Kadınların sessizliği, daha çok gözlem yapma ve eleştirel tutum geliştirmek için zaman kazanma durumuna mı, kötü bir niyete mi yoksa eril dünyaya ve eril söze direnmeye mi karşılık gelmektedir? Kadınların dille ilişkileri sorunludur; hem onların sözel alanda daha iyi oldukları düşünülür, hem de dil, kadınları baskı altına alan araçlardan birisi olarak görülür.
Birey, kimliğinin gelişim sürecinde diğeri açısından kendini tanımlamaya, kendisi için bir obje olmaya yönlendirilmekte, bu bağlamda toplum içinde kendi imajını, diğerinin bakışının yansımasında kurmakta ve duygu ve düşüncelerini dil aracılığı ile ifade etmektedir. İnsan ancak dil ile toplum üyesi olmaktadır, kültürün kurucu ve geliştirici unsurudur dildir.
Dili Çalmak (Stealing the Language) adlı çalışmasında Alice Ostriker (1); hem kullandığımız dil, hem de dili kullanmayı öğrenme yolumuzun, alışılmış edebi dilin sistemli bir biçimde cinsiyetleştirilmiş olduğunu söyler. Kadınlar bu cinsiyetleştirilmiş dilin kendilerini ne denli sınırladığının farkındadırlar, ancak, bu sınırlılıkları görmezden gelir, kendilerini yeni yollar üreterek tanımlaya çalışırlar. Dili kullanmada “güçlü kolektif ses” (1) denilen yeni yollar yaratma çabasının güçlenerek devamına gereksinim vardır Ostriker’e göre.
Söz konusu kadın yazarlar olduğunda, “yazma” işlevinin farklı bir yola girdiğini, kadın yazarların “yazma” işlevini, “ses” kazanmak ya da sessizlikten çıkıp kendilerini ifade edebilmek için kullandıklarını görürüz. Kadın yazarlar için bu, “öz yaşam öyküsel bir ses”tir aynı zamanda.
Bu makale ile kadının dil ile ilişkisi, bu ilişkinin belirleyenleri, konunun dilbilimsel, tarihsel, sosyolojik ve toplumsal cinsiyet boyutları değerlendirilecek ve daha sonra eril zihniyeti temsil eden dili reddederek sessizliği bir direnme pratiği olarak kullanan Keje’den (Eşkıya filminin kadın oyuncusu) söz edilecektir, kadınların sessizliğinin Türk sinemasına yansıması örneği olarak.
Dil ve kadın
Dil ve kadın söz konusu olduğunda, akla ilk gelen isim, kuşkusuz dil yapısına dair feminist bakışın öncülerinden Julia Kristeva’dır. Kristeva, La Révolution du langage poétique adlı eserinde, semiyotik olanın güçlenmesinin geleneksel cinsiyet bölünmesinin zayıflamasına neden olacağını ifade eder. Ona göre, ataerkil sistemde feminen nasıl marjinal olarak tanımlanıyorsa, dil için de semiyotik olan marjinaldir. Kristeva’ya göre “dili biyolojiye yıkmak -sadece anatomileri yüzünden- kadınların erkeklerden farklı yazdıklarında ısrar etmek, bir kez daha kadınları ve erkekleri erkek egemen basmakalıplara uydurmak” demektir; erkekler dişil, kadınlar eril tarzda yazabilirler.
Toplumda dilin farklı kullanımlarına önem veren dilbilimciler, kadınların dili, dilbilimsel olarak erkeklerden farklı kullandıklarını öne sürerler. Dil ve Kadınların Yeri (Language and Women’s Place) adlı çalışmasında Robin Lakoff (1975), kadınların kullandığı dilin, onların toplumdaki aşağı konumunu yansıtmakta olduğunu ve onların bu konumda kalmalarına neden olduğunu söyler. Kadınların dili kullanma biçimleri aşırı kibar, dilbilgisi açısından aşırı doğru ancak bir o kadar da bağlaçlarla, boş sıfatlarla doludur.
