Ana Sayfa Dergi Sayıları 206. Sayı Pandemi sonrasına ilişkin bazı notlar

Pandemi sonrasına ilişkin bazı notlar

479
0

Koronavirüs salgını, sistem sahiplerine bazı revizyonları dayatmanın yanı sıra, sistem karşıtları için daha köklü bir eleştirinin ve aşma çabasının ipuçlarını da somutlaştırdı. Temel güdülerinden biri “doğayla savaş” değil “doğayla uyum” olan bir toplum modeli tasarlama zorunluluğu bu ipuçlarından biridir.

Yaklaşık 1,5 yıldır tüm dünyayı kasıp kavuran Covid-19 salgını, dünya savaşlarıyla karşılaştırılacak çapta büyük bir olay. Dolayısıyla sonuçları da büyük olacak ve her kesim kendine özgü dersler çıkaracak. Pandemi sonrası dünya, pandemi öncesi dünyadan -hemen fark edilmese de- çok farklı olacak.
Güncellikten uzak olsa da en temeldeki soru şudur. Doğal afetlerle, doğadan koparak mı yoksa uyum sağlayarak mı baş edebiliriz? Bu aynı zamanda uygarlık tarihi kadar köklü bir sınıfsal tartışmadır. Egemenler ile ezilenleri, ilerlemeciler ile kurtuluşçuları birbirinden ayırır. Covid-19 salgını sonrası hangi derslerin çıkarılması gerektiği konusunda da bu iki bakış açısı çatışacak, yani bir sınıf mücadelesi yaşanacak.
Sömürücü ve ilerlemeci bir sınıf olarak burjuvazinin yanıtı, büyük olasılıkla, “tekno-otoriter” bir toplum kurmak yönünde olacak. “Doğal tehlikelerden” daha uzak, “doğaya karşı daha korunaklı” bir sistem… Gelişmiş teknolojiler böyle bir sistem için devreye sokulacak ve bu “ilerlemenin” kıstası olarak sunulacak. Burjuvazinin (aslında uygarlık tarihi boyunca tüm sömürücü sınıfların) “fıtratına” uygun bir biçimde “insan-doğa savaşı” anlayışına dayanan, insanlığı (daha doğrusu mevcut düzeni) doğal tehlikelerden korumaya yönelik bir sistem arayışı… Elbette bazı revizyonlar yapmak zorunda kalacaklardır; ama sistemin egemenlerinin ortaya çıkan sorunlara yönelik çözümleri bu çerçeve içinde arayacakları tahmin edilebilir.
Ama sistem sahipleri her şeye egemen değiller. Pandemi deneyimi, yukarıda özetlenen genel yaklaşımın sorgulanması da dahil olmak üzere köklü eleştirileri ve farklı yol önerilerini de gündeme getirecektir.

***

Covid-19 salgını ne ölçüde bir güvenlik sorunu yarattı? Soruyu biraz daha açalım: Sistemin egemenleri açısından ne kadar, halk kitleleri açısından ne kadar bir güvenlik sorunu yarattı? Bu ikisinin farklı süreçler olduğunu, giderek daha da farklılaştığını ve ayrı ayrı analiz edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu farklılık, salgının tahrip dozu ile ilişkili.
Covid-19 salgını öyle bir doğal afet oldu ki, sistemin sahiplerini geniş halk kitlelerine oranla daha fazla telaşa sürükledi. Örneğin virüsün öldürücülüğü 5-10 kat daha fazla olsaydı veya çocukları ve gençleri daha fazla etkileyen bir hastalık olsaydı, kitlelerin etkilenme düzeyi ve verecekleri tepkiler çok farklı olabilirdi. Öte yandan Covid-19’un fazla önemsenmeyecek ve kendi haline bırakılabilecek (sürü bağışıklığı yöntemi) bir olay olmadığı da ortaya çıktı. Trump ABD’si, Johnson İngiltere’si, Bolsonaro Brezilya’sı gibi bu yola meyleden ülkeler oldu, ama hızla duvara tosladılar (ilk giden Trump oldu).
Yani bu doğal afetin dozu, doğru politikalarla, hızlı ve etkin tedbirlerle, toplumun sağlığını öne alan yöntemlerle, fazla tahrip vermeden üstünden gelinebilecek bir düzeydeydi. Örneğin Çin, bazı Güneydoğu Asya ülkeleri, Avustralya ve Yeni Zelanda bunu göreli olarak başarabildiler. Kısacası Covid-19 salgını bir güvenlik sorunu olmaktan çok bir yönetim ve sistem sorunu oldu.
Basitçe ifade edersek, kitleler, yaşadıkları olağanüstülüklerin, ekonomik sorunların ve acıların sorumlusu olarak virüsü değil yönetimleri (hatta giderek egemenleri gözeten sistemi) görmektedirler, görmeye başlamışlardır.
Bu önemli bir noktadır ve geleceği belirleyecek etkenlerden biridir. Sistemin sahipleri de bazı revizyonlara gitmek, tavizler vermek zorunda kalacaklardır ve bazı kafalar gidecektir; başka türlü bu büyük olaydan sıyrılamazlar. Sistem karşıtları için ise köklü dönüşüm önerilerini gündeme getirmek için fırsatlar doğacaktır.

***

Pandemi sürecinin ortaya serdiği gerçeklerden biri de kapitalist sistemin sanıldığı kadar güçlü olmadığı, kırılgan olduğudur. Düşük yoğunluklu bir salgın bile, önde gelen kapitalist ülkelerin sağlık sistemini çökme noktasına getirdi. Anlı şanlı bilim kurumlarına sahip olan bu ülkeler salgın ile baş etmekte bocaladılar, hâlâ da bocalıyorlar. Toplum sağlığı ile kapitalist kâr ve rekabet sistemi arasındaki çelişki (özellikle aşı ve aşılama meselesinde) tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. Salgınla etkili mücadele etme ile ekonomik sistemi sürdürme arasındaki çelişkiyi de çözemediler. Kısacası, hükümetler toplumun güvenliğini sağlama noktasında sınıfta kaldılar.
Emekçilerin radikal muhalefetini zor veya rıza üretme yöntemleriyle bastırabilen/etkisizleştirebilen hükümetler koronavirüs karşısında çaresiz kaldılar. Virüsü polisiye tedbirlerle ve dincilik veya milliyetçilik gibi uyutma mekanizmalarıyla durduramazsınız. Başka türlü tedbirler alınmalıydı, ama bu tedbirler sistemin sınırlarını zorlamaktaydı.
Bu kırılganlığı hem sistemin sahipleri gördü hem de halk kitleleri. Salgının biraz daha yoğun olması durumunda (ki gelecekte böyle bir olasılık vardır) sistemin tamamen çökebileceğini fark ettiler. Bu da hem sistem sahiplerinin hem de sistem karşıtlarının üzerinde düşünmek zorunda kalacağı ve geleceği belirleyecek olgulardan biridir. Gelecekte gerçekleşebilecek bu tür (hatta daha yoğun) salgınlara karşı dayanıklı bir toplumsal sistem nasıl olmalıdır; herkes bu soruya bir yanıt üretmek zorundadır.

***

Küresel kapitalist sistem (küreselleşme döneminde) ilk kez küresel bir tehdit ile karşı karşıya kaldı. Küresel bir tehdit ancak küresel mekanizmalarla alt edilebilir. Pandemi gibi, gezegendeki tüm toplumları ilgilendiren sorunlarla ancak tüm toplumları kapsayacak çapta tedbirlerle baş edilebilir.
Küresel bir dünyada, herhangi bir ülkenin salgını denetim altına alması o ülke halkının dahi korunmasına yetmez. Örneğin İngiltere ne kadar etkili tedbirler alırsa alsın, salgın Hindistan’da devam ediyorsa İngiltere de kurtulabilmiş sayılmaz (eğer dünya ile tüm bağlarını kesip kendi içine kapanmayacaksa). Gezegende yaşayanların tümü aşılanmadığı sürece aşılananlar da güvenlik altında sayılmazlar. Unutmayalım ki, Covid-19 salgını dünyanın bir noktasında ortaya çıktı ve kısa sürede tüm gezegene yayıldı. Bu süreç her an tekrar edebilir.
Küresel sorunlar ulusal ve yerel tedbirlerle çözülemez. Kapitalist sistemin bu tür küresel tedbir mekanizmalarına sahip olmadığı görüldü. Yani insanlığın tümünü etkileyen tehditlere karşı insanlığın tümünü koruyabilecek mekanizmalar…
Gerek egemen sistem sahiplerinin gerekse sistem karşıtlarının üzerinde düşünmek zorunda olduğu noktalardan biri de budur: Küresel tehditlere karşı küresel tedbir mekanizmalarına sahip bir sistem nasıl oluşturulacaktır? Yani kapitalist küreselleşme artık tartışma konusudur. Mevcut burjuva sistemi insanlığın tümünün güvenliğini sağlayabilir mi? Bu soru güncel ve yakıcı bir sorun olarak gündemdedir.

***

Modernite öncesinde böyle değildi ama modernite sürecinde yol almış toplumlarda büyük doğal afetler, bilimsel ve seküler düşüncenin yaygınlaşması ve itibarının artması sonucunu verir (insanlığı çaresiz bırakacak ve sistemi çökertecek çapta olurlarsa durum değişebilir; Covid-19 salgını bu çapta değil). Dinsel düşünceler ve uygulamalar ise itibar kaybederler; çünkü çözüm ve kurtuluş için önerdikleri somut önerileri yoktur. Covid-19 salgını sürecinde de bu eğilimi (geniş kitleler nezdinde de) net bir biçimde yaşıyoruz. Bütün dünya geliştirilecek etkili aşılara, yani bilime umudunu bağlamıştır; Tanrı’ya yakarmaya veya mukadderat deyip kabullenmeye değil.
Pandemi sonrasında çoğu toplumda, özellikle sağlık alanında, bilimsel ve teknolojik gelişmeye, bilimsel eğitime çok daha fazla önem verileceğini, yatırımlar yapılacağını tahmin edebiliriz. Bu, şu anlama da gelir: Sistem sahipleri, halka yönelik rıza üretiminde, dinsel temalardan çok -bilimsel demeyelim ama- teknolojik temaları daha fazla kullanacaklardır. Dinciliği, dinsel temaları öne alan yönetimlerin zayıflayacağını ve iktidarlarını yitirebileceklerini; gerici otoriterizmin, yerini tekno-otoriterizme bırakacağını öngörebiliriz.

Dincilik ve pre-modernite -en azından yönetim katlarında- devre dışı kalabilir. Bu tür doğal afetlere dayanıklı bir toplumun nasıl kurulacağı noktasında yaşanacak ideolojik mücadelenin ana temalarından birinin “din-bilim çatışması” değil, “teknoloji-bilim çatışması” olması büyük olasılıktır (aslında doğa ile savaş/uyum tartışmasının bir türevi). Bu, modernitenin iki ana yolunun (burjuva modernitesi mi emekçi modernitesi mi) çatışması demektir aynı zamanda.

***

Pandemi sürecinin net olarak gün yüzüne çıkardığı ve geniş kitlelerin bilincine ermeye başladığı olgulardan biri de, gerek ülkeler bazında gerekse dünya çapında zengin-yoksul çelişkisinin ne kadar keskinleştiği, gelir dağılımı uçurumunun ne kadar büyüdüğüdür. Bizzat pandemi süreci bu uçurumu daha da büyüttü. Emekçiler yoksullaşırken ve işlerini yitirirken, küresel burjuvazi denen çok küçük bir azınlık servetlerini artırdı. Doğal afetin yükünün eşit biçimde paylaşılmadığı, yükün emekçilere bindirildiği çıplak bir gerçek olarak ortaya çıktı. Zengin-yoksul ülkeler arasındaki uçurum aşılama sürecinde de görüldü.
Öyle keskinleşmiş, öyle somutlaşmış ve öyle ayan beyan olmuştur ki bu çelişki, artık böyle devam edemez. Tepki yoğunlaşması ve kin birikimi, sistemi tehdit edecek ve sistem sahiplerini de tedirgin edecek boyutlardadır. Tepki birikimini politik dönüşüme yönlendirecek bir önderlik henüz gözükmüyor, ama bu patlamaların olmayacağı anlamına gelmez ve her şey patlamalarla başlar.
Uygarlık tarihi boyunca egemen sınıflar ezilenlerin özgürlük ve eşitlik taleplerinin karşısına “güvenlik” gerekçesiyle çıktılar ve çoğu zaman başarılı da oldular; geniş kitleleri güvenlikleri için özgürlükten ve eşitlikten vazgeçmeye zorladılar ve ikna edebildiler. Rıza üretmenin tek bir şartı var; güvenliği sağlamak. Fakat pandemi gibi doğal afet dönemlerinde (savaş dönemleri de benzerdir) eşitlik ile güvenlik çakışır; yani güvenliği ancak eşitlik ile sağlayabilirsiniz (özgürlük konusu biraz daha farklı). Öte yandan güvenliği sağlayamayan bir sistemin varlık şartı kesinlikle yok olur; eşitliği ve özgürlüğü sağlayamayan bir sistem sürebilir, ama güvenliği sağlayamayan süremez. Pandemi böyle bir durum yaratmıştır.
Dolayısıyla sistem sahipleri de varlık şartları olan güvenliği sağlayabilmek için eşitlik konusunda düşünmek zorunda kalacaklardır. Eşitlik ile güvenlik çakışmasını önleyecek bir formül bulmak, yani keskinleşen çelişkiyi bir biçimde yumuşatmak zorunda kalacaklardır. Sistem karşıtları ise güvenliğin aslında halkın değil egemenlerin güvenliği olduğunu (yani güvenlik kavramının sınıfsal bir niteliği olduğunu), gerçek güvenliğin ancak eşitlik ve giderek özgürlük ile sağlanabileceğini ileri süreceklerdir. Pandemi sonrasındaki sınıf mücadelesi muharebelerinin bir cephesi de budur.

***

Pandemi gibi hamasetle değil ancak bilimle üstesinden gelinebilecek ve acil çözüm gerektiren hayati süreçler popülizmi geriletir. Bizzat kitleler de, kendisi gibi olanlara değil kendisine öncülük edeceklere, bilmediğini bilenlere kulak verir. Pandemi sonrasında başlayacak süreçte popülist iktidarların gerileyeceğini, çözüm önerenlerin öne çıkacağını öngörebiliriz.
Popülizm gerileyecektir ama bu kez seçkinci ve halkçı (popülist değil) yaklaşımlar arasında bir mücadele olacaktır. Bu da burjuva ve emekçi yolları (sermaye-emek) arasındaki çatışmanın bir yansımasıdır. “Biz çözeriz” yaklaşımı ile “halkla ve halk için çözeriz” yaklaşımı arasındaki bir çatışma… Birbirine taban tabana zıt iki öncülük anlayışıdır bu. Biri despotizme, diğeri eşitlik ve özgürlüğe açılır. Bilimin ve teknolojinin kim için ve nasıl kullanılacağını, hangi sınıfın çıkarına hizmet edeceğini de bu sınıf mücadelesi belirleyecektir.

