Ender Helvacıoğlu
100 yıl önce, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Devrimleri ile birlikte yeni bir devlet kurduk, yeni bir vatan oluşturduk, bir ulus olma ve bir yurttaşlar topluluğu anlamında yeni bir halk olma yolunda adımlar attık.
“Devlet”, “vatan”, “ulus”, “halk”… bütün bunlar sosyo-ekonomik kavramlar. Doğuştan gelmezler, gökten inmezler, bahşedilmezler; toplumsal ilişkiler ve sınıf mücadelesi içinde insanlar (daha doğrusu sınıflar) tarafından kurulurlar, geliştirilirler.
Öte yandan birer toplumsal (ve siyasal) süreçtirler. Doğar, serpilir, olgunlaşır, yaşlanır ve ölürler. İlk dönemlerinde dinamiktirler, geleceğe dönüktürler; giderek dinamizmlerini yitirirler, yaşlılık belirtileri baş gösterir.
Vatan bir kez kurulunca ilelebet sürecek diye bir garanti yok. Vatanın üzerinde titremek, gözbebeği gibi korumak, kollamak gerekir. Korumak derken, dinamizmi sürdürmekten söz ediyoruz, mevcudu korumaktan (muhafazakârlıktan) değil.
Bazen öyle tehlikeler içine girilir, öyle ihmal edilir, öyle çürür ve yozlaşır ki vatan, yeniden kurulması zorunluluk haline gelir. Bu becerilemez ise vatanlar yok olabilir de… Vatansız kalınabilir.
“Ulus” ve “halk” da böyledir. Bir kere oluştu ve kuruldu diye üzerine yatılacak, boş bırakılacak oluşumlar değildir bunlar. Uluslar parçalanabilir, ufalanabilir. Halk bütünlüğünü kaybedebilir, halkın çeşitli bileşenleri birbirine düşebilir, birbirini boğazlayabilir.
Böyle durumlarda yeniden bir ulus, yeniden bir halk oluşturmak gerekebilir.
“Türkiye” adlı vatan, emperyalist saldırıya karşı verilen kurtuluş savaşıyla ve ortaçağ artığı bir imparatorluğa son veren bir devrimle kuruldu. Parçalanmaya yüz tutmuş, toprakları paylaşım savaşının nesnesine dönüşmüş, orta malı olmuş kocaman bir saltanat arazisinden bir vatan çıkarıldı: Türkiye Cumhuriyeti.
Kurucular, “Misak-ı Milli”yi, yani vatanın çerçevesini şöyle çizdiler: “Avrupa’da İstanbul ve Meriç’e kadar Trakya; Asya’da Anadolu, Musul arazisi ve Irak’ın yarısı.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri-III, Derleyen: Nimet Arslan, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları, 2. basım, s.46)
Bu, “gerçekçi” bir vatandı. Bazıları gibi (örneğin Enver Paşa) Osmanlı’nın bütün topraklarını kurtarma “maceracılığına” sapmadılar. Öte yandan kurmak istedikleri gerçek bir vatandı; “sözde vatan” yolunu, “mandacılığı” net bir biçimde reddettiler.
Kurucular, çizdikleri bu vatanın halkı ve uluslaşma perspektifi konusunda da gerçekçiydiler. Özetle şu saptamalarda bulundular:
“Türkiye’nin millî sınırları, Türklerin ve Kürtlerin üzerinde oturduğu araziyi kapsar. Türkler ve Kürtler ortak vatanları üzerinde birlikte yaşamaya karar vermişlerdir. Kürtler, bir azınlık değil, fakat Türklerle birlikte cumhuriyetin ve milletin kurucu unsurudur. Türkiye halkı, esas olarak Türk ve Kürt unsurlardan oluşur.” (D. Perinçek, Kemalist Devrim-4 Kurtuluş Savaşı’nda Kürt Politikası, Kaynak Yayınları, 2. basım, Aralık 1999, s.162.)
Bu perspektif de gerçekçiydi, çünkü Kürtleri yok sayan bir politika Sevr’e mahkûm olmak demekti. Öte yandan bu bir “saltanat arazisi” değil bir “vatan”dı, bir “hanedan tebaası” değil eşit yurttaşlardan oluşan bir halktı. Bunun olmazsa olmazı da “laiklik”ti.
