabilir.

Devam edelim.

Halifeye kayıtsız şartsız itaat

Emeviler dönemi ile birlikte “dini metnin” otoriter bir biçimde kitlelere dayatıldığının altını çizmiştik. Gerek iktidar içi, gerekse diğer inançlar üzerinde sistematik bir biçimde kullanılmaya başlayan bu otoriter İslami söylem ile büyük bir kıyım ve kırım harekâtı da başlatılmıştır. Belirttiğimiz üzere İslam tarihinde eleştirel, özgür düşüncenin “sistematik” olarak adeta yok edilmesinin başlangıcı Emeviler dönemidir. Bu noktada “ilahi” zemin bir taraftan cebriye görüşünü esas alan kader inancı ile diğer taraftan da “halifelerin” kendilerini konumlandırdıkları “statü” ile oluşturulmuştur. Öyle ki, Emeviler dönemine kadar “Müminlerin Emiri” ya da Resulullah’ın “Halifesi” olarak anılan halifeler Muaviye ile birlikte birden “Halifetullah” yani “Allah’ın Halifesi” statüsüne yükseltilmiştir. Böylelikle halife artık İslam toplumunda doğrudan Allah’ın temsilcisi olmuş, dolayısıyla da halifeye karşı çıkmak Allah’a, onun emir ve yasaklarına karşı çıkmakla eşdeğer olarak görülmüştür. Bu aşamada halifenin gücü siyasal sınırların dışına taşarak “ilahi” bir noktaya taşınmıştır. Onun icraatlarını, söylemlerini ve politikalarını sorgulamak, halifenin “misyonu” itibariyle mümkün olmaktan çıkmıştır. Böylelikle “Allah’ın Halifeleri” ile düzene/otoriteye mutlak itaat sağlanmış ve dolayısıyla sınırsız/sorgusuz egemenlik yetkisi halifelere verilmiştir. Bu arada belirtmeliyiz ki, dönemin “din bilginleri” yani ulemalar bu “itaat operasyonunun” teorik çalışmalarını ustaca hayata geçirmişler, bir taraftan Kuran ayetlerini bu perspektifle yorumlamışlar diğer taraftan da İslam peygamberine atfedilen sözler yani hadislerle halifeye mutlak itaatin ilahi emir olduğunu kanıtlamaya çalışmışlardır. Örneğin Huzeyfe el-Yeman’dan nakledilen ve peygambere ait olduğu öne sürülen şu hadis, gelinen noktanın ibretlik halini ortaya koymaktadır: “… O’nu (Emir’i) dinleyin ve emirlerini yerine getirin. Hatta sırtınız kırbaçlansa, servetiniz kapışılsa bile dinleyin ve itaat edin!”

Emeviler döneminde siyasal yapının tiranlığa dönüşüm sürecini hazırlayan faktörlerden biri de yukarıda belirttiğimiz üzere benimsenen “kader” anlayışıdır. Bu anlayışa göre dünyevi olay ve gelişmelerin arkasında Allah’ın iradesi bulunmaktadır. İnsanın eylem ve fiilleri önceden belirlendiği için de, insan için yaşadıklarına/yaşananlara saygı duymak ve devamında tevekkül içinde hayatını sürdürmekten başka çare yoktur.

Hal böyle olunca Müslüman kimse için bırakın düzenin, siyasal yapının sorgulanmasını kendi özel yaşamı için bile “eleştirel sorgulamanın” bir faydası kalmayacaktır. Dahası “sorgulama” yönelimi “kadere” isyanın bir yansıması olarak bile görülebileceğinden, insan için sabretmek ve şükretmekten başka bir çare yoktur. Yine bu anlayışa göre “Halifeler ve diğer devlet yöneticileri Allah’ın iradesi ile bu konuma getirilmişlerdir; eğer bir savaş vuku bulmuşsa bu ‘kaderde’ önceden belirlendiği için böyledir; yokluk, sefalet vb durumlar için de aynı şey geçerlidir.” Bu sebeple halifelerin icraatları ve tasarrufları da “ilahi emrin” tecellisi olarak görülmeli ve kabul edilmelidir.

“Allah iradesine” karşı gelenin sonu ölüm

“İslam inancının” iktidar mekanizması böyle kodlanınca, halifelerin uygulamalarına tepki gösterenler başta olmak üzere, egemen siyasal dairenin dışında kalan herkes, gözden düşürülmüş ve baskı altına alınmıştır. Bu çerçevede iktidarı korumak “inancı korumakla” eşdeğer kabul edilmiş, dini ilimleri gölgelediği, itibarsızlaştırdığı gerekçesiyle, bilimsel inceleme ve çalışmalara bile karşı çıkılmış; dahası “dini buyruklara” sığınılarak İslam tarihi boyunca on binlerce insan katledilmiştir. O kadar ki, İslam dininin, dini-felsefi kuram ve teorileriyle ilgilenen ve imanla ilgili soruları akli delillerle açıklamaya çalışan teolojik felsefe çalışma alanı “kelam” bile ağır eleştirilere maruz kalmış ve “hak mezhep” olarak dayatılan İslam mezheplerinin imamlarınca yerden yere vurulmuştur. Örneğin bu imamlardan İmam Şafi kelam ile ilgili şunları ifade eder: “Şirkin dışında insanın Allah’a karşı yapacağı bütün günahlar Kelâm ilminden okuyacağı bir şeyden daha hayırlıdır.” Diğer bir mezhep imamı olan Ahmed b. Hanbel’in bu konudaki sözlerinin de Şafi’den aşağı kalır yanı yoktur. Ona göre “Kelâm sahibi asla kurtulamaz; Kelâmla uğraşan herhangi bir kimsenin kalbinde bozukluk vardır”. Ve devam eder Hanbel “Kelâm alimleri zındıktırlar; Allah’a ve âhirete inanmazlar.”(10)

İslam tarihinde dinin, “ötekini” yok sayma, “şeytanlaştırma” ve kendini egemenliğin kaynağı olarak görme araçlarından biri de “hadislerdir” diyebiliriz. Ara bir not olarak kısaca şunu ifade etmeliyiz ki; Peygamberin ölümünden yaklaşık 250-300 yıl sonra derlenen ve kimilerine göre bir milyonu bulan hadis sayısı ile “dini otoriterleştirme” ve “iktidar anlayışına göre biçimlendirme yaklaşımı” son halini almış, anılan tarihi izleyen yıllarda “içtihat” kapısının kapanmasıyla da “çoğulcu ve özgürlükçü İslam anlayışına” en büyük darbe vurulmuştur.

Cübbeli Ahmet de Ermenilere yapılanın oldukça “doğal ve Allah’ın emri” olduğunu öne sürerken, işte bu gelenek ve yaklaşımdan besleniyor. Bu anlayışa göre zaten insanın canının hiçbir kıymeti yoktur. “Allah iradesine” karşı gelenin sonu ölüm ve daha ötesidir. Dahası bu anlayışın önemli temsilcilerinden Gazali’ye göre “insan bir günah işlemese de Allah yine ona azap verebilir; bu duruma Allah’ın takdiri” diye bakmak gerekir. Gazali bakın bu konuda neler söylüyor:

“Allah insanlara işlemedikleri bir günahtan dolayı da azap eder ve onlara elem verir; çünkü O, mülkünde istediği gibi tasarrufta bulunur.

“Allah, insanların tümünü hiçbir ibadet ve itaat yapmadan da cennete koyabilir. Kimsenin bir şey deme hakkı yoktur. Allah istediğini yapar.

“İnsanlar yaptıklarından sorulur, Allah yaptığından sorulmaz.”(11)