***

Pandemi sürecinde Batılı kapitalist ülkeler bocalarken ve ağır hasar alırken, Çin olumlu bir örnek olarak öne çıktı. Çin dediğimiz bölge sadece bir ülke değil; 1,5 milyarlık nüfusuyla insanlığın beşte biri. Yani dünyanın beşte birinde salgın, henüz aşı bulunmamışken dahi etkisizleştirilebildi.
Çin rejiminin pandemi sürecindeki başarısının nedenlerini kabaca şöyle özetleyebiliriz:
– Sosyaldir. Zenginleşmeden yanadır, zengini korur, ama yoksulluğa izin vermez. Bu dengeyi sağlayabilecek rezervlere -şimdilik- sahiptir.
– Bilimsel yöntemden taviz vermez ve ileri teknolojinin toplumsal ilişkilerde kullanımını sonuna kadar devreye sokar (dine izin verir ama dinciliğe izin vermez).
– Liberal değil otoriterdir. Devletin yönlendiriciliğinden taviz vermez.
Bu çerçevenin “sosyalizmi” tarif ettiğini elbette düşünmüyorum. Ama Batılı kapitalistler de dahil olmak üzere bütün kapitalist dünyada, başarılı olan “Çin Modeli”nin inceleneceği ve burjuvazinin yeni eğiliminin çerçevesinin Çin modelinden esinleneceğini düşünüyorum.
Tahminim, 1) Halkın tepkisini yumuşatacak bazı sosyal tedbirlerin alınmak zorunda kalınacağı; 2) Bilimin ve -esas olarak- teknolojinin bir egemenlik aracı olarak daha fazla devreye gireceği; 3) Çok daha otoriter, ama bu otoritenin çıplak zor araçlarından çok bilime ve teknolojiye dayandırılacağı yeni bir dünya düzeni oluşturulmaya çalışılacak.
Kısacası, “sosyo-tekno-otoriter” bir kapitalizm dönemi dünya çapında açılabilir. Daha doğrusu, burjuvazinin yeni hattı bu olabilir. Bu hattın küresel araçları oluşturulmaya çalışılabilir. Elbette bu hattın uygulanması çok ciddi siyasal dönüşümler gerektirir. Örneğin Kolombiya, Brezilya, Türkiye gibi ülkelerdeki mevcut rejimler böyle bir hat açısından artık rasyonel olmayacaklardır; Trump ABD’si ve Johnson İngiltere’si de öyle. Pandemi sonrası dünya düzeni konusunda olası senaryolardan biri budur.
Bu senaryo daha demokratik bir sistem mi öneriyor? Tam tersi. Buna sosyo-tekno-otoriter bir faşizm de diyebiliriz.
Peki, burjuvazinin böyle yapısal bir dönüşümü dünya çapında yürürlüğe sokacak potansiyelleri var mı? Bu senaryonun uygulanması büyük güç odakları (örneğin ABD-Çin) arasında çatışmalar yaşanmadan olanaklı mı? Başka senaryolar, örneğin bir emekçi çıkışı ve hattı oluşturulamaz mı? Bir emek yanıtı olmayacak mı? Bunlar da önümüzdeki dönemin sıcak sorularıdır.

***

Evrimin ürünü bir canlı türü olarak insan, doğayla savaşamaz. Böyle bir savaş yanılsamasına kapılsa dahi zafer kazanamaz. Evrim kuramının bize öğrettiği en temel ilke, bir canlı türünün içinde yaşadığı çevre ile uyum sağlayarak (onun bir parçası olmayı sürdürebilerek, onun dinamizmini/evrimini anlayıp ayak uydurarak) hayatta kalabileceğidir. Hayatta kalabilmiş tek insan türü olan Homo sapiens de bunu -şimdilik- becerebildiği için yaşamını sürdürebilmiştir. Yani doğayla savaşarak değil, doğaya uyum sağlayabilerek bugüne ulaşabilmiştir. Kültürel evrimimiz doğayla uyum çabasının evrimidir, doğayla savaşın değil. Kültürel evrim ancak biyolojik evrimin çerçevesi içinde gelişebilir, onu reddederek veya onunla çatışarak değil.
Küçük ama güncel bir örnek verelim: Virüslerle savaşamayız, onları yenemeyiz, onlardan kaçamayız. Onlarla birlikte yaşamanın bir yolunu bulmak zorundayız. Maske, mesafe, eve kapanma vb. geçici önlemlerdir, sürekli böyle yaşayamayız; aşı ise virüslerle uyumun aracıdır. Aşı, koronavirüs ile insanın ateşkesidir.
Depremleri, selleri, kıtlıkları, kasırgaları, mikropları, virüsleri vb. ortadan kaldırabilir miyiz? Onlardan kaçabilir miyiz? Ancak onların oluşum mekanizmalarını anlayarak, onlarla birlikte yaşamanın yollarını bulabiliriz. Kültürel evrim, bilim, teknoloji dediğimiz de budur zaten; doğanın dönüşüm yasalarını bulmak ve onların ışığında yaşamımızı sürdürmenin araçlarını geliştirmek. Daha doğrusu böyle olmalıdır. Ama uygarlık ile birlikte, yani insan-insan (ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, yöneten-yönetilen) çelişkilerinin öne çıkmasıyla, özellikle bu ilişkilerin toplumsallaştığı kapitalizm ile birlikte bu yoldan sapılmıştır. Bu sapkınlıkta ne kadar ilerlersek, doğa ile uyum olanağımızı (yani türümüzün devam potansiyelini) da o kadar yitiriyoruz.
Gerek tarım devrimi (Neolitik) gerekse endüstri devrimi, doğanın etkilerinden kurtulmak, doğaya karşı zafer olarak tanımlanır. Aslında tam tersine, bu büyük insanlık atılımları, doğanın sunduğu olanakların keşfedilmesinin sonuçlarıdır. Bilimsel devrimler de doğayı ve doğanın yasalarını/mekanizmalarını keşfetmek, anlamak ve insanoğluna doğayla daha üst düzeyde bir uyumun kapılarını açmak demektir.
Doğal afetlere dayanıklı bir toplumu nasıl inşa edebiliriz? İki yıldır içinde yaşadığımız pandemiyi göz önüne alırsak, bu, sadece felsefi değil güncel ve hayati bir sorudur. Sistem karşıtlarının en temel sorunu, insan-doğa uyumunun üst düzeyde sağlanacağı bir toplum modelinin nasıl oluşturulacağıdır.
Yazımızın başından beri özetlediğimiz burjuva yolu, tam ters bir model öneriyor. Doğadan kaçmanın, kurtulmanın, kopmanın yoludur “tekno-otoriter kapitalizm” modeli. Düzenini sürdürebilmek için imkânsızı istemektedir burjuvazi. Bu model sınırlarına yaklaşıyor.
Deprem mi oluyor; o halde daha dayanıklı binalar yapalım… Tsunami mi oluyor, okyanusa bentler kuralım… Kasırgalar mı oluyor, sığınaklara çekilelim… Salgın mı var; evlerimize kapanalım… Böyle bir model, bu tür bir “ilerlemecilik” çıkmaz sokaktır. Öncelikle insanlığın tümü için uygulanması olanaksız bir model olduğu, dolayısıyla eşitsizliği giderek derinleştireceği için çıkmaz sokaktır. Dünya kaynakları sınırsız değil. 8 milyar insanın tümünün, ortalama bir ABD’li veya Fransalı veya İsveçli gibi yaşamasının, onlar kadar et tüketmesinin, onların sahip olduğu gibi arabaya sahip olmasının, onlar kadar su tüketmesinin, onlar kadar ilaç bulabilmesinin, onların yaşadığı türden konutlarda oturmasının vb. olanağı yoktur. Dünyanın tümü Kanada gibi, Norveç gibi olamaz. Kapitalizmin modeli insanların tümü için olanaklı değildir; dünya kaynakları buna yetmez; ister istemez duvara çarpar, doğanın duvarına… Deprem, sel, çığ vb. gibi yerel afetler değil ama Covid-19 salgını gibi küresel bir afet bu sınırlılığı bize net olarak gösterir. Demek ki, insanlığın tümünü kurtarmak gibi bir hedefimiz varsa (toplumculuk, sosyalizm, eşitlik), mevcut sistemi (mevcut uygarlık modelini) çok daha köklü bir biçimde sorgulayarak farklı bir toplumsal yaşam modeli geliştirmek zorundayız.
Sosyalizm “yarışmacı” ve “dahacı” bir yaklaşımla kurulmaya çalışılırsa aynı çıkmaz sokağı paylaşır. Paylaşmıştır da… Çünkü yarışmacılık ve dahacılık tam da burjuva modernitesinin yaklaşımıdır. Yarışı kazandığınızda ve “daha …” olduğunuzda, daha kapitalist olursunuz.
Koronavirüs salgını, sistem sahiplerine bazı revizyonları dayatmanın yanı sıra, sistem karşıtları için daha köklü bir eleştirinin ve aşma çabasının ipuçlarını da somutlaştırdı. Temel güdülerinden biri “doğayla savaş” değil “doğayla uyum” olan bir toplum modeli tasarlama zorunluluğu bu ipuçlarından biridir. Doğa yasalarının üstüne çıkılamaz, doğaüstü olunamaz; bunu Bilimsel Devrim ile anladık. Doğa yasalarının zapturapt altına alınamayacağını, onunla savaşılamayacağını, ancak uyum sağlanabileceğini, gelinen noktada buna zorunlu olduğumuzu da anlayacağız. Bu, doğaüstülük anlayışının daha kökten biçimde aşılması anlamına gelir. Bu temel paradigma değişikliği, farklı bir dünyayı/insanı/toplumu açıklama yöntemini, farklı bir bilimi, teknolojiyi doğuracaktır; tıpkı Bilimsel Devrim döneminde yaşandığı gibi.

***

Sınıflılık, sömürü, ezen-ezilen çelişkileri (kısaca uygarlığın yarattığı insan-insan çelişkileri), aslında uyum içinde olması gereken bilim ile teknoloji arasına da kama sokar; bilim-teknoloji çelişkisi yaratır. Bilimsel bilgi ve bilimsel kuram sınıfsal değildir. Bilimsel bilginin üretime nasıl sokulacağı demek olan teknoloji ise tamamen sınıfsaldır; mevcut bilginin hangi sınıfların ihtiyaçları için kullanılacağı ile ilgilidir. Dolayısıyla sınıflara bölünmüşlük, bilimsel bilginin üretim süreci içinde çatallanmasına yol açar; bu alandaki bütün etik sorunların da kaynağını teşkil eder.
Bilimsel kuram, insanoğlunun doğa ile uyumunun zeminini genişletir ve yeni olanaklar yaratır. Günümüzdeki teknoloji ise doğa ile savaşın bir aracı haline getirilmiştir. Bu durum bilim-teknoloji ilişkisini çarpıklaştırır, yolundan çıkarır.
“İnsan-doğa uyumu”, “insan-insan uyumu” ve “bilim-teknoloji uyumu” aynı paketin unsurlarıdır, birbirlerine diyalektik olarak bağlıdırlar. “İnsan-doğa savaşı”, “insan-insan çelişkileri” ve “bilim-teknoloji çelişkisi” de diğer paketin unsurlarıdır. Bu iki model, bu iki doğa ve toplum anlayışı çatışıyor.
Covid-19 salgını bu kadim ve geleceğe uzanan çatışmayı güncelleştirdi ve berraklaştırdı. Bir musibet bin nasihatten yeğdir. Şanslıyız ki, yaşadığımız musibet bazı sonuçlar çıkarabilmemize olanak sağlayacak dozda. Daha kötüsü de olabilirdi… Örneğin 65 milyon yıl önce dinozorlar bizim kadar şanslı olamamıştı. O halde bu şansı kullanmak zorundayız.
Doğanın süreçleri, bizim didişmelerimizle hiç ilgilenmiyor. Devrimin bile affı vardır ama evrimin affı yok. Bunu kavramalıyız. Yaşadığımız pandemi daha mütevazı (yani daha doğal) olmamızı öğretmeli bize…