“Türkiye” adlı vatan ve bu vatanın halkı böyle oluşturuldu. Öngörülen paradigma buydu. Bu doğrultuda ne kadar ilerlenebildi, ne kadar başarıya ulaşılabildi, hangi kazanımlar elde edildi, nerelerde tıkanıklıklar yaşandı… bunları daha önceki yazılarımızda ayrıntılı olarak incelemiştik (En yakın tarihli olanlarından örnek vermek gerekirse: “Cumhuriyet serüvenimiz: kazanımlar ve tıkanıklıklar”, Bilim ve Gelecek, Sayı: 223, Kasım 2022 ve “Türkiye’nin temel soruları”, Bilim ve Gelecek, Sayı: 228, Nisan 2023).
Bu yazımızda daha çok mevcut duruma ve geleceğe yoğunlaşmak istiyoruz.
***
Bugün, Cumhuriyetin kuruluşundan 100. yıldönümünde, 100 yıl öncesine benzer koşulları yaşıyoruz. Cumhuriyet rejiminin başta laiklik olmak üzere temel ilkeleri, “Türkiye adlı vatan” ve bu vatanda yaşayan “Türk ulusu” ve “Türkiye halkı” kavramları ciddi bir bunalım içine sokulmuştur.
Bu yıkıcı süreç yeni de değil. Çok önce başladı, 12 Eylül faşist darbesi ile hız kazandı, Siyasal İslamcı AKP iktidarının yaptığı son noktayı koymak oldu.
Ve bugün ortada bütün haşmetiyle bir enkaz durmaktadır. Eskiye dönüş yaklaşımıyla tamir edilmesi olanaksız bir enkaz…
Bugün hem vatanın temeli olan “cumhuriyet” ve “laiklik” neredeyse ortadan kaldırılmış bir durumdadır, hem her türlü emperyalist odağın at koşturduğu bir alana dönüşmüştür, hem de söz konusu çerçeve yani sınırlar yolgeçen hanına çevrilmiştir. Kısacası “Türkiye adlı vatan” bir tartışma konusudur artık.
Peki, bir “Türkiye halkı”ndan söz edebilir miyiz? Ortak duygulara sahip, acılarını ve sevinçlerini paylaşan bir Türkiye halkından?
Sadece Türk-Kürt veya Sünni-Alevi çelişkilerinden söz etmiyorum. Belki daha da önemlisi, halkın iki bölümünün tamamen farklı iki çağda yaşıyor ve bin yıl öncesinde yaşayanların bu yaşam tarzını dayatıyor olduğu gerçeğidir. Eşit yurttaşlardan oluşan bir halk ile ümmetleşmiş, dilencileştirilmiş, kullaştırılmış bir halk -en önemlisi siyasileşmiş bir biçimde- yan yana ve iç içedir bugün. Bu tabloya bir de ülkenin demografik yapısını tehdit edecek boyutlara ulaşmış sığınmacı akınını eklemek gerek.
Kısacası, yeniden bir vatan kurmak, yeniden bir ulus ve halk yaratmak sorunsalı ile karşı karşıyayız. Bu coğrafyanın insanları olarak yeni bir bağıt yapmak, yeni bir “toplum sözleşmesi” yaratmak zorundayız.
Bu konuları -notlar halinde de olsa- biraz daha açalım.
***
Sadece siyasal bir değişimden değil, sosyolojik bir değişimden de söz ettiğimiz anlaşılmıştır. Türkiye’nin sadece rejimi değişmemiştir, toplumsal yapısı (sosyolojisi) da değişmeye başlamıştır. Böyle durumlarda artık hiçbir şey eskisi gibi olamaz. Elbette korunacak, sahip çıkılacak kazanımlar vardır ve sonuna kadar sahip çıkılmalıdır; ama genel anlamda bir koruma stratejisiyle artık yol alınamaz. Eskiye öykünerek ve dönmeye çalışarak alınabilecek bir yol yoktur artık.
Geniş sürece baktığımızda Türkiye toplumunun yaklaşık 200 yıllık bir modernite süreci içinde bulunduğu söylenebilir. Ama bu geniş sürecin, sadece Türkiye’deki toplumsal ilişkiler tarafından değil dünyadaki değişimlerden tarafından da etkilenip belirlenen alt aşamaları bulunur: Tanzimat’tan Cumhuriyete kadarki Osmanlı’nın son dönemi, daha alt aşamalardan oluşan Cumhuriyet dönemi…
Sanırım artık yeni bir dönemin başlangıcındayız. Dünya da yeni bir dönemin başlangıcında. Bir Osmanlı toplumu değiliz, olamayız, o günler çok gerilerde kaldı. Osmanlıcılık, 120 yıl önce bile Yusuf Akçura’nın tespit ettiği (“Üç Tarz-ı Siyaset” makalesi) gibi çıkar yol değildi; bugün ise komik olur ancak. Ama klasik anlamda bir cumhuriyet toplumu da değiliz artık. Bu sadece bize özgü bir durum değil; modernitenin anavatanı Avrupa’da ve yavru vatanı ABD’de bile gelişen bir eğilim. Burjuva modernitesinin çöküşüyle ilgili bir konu bu. Çöküşü ama yerine henüz yeni bir şeyin koyulamayışıyla ilgili bir konu.
Peki, nasıl bir toplumuz? Nasıl bir toplum olduğuna henüz karar verememiş bir toplumuz. Kaotik bir toplumuz. Kaotik bir dünyanın kaotik bir toplumuyuz. Neyin boşa çaba olduğunu fark edebiliyoruz; ama ne yapmak gerektiği konusunda henüz bulanığız.
***
Bu noktada 100 yıl öncesine göre çok farklı koşullarda yaşadığımızı vurgulamak gerekiyor. 100 yıl öncesine benzer sorunlarla karşı karşıyayız ama 100 yıl öncesinden çok farklı koşullarda.
Genç Cumhuriyetin esinlendiği iki büyük akım vardı: Fransız Devrimi ve Sovyet Devrimi. 20. yüzyıl (özellikle ilk yarısı), Avrupa dışındaki toplumların kendilerine dayatılan Avrupa-merkezci (sömürgeci) yolu reddederek kendi iç dinamikleriyle modernite yoluna girdikleri, mazlum ulusların ayağa kalktığı bir dönemdi ve Genç Cumhuriyet de bu büyük akımın bir parçasıydı. Modernite değerlerini benimsedi ve bunu emperyalist dayatmalara rağmen gerçekleştirmeye çalıştı. Ezilen halklar açısından avantajlı bir politik ortam vardı ve bunu değerlendirdi genç Türkiye Cumhuriyeti.
Bugün ise çok farklı politik koşullar var. Genç Cumhuriyetin esinlendiği iki büyük akımın ikisi de geri çekilmiş ve politika sahnesini terk etmiş durumda. Sahnede ne sosyalizm var ne de devrimci burjuva modernitesi. O dönem -insanlığa miras bıraktığı kazanımlarla- geride kaldı ve bir daha da geri gelmeyecek. Bugünün devrimcileri bugünün dünyasında devrim yapmak zorundadırlar; geçmişe öykünerek devrimcilik yapılamaz.
100 yıl önce çürümüş bir Osmanlı vardı. Bugün ise çürümüş bir cumhuriyet var. Çürümüş Osmanlı’ya karşı oluşturulan devrim stratejisi ile çürümüş Cumhuriyet’e karşı oluşturulacak devrim stratejisi elbette farklı olacaktır.
Biz modernite geleneğinden geliyoruz. Çürümüş imparatorlukların, hanedanların, feodalitelerin çöküşünden devrim çıkarmayı biliyoruz; ustalarımız bu işin ustası. Cumhuriyetlerin çürümesine ve çöküşüne ise alışık değiliz; çünkü biraz da biz çökmüş oluyoruz, böyle hissediyoruz. Bu nedenle eskiye dönüş beyhude çabasına meyilliyiz; bu da elimizi kolumuzu bağlıyor, hızla tepki vermemizi engelliyor. Dolayısıyla ortalık otokratik yönetimlere, her türden pre-modern yaklaşıma kalabiliyor. Egemen sistem, onun hakim sınıfı küresel burjuvazi ve devletleri de bunu körüklüyor zaten.
Avrupa-merkezli burjuva modernitesinin artık iş görmediği, işlevsel olamadığı, giderek çöktüğü bir çağdayız. Sosyalist modernite girişimleri de Avrupa-merkezcilikten kopamadığı ölçüde aynı kaderi paylaştı, paylaşıyor. Modernitenin küreselleştiği, ama bu çapta bir küreselleşmeyi yönlendirecek büyük anlatıların bulunmadığı bir ara dönemden geçiyor insanlık: Başıboş modernite çağı. Türkiye bu ara dönemin de önde gelen laboratuvarlarından biri.
***
Büyük anlatıların geri çekildiği ve evrensel insanlık değerlerinin aşındığı günümüzde bütün dünyada otoriter (otokratik) eğilimler güçleniyor; Batılı gelişmiş kapitalist ülkeler dahil. Gelişen bu eğilimin toplumsal bir zemini var, yakıcı bir ihtiyaçtan kaynaklanıyor: Güvenlik ihtiyacı. Tekinsiz ve korunaksız bir dünyada yaşıyoruz ve dolayısıyla insanlar öncelikle güvenebilecekleri, sığınabilecekleri bir “otoriteye” ihtiyaç duyuyorlar. Evrensel bir otoritenin yokluğunda, bu otoriteler ister istemez “ötekilere karşı otoritelere”, “birbirlerine karşı otoritelere”, hatta “haklara karşı otoritelere” dönüşüyor. Otorite (güvenlik) olsun da nasıl olursa olsun!
Uygarlık dediğimiz şey “örgütlenmiş barbarlık”tır. Uygarlıkla birlikte örgütleyen-örgütlenen çelişmesi doğmuştur ve egemenler bu çelişkinin kökten çözülmesini (barbarların da uygarlaşmasını) istemezler. Barbarlar başkaları tarafından örgütlenmeye (yani egemen sınıfa) muhtaç bırakılmalıdır. Tarih boyunca barbarların uygarlaşması, mevcut uygarlığa karşı mücadele içinde gelişebilmiştir ancak. Bir paradoks gibi: Uygarlığın toplumsallaşması, mevcut uygarlığa karşı mücadele içinde gerçekleşebilir ancak.
Sosyalizm pratikleri bir zorlama ve sapma değildi. İnsanlık açısından bir ihtiyacın toplumsal yansımasıydı. Daha eşitlikçi, daha özgürlükçü ve geniş ezilen kitleler için daha güvenlikli bir modern toplumsal yaşam talebinin somutlaşmış ifadesiydi. Burjuva modernitesi, gerek anavatanı Avrupa’da gerekse dünyanın diğer coğrafyalarında toplumların daha eşit ve güvenlikli bir yaşam talebini karşılayamamıştı; dolayısıyla yeni yol arayışları ortaya çıkmıştı. Sosyalizm, burjuva modernitesinin yetersizliğinden kaynaklanan büyük bir toplumsal ihtiyacın sonucuydu.
Bunu, sosyalizmin epeydir geri çekildiği günümüzde çok daha net görebiliyoruz. Sosyalizm bir zorlama ve sapma olsaydı, geri çekildiği günümüz koşullarında, çok daha eşitlikçi, refah ve güvenlikli bir dünyada yaşıyor olmamız gerekirdi. Ama tam tersi bir dünyada yaşıyoruz. Sosyalizmin olmadığı bir dünya, burjuva modernitesinin yetersizliğinin, hatta çürümüşlüğünün çok daha net görünür olduğu bir dünyadır. İlk bakışta bir paradoks gibi gözükebilir ama sosyalizmin geri çekilişi burjuva modernitesinin çöküşünü hızlandırmıştır; bu çöküşü daha da görünür kılmıştır.
Sosyalizm, burjuva modernitesinin demeyelim ama, genel anlamda modernitenin bir şansıydı. Sosyalizmin geri çekilmesi, modernitenin de geri çekilmesi anlamına geldi; modernite öncesi eğilimler yeniden fışkırdı. Sosyalizmin olmadığı bir dünya, modernitenin de aşınmaya ve tahrip olmaya başladığı bir dünyadır; bu kanıtlanıyor günümüzde.
Ama insanların eşitlik, özgürlük, kardeşlik, refah, güvenlik, huzur talepleri orta yerde duruyor. Burjuva modernitesi zaten bu taleplerin yoksunluklarının nedeni. Bütün bu yoksunlukların çözümü hedefli bir sentez (büyük anlatı) olan sosyalizm de gündemin dışında. O halde ne olacak/oluyor?
Olan, tıpkı uygarlığın başlangıcında olduğu gibi, bu büyük insanlık taleplerinin yarılmasıdır. İnsanlığın tekrardan eşitlik-özgürlük / güvenlik-huzur ikilemine girmesidir. Eşitlik-özgürlük-refah talebi ile güvenlik-huzur talebinin karşı karşıya gelmesidir. İnsanlığın yeniden seçime zorlanmasıdır.
Eşitlik-özgürlük ile güvenlik-huzur karşı karşıya geldiği zaman, insanlar (geniş kitleler) her zaman güvenlikten yana olurlar. Çünkü çok daha hayati bir taleptir güvenlik. Sentezin, büyük anlatının seçenek olamadığı bir dünyada, güvenliği, otoriteyi, gücü vurgulayan eğilimlerin ön alması, kitleselleşmesi doğaldır. Ve böyle de olmaktadır. Kaotik ve tekinsiz bir dünyada (ve ülkede) yaşıyoruz. Can güvenliğimizi, çocuklarımızın güvenliğini nasıl sağlayacağız? Geleceklerini nasıl garanti altına alacağız? Bize bir “otorite”, bir “düzen kurucu”, bir “demir yumruk” lazım, değil mi? Güvenlik yitimi ve gelecek kaygısı, hele bir de yabancı düşmanlığı ile birleşince, “korumacı, tutucu” ve otoriter (giderek faşizan) eğilimlerin yeşermesi için uygun zemini oluşturur.
Peki, kitlelerin güvenlik ihtiyacı, her zaman tutucu, gerici, otoriter ve faşizan rejimlerin kitle tabanını mı oluşturur? Güvenlik-huzur eğilimi ile eşitlik-özgürlük eğilimi hep çelişmek zorunda mıdır? “Evdeki bulgur” ile “Dimyat’taki pirinç”in sentezi yapılamaz mı? “Güvenlik” sadece egemen sömürücü sınıflara (hatta onların en faşizan kesimlerine) ait bir kavram mıdır? Devrimci, halkçı, sosyalizan bir “güvenlik kuramı/politikası” geliştirilemez mi? Kitlelerin güvenlik ihtiyacına, devrimci bir yanıt oluşturulamaz mı?
Elbette oluşturulabilir, oluşturulmalıdır. Zaten modern dönemdeki bütün devrimler bu sentezi gerçekleştirerek, sadece eşitlik ve özgürlük talebine değil güvenlik talebine de yanıt üreterek gündeme gelebilmişlerdir. Yoksa başarılı olmalarına olanak yoktu. Eşitlik ve özgürlük, güvenli olabildiği zaman başarılı olabilir ancak. “Eşitlik, özgürlük, kardeşlik” taleplerine yanıt vererek, taş çatlasa mevcut iktidar yıkılabilir ve devrim yapılabilir; ama bunların yanı sıra “güvenlik” talebine de yanıt üretilemezse iktidar olunamaz; yıkıcı olmakla kalınır, kurucu olunamaz. Daha kötüsü, siz yıkarsınız ama başkaları kurar. Aslında güvenlik (kuruculuk) perspektifi olmayan bir özgürlükçülük, kendisi için bir yıkıcılık da geliştiremez; başkaları adına yıkar ancak.
Burjuva modernitesinin aristokrasiye karşı mücadele içinde geliştirdiği temalar ve oluşturduğu kurumlar (doğaya egemenlik, bilimsel düşünce biçimi ve yöntemi, demokrasi, parlamento, seçimler, hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, insan hakları, vb.) insanlığa önemli katkılar sağladı. Ama artık günümüz insanlığının sorunlarına çözüm getirmek için yeterli değiller. Burjuva devletleri dahi “bekalarını” (kalıcılıklarını, güvenliklerini) artık bu temalarla sağlayamıyorlar. Otoriter ve güvenlikçi eğilimlerin güçlenmesinin nedeni budur.
Her sınıfın kendine özgü bir güvenlik anlayışı vardır ve “kimin güvenliği?” sorusuyla bağlantılıdır. Küresel burjuvazi ve devletleri -gerek halklara gerekse rakip devletlere karşı- güvenliklerini artık “burjuva demokratik” tema ve kurumlarla karşılayamıyorlar.
Peki halklar ve emekçiler kendi güvenliklerini nasıl sağlayacaklar? “Otoriter devletlerine” sığınarak mı, ondan güvenlik dilenerek mi? Otoriter devletlerimizden eşitlik ve özgürlük bekleyemeyeceğimizi biliyoruz; bu konuda engin bir deneyimimiz var. Peki, güvenlik bekleyebilir miyiz? Güvenlik de “verilen” değil, “alınması” gereken bir şey değil midir? Hak, hukuk, adalet, eşitlik, özgürlük vb. kavramlarının sınıfsallığını nispeten biliyor ve “hak verilmez, alınır” diyebiliyoruz. Peki güvenlik? Güvenlik de “verilmez, alınır” bir şey değil mi? Güvenlik de halka ve emekçiye ait bir kavram olarak kurgulanmamalı mı? Aslında güvenlik ihtiyacı da verilen değil alınan bir şey olarak kavranamazsa, hak, adalet, özgürlük, eşitlik de alınan bir şey olarak kavranamaz; tarih bunu göstermiştir. Güvenlik talebini es geçen bir sol iktidar perspektifini yitirir ve müzmin muhalefet olmaktan öteye geçemez.
Kısacası, bağımsız bir devrimci ve halkçı güvenlik politikası (perspektifi) geliştirilmeli ve giderek bunun kurumları oluşturulmaya çalışılmalıdır.
Güvenlik, direkt olarak güç ve otorite ile ilişkili bir kavram. Devlete ve egemen sisteme bırakılma ve ondan bekleme yanılsamasının nedeni de bu. Devletten ve sistemden bağımsız bir güç ve otorite odağı kurulamaz mı? Mevcut topluma yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya bakarak geliştirilebilir bu perspektif. Sosyalistler toplumlarının ve dünya toplumlarının önüne “güvenlik” meselesine ilişkin de bir kapsamlı yaklaşım (ve onun politikalarını) koymalıdırlar. Bu sadece kuramsal değil acil politik bir sorun da…
Bu noktada, günümüz dünya ve ülke koşullarında, iki araç (kavram) öne çıkıyor: Halk örgütlülüğü ve kitlesellik. 100 yıl önce veya 50 yıl önce başka araçlar önerilebilirdi ve önerilmiştir, uygulamaya da geçmiştir; ama günümüzde sanırım bu iki araç olabilirlik sınırı içindedir, en azından şimdilik.
***
Cumhuriyetimizin 100. yılında artık bambaşka bir toplumuz ve yeni bir çatışmalı süreç içine girmekteyiz. Günümüz dünyasına en fazla benzeyen ülkeler sıralaması yapılsa sanırım en başta geliriz. Türkiye, minyatür bir dünya gibi. Bir yanıyla Batı Avrupa, diğer yanıyla Afganistan ve Pakistan, yani Asya… Bir yanıyla ABD, diğer yanıyla Rusya… Bir yanıyla Doğu Avrupa, diğer yanıyla Ortadoğu ve Kuzey Afrika… Hepsi yan yana ve iç içe. Üstelik hepsi siyasallaşmış durumda. Dünyanın bütün çelişkileri, küçük ölçekte Türkiye’de yaşanıyor; hatta ölçeği daha da küçültüp İstanbul da diyebiliriz.
Böyle bir ülkede cumhuriyet ve demokrasi nasıl gerçekleştirilebilir; nasıl devrim yapılır? Bir dünya devrimi perspektifi gereklidir herhalde. Aslında 100 yıl önce de, gerçekleşen Türk cumhuriyet devrimi, o dönemin dünya devrimi modeline uygundu; tipik bir uygulamasıydı. Mazlum halkların emperyalizme ve sömürgeciliğe başkaldırı sürecinin (yani o günkü devrim modelinin) önde gelen bir parçasıydı. Bugün de Türkiye, dünya politik gelişmelerinin odak noktalarından biri. Ama bugün bir dünya devrimi modelinden yoksunuz. Daha doğrusu biraz daha belirginleşmesi gerek dünyanın. Ne yazık ki bu belirginleşme, öncelikle devrimlerle değil savaşlarla oluyor; devrim daha sonra gelebiliyor. 100 yıl önce de böyle olmuştu.
100 yıl önce “ezilenlerin Batısı”, “ezenlerin Batısı”na başkaldırarak Doğu’yu peşinden sürüklemişti. Dönemin modernite devrimlerinin modeline uygundu bu; Sovyet devrimi, hatta Çin devrimi bile bu model içinde değerlendirilebilir. Ama günümüzde bu model geçerli değil; “ezilenlerin devrimci bir Batısı” mevcut değil çünkü. “Batı” (burjuva modernitesi), ezenler dünyasında da ezilenler dünyasında da devrimci potansiyelini yitirmiştir artık.
***
Güvenlik talebinin bu kadar öne çıktığı bir dünyada cumhuriyet, demokrasi, laiklik (hatta sosyalizm) gibi modernite kavramları lüks müdür? Bu kavramları burjuvazinin yaklaşımıyla yorumlarsak, evet lükstür. Burjuva modernitesi artık lükstür ve bunu en iyi kavrayan (ve terk eden) bizzat günümüz küresel burjuvazisidir. Onlar egemenliklerini artık “burjuva demokratik” yollarla sürdüremeyeceklerinin farkındalar.
Peki, bu kavramlar, dünyanın (ve Türkiye’nin) emekçileri, ezilenleri, yoksulları için de lüks müdür? Bu kavramların içi emekçi perspektifiyle doldurulamadığı için, lüks olduğunu düşünüyorlar ve vazgeçmeye eğilimliler. Ama aslında, içgüdüsel olarak bu “lüks”ün peşindeler. Afganistan’dan, Pakistan’dan, Suriye’den, Afrika’dan kaçıp kendilerini Türkiye’ye ve aslında Avrupa’ya atmaya çalışan kitleler neyin peşindeler? Totalitarizmin ve dinciliğin mi? Öyle olsaydı, bulundukları yerde kalırlardı. Elbette bin yıllık yükleriyle geliyorlar. Ama onlar da güvenliğin, refahın ve modernitenin peşindeler.
Ülkemizin eğitim almış gençlerinin ve iyi yetişmiş meslek sahibi insanlarının yurtdışına (esas olarak Batı ülkelerine) göçü giderek yükselen bir eğilim. Hiç olmadığı kadar yoğun bir beyin göçü ile karşı karşıyayız. Peki, bu insanlar neden göçüyorlar? Onlar da tıpkı Türkiye’ye ve Avrupa’ya kapağı atmaya çalışan dünya yoksulları gibi güvenliğin, refahın ve modernitenin peşindeler. Afganistan’dan Türkiye’ye göçen vasıfsız yoksulun da, Türkiye’den Batı’ya göçen doktorun da ulaşmak istediği hedef temelde aynıdır: Modernitenin kazanımlarına mümkün olduğunca sahip olmak. Ufukları farklı ama güdüleri aynı.
Büyük anlatısını ve öncüsünü yitirmiş, başıboş kalmış modernitenin (ama yine de modernitenin) kendince bulduğu yollardır bunlar.
***
Cumhuriyet, demokrasi, laiklik, insan hakları gibi kavramların toplumsal kökenlerine indiğimizde burjuvazinin aristokrasiye karşı taleplerini mi görürüz, yoksa ezilen sınıfların (kölelerin, serflerin, marabaların, köylülerin, kentlere doluşmuş işsiz yoksulların vb.) egemen haraçlı sisteme karşı başkaldırılarını mı? Hangisi esastır, belirleyicidir? Modernitenin ve aydınlanmanın motoru hangi çelişkidir: Aristokrasi-burjuvazi çelişkisi mi, ezen-ezilen (sömüren-sömürülen) çelişkisi mi? Tarih (modernite tarihi de) egemenler arasındaki mücadelelerin tarihi midir, ezen ve ezilen sınıflar arası mücadelenin tarihi mi? Tarihi hep -eski, yeni- egemenler yazdı; dolayısıyla onu kendi aralarındaki mücadelenin tarihi olarak yazdılar. Başrolde her zaman onlar vardı, ezilenlere ise figüran rolü (şu veya bu egemenin askeri rolü) verildi her zaman. Gerçek bir yanıyla böyle; ama bu, gerçeğin tamamı değil.
Her sınıfın -bilincinde olsun olmasın- kendi gerçeği var. Uygarlık tarihinden barbar akınlarını ve halk isyanlarını çıkarın, geriye sadece çürüyen uygarlıklar kalır; bu çürümenin nedenleri de anlaşılamaz.
Modernite tarihini ele aldığımızda, cumhuriyet, demokrasi, laiklik, insan hakları, parlamento vb. kavramlar, ezilenlerin talebi olduğu sürece devrimci, köktenci ve radikal, yeni egemenlerin (burjuvazinin) talebi olduğu sürece uzlaşmacılık ve ateşkes biçiminde gündeme gelmiştir.
Burada kritik bir soru var: Aydınlanmamış kitleler devrim yapamaz mı? Meseleye kitleler açısından yaklaştığımızda devrim (veya devrimci hareket) mi önce gelir, aydınlanma mı? Emekçi (ezilen) kitleler aydınlanarak mı devrim yaparlar, devrim yaparak mı aydınlanırlar? Bu bir yumurta-tavuk sorusu değildir; sözün mü eylemin mi önce geldiğiyle ilgili felsefi bir soruya dayanır; önemlidir, öncülerin örgütlenme ve çalışma tarzını belirler.