Namaz kılmayana yönelik fetvalar

İfadelerde de açıkça görüleceği üzere bir inanç anlayışı yaratıcı tasavvurunu böyle kurgulayınca, o inancın hüküm sürdüğü yerde, adalet, vicdan, sevgi ve merhamet beklemek pek olası olmayacaktır. Şafi mezhebinin önemli gelen isimlerinden İbni Cemaa’ya göre andığımız değerlerinin olmaması da zaten büyük bir sorun değildir. Yeter ki halk sultansız kalmasın. Cemaa şöyle diyor bu konuda: “Sultanın 40 yıl zulümle idaresi bile tebaasını bir yıl terk etmesinden iyidir.”(12) Zalim sultanla ilgili böyle düşünen sadece o da değildir. Selefi/Vahhabi din yorumunun tanınan isimlerinden İbni Teymiyye’de “Zalim bir idareciyle geçen 40 yıl, sultansız geçen bir geceden hayırlıdır” diyerek, Cemaa’nın görüşleri ile kendi düşüncesinin ne kadar benzeştiğini açıkça ortaya koyuyor. Bu arada ismi geçmişken İbni Teymiyye’nin namaz kılmayan kişi ile ilgili verdiği fetvayı da aktaralım. Bu zata göre “Namaz kılmayan kimse, namaz kılıncaya kadar dövülür ve tövbeye davet edilir. Eğer tövbe edip namaza başlamazsa öldürülür.”(13) Ne yazık ki İslam inancında namaz kılmayanın öldürülmesi gerektiği görüşü sadece onunla da sınırlı değildir. Bilakis dört büyük mezhepten Hanefi mezhebi hariç, Hanbeli Maliki ve Şafi mezhebi, namaz kılmayanın öldürülmesi gerektiğini savunur. Hanefi mezhebine göre ise namaz kılmayan kişi, namaz kılıncaya kadar hapsedilir; bazı görüşlere göre ise hapis cezasına ilave olarak kan çıkıncaya kadar dövülür.

Din ve inanç yorumu/tahlili işte bu noktada, hayati bir önem kazanıyor. Öyle ki, “Dinde zorlama yoktur” “Sen insanlar üzerinde bir zorba değilsin” ayetinin kitaplarında yer aldığı bir inancın mensupları, namaz kılmayan kimseyi bile katledebiliyorlar. Bu noktada anılan kimseler, ne bir sorguya ne bir eleştiriye ne de bir insani/ahlaki değerlendirmeye ihtiyaç duyuyorlar. Tıpkı Emeviler döneminde sırf Müslüman olmadıkları için kitleler halinde Türkleri katleden “Müslümanlar” gibi. Prof. Dr. Zekariya Kitapçı’ya göre Buhara’da sadece bir günde Emevi askerlerince katledilen kişi sayısı 10 bindir. Yine İbni Esir’e göre 20 kilometre boyunca uzanan yolda, Türkler ağaç dallarına karşılıklı olarak asılarak idam edilmiştir. (14)

Ebusuud Efendi’nin fetvaları

Bin yıl öncesinde, kendi inancında ve düşüncesinde olmayanların yaşadıkları hazin son bu idi. Emevi devlet yönetimi “Müslüman ulema”nın da onayını alarak bu kanlı istilaları gerçekleştirebiliyordu. Ama bu durum sadece Emeviler dönemiyle sınırlı kalmadı. Başbakanlık arşivlerinde bulunan Osmanlı defterlerinde bu durum açıkça görülüyor. O defterlerde yazılanlardan birkaç örnek;

– Zülkadir Beylerbeyi’ne hüküm: İran ile ilişkisi bulunan Rafizileri (Alevileri), başka bir nedenle suçlayarak öldürün. Yalnız Rafizi olanları ise hapsedin. Sonucu da başkente bildirin. (29 nolu Müimme Defteri; tarih 1576 Belge No:488

– Aynı defterden 489 numaralı ferman özeti: İran ile alakası bulunan Alevilerin gizlice araştırılması. Bunların başka bir bahane ile idam edilmesi.

– 488 numaralı ferman, Bozok Beylerbeyi’ne hüküm: Kızılbaşlılıkla suçlanan kişilerin yazıldığı defter suretleri gönderilmişti. Bu kişiler soruşturulsunlar, Kızılbaşlılıkları gerçekse, idam edilsinler. Lakin yalnız ithamla kalmışsa, (Kızılbaş oldukları kanıtlanamamışsa) bunlar Kıbrıs’a sürülsün.

Karşıtını, “kutsal din ve devlet” anlayışına sığınarak “yok etmeyi” kendine hak gören bu anlayış, kimi zaman “güvenlik” gerekçeleri ile kitlesel katliamlara imza atarken kimi zaman buna bile gerek duymadan “din” adına ölüm fetvaları yayınlayabilmiştir. Osmanlı devletinde kadılık, kazaskerlik ve şeyhülislamlık gibi önemli devlet görevlerinde bulunan ve yaklaşık 30 yıla yakın bir süre imparatorluğun en yüksek din makamı olan şeyhülislamlık görevini yerine getiren Ebusuud Efendi bu gerçekliğin en belirgin örneğidir. Bakın bu zat o dönemde sorulara verdiği cevaplarla hangi “kanlı” fetvalara imza atmış.
Soru: Bir kişi açıktan açığa ramazan gününde yemek yerse, sorgulaması sırasında, “özrün yokken neden yemek yiyorsun” sorusuna da “Ramazan hadistir, düzme koşmadır” diye cevap verirse ve bu sözünde direnirse ne yapmak gerekir?

Cevap: Elbette öldürülmesi gerekir.

Soru: Kızılbaş topluluğunun, dine göre topluca öldürülmesi helal midir? Bunları öldürenler gazi, bu öldürme sırasında ölenlerde şehit olur mu?

Cevap: Kızılbaşların topluca öldürülmeleri elbette dinimize göre helaldir. Bu, en büyük kutsal savaştır. Bu yolda ölmek de şehitliğin en ulusudur.

Soru: Kızılbaşların öldürülmesi, İslam sultanına (Osmanlı Padişahı) düşmanlık besledikleri için mi şarttır, yoksa başka nedenleri var mıdır?

Cevap: Bunlar hem sultana isyan ederler, hem de dinsizdirler.

Soru: “Peygamberin kimdir” denilen birisi “Bilmem” diye karşılık verirse ne olur?

Cevap: O kişi gerçek de, yalan da söylemiş olsa, kâfir olmuş olur (öldürülmelidir).

Soru: Bu konuda bazı kişiler o kişiye “Peygamber yolundan çıkma”, “Peygamberi tanı, utan” deseler, o da öfkeyle “Ben peygamberi bilmem” dese, dine göre kendisine ne yapmak gerekir?

Cevap: O kişi kafirdir, öldürülmesi gerekir.

Soru: Müezzin ezan okurken bir kişi, “bin kere seslensen, bizden sana varan olmaz” dese, ona ne yapmak gerekir?

Cevap: Bunu söyleyen kafirdir, dolayısıyla öldürülmesi şarttır.

Soru: Bir kişi, diğerine “Bana Tanrı’yı buluver” dese, diğeri de “Kuran’ı kılavuz alır, peygambere uyarsan Tanrı’yı bulursun” dese, ötekisi yine, “Onlara ne gerek var? Ben onlarsız da bulurum ya da “Buldum” deyiverse, ona ne yapmak gerekir?

Cevap: Dinsizdir, öldürülmesi şarttır.

Soru: Bir kişi diğerine selam verirken “Aşk olsun” dese diğeri de “Ya hu” diye karşılık verse bunlara ne yapılır?

Cevap: Yüce Allah’ın saptadığı selamı beğenmeyip o şekilde selamlaşırsa kafir olurlar.

Soru: Kafir düğününe “mübarek” olsun diyene ne yapılır?

Cevap: Eğer “mübarek” dediyse kâfirdir.(15

Kızılbaşlara (Alevilere) yönelik fetvalar

Ebuusud’un böyle onlarca fetvası var. Bugünün Diyanet İşleri Bakanlığı gibi döneminin en büyük din kurumunu temsil eden kimsenin, inanca, sevgiye, farklı olana, kendi gibi düşünmeye bakış açısı gün gibi ortada. Yorum yapmaya bile gerek duymuyoruz. Üstelik bu konuda kendisi de yalnız değil. Yavuz Sultan Selim’in diğer bir uleması Müftü Nurettin El Hamza 1512 tarihli Kızılbaşlarla ilgili fetvasında, Ebusuud’u yalnız bırakmadığını açıkça ortaya koyuyor: İşte Hamza’nın o fetvası: “Ey Müslümanlar, bilin ve haberdar olun ki, reisleri Erdebil oğlu İsmail olan Kızılbaş topluluğu, Peygamberimizin şeriatını, sünnetini, İslam dinini, iyiyi ve doğruyu açıklayan Kuran’ı küçük gördüler. Allah’ın yasakladığı günahları helal gördüler… Onlara sempati gösteren, batıl dinlerini kabul eden veya yardımcı olanlar da kâfir ve dinsizdirler. Bu gibi kimselerin topluluğunu dağıtmak bütün Müslümanların görevidir. Bu arada Müslümanlardan ölen kutsal şehitlerin yeri yüce cennettir.”

Ebusuud’un da hocası olan İbn’i Kemal ‘in “Aleviler” ile ilgili tüyler ürpertici fetvası ise şöyle:

“…Onların (Alevilerin) burada sözü edilen ve bunlara benzeyen öteki kötü sözleri ve eylemleri, benim ve öteki bütün İslam dininin âlimleri tarafından açıkça bilindiği gibi, şeriat hükmünün ve kitaplarımızın verdiği haklarla fetva verdik ki, onlar kâfirler ve dinsizler topluluğudur. Onlara sempati gösteren, batıl dinleri kabul eden ve yardımcı olanlar dahi kafir ve dinsizdir. Bunları kırıp (öldürüp) topluluklarını dağıtmak bütün Müslümanların görevidir. Müslümanlardan ölen kutsal şehitlerin yeri cennetin en yüce katıdır, kâfirlerden (Alevilerden) ölenler ise hakir olup cehennem dibinde yer tutacaklardı.
“Bunların durumu kâfirlerin -kitap sahibi Hıristiyan ve Yahudilerin- durumundan daha kötüdür. Bu topluluğun kestiği ya da gerek şahinle, gerek okla, gerekse köpekle avladığı hayvanlar murdardır.

“Onların gerek kendi aralarında, gerekse başka topluluklarla yaptıkları evlenmeler muteber değildir ve dahi bunlara miras bırakılmaz.

“Sadece İslam’ın Sultanının, onlara ait kasaba varsa, o kasabanın bütün insanlarını öldürüp, mallarını, miraslarını, evlatlarını alma hakkı vardır. Ancak bu toplamadan sonra onların tövbe ve pişmanlıklarına inanmamalı ve hepsi öldürülmelidir.”(16)
Toparlarsak, Yavuz Selim önderliğinde dönemin din otoriteleri Kızılbaşlarla (Alevi/Batıni) ilgili şu değerlendirmelerde bulunmuşlardır.

– Şeriatın hükmü ve kitaplar uyarınca kâfir ve mülhiddirler.
– Durumları kâfirlerin durumlarından daha beter ve aşağılıktır.
– Kadınlarının ve erkeklerinin nikahları batıldır, geçersizdir.
– Bu nedenle çocuklarından her biri zina çocuğudur.
– Ehli din olan akrabalarından dolayı miras hakları yoktur.
– Kestikleri hayvanlar mundar olur, yenmez.
Kızılbaşlarla ilgili verilen hükümleri ise şöyle açıklamışlardır.
– Tamamını kırıp topluluklarını dağıtmak tüm Müslümanlar için vacip ve farzdır.
– Bunların pişmanlıklarının hiçbir değeri yoktur, katledilmeleri gerekir.
– İnançlarına eğilim duyanlar, onlara katılmak üzere olup da yakalananlar, yardımcı olanlar da, onlar gibi kafir ve mülhiddirler, katledilmeleri gerekir.
– Bunlarla savaşırken ölen Müslüman şehit olur ve yeri cennettir, Kızılbaştan ölenlerin yeri ise cehennemin dibidir.
– Müslümanlar için Kızılbaşlar’ın malları, çocukları, karıları helal ve ganimettir.(17)

Yeniçeri Ocağının kaldırılması

Yaşadığımız topraklar üzerinde bir başka inanç grubu için alınan ve taşıdığı kin, nefret tohumunun gücü oranında, bugünü bile etkileyebilen ve binlerce insanın öldürülmesine yol açan bu fetvalarla ilgili ibretlik bir hadiseye daha değinmek istiyoruz: “Yeniçeri Ocağının kaldırılması”.

Hemen belirtelim ki, konumuz açısından bizim için önemli olan nokta bu süreçte “din ulemasının” aldığı görev ve “dine yaslanılarak” gerçekleştirilen politikalardır. Yoksa biz “Yeniçeri Ocağının” gerekliliği ya da o eksende bir tartışma içerisinde konuya yaklaşmıyoruz.

Kimilerince “Hayırlı Vaka” kimilerince de “Kötü/Şer Vaka” olarak bilinen Yeniçeri Ocağının kaldırılmasında tarihi kayıtlara göre, ulema açıkça taraf olmuş ve bu durumla ilgili fetvalar yayınlamıştır. Buna göre “asi” olarak nitelendirilen yeniçerilerin katledilmesinin vacip olduğu söylenmiş, bu savaşta ölenlerin ise şehit olacağı vurgulanmıştır. Olayların devamı ise şöyle gelişmiştir: “Sancak-ı Şerif, nakilbüleşraf ve ulema eşliğinde Sultanahmet Camii’ne getirtilip minbere yerleştirildi ve İstanbul’un dört bir tarafına gönderilen tellallar, padişahı seven herkesi Sultanahmet Meydanı’nda, Sancak-ı Şerif’in altında toplanmaya çağırdılar. Tellallar, ‘Ehl-i İslam olanlar Sancak-ı Şerif’in altında toplansınlar ve Halife’ye itaat nuruyla aydınlansınlar Müslüman olup namus ehli olan silahlanıp Sultanahmet’te, At Meydanı’nda Sancak-ı Şerif’in altına buyursun’ diye bağırmışlardı.”(18)

Olayların sonrasında ise manzara korkunçtur. Binlerce yeniçeri öldürülmüş, sağ kalanlar da kısa, toplu bir yargılamanın sonunda idam edilmişlerdir. Sayı olarak belirtirsek Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması sırasında 6 bin yeniçeri öldürülürken, II. Mahmut taraftarı sadece 87 kişi öldürülmüştür.(19) Olay sonrasında yeniçerilerin öldürülmesi ile yetinilmemiş, onlara ait evrak ve defterlerin büyük bir kısmı yakılmış, kışlaları yıkılmış hatta kahvehaneler bile yerle bir edilmiştir. Dahası neferleri yeniçerilerden oluştuğu için tulumbacı ocağı bile kapatılmış bu nedenden dolayı birkaç ay boyunca çıkan yangınlara müdahale edilememiştir.

Diğer taraftan yeniçeri ocağı ile ilişkileri bulunduğu gerekçesiyle Bektaşiler topyekûn baskı altına alınmış, bazı Bektaşi babaları idam edilmiş ve Hacı Bektaş Şeyhi de Amasya’ya sürgün edilmiştir. Sürgün kararı diğer Bektaşiler içinde uygulanmış ama onlar özellikle “Sünni ulemanın” kuvvetli olduğu bölgelere gönderilmiştir. Ayrıca bütün Bektaşi tekkeleri kapatılmış, 60 yıldan eski olanları hariç diğerlerinin ya türbeleri dışındaki bölümleri yıktırılmış ya da bu tekkeler başka tarikatlara verilmiştir.

Yeniçeri Ocağın kapatılmasını ve binlerce insanın öldürülmesini halk nezdinde meşrulaştırmak için de, yeniçerilerin talime başlama sözünü tutmadıkları, “sultana isyan”a kalkıştıkları ve “Kuran-ı Kerim”i bıçakla parçaladıkları şeklinde dini argümanlara sığınılmış; anılan ocağın kaldırılması ile beraber yeni kurulan askeri orduya da “Hz. Muhammed’in Muzaffer Askerleri” anlamına gelen “Asakir-i Mansure-i Muhammediye” adı verilmiştir.(20)

‘Sivilleri de öldürün!’

Gerek yaşadığımız topraklarda gerekse Müslüman kitlelerin yaşamlarını sürdürdüğü coğrafyalarda, fetvalarla, din adamlarının konuşmalarıyla insanların katledilmesine cevaz veren ve adeta bir nevi “dini tiranlık” uygulayan bu anlayış ile ilgili örnekleri çoğaltmak şüphesiz mümkün. Bununla birlikte, yazının geldiği nokta itibariyle “dinsel zorbalık ve bağnazlık” konusunda verilen örneklerin yeterli olduğunu düşünerek, söyleyeceklerimizi sonlandırmak istiyoruz. Dolayısıyla özellikle son dönemde Ortadoğu ülkeleri ile başlayıp “Suriye İşgali” ile devam eden süreçte, din adamlarının bu döneme dair fetvalarını aktarmak bile çok gerekli gelmiyor bize. Yer yer insanın kanını donduran bu fetvalar ayrıca başka bir yazının konusu olarak ele alınabilir. Bununla birlikte “kanlı din zihniyetinin” geldiği noktayı göstermesi bakımından sadece bir fetvayı sizlerle paylaşmak istiyoruz.

Müslüman Kardeşler örgütünün Katar’da yaşayan şeyhi Yusuf el Karadavi tarafından kaleme alınan bu fetvada, savaş sürecinde bırakın askerleri sivillerin bile katledilebileceği söyleniyor. Gerekçe ise açık: Masumlarsa, Allah onları affeder zaten. Karadavi’nin sözleri tam olarak şöyle: “Öldürün, siviller eğer masumlarsa öldükten sonra nasıl olsa Allah onları affeder.”(21)

SONUÇ YERİNE

Dinler tarihi, sanıldığının çok ötesinde dünyanın hemen her coğrafyasında izlerini bulabileceğimiz, uzun, derinlikli bir yoldur. Bu yolda kimi zaman hâkimiyeti elinde bulunduran din otoritelerinin topluma karşı işledikleri suçları, baskıyı, şiddeti kimi zamanda toplumun karşısına bilgelikle, insani ve etik öğütlerle çıkan toplum önderlerini görürüz. Fransız Filozof Challaye, Dinler Tarihi kitabında yukarıda ifade ettiğimiz biçimde dinin iki yüzünü de ortaya koyar ve devamında şöyle der: “Mısır’ın Ölüler Kitabı’nın ‘hiç kimseyi ağlatmadım’ diyen parçası; Brahmanların: ‘Sen busun’ sözü; Buda’nın ‘Hınca hınç karşılık verirse hınç nasıl biter tümcesi’; I. İşaya’nın: ‘Uluslar artık savaşı öğrenmeyecekler’ diyen, II. İşaya’nın ‘yeni gökle yeni bir yer’ müjdeleyen metinleri; İsa’nın zina yapan kadını bağışlayışı, Bahailerin: ‘Tüm insanlar aynı denizin damlaları, aynı ağacın yapraklarıdır’ formülü, ya da yalnızca Japonların bir lirik dramında bulunan ‘kör bir dilenci de hiç olmazsa çiçeklerin kokusunu duyar..’ biçimindeki tevekkülle dolu öğüdü ve sevinç özlemiyle dolu çağrısı üzerine kim bilir ne güzel vaizler yapılacaktır.”(22)

Hıristiyanlık, İslamiyet, Yahudilik başta olmak üzere, Totemizm’den, Mısır, Hindistan, Japonya ve Çin’deki dinlere kadar insanlık tarihinin önemli bir parçası olan din ve inançlar bir taraftan çevresinde olup biteni anlama, açıklama ve çözümleme kaygısı güderken diğer taraftan, varlığını da bir parçası olarak gördüğü ve “aşkın irade” olarak tanımladığı “kutsala” karşı sevgi ve inançla bağlılık düşüncesini formüle etmiş ve yaymıştır. “Sevgi” ile “içten bağlılık” duyguları etrafında şekillenen ve “varlığını” borçlu olduğu irade karşısında olabildiği kadar “disipline” etmeye çalışan inancın kendine çizdiği yol, feraset sahibi, dürüst, “namuslu” insan olmanın mücadelesi olmuştur. Thomas Muntzer’de, Aziz Clement ve Aziz Gregory’de, Yunus Emre’de, Nesimi’de, Şems-i Tebrizi’de ve Hacı Bektaş’ta gördüğümüz bu yoldur. Yunus’un şu dizeleri inancın “gönül gözü” ile yaşandığında yansıyacağı olumlu boyutun güzel bir örneği olsa gerek;

“Bir kez gönül yıktın ise,
Bu kıldığın namaz değil,
Yetmiş iki millet dahi,
Elin yüzün yumaz değil.”

Bununla birlikte, insanın kendini kötülüklerden uzaklaştırma ve yaratıcıya duyduğu sevgi ile var olma hali, dinin/inancın bir yüzünü oluşturur. Diğer yüzü ise, “egemenliğin ve hakikatin” kaynağı olarak din öğretilerinin hâkim kılınması ve bu öğretilerin suretinde kurulacak bir dünya ülküsüdür. Hali hazırda bugün de gerek dinsel söylemin iktidarı olarak gerekse de politik-dinsel müttefik cephe olarak varlığını “tek hakikat” söylemi ile sürdürmeye çalışan “bu ülkü”, dinin, zorbalıkla insanlara dayatılmasının başat kaynağını oluşturmaktadır. Bu anlamda “Din, zekâya hitap ederek kendisini bir gerçek gibi, ‘Gerçeğin ta kendisi’ gibi ortaya koymuştur: Tanrı üzerine, dünya üzerine, insanlık üzerine gerçek hep ondadır. Bu gerçek, entelektüel yaşamla ahlaksal yaşama egemen olma savındadır. İnsan da onu kabule zorunlu sayılır. Sonunda bunun böyle olacağı umulur. Fakat inandırma yolunun etkisiz olduğu anlaşılınca, düşünceleri değiştirmek için güce başvurmak, zor kullanmak meşru sayılır. Çünkü yanlış yapma özgürlüğü diye bir şey bulunmamalıdır.

Gerçek, yanlışı güç kullanarak yok etmek hakkı da dahil, tüm haklara sahiptir. “Böylece de kafa dini mantıksal olarak hoş görmezlikle sonuçlanır; bu hoş görmezliğin işlediği cinayetleri ise bize tarih göstermektedir; Brahmanlar Budizm’i ezerek; Zerdüşt rahipleri Manileri kovuşturarak; Hıristiyan kilisesi bütün hasımlarına zulüm ve baskı yaparak cinayet işlemişleridir.” (23)

Challaye’nin sözlerinde oldukça isabetli bir biçimde vurgulandığı üzere dinsel hegemonyanın kaynağını “hakikat” vurgusu oluşturmaktır. Bu nedenle kendini hakikatin tek kaynağı olarak gören “din anlayışı”, bir taraftan zihinleri kuşatmayı diğer taraftan da, iktidarı ele geçirerek zaferini taçlandırmayı hedefliyor. Bundan dolayıdır ki, Cübbeli Ahmet, Ermeni meselesinde, bir halkın sürgün edilerek karşı karşıya kaldığı yıkımı, kendini hakikatin dili görerek onaylayabiliyor, dahası, yapılanları az bile bulabiliyor. Oysa yaşama ve özelde yaşananlara, insani, ahlaki ve şefkat temelinde yaklaşıp “akli” gözle bakmış olsaydı, dönemin önde gelen kimi devlet görevlilerinin(24) bile tehcire karşı olduğunu, ötesinde bazı kaymakamların tehcire karşı çıktığı için asıldığını görebilirdi.(25)
Ama onun ve temsil ettiği dünyanın zihninde aslolan “yaşanan gerçek” değil, sırtını dayadığı din dilinin işaret ettiği ya da onun o dil de görmeye çalıştığı totaliter; eşitlikçi ve çoğulcu yaşamdan uzak “ilahi gerçektir”. Ve maalesef tam da bu nedenle kendine “din adamı” diyen biri kalkıp, açıkça bir insanlık dramı ve trajedisi karşısında, böylesine pervasız ve insanlıkla bağdaşmayacak sözler sarf edebiliyor.

Dipnotlar

1) Vahdet gazetesi, 26.04.2015.
2) A.g.e.
3) http://kuran.diyanet.gov.tr/
4) Muhammed Esed’den aktr, Maşallah Turan, Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2013.
5) İhsan Eliaçık, Yaşayan Kuran, İnşa Yayınları.
6) John Burry, Düşünce Özgürlüğünün Tarihi, 1978.
7) A.g.e.
8) A.g.e.
9) Muhammed Nur Denek, İslam, Eşitlik, Sosyal Adalet, Phonex yay, 2010.
10) Hüseyin Atay, Gazâlî Ve İbn Rüşd Felsefesinin Karşılaştırılması, 2003.
11) A.g.e.
12) Halit Bülbül, Tarihin Süzgecinde Çağlar Boyu Din Kavgaları, 2014.
13) A.g.e.
14) A.g.e.
15) Rıza Zelyut, Öz Kaynaklarına Göre Alevilik, Anadolu Kültürü Yay., 1990.
16) Muharrem Bayraktar, Yeni Mesaj gazetesi.
17) Ali Yıldırım, Osmanlı Engizisyonu, İtalik yay., 2013.
18) Erhan Afyoncu, Ahmet Önal, Uğur Demir, Askeri İsyanlar ve Darbeler, Yeditepe yay., 2010.
19) A.g.e.
20) A.g.e.
21) http://www.ekrangazetesi.com/haber/300/kardaviden-akillara-zarar-fetva-sivilleri-de-oldurun.html
22) Felicien Challaye, Dinler Tarihi, Varlık yay., 2007.
23) A.g.e.
24) Ankara Valisi Mazhar Bey, Kütahya Mutasarrıfı Faik Ali (Ozansoy), Kastamonu Valisi Reşat Bey, Yozgat Mutasarrıfı Cemal Bey, Erzurum Valisi Tahsin Bey ve Konya Valisi Celal Bey.
25) http://www.birgun.net/news/view/1915-tehcirini-ona-direnenlerle-birlikte-anmak/17112