Türkiye, toplumbilimciler, siyaset bilimciler ve tarihçiler için müthiş bir laboratuvar. Büyük sorularımız var ve büyük yanıtları bekliyor. Öyle bir enkazla karşı karşıyayız ki, yönümüzü yeniden çizmek, ülkemizi ve toplumumuzu yeniden inşa etmek zorundayız. Büyük sorulara büyük yanıtlar üretmemiz gerekecek. Hangi sorulardır bunlar?
Yönetim sistemimize (daha doğrusu sistemsizliğimize), ekonomik yapımıza, üretim sistemimize, siyaset yapma tarzımıza, toplumsal ilişkilerimize, egemen zihniyet yapımıza, entelektüel düzeyimize, doğa ile olan ilişkimize vb. baktığımızda her alanda bir enkaz ile karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Son yıllarda giderek derinleşen ve keskinleşen ekonomik ve politik krizlerin yanı sıra, yaşadığımız büyük doğal afetler, kazalar ve bunlara verdiğimiz yönetsel ve toplumsal tepkiler, bu “enkaz durumunu” çarpıcı bir biçimde gözler önüne seriyor.
Evet, ilk iş bu iktidardan kurtulmalıyız. AKP iktidarından beslenen kesimler hariç herkes bu noktada hemfikir. Bu hedefe ulaşmak, nasıl bir enkazla karşı karşıya olduğumuzun farkına varabilmek için de gerekli. Dolayısıyla bu “kurtuluşa” ve kurtuluşun yolu olarak gösterilen sandığa kilitlenmiş durumdayız. Sonrasını fazla düşünmüyoruz, düşünmek de istemiyoruz. Anlaşılır bir toplumsal ruh durumu: Şu işi hakkıyla bir halledelim, sonrasına bakarız… Ama anlaşılır olması, kurtuluş için (en azından kurtuluş yoluna girmek için) yeterli olduğu anlamına gelmiyor. Çünkü sadece 20 yıllık değil, en az 50 yıllık bir enkazdır bu. Bizim (toplum olarak) büyük sorunlarımız ve sorularımız var. 20 yıllık AKP iktidarı, bu sorunları gün yüzüne çıkardı veya “tüy dikti” diyebiliriz. Tüyü almak gerekli ama yetmiyor.
Öyle bir enkazla karşı karşıyayız ki, yönümüzü yeniden çizmek, ülkemizi ve toplumumuzu yeniden inşa etmek zorundayız. Büyük sorulara büyük yanıtlar üretmemiz gerekecek. Ne gibi sorulardır bunlar?
***
Son 40 içinde, hangi politik akımlar Türkiye siyaset sahnesine eskiye oranla çok daha etkili bir biçimde girdiler? Siyasal İslam ve Kürt Siyasal Hareketi. Bu iki akım da 1980 öncesinde marjinal hareketlerdi ve siyaset sahnesinin temel belirleyenleri içinde yer almıyorlardı. Fakat 90’lı yıllardan itibaren ikisi de büyük bir ivme kazandı. İlki 21 yıldır iktidarda, diğeri ise tüm baskılara karşın ülkenin bir bölümünde iktidarda ve genelde de siyaset sahnesinin anahtar odağı konumunda. Birbirlerinden çok farklı olmalarına karşın bu iki politik akımın ortak özelliği, Cumhuriyet’in kurduğu klasik düzen (oluşturduğu toplumsal sözleşme) ile sorunlu olmaları ve sınırlarını zorlamalarıdır. Fakat -benzer pozisyonda olmalarına karşın- etnik Türk milliyetçiliği ve Sosyalist Sol böyle bir politik çıkışı gerçekleştiremediler.
Bu çarpıcı gelişmeyi, politik nedenlerle, örneğin 12 Eylül’ün uygulamalarıyla, emperyalistlerin desteği ve dayatmalarıyla, düzenin merkezi sahiplerinin yaptığı hatalarla açıklamaya çalışanlar bulunuyor. Elbette bütün bunların etkisi vardır. Ama nesnel bir biçimde düşündüğümüzde bu etkiler böylesi bir gelişmeyi açıklamakta yetersiz kalıyor. Bu iki akımın çarpıcı çıkışları, sadece politik değil sosyolojik olgu ve süreçlerden kaynaklanıyor.
Nasıl oldu da Türkiye toplumu siyasal İslam’a teslim olabildi? Nasıl oldu da Kürt vatandaşların yaşadığı bölgelerin (ve yoğun göç ettikleri bölgelerin) siyasal, düşünsel, duygusal yapısı bu denli değişebildi? Toplumbilimcilerimizin, yakın tarihçilerimizin ve devrimci siyasetçilerimizin derinlemesine tartışması ve yanıt üretmesi gereken bir sorudur bu. Kökleri ta kuruluş dönemlerine kadar iner.
Nasıl bir toplum olduğumuzu, son 40 yıldır hangi sosyolojik dönüşümleri yaşadığımızı, 100 yıldır neleri kazanıp-biriktirip nerelerde tıkandığımızı, geleceğe uzanabilmek için nelere dayanmak ve hangi çatlakları onarmak zorunda olduğumuzu sorgulayacağız. Yeni bir başlangıç için geçmiş 100 yılımızın, kısacası cumhuriyet tarihimizin ciddi ve gerçekçi bir muhasebesini yapmamız gerekecek.1
***
Laikliğin, geniş tanımıyla (yani din işleri ile dünya işlerinin birbirinden ayrılması) hayata geçirilmesinin ne kadar hayati bir sorun olduğu ve nasıl hayata geçirilebileceği gündemimize girecek. Aslında başımıza gelen hem politik afetlerle hem de doğal afetlerle (Kovid-19 pandemisi, yıkıcı depremler, maden kazaları, sel baskınları, orman yangınları vb.) gündeme çoktan girdi bile.
“Dünya işleri” genel anlamıyla insan-insan ilişkilerini ve insan-doğa ilişkilerini (toplumsal sistemi, devlet yapısını, yaşam biçimimizi ve onların kurumlarını) kapsar. Bu işlere dinler ve inançlar karıştırılamaz. Türkiye, dinsel düşünce biçimiyle, hem siyasal (İslamcılık, siyasal İslam) hem de toplumsal düzlemde (örneğin tarikatlar, cemaatler) hesaplaşmak zorunda kalacak. Bilimsel düşünce ve yöntemin nasıl toplumsallaşabileceğini ve kurumsallaşabileceğini tartışmak zorunda kalacağız.
Aslında bu soru, 150 yıldır atılımlar ve geri düşüşlerle devam eden modernite sürecimizi yeni atılımlarla sürdürüp sürdürmeyeceğimizle ilgilidir. Daha anlaşılır biçimde ifade edersek, hangi yüzyılda yaşayacağımıza, hangi yüzyılın toplumun geneline hakim olacağına karar vereceğiz; 21. yüzyılın mı, 8. veya 11. veya 19. yüzyılın mı? Hangi yüzyılda yaşarsak mevcut dünyada ve geleceğin dünyasında bir yerimiz olabilir?
Entelektüellerin masa başında, kürsülerde yapacağı bir tartışma değildir bu. Son derece kritik, hayati ve ancak arazide çözülebilecek politik bir tartışmadır. Geçtiğimiz sayıda şöyle yazmıştım, aktarıp yine vurgulayayım:
“Farklı yüzyıllar bir arada yaşayamaz. Bilimsel düşünce ve seküler yaşam tarzı ile dinsel düşünce ve dini referanslara göre düzenlenmiş bir yaşam tarzı bir arada yaşayamaz. Kullardan oluşan ümmet topluluğu ile özgür bireylerden oluşan yurttaşlar toplumu barış içinde bir arada yaşayamaz. Türkiye İslam ile halkın dinsel inançları ile barışık yaşayabilir, bu çelişkiyi kültürel bir sorun olarak zamana yayabilir ama siyasal İslam ile barışık yaşayamaz. Bu tür girişimler önce bir ‘toplumsal dayatma’ ve giderek bir ‘toplumsal yarılma’ yaratır, toplumsal sözleşmeyi parçalar ve bugün bu yarılmayı/parçalanmayı yaşıyoruz.”2
Uzlaşılamayacak, helalleşilemeyecek, çalım atılamayacak bir sorudur bu. Çünkü sosyolojik bir sorudur, Türkiye’nin yönüyle ilgili bir sorudur. Yanıtını -bizzat arazide- vermek zorunda kalacağız.
***
Dünyadaki konumumuzu yeniden belirleyeceğiz. Çok boyutlu ve çok katmanlı bir sorudur bu; üstelik -Türkler gibi yüzyıllarca yurt ve yön aramış halklar için- tarihsel derinliği olan kadim bir soru. Cumhuriyetin kurucuları ve entelektüelleri bu soruyu enine boyuna tartışmışlar. Sonuçta “çağdaş medeniyet” dedikleri Batı uygarlığının bir parçası olmakta karar kılmışlar. Fakat yüz yıllık pratik gösteriyor ki, toplumumuza uygun bir senteze ulaşmakta yeterli olunamamış; genç cumhuriyetin koyduğu hedefler en baştan itibaren törpülenmeye, çarpıtılmaya başlamış. Türk-İslam sentezciliği, İslamcılık gibi akımlar, güçlerini korudukları gibi son dönemde iktidar da oldular. Öte yandan çağdaş medeniyet hedefi, emperyalizme teslimiyet olarak da anlaşılmış. Özetle, bu soru (konum meselesi) günümüzde de tüm boyutlarıyla toplumumuzun önünde durmaktadır.
Batı dünyasının bir parçası mıyız, yoksa Doğulu muyuz? Sorunlarımızı Avrupalı toplumların çözdüğü gibi mi çözebiliriz, yoksa daha farklı stratejiler mi geliştirmeliyiz? Modernite ile birlikte ortaya çıkmış değerleri ve normları, bilimsel düşünce ve yöntemi, aydınlanma hareketinin katkılarını, demokratik devrimlerin kazanımlarını ve giderek sosyalizmi, ilk kez Batı’da/Avrupa’da ortaya çıkmış bütün bu evrensel insanlık atılımlarını savunma ve sahip çıkma anlamında “Batıcıyız” belki. Ama yine ilk kez Batı’da/Avrupa’da yeşermiş kapitalizme, sömürgeciliğe ve emperyalizme ise karşıyız; bu anlamda Batı modeline karşı mücadele ediyoruz. Bu ayrıştırmayı, giderek daha da derinleştirerek yapmamız ve yeni bir sentez hedeflememiz gerekecek.
Öte yandan bu tartışmanın, etkileri günümüze kadar gelen tarihsel bir boyutu da var. Kabalaştırmayı göze alarak biraz açalım. Başlangıçta Orta Asyalı olan Türk kökenli topluluklar tarih boyunca hep Batı’ya yönelmişler. Bunun esas nedeni, bölgede Çin gibi güçlü, köklü, yerleşik bir uygarlığın varlığı olabilir. Türkler ne Çin’i fethedebilmişler ne de Çin tarafından fethedilebilmişler. Yani bir Türk-Çin sentezi oluşamamış. Artan Çin baskısından kaçan Hunlar Batı’ya yönelmişler ve sonuçta Batı Roma’nın sonunu getiren Kavimler Göçünün tetikleyicisi olmuşlar. Hun göçü, uzun vadeli sonuçları itibarıyla, tarihin en önemli olaylarından biri olmuş, ama bizzat Hunlar bir Doğu-Batı (Hun-Avrupa) sentezi yaratamamışlar, zamanla eriyip gitmişler.