Düşündüklerini doğrudan ifade etmeye çekinirler, daha alçak sesle konuşurlar, daha çok soru sorarlar, daha çok özür dilerler / özür diler gibi bir tonla konuşurlar. (3) Lakoff’un dikkat çektiği kadın dilinin özelliklerinin kadınlara yüklenen toplumsal cinsiyet rolleri ile örtüşmekte olduğu görülmektedir. Kullandığı dil ile kadınların verdikleri izlenim; konular hakkında net fikirleri olmayan, güvensiz, kibar, sürekli onaylanma gereksinimi hisseden, çatışmaya girmekten çekinen, sık özür dileyen, kendilerini dolaysız ifade edemeyen kişiler olduklarıdır. Aynı zamanda kadınların kullandığı dil, diğer kadınlarca anlaşılan bazı ipuçlarını da içerir ve bu “ipuçları” kadınlar arası yorumlamayı da beraberinde getirir.
Kadının kullandığı dilin erkeğin kullandığı dilden zayıf olmadığını ama farklı olduğunu ifade eden Jennifer Coates (1986), Kadınlar, Erkekler ve Dil (Women, Men, and language) adlı çalışmasında, (4) kadın dilinin eril dilden farklı olmasını, kadınların dili farklı amaçlarla kullanmalarına bağlar. Dil, toplumsal cinsiyetin oluşturulmasında kullanılan en önemli araçtır, bu nedenle cinsiyetin dil içinde nasıl yansıtıldığına bakmak yerine, söylem içinde nasıl oluşturulduğuna bakmak daha yerindedir.
Hepimiz bir dil içinde doğup o dille kendi kimliğimizi buluyoruz, dil aracılığı ile kendi bilincimize sahip oluyoruz. Dili, “anlığımızın derinliklerine sinen, bireyin ve topluluğun kalıtım yoluyla edindikleri anılar gömüsü” olarak tanımlayan Hjelmslev, konuşma yetisinin ise, iyi ya da kötü olduğundan bağımsız, kişiliğin, ailenin ve ulusun ayırıcı özelliği olduğunu söyler. (5)
Bilgin’e göre psikolojinin ve sosyolojinin önemli teorisyenlerinden birisi olan G. H. Mead’e göre, insanın sahip olduğu sembolik iletişim kapasitesi ve eğilimi, evrimsel sürecin bir parçasıdır; dil yeteneği olmadan benlik gelişimi gerçekleşemez. (6)
Avrupa gösteri biliminin (semiyoloji, semiyotik) kurucularından, büyük düşünce ve yazı ustası Barthes “Dil hem toplumsal bir kurum hem de bir değerler dizgesidir… Birey onu tek başına ne yaratabilir, ne de değiştirebilir. Özü bakımından, ortaklaşa bir sözleşmedir; üstelik bu toplumsal ürün, kuralları olan bir oyun gibi özerktir, çünkü ancak öğrenildikten sonra kullanılabilir…” der. (7)
Dilbilimci Ferdinand Saussure, dili evrimsel ve tarihsel bir süreç olarak kabul ederek, dil yetisini iki parçaya ayırır; “dil, bireyin dışında kalan ve onun etkisi altında olmayan, varlığını toplumsal bir sözleşmeye borçlu olan … konuşma yeteneğini kaybeden bir kişi bile onu yitirmez. Bu ayrımda söz, konuşma edimine denk düşen bir gerçekleşmedir. Dil yetisinden sözü çıkardığımızda karşımıza dil çıkacaktır.” (8, 9) Lacan, Saussure’un linguistiğe dair ortaya attığı dilin keyfi oluşumu teorisiyle işe başlar, bilinçaltının da dillerin oluşumuna benzeyen bir örgüyle oluştuğunu söyler.
Joan Swann “Ways of speaking” adlı makalesinde (10) kadın ve dil ilişkisi ile ilgili araştırmalardan örnekler verir ve kadınların konuşmalarının sınırlandırılmasının kadınlara dayatılan çok daha genel toplumsal kısıtlamaların bir parçası olduğunu, sorunun bir toplumsal cinsiyet sorunu olduğu kadar toplumsal ve ekonomik iktidar sorunu da olduğunu söyler.
“Kadın yazını” terimini ortaya atan kişi, Cezayir asıllı bir Fransız olan Cixous’dur. Lacancı psikanalitik kuramdan etkilenen Cixous kadın dilinin akıcılığına ve kural bozuculuğuna vurgu yapar, kamusal konuşmalar yaparak “sınırı aşan” kadınların deneyimlediği fiziksel eziyeti tanımlarken, yine de kadınları “sessizliğin tuzağını kırmaya” özendirir ve kendilerini ifade etmek için kullanabilecekleri araçlara sımsıkı sarılmalarını öğütler. Lacan’dan etkilenen Fransız kuramcılar, toplumsal gelişmenin ana aracı olarak dile odaklanır ancak bu dil, “eril”in tanımlamasıyla oluştuğu sürece, kadınlar bu dili konuştukça, kendilerine yabancılaşacaklardır. Bu kuramcılar Lacan’ın imgesel (dil öncesi dönem) ve simgesel (dile dayalı) dünyası arasındaki ayrımını kullanarak, kadınların, temelde semboliği, süper egoyu, yasayı düzenleyen yabancı bir dilsel sistem içinde, yerlerini bulmakta zorlandıklarını ifade ederler.
Julia Kristeva dil ediminin kazanım süreci üzerinde çalışır, çocuğun gelişimindeki anlam verme ve dil edimini kazanma yolunda imgesel ve simgesel düzeni birbirine bağlı iki önemli süreç olarak görür. Kadın, simgesel düzene geçemediği için, dille kendini ve cinsini ifade edemeyecektir. İfadesi olmayan nesnenin kendisi de yoktur. (11)
Kadınların konuşabileceği bir dilin nasıl yaratılabileceği, Irigaray’in üzerinde durduğu bir sorundur. Irigaray’a göre edebiyat eleştirisi, cinsiyet farklılığının ne olduğu ve bunun, okuma işlemine nasıl müdahale ettiği sorularını yöneltmek ve bu ikisi arasındaki farkı belirtmek zorundadır. (12) Irigaray kadın ve eril dil arasındaki çözüme ulaştırılması zor ve acılı ilişkide kadının erkekle özdeşleşerek kendi cinsini terk ettiğini söyler. Ötekiyle özdeşleşen kadın bu özdeşleşme yüzünden kendi cinsini terk edecektir. Kadının dil eksikliğinin nedeni budur. Kadınlar eril dil aracılığıyla ve bu eril dilde kendi arzularını anlam düzeyine taşıyamazlar. Yasanın ne olduğunu söyleyen temsil sistemi kadının duygularını tahayyül etmesine bile olanak tanımaz. Kadınlar arasındaki ve kadınların içindeki aşk, sevgi, arzu eril dil aracılığıyla birbirine eklemlenemeyen gösterenler olarak kalmak durumundadır. Var olanın yalnızca bir erkek konuşma ve erkekler arası konuşma olması katı bir kültürel endogaminin (yalnız kabile- zümre içinde evlenmenin), yani baba-oğul ve kardeşler arasında sonsuza dek yinelenen benzerlikle süre giden ensestin teminat altına alınmasıdır aynı zamanda. Irigaray, anne-oğul arasındaki ensesti kültürel düzeni tehdit ettiği kaygısıyla yasaklayanın eril yasa olduğunu söyler. İşte eril evren dilini tam da baba-oğul ve erkek kardeşler arasındaki ensestle yeniden kurup, bunu tek olası evrensel düzen olarak dayattığında kendi narsizmini yasa haline getirmektedir. Bu anlamda dil erkektir. Cinsiyeti erkek olan özne kendi buyruklarını aklın ve düşüncenin evrensel geçerli buyrukları olarak kurar ve bu özne her şeyi tek bir mantığa indirger; Bir’in, Aynı’nın, Bir’in Aynı’sının mantığına. İşte kadınların sessizliği Bir’e tabi olmadan Öteki’ni/ Kadın’ı söylemenin bir yolu olabilir mi?
Irigaray’e göre “anne/kız, kız/anne arasındaki ilişki toplumumuzda patlayıcı bir unsurdur. Çünkü bu ilişkiyi gözden geçirmek ve değiştirmek ataerkil düzenin altını oymak demektir”. Ancak kadınlar tam da bu yüzden “eksik etek” olarak tanımlanmaktadırlar; çünkü anne-kız ilişkisi ataerkil düzende temsil edilmemektedir. Irigaray modern toplumu aslında heteroseksüel değil, homo-seksüel olmakla suçlar, yani, ona göre var olan düzen erkeklik göstereni (masculine signifier) altında bir aynılık cinselliğidir (a sexuality of the same). Bu nedenle, Irigaray, var olan “heteroseksüel” düzeni yeniden yapılandırmayı, daha doğrusu gerçek anlamda heteroseksüel bir düzen inşa etmeyi amaçlar. Batı kültürünün annenin cinayeti üzerine kurulu olduğunu iddia ederek, bireyin anneye minnet duymasını yani köklerini önemsemesi gerektiğini, dişi soy kütüğünün (maternal genealogy) yaratılmasını ve bunun anne ve kız ilişkisini temsil etmesi gerektiğini söyler. Bu ilişkide anne, hem anne hem de kadın olabilmelidir. Böylece kadınlar annelik fonksiyonuna indirgenmez ve birbirleriyle rekabete girmezler. Fakat bütün bunların gerçekleşebilmesi için yeniden doğum şarttır.
Xaviere Gauthier’e göre kadınlar bu sembolik düzeni olumlar ve bu düzene girerlerse şizofrenik olmakta ve farkına varmadan ikinci cinsiyet denilen cinsiyete dönüşmektedirler. J. Kristeva ise “kadının sembolik olan karşısında yaşadığı ikileme dikkat çekmektedir. Ya bunun içine girecek ve işlevsel erkeklere dönüşecektir, ya da fallik olarak kabul edilen her şeyden kaçarak sessiz denizaltı canlısının cesaretine sığınacak ve böylece tarihte yer almaktan vazgeçecektir.” (12)
Ataerkil kültürde ikincil konumundan dolayı kendi tercihlerini belirleyemeyen kadınların, dili kullanmayı reddedişleri, bir taraftan bir direnç göstergesi diğer taraftan toplumda kadının düşürüldüğü ‘hiçlik’ konumunun görünürlüğünü artıran bir araçtır. Bu bağlamda sessizliğin güçlü sesi olan suskunluk, sözcüklerin anlatabileceğinden daha çok şey söyler ve ideolojik açıdan da eril söyleme karşı bir protesto olarak yorumlanabilir.
Anadolu’da yeni gelinler evin erkeklerinden “ses saklar”, bu anlamda sessizlik, bir tür ‘söz’ dinlemektir ve aynı zamanda bir erdemdir. Kadınlardan ve çocuklardan beklenen erkek egemen değerler sistemi tarafından belirlenen bu erdeme uygun tutum almalarıdır.
Öztürk ve Tutal’a göre sessizlikteki, kadının yoksun bırakıldığı ses, erkeğin sesidir. Erdemin, terbiyenin, terbiye edilmişliğin, söz dinlemenin aslında suskunluğa mahkûm edilmesidir. (13) Suskunluk bazen bir teslimiyet, bazen bir direnç ve belirli geleneksel kabulleri/kültürü sorgulamanın bir tür üst dilidir. Dili kullanmayı reddederek erkin/yasanın/eril olanın hükmüne direnen kadınlar vardır, sessizliğin güçlü sesini kullanan kadınlar. İşte şimdi konuşacağımız Keje bu kadınlardan yalnızca birisidir.
Türk sinemasında suskun kadın imgesi
Türk sinemasında kadınların sessizliği dendiğinde Yavuz Turgul’un Eşkıya adlı filmi şüphesiz ilk akla gelenlerdendir. Eşkıya filminde Keje, sevdiği erkeği (Baran) ihbar eden adama (Berfo), para karşılığı satılır babası tarafından. İtiraz etmeksizin boyun eğer olan bitene ancak sevdiği erkeğin bir gün geri dönüşüne kadar bir daha konuşmaz…
– Berfo (Kamuran Usluer): Demek sen benim yaptıklarıma ihanet diyorsun ha? İyi, peki öyle olsun. Peki şimdi ben sana şöyle desem; ben bunları yaptım, çünkü aşıktım ben, yani vurulmuştum, ölüyordum aşkımdan. Bunun üzerine kim bana ne diyebilir ha? İhanet mi? Aşkım için yaptım ulan! Ahlaksızlık mı? Evet yaptım. Ben en yakın arkadaşımı seni, jandarmaya ihbar etmiş adamım. Sen yapabilir miydin benim yaptığımı? Ha? En sevgili arkadaşına ihanet edebilir miydin? Onu jandarmaya ihbar edebilir miydin? Arkadaşının altınlarını çalabilir miydin? O altınlarla arkadaşının sevdiği kadını anasından babasından satın alabilir miydin? Arkadaşını ölüme gönderebilir miydin? Ama ben yaptım. Aşkım için ulan!… Şimdi söyle bana; hangimizin aşkı Keje’ye daha büyük ha? Hangimizin? Hangimiz Keje için böyle büyük bir günaha girmeyi göze alabildik? Ben bu aşk için cehennemde yanmaya hazırım. Ya sen?
– Baran (Şener Şen): Beni hapiste vurdular Keje ölmedim. Hastalandım bi ciğerimi orda bıraktım gene ölmedim. Çok dövdüler beni kan kustum ama ölmedim. Yaşadım… Seni bir kez daha görebilmek için yaşadım. Şimdi bana dediler ki, kimse sesini duyamıyormuş, susmuşsun. Benimle de konuşmayacak mısın Keje? Sesini duyamayacak mıyım?
– Berfo (Kamuran Usluer): Sevdiğin kadını kıytırık bir herifin hayatı için harcadın. Hâlbuki o kadın seni bir ömür bekledi. Hayatın sevda karşısında ne önemi var?
Kadın, sessiz ama dilsiz değildir. Sessizliği çok yoğun bir ahlaki yargılamayı içerir, bunu görmek gerekir… Edebiyatta ya da sinemada yaşadıkları sorunlar karşısında suskunluğu tercih etmiş olan kadınlar, çaresiz kaldıklarında, dilsizliği kullanarak, kendilerine karşı zorbalık ve yaptırımlar uygulayanları, bir anlamda taş kesilerek cezalandırmakta ve direnç göstermektedir. Sakaoğlu, özellikle kırsal kesimde, sosyal ve ekonomik bağlamda yaşadıkları zorluklar karşısında, kadınların bir kurtuluş yolu olarak suskunluğu tercih etmesi ile ‘taş kesilme’ motifi arasında bağ kurar. Taş kesilme motifi, efsanelerde zor durumda kalan gelinlerin, kadınların bir kurtuluş yolu olarak, Allah’a dua etmesi sonucunda taş kesilmeleridir, bu efsanelerde de amaç ders vermektir. (14)
Türk sinemasında suskun kadın imgesini inceleyen İmançer’e göre (15); “kadın karakterler, erkek anlayışın göstereninden (nesne-varlık) özne olmaya, ‘erkek olmayan’ tanımlamasından çıkarak, ‘kadın olarak’ kadına doğru bir gelişim göstermektedir. Erkek olmayan ancak baskın kültür karşısında kendi özgün kadın kimliğini de geliştiremeyerek adeta bir ‘arada varlık’a dönüşmüş bu kadınlar, erkek anlayışın tanımlaması içinde ötekileştirildikleri kişisel alanlarında, bu dışlanmışlığı doruk noktasına taşıyacak bir eylem olarak suskunluğu geliştirirler”.
İmançer’e göre böylece, “eşkıyaların ağaya duydukları hınç nedeniyle çekildikleri dağlar gibi, erkeğin yatak odasına bir sessizlik dağını, imha edilmesi mümkün olmayan bir sessizlik karargâhı heybetiyle taşırlar”. Filmlerdeki suskun kadınlar, kendi bedenleri, cinsellikleri üzerinde karar verici değildirler, duygusal yaşamlarını kendi tercihleri doğrultusunda belirleyemezler, ancak sessizleşerek, kurulacak yeni ilişkinin tarafı olmayı da reddederler.
Eril dilin ve eril dilde hayat bulan tüm kavramların baskısına karşı direnmek konusunda “sessizlik” dışında kalan diğer tüm yolların aşınmasına ve tüm kapıların zorlanmasına olan gereksinim, her zamankinden daha da yoğun bir şekilde kendisini görünür kılmakta değil midir?
Sonuç ve değerlendirme
Görüldüğü gibi diller belli bir politikanın, ideolojinin, erkek egemen dünyanın yörüngesinde, onlara bağlı olarak gelişiyor ve kadını ikincil kılan bütün söylemler, gelenekler, alışkanlıklar ve yargılar da bu eril dilin kucağında büyüyor, gelişiyor…
Şiddet de bütün söylemler gibi bu eril dille besleniyor. Kadınlar, kendi duygularını, kendi düşüncelerini değil, onlar adına söylenenleri sahiplendiklerini fark ediyorlar ve isyan başlıyor. İsyan etmek her şeyden önce eril dili tahtından etmek ve dışlanan, yok sayılanlar için tarihte, edebiyatta, sanatta, ‘yeni bir adalet’ talep etmektir (16, 17).
Sessizliğin dilini sahiplenen kadınları görünür kılmak açısından edebi eserler, bu eserlerdeki görünür /görünmez kadın karakterler açısından yeniden değerlendirilmelidir.
Kaynaklar
1) Ostriker, A.S (1986); Stealing the Language: The Emergence of Women’s Poetry in America, The Women’s Press: London, 1987 (First published by Beacon Press, Boston, MA, 1986) ISBN: 978-0807063033, 315 p.p.
2) Julia Kristeva, La Révolution Du Langage Poétique: L’avant-Garde À La Fin Du Xixe Siècle, Lautréamont Et Mallarmé. Paris: Éditions du Seuil, 1974. (Abridged English translation: Revolution in Poetic Language, New York: Columbia University Press, 1984.)
3) Lakoff, R. (1975); Language and Woman’s Place, Language in Society, Vol. 2, No. 1 (Apr.1973), pp. 45-80 Published by: Cambridge University Press Stable URL: http://www.jstor.org/stable/4166707
4) Coates, J. (1986); Women, Men, and Language, Harlow, Essex: Longman.
5) Mehmet Rifat, (2008); 20. Yüzyılda Dil Bilimi ve Gösterge Bilimi Kuramları 1, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
6) Bilgin, Nuri (2001); İnsan İlişkileri ve Kimlik, Sistem Yayıncılık, İstanbul.
7) Barthes Roland (1993), Göstergebilimsel Serüven, Çev: Mehmet Rıfat, Sema Rıfat, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
8) Işık, Emre (1998); Beden ve Toplum Kuramı, Bağlam Yayınları, İstanbul.
9) Ferdinand de Saussure, Genel Dilbilim Yazıları, Çeviren: Savaş Kılıç, İthaki yayınları.
10) Swann, Joan (1992); Ways of speaking, Imagining Women: Cultural Representations and Gender, Oxford Press.
11) Yamaner, Güzin (2005); Susan Glaspell’ın Önemsiz Şeyler’inin Önemi, Tiyatro Araştırmaları Dergisi, 19.
12) Donnovan, Josephine (1997); Feminist Teori, Çev: Aksu Bora, Meltem Ağduk Gevrek, Fevziye Sayılan, İstanbul, İletişim Yayınları.
13) Öztürk, Ruken, Tutal, Nilgün (2001); “Sinemada Kadın Karakterlerin Sessizliği: Sessizlik Bir Direnme Pratiği Olabilir mi?”, Gazi İletişim Dergisi, Sayı: 10.
14) Sakaoğlu, Saim (1980); Anadolu-Türk Efsanelerinde Taş Kesilme Motifi ve Bu Efsanelerin Tip Kataloğu, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, s.38-44.
15) İmançer, Dilek; Türk Sinemasında Suskun Kadın İmgesi, Sosyal Bilimler Dergisi, s.203-211.
16) Anbarlı, Hülya; http://www.ucansupurge.org/TR,337/toplumsal-bir-riza-sessiz-bir-onay.html, erişim tarihi: Aralık 2015.
17) Büken, NÖ; http://www.sagliginsesi.com/kadinlar-8-martta-yine-meydanlarda-4572h.htm, erişim tarihi: Aralık 2015.