Marx konuya şöyle açıklık getirir. “Devrim, yalnızca yönetici sınıfı devirmenin başka yolu olmadığı için değil, fakat aynı zamanda onu deviren sınıf ancak ve ancak bir devrim içinde kendisini geçmişin birikmiş pisliklerinden temizleyebileceği ve böylece toplumu yeniden kurabileceği için zorunludur.” (K. Marx, Alman İdeolojisi, çev. Selahattin Hilav, Sol Yayınları, s.121-122)
Yani devrim, aydınlanmışların aydınlanmamışlara dayattığı bir eylem değildir; aydınlanmamışların kendi devrimci pratikleri içinde aydınlanmaları eylemidir. Aydınlanmış öncü bu pratiğin kanallarını açtığı ölçüde devrimcidir; yoksa devrimci değil despot olur.
Modernite devrimleri tarihine baktığımızda da aynı olguyu görürüz. Fransız Devrimini kim yapmıştır? Voltaire’ler, Diderot’lar, Rousseau’lar, Robespierre’ler, Danton’lar mı, yoksa kentlere doluşmuş baldırıçıplaklar mı? Temeldeki maddi güç hangisidir? Sovyet, Çin, Türk devrimlerine baktığımızda da aynı süreci görürüz.
Laiklik, bütün modernite devrimlerinin temel şiarlarından biridir; ama bu devrim laiklerin laik olmayanlara karşı yaptığı bir devrim değildir; kitlelerin öncüleri eşliğinde devrim yaparak laikleştiği hareketlerdir. Bu perspektif kaybolduğunda laiklik maddi gücünü, devindiricisini yitirir, giderek törpülenir.
Kısacası, cumhuriyet ve laiklik bir ezilen talebidir; esas olarak eğitim sorunu değil devrim sorunudur. Ve günümüz Türkiye’sinde korunacak bir şeyden çok ulaşılacak bir şeydir. Koruması beklenenler, koruyamadı; çünkü bu potansiyellerini yitirmişlerdi. Şimdi artık yeniden baldırıçıplaklara (emekçilere) muhtaçtır cumhuriyetimiz.
Ülkemizin modern kesimleri, kendi içlerine çekilerek değil, toplumda yeni yeni oluşan dip dalgalarıyla devrimci bir tarzla birleşmeyi hedefleyen daha kapsayıcı ve sentezci bir strateji geliştirerek bir çıkış bulabileceklerdir. Bu çıkışta emekçi kesimlerin ve onların öncülerinin ön alması daha olası görülüyor.
***
Toparlarsak: Karşımızda, kendisini modernitenin herhangi bir kuralıyla, değeriyle ve kurumuyla (uluslararası olanlar da dahil) sınırlı görmeyen iktidarlar var; ülkemizde de dünyada da… Bu iktidarlar değişen dünya koşullarından da (seçeneksizlikten de yararlanarak) meşruiyet devşirip taban bulabiliyorlar. Böyle iktidarlara karşı sadece burjuva modernitesinin savunusuyla yetinilirse ancak müzmin muhalefet olunabilir. Geçmiş kazanımların savunusuna dayalı strateji artık bir iktidar stratejisi değildir.
Hak, hukuk ve adalete; cumhuriyete, laikliğe ve demokrasiye; bu kavramları habire tekrar edip talep ederek ulaşılamaz artık. Amerikan kongresinin ilkel güruhlarca basıldığı, özel orduların Moskova’ya yürümeye cüret ettiği, Kanada parlamentosunda eski Nazilerin alkışlandığı, otoritesiz alanların (buna ülkemizin büyük kentlerinin sokakları ve sınırlarımız da dahil) çığ gibi büyüdüğü bir dünyada yaşıyoruz. Böyle bir dünyada sadece talep mi edeceğiz, sadece nostalji mi yapacağız?
Emekçiler ve öncüleri de, önünde sonunda, oyunu kurallarına göre oynamayı öğrenecekler, bunun kendilerine özgü ve günün koşullarına uygun yöntemlerini ve araçlarını bulacaklardır. Muhalefet stratejilerini aşıp iktidar stratejileri ve araçlarını geliştireceklerdir. Modernite (cumhuriyet, laiklik, demokrasi, sosyalizm) hep böyle kazanılmıştır zaten; sadece talep ederek değil…