Türk kökenli toplulukların ikinci büyük göçü, bu kez esas olarak Hazar’ın güneyinden yine Batı’ya ve ilk durak olarak İslam coğrafyasına doğru olmuş. İslamiyet’i kabul ederek uygarlaşmışlar, İslam’a gençlik aşısı yapmışlar ve güçlü Türk-İslam devletleri (örneğin Selçuklular) kurmuşlar, ama “daha Batı” hedefleri kaybolmamış. Selçuklular da Fars-Arap topraklarında yerleşip bir Türk-İslam imparatorluğu olarak kalmakla yetinmemişler, Anadolu kapılarını (Bizans coğrafyasını) zorlayarak yine Batı’ya yönelmişler. Sonuç Doğu Roma’nın da yıkılışı olmuş. Bu süreçte bir Türk-İslam sentezi damarı oluşmuş ama Türkleri tatmin etmemiş.
Selçuklu sonrası oluşan Anadolu beylikleri arasında Batı’ya yönelen ve ilk iş Rumeli’ye çıkan Osmanoğullarının başarı kazanıp, giderek bütün beylikleri birleştirerek, İstanbul’un fethiyle birlikte bir imparatorluk kurması da ilginçtir. Örneğin Selçuklunun “doğal” mirasçısı olan Karamanoğulları bunu becerememiş, çünkü onların Batı’ya yönelme hedefleri yok. Bir uç beyliği olan ve büyümek için Batı’ya yönelen Osmanlı Beyliği bunu becerebilmiş. Sonuçta Türkler o tarihte de bir Ortadoğu İslam imparatorluğu olarak kalmayı reddetmişler.
Önemli bir sentez fırsatı, Timur saldırısından sonra dağılmanın eşiğine gelen Osmanlı’nın Fetret Devri’nde ortaya çıkıyor. Bedrettin hareketi ve isyanı (Musa Çelebi ile birlikte) yeni bir Türk-Batı (İslam – Ortodoks Hıristiyanlık) sentezi kurmayı hedefliyor ve başarının kıyısından dönüyor. Ünlü tarihçi Ernst Werner, Bedreddin hareketini Türkiye tarihinin en önemli olaylarından biri olarak niteler ve başarılı olsaydı tarihin çok farklı akabileceğini söyler.3
İstanbul’un fethiyle yine bir Doğu-Batı sentezi oluşturma fırsatı çıkmış. Fatih, bunu ciddi olarak düşünüyor, ama cesaret edemiyor, belki gücü yetmiyor veya fethedilmekten çekiniyor. Görülüyor ki, 15. yüzyıl Anadolu’sunun bu kaotik döneminde, biri aşağıdan yukarıya diğeri yukardan aşağıya olmak üzere iki kez Doğu-Batı (Türk-Batı) sentezi şansı doğuyor ama gerçekleşmiyor. Bu tarihten itibaren Osmanlı’da “Türk-İslam sentezi” ile “Türk-Batı sentezi” perspektifleri arasında sürekli bir mücadele görülüyor. Kazanan (Yavuz ile birlikte ve esas olarak Kanuni sonrası) Türk-İslam sentezciler oluyor. Ta ki Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet (yani Modernite) dönemlerine kadar.
Türklerin modernite tarihi de hep Batı’ya yönelik. Kemalistler de bir uygarlık modeli olarak Türk-Batı sentezi geliştirmeye çalışıyorlar; Türk-İslam devleti ve toplumu olmayı reddediyorlar. Cumhuriyet tarihi boyunca da bu iki çizgi (Türk-İslam sentezi mi, Türk-Batı sentezi mi) arasında mücadele sürüyor.
İlginçtir tarih boyunca, önce Türk-Çin, sonra Hun-Avrupa sentezi tutmamış. İkinci dalgada da Türk-İslam sentezi tatmin etmemiş. Ama Türk-Batı sentezi de bir türlü becerilememiş. Çok farklı dönemler ve koşullar ama ortak bir taraf var: Hâlâ sentezini arayan bir toplumuz. Bugün de bir yandan karanlığımızla mücadele ederken bir yandan da modernitemizin bir türlü tam oturtamadığımız içeriğini ve yönünü belirlemeye çalışıyoruz.
Toplumumuzun önündeki hedef yeni bir modernite sentezi oluşturmak olacaktır. Elbette Avrupalı toplumların modernite birikimi bizim için de mirastır ve esin kaynağıdır; ama kendi modernitemizi bir Avrupa toplumu olmayı hedefleyerek yapamayız. Genç Cumhuriyet bunu denedi ama yapamadı; sonuçta gericiliğin ve emperyalizmin pençesine düştü. “Avrupa yolunu” aşan bir modernite biçimi bulmalıyız. 20. yüzyılda bu yolu zorlayan ve önemli kazanımlar elde eden toplumlar var; Sovyetler ve Çin gibi… Bu birikim de çok değerli bir mirastır.
Bu sentez hedefi sadece Türklerin çabası olarak kalırsa başarıya ulaşamaz. Hele günümüz dünyasında tek ülke düzeyindeki sentezler olanaksızdır. Türk modernitesi -başta Kürt halkı ve Arap, Fars halkları olmak üzere- bir bölge modernitesine dönüşemediği sürece emperyalistler tarafından boğulur ve kendi içine çöker; tıpkı bugün (hem Türkler hem de Kürtler açısından) yaşadığımız gibi. Sanırım günümüzdeki konumumuz, mazlumlar dünyasının çok önemli bir parçası olan bölgemiz halklarının ortak modernite sentezini oluşturma perspektifini gerektiriyor. Bir Avrupa toplumu değiliz, ama Doğu’nun gereksinimi olan yeni modernite sentezinin öncü toplumlarından biri olabiliriz, komşu halklarla birlikte. Bu tartışma, bu noktada, ister istemez ek tartışmaları doğuruyor: Kapitalizm meselesi, emek ekseni ve Türk-Kürt sorununun çözümü…
***
Türkiye toplumunun kapitalizmle hesaplaşma sorunu giderek gündeme giriyor. Bunu, bir sosyalist olduğum için, ideolojik bir tutum gereği veya bir temenni olarak söylemiyorum. Bugün mevcut durumdan rahatsız olan herkes, Türkiye’deki gelir dağılımı uçurumuna emekçiler ve yoksullar lehine (dolayısıyla büyük sermaye ve zenginler aleyhine) müdahale edilmesi gerektiğinden, ancak kamucu ve devletçi tedbirlerle ekonomik krizin üstesinden gelinebileceğinden, piyasacı politikalarla doğal afetlere hazırlanabilmenin veya yaralarımızı sarabilmenin olanaksız olduğundan söz ediyor. Konut sorununun çözümünün, tamamen tahrip edilmiş eğitim ve sağlık sistemimizin onarılmasının, kapitalizmin kâr ve rekabet sistemi içinde mümkün olmadığı genel bir kanı. Toplumumuz ideolojik anlamda bunun bilincinde olmayabilir, ama dile getirilen taleplerin ve önerilerin hepsi sosyalizan karakterdedir; en azından rotayı sosyalist politikalar yönünde kırmayı gerektirir.
Türkiye toplumu eğer modernite yolunda yürümeye karar verirse, burjuva modernitesi mi çıkar yoldur, emekçi modernitesi mi? Modernitemizin niteliği ne olacak? 100 yıl önce kapitalist yola girme kararı verdikten sonra geldiğimiz nokta belli. Kapitalist yol tercihi, genç cumhuriyetin zorunlu olarak gerçekleştirdiği kamucu ve devletçi uygulamaları tamamen yok ettiği gibi, vahşi ve kuralsız bir kapitalizmle sonuçlandı. Demek ki yapıcı ve ilerici bir burjuvazimiz yok; olamıyor. Peki, modernitemizi esas olarak hangi sınıf ve kesimlere (hangi toplumsal maddi güce) dayanarak sürdüreceğiz? Eğer yüz yıl önce reddettiğimiz mandacılığı ve sömürgeleştirilmeyi kabul etmeyeceksek (ki bu yolla yukarıda saydığımız hiçbir politikayı izlememize olanak yok), başta işçi sınıfımız olmak üzere emekçilerden başka bir güç bulunmuyor.
O halde soru şudur: Emeğe ve emekçilere dayalı bir toplumsal sistemi nasıl hayata geçirebiliriz? Belki de en temel siyasal-ideolojik sorumuz bu olacak; bağımsız varlığımızı devam ettirmek istiyorsak, olmalı.
***
Kürt sorununu çözmek zorundayız. Türk ve Kürt modernleşmesinin nasıl ortaklaştırılacağı sorusu en yakıcı sorularımızdan biri. 100 yıl önce de gündemdeydi; çözülemedi ve bugün çok daha hayati bir biçimde gündemde. Bu topraklarda kardeşçe, barış içinde ve eşit biçimde nasıl yaşayacağız? Çalım atamayacağımız bir sorundur bu; herhalde kavramış olmalıyız.
Toplumumuzun iki ana unsuru olarak Türkler ve Kürtler, gelecek tasarımlarını ortaklaştırmak zorunda. Ayrılarak, birbirimizin varlığını reddederek, şiddet uygulayarak herhangi bir çözüme ulaşmamıza olanak yok. Kürt ulusunun varlığı nasıl politik olarak çalım atılamayacak bir sosyolojik olguysa, Türklerin ve Kürtlerin ortak bir gelecek çizme zorunluluğu da sosyolojik olgulardan kaynaklanıyor. Birbirinden ayrılamayacak biçimde bütünleştik. O halde ortak bir geleceğin yolunu arayacağız. Önümüzdeki en önemli sorulardan biri de budur. Bu konuda daha önce çok yazdığım için uzatmayacağım.4
***
Önceki bütün sorular yeni bir “toplum sözleşmesi” ihtiyacı ile ilgiliydi. Ama bu yetmiyor. Üzerinde yaşadığımız coğrafya ile bir “doğa sözleşmesi” de yapmak zorundayız. Bir toprak parçasının “vatan” olabilmesinin doğa boyutu da vardır.
Bir ülkede bir doğal afet sonucu, bir anda 50 bin kişi ölüyorsa, yüz binlerce kişi evsiz-yurtsuz kalıyorsa, o ülkede çok temel bazı sorular sorulmalı ve yanıt aranmalı. Böylesi yıkımlar, sadece iktidar, sadece toplumsal sistem değil, vatan sorununu dahi gündeme getirir ve sorgulatır. Acaba vatan kavrayışımızda (bilincimizde) bazı eksikler ve boşluklar mı var?
Vatan nedir? Bir toprak parçası nasıl “vatan” olur? Elbette bir toprak parçası, üzerinde yaşayan insanlarla vatan olur. Yani vatan, insana özgü, insanın ürettiği bir kavram. Ama bu kavramın -hepsi tarihsel olan- pek çok boyutu var. Bir toprak parçasında yaşayan insanların birbirleriyle olan ilişkilerinin ve dışlarındaki insan topluluklarıyla ilişkilerinin niteliği kadar, yaşadıkları toprak parçasının doğasıyla olan ilişkilerinin niteliği de, o coğrafyanın, oradaki insanların “vatanı” olup olmadığını belirler.
Bir toprak parçasının “vatan” olabilmesi için oraya göç etmek, fethetmek, egemen olmak yetmez. Göç, fetih, egemenlik kavramları, vatan kavramı için yeterli değil. “Modern vatan”ın temelinde iki kavram belirleyici: Emek ve uyum.
Fethedilen değil, savunulan (ve kurtarılan) toprak parçası vatan olmaya hak kazanır. Ama yetmez. Kurtarılan toprak parçasında yaşayan insanların birbirleriyle yaptıkları “toplum sözleşmesi”nin eşit, özgür ve kardeşçe olup olmaması da oranın herkes için vatan olup olmadığını belirler. Sömürü, özgürlüksüzlük, eşitsizlik ne kadar geriletilirse, o toprak parçası o kadar vatan haline getirilebilir. Yani o toprak parçasının vatan olması için sadece dış tehditlerden kurtarılması değil, sömürücülerden de kurtarılması gerek.
Ama bu da yetmez. O toprak parçasında yaşayan insanlar, bir “toplum sözleşmesi” yaptıkları gibi, bir “doğa sözleşmesi” de yapmak zorundalar. Yaşadıkları coğrafya ile uyum içinde olmak zorundalar. Doğa (coğrafya), fethedilen, egemen olunan, alınıp satılan bir meta olamaz. Bu şekilde yaklaşılırsa, doğa, oranın sizin vatanınız olmadığını önünde sonunda -hiç de “insani” olmayan ama gayet “doğal” olan biçimlerde- gösterir. Bir toprak parçasının “vatan” olabilmesi için, belki de en temel (ve belirleyici) boyut doğa ile ilişkinin niteliği.
Peki, doğa ile nasıl “sözleşme” yapılabilir? Bazı doğa-üstü simgeler yaratıp onlara tapınıp yalvararak mı? Fethederek, savaşarak, ulusal kurtuluş mücadelesi vererek, devrim yaparak mı? Bunlar doğanın umurunda bile değil! Doğanın kendi yasaları var. Bu yasalar her şeyin üzerinde. Doğa-üstü hiçbir şey yok. Doğa ile savaşılamaz, doğa fethedilemez, doğaya egemen olunamaz. Doğayla uyum içinde yaşamamız gerekir; eğer o coğrafyanın vatanımız olmasını istiyorsak. Bunun yöntemi de doğa yasalarını kavramak ve ona uygun ilişki biçimleri geliştirmek; yani bilim. Doğayla ancak bilimsel düşünce ve yöntem ile bir “sözleşme” yapılabilir.
Örneğin biz bir deprem coğrafyasını yurt edinmişiz. Bu doğal olguya uygun bir yerleşim ve üretim sistemi, toplumsal bir deprem bilinci geliştiremezsek gün gelir o coğrafya bizi kusar; o toprak parçasını bir “vatan” haline getiremeyiz.
Kaldı ki bu konuyu artık gezegen çapında düşünmek gerek; çünkü gelinen noktada vatanımız artık Dünya gezegenidir. Evrensel bir sorudur bu. Doğa ile savaşmak ve doğaya egemen olmak mı, doğaya uyum mu? Örneğin depreme “dayanıklı” yerleşimler ve yapılar mı, yoksa depreme “uyumlu” yerleşimler ve yapılar mı? İnsanın, doğanın üstünde ve dışında değil, doğanın bir parçası olduğunu ve buna göre bir toplumsal sistem kurması gerektiğini kavraması çok büyük bir düşünsel devrim olurdu. Türkiye’de yaşadığımız musibetler, bizim bu düşünsel devrime katkı koymamızın da önünü açmaktadır.
O kadar güncel ve yakıcı sorunlarımız var ki, insan-doğa uyumu meselesi bir türlü gündeme giremiyor. Ama yazımızın başından beri vurguladığımız soruların hepsinin temelinde bu mesele yatıyor. İnsan-doğa ilişkisi ve uyumu meselesinin güncel ve yakıcı bir biçimde gündemimize girdiği an, yapacak hiçbir şeyin kalmadığı andır!
Varlığını devam ettirebilen tek insan türü olan Homo sapiens herhangi bir coğrafyaya “endemik” olamadı. Kendini oradan oraya vurdu, sürekli göç etti. Kültürel evrimiyle yaşama tutunmaya çalıştı. Ama bu kültürel evrim, saptığı yolda, artık varlığıyla çelişiyor. Dünya gezegenine endemik olmak zorundayız.
Bu soruyu ve önceki soruları önümüzdeki dergilerde yine tartışacağız.
DİPNOTLAR
1) Bu konuda bakınız: E. Helvacıoğlu, “Cumhuriyet serüvenimiz: kazanımlar ve tıkanıklıklar”, Bilim ve Gelecek, Sayı: 223, Kasım 2022.
2) E. Helvacıoğlu, “Yıkımın faturası kime kesilecek?”, Bilim ve Gelecek, Sayı: 227, Mart 2023.
3) E. Werner, Büyük Bir Devletin Doğuşu: Osmanlılar (1300-1481), Yordam Kitap, s.482 ve sonrası.
4) En azından birinci dipnotta atıf yapılan yazıda bu konuyla ilgili bir bölüm var.