Aydınlanmış insan kavgacıdır: hesap sorar tartışır eleştirir, gerektiğinde başını derde sokar. Aydınlanmışlık korkuyu büyük ölçüde giderir ya da en azından ussal bir çizgiye oturtur. Hiç korkmamak olası değildir: yaralanabilir bir varlık mutlak korkusuz olamaz. Aydınlanmışlık dışa dönüklüğü yani toplumsal yaşamda etkinliği kendiliğinden getirir. O durumda korkuyu yenmek değil de korkuyla hesaplaşmak ya da korkuyu evcilleştirmek sözkonusudur. Korkuyorum öyleyse yokum diyen kişi aydınlanmamış kişidir.
Aydınlanmanın en genel bilgisine ulaşmaya çalışırken öncelikle onu kavramsal düzeyde ele almak yani onun ne olup ne olmadığını belirlemek gerekmez mi? Onun ne olup ne olmadığını belirlemek için yani onu tanımlamak için tarihsel bilgiye de gereksinimimiz var: bir şeyi en etkin biçimde tarihsel gelişimine bakarak kavrayabiliriz. Görüldüğü gibi burada aşılması pek de kolay olmayan ama gerekli de olmayan yani aşılması gerekmeyen bir ikilem var: kavramsal olan mı tarihsel olan mı önceliklidir? Bilimsel bakmayı bilen için ikisi de önceliklidir ya da hiçbiri öncelikli değildir. Botaniğin ne olduğunu bilmeden kırlara çıkıp kır çiçekleriyle ilgili araştırmalar yapmaya kalkan kişiyi yadırgamaz mıyız? Kırlarla bağını koparmış bir botanikçiye botanikçi diyebilir miyiz? Aydınlanmayı tanımlamadan, onun alanını ve sınırlarını belirlemeden tarihine yönelmenin, onu tarihsel çerçevede kavramaya çalışmanın hiç de kolay olmadığı açıktır. Aydınlanmanın tarihine bakmadan bir aydınlanma tanımı yapabilmek olası değildir.
Dural olanla değişken olanı bütünleştirmek
Auguste Comte’un 19. yüzyılda yaptığı “dural olan” ve “etkin olan” ayrımı uygulamada bir kolaylık sağlayabilir. Daha doğrusu bilimsel kavrayış her iki bakış açısını da gerekli kılar: yerine göre birini yerine göre öbürünü kullanabiliriz. Dikkatimizi bazen birbirini izleyen olguların bütününe bazen de bu olgulardan birine yöneltebiliriz. Örneğin bir dilin kendini zamanda varedişini görmek için tarihsel oluşumları göz önünde tutmak kadar bu dille ilgili herhangi bir sorunu yalnız kendisi olarak ele almak da önemlidir. Zincirin bütününü ya da uzunca bir parçasını ele almak da zincirin bir halkasını görmeye çalışmak da önemlidir. Tarihsel bakışın yapısal bakışla tersleştiğini düşünmek yanlış olur. Yapısal tarihselin ve tarihsel yapısalın yabancısı değildir. Tarihsel yöntem ya da yapısal yöntem diye iki ayrı uğraş belirlersek bilimsel düşünceyi sakatlamış oluruz. Bir yapıyı incelerken onun tarihsele bağlı olduğunu unutmamak gerekir. Zaman içinde birbirini doğurarak olgunlaşan bir gerçekliğin serüvenini bir bütün olarak görmek de bu serüvenin değişik evrelerini ve bu evrelerde oluşmuş belirleyici nitelikleri ayrı ayrı incelemek de olasıdır. Bunun için Auguste Comte’un düşündüğü gibi bazı bilgi alanlarının dural olarak bazılarının da etkin olarak incelenmesi gerektiğini varsaymak bizi bir başka biçimde yanlışa düşürebilir.
İdeolojik nedenlerle bir gerçekliğin iki ayrı görünümünden başka bir şey olmayan bu iki bakışı birbirinden kopararak tarihselci bakışın karşısına yapısalcı bakışı koymaya çalışanlar konuyla uzaktan yakından ