Ana Sayfa Arkeoloji Geçmişten günümüze neler kalır?

Geçmişten günümüze neler kalır?

2630
0

Müze gezmeyi sever misiniz? Geçmiş medeniyetlerin izlerine uzun uzun bakarken eskiden insanların nasıl hayatlar yaşadıklarını düşünmeyi? Günümüzdeki teknoloji ile binlerce yıl öncesindekinin benzerlikleri ve farklılıklarını düşünüp hayret etmez misiniz siz de?

Arkeoloji temel olarak geçmiş yaşantılara ilişkin kalıntılar üzerinden bize insanlığın tarih çizgisini sunuyor. Peki ama geçmişten günümüze neler kalır?

Bu soruya, 50 Soruda Arkeoloji başlıklı kitabında Mehmet Özdoğan şöyle yanıt veriyor: (1)

“Geçmişten günümüze neler kalır?”
“Geçmiş dönemlerden günümüze kalabilen malzeme çok sınırlıdır. Bunların büyük bir bölümü, yapıldığı hammadde türüne ve bulunduğu doğal ortama bağlı olarak tümüyle ortadan kalkmaktadır. Örneğin ahşap, kumaş gibi organik maddeler, ancak belirli ortamlarda korunabilir. Zamana ve koşullara daha dayanıklı olduğunu düşündüğümüz demir gibi diğer birçok hammadde türü de, zamanla çevre koşullarına bağlı olarak ortadan kalkabilir. Bu hammaddelerden bir kısmı ise aşağıdaki etkenlerle değişime uğrar:

“- Doğal etkenler:
a) Kimyasal değişme, bozulma;
b) Fiziki olarak bulunduğu yerden sürüklenme, darbe, basınç;
c) Biyolojik: Bakteri, hayvan;

“- İnsan etkisi:
a) Tahribat,
b) Yeniden kullanım vb.

“Bir toplumun kullandığı maddi kalıntılardan günümüze kadar belge niteliğini koruyarak gelebilenler, o toplumun gerçekte kullandığının ancak çok küçük bir bölümüdür. Eski dönemlere inildikçe, malzemenin bozulmadan kalması ve bizim onu tam olarak anlamamız daha da güçleşir. Bir malzemenin elimize belge olarak geçmesinde, zamana dayanıklılık ve bozulmadan, değişmeden kalmanın yanı sıra, incelemenin yapıldığı dönemdeki analiz ve tanı yöntemlerinin gelişkinliği de belirleyicidir.

“Herhangi bir arkeolojik dolguda malzemenin günümüze kalabilmesi, her şeyden önce o dolgunun hangi koşullar altında oluştuğuyla bağlantılıdır; genel olarak geçmişte yaşanan yangın, deprem, yanardağ patlaması gibi felaketler, olağan koşullarda günümüze kalmayacak ya da sınırlı ölçüde kalacak olan malzemenin daha zengin bir çeşitlilikle korunarak günümüze ulaşmasını sağlayabilmektedir. Örneğin yangın geçirmiş bir evdeki buluntular, yangın geçirmeden terk edilmiş bir evdeki buluntulara göre çok daha fazla ve çeşitlidir. Yangın, sıradan koşullarda zamana dayanıksız olan bazı organik maddelerin, örneğin buğday, arpa gibi tahılların kömürleşerek korunmasını sağlamaktadır. Bu sayede o toplumun çiftçilik yaptığını öğrenmenin yanı sıra, hangi tür buğdayı ektiği, bunu nasıl ve nerelerde depoladığı ve bundan nasıl yararlandığı gibi soruların yanıtlarını da alabilmekteyiz. Korumaya en büyük katkıda bulunan felaketlerin başında belirli tip yanardağ patlamaları gelmektedir. Eğer yanardağ kızgın lav akıtmadan önce, kalın dolgular oluşturacak şekilde kül püskürtürse, bu kalın kül tabakası her türlü kalıntıyı örter ve daha sonra bunun üzerine gelen lav tabakası da, söz konusu kalıntıların, bir kasaya konulmuş gibi kilitlenerek korunmasını sağlar. Bunun üzerine gelen lav tabakası da, söz konusu kalıntıları, bir kasaya konulmuş gibi korur. Bu konuda en tanınan örneklerin arasında, Vezüv Yanardağı’nın eteklerindeki Roma dönemine ait olan Pompei ile Herculaneum yerleşimleri ile gene aynı yanardağın eteğinde yer alan ve İlk Tunç Çağı’na, MÖ 3. binyıla tarihlenen Nola yerleşimi gelmektedir. (Resim 1, 2)

Vezüv Yanardağı’nın külleri altında korunmuş olan Roma dönemine ait Pompei Kenti.

“Ege’de Santorini Adası’nda Thera Yanardağı’nın patlamasıyla kalın kül dolguları altında kalarak, çatısına kadar korunmuş olan MÖ 2. binyıl Minos dönemine ait olan Akrotiri yerleşimi de, bu olayın en çarpıcı örnekleri arasındadır. Ülkemizde de, Kula bölgesinde (Manisa) MÖ 20. binyıla ait çamurlu bir zeminde yürümüş bir insanın ayak izleri, bölgedeki bir yanardağın külleriyle örtülerek günümüze kadar gelebilmiştir.

“Her ne kadar kalıntıların günümüze kalabilmesi yukarıda değindiğimiz koşullarla bağlantılı ise de, ender olarak farklı koşullarda farklı malzeme türleri de bozulmadan günümüze gelebilmektedir. Örneğin, bakteri ortamının, dolayısıyla çürümenin olmadığı çölde, buzda, bataklıkta, aşırı tuzlu ortamda ya da Sibirya’da olduğu gibi donmuş topraklarda, her türlü organik madde bozulmadan günümüze kadar gelebilmektedir. Bunun son zamanlarda ortaya çıkan en iyi örnekleri arasında İtalya Alplerinde bulunan, midesinde son yediği yemeğin artıkları ve üzerindeki giysilerle günümüze dek gelebilen MÖ 3. binyıla ait bir avcı; Altay Dağları’nda, derin dondurucuda gibi, üzerindeki dövmelere kadar iyi korunmuş durumda olan MÖ 1. binyıla ait kurgan mezarı; İstanbul Yenikapı’da MÖ 6. binyıla ait bataklık dolgusundan çıkan tahta eşyalar, başaklarıyla birlikte buğday kalıntıları ya da Güney Amerika’da çölde bulunan MÖ 1. binyıla ait kumaş, sepet gibi nesneler sayılabilir. Aynı şekilde sürekli suyun altında kalan dolgularda ahşap ve diğer bazı organik maddeler daha iyi korunmaktadır. Bu bağlamda İsrail Atlit Ram’da deniz seviyesinin yükselmesiyle suyun altında kalmış olan MÖ 6. binyıl yerleşiminde ya da deniz seviyesinin altındaki birçok yerde, karada taban suyunun altında kalmış mezarlarda, ahşap bozulmadan günümüze kadar gelebilmiştir. En iyi korunmuş olan buluntular tuz madenlerinde yapılmış olan kazılarda ortaya çıkar. Bunun en iyi bilinen örneği, Avusturya Hallstadt tuz madenlerinde bulunan ahşap eşya ve tüm giysileriyle bozulmadan korunmuş madencilerdir.

Resim 2. Vezüv Yanardağı’nın MÖ 3. binyıl sonlarında İlk Tunç Çağı’ndaki patlamasıyla korunmuş olan Nola yerleşimindeki kil sıvalı, ahşap direkli uzun evlerden birinin, içindeki buluntularla kazı sonrasındaki durumu.

“Kültür tarihine genel olarak baktığımızda, zamana en dayanıklı malzeme türleri taş, çanak çömlek ve daha az oranda kemiktir. Bilindiği gibi genel olarak, Yontmataş Devri olarak anılan Paleolitik Çağ’ı çakmaktaşı aletlerle, daha sonraki tarihöncesi dönemleri de kap kacakla tanımlamaktayız. Ancak gene de bazı ortamlarda, örneğin çok asitli orman topraklarının bulunduğu bölgelerde çanak çömlek de kimyasal olarak bozularak ortadan kalkabilir.

“Günümüzde arkeoloji giderek diğer bilim dalları, özellikle uygulamalı bilim dallarıyla yakın ilişki içine girmiştir. Özellikle yeni arkeometrik yöntemler, örneğin polen analizi, kan analizi, spektral analiz, DNA çözümlemeleri, izotop yöntemleri vb., kazıyla ortaya çıkarılabilecek “malzeme”nin sayı ve çeşidini her geçen gün çoğaltmaktadır.

“Sonuç olarak, arkeolojik kazılardan, o kültürün tümünün anlaşılmasına yardımcı olabilecek çok az malzeme ele geçmektedir. Elde edilen veriler de ancak olanaklar ölçüsünde sınırlı olarak incelenebilmektedir. Bu nedenle, elde edilen malzemenin olabildiğince ayrıntılı olarak incelenmesi ve tanıya yardımcı olabilecek diğer bilim dallarından da yararlanılması zorunluluktur.”

Haftaya başka bir soruyla görüşmek üzere…

Kaynak:
1) Özdoğan, Mehmet, 50 Soruda Arkeoloji, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, İstanbul, 2011, ss.28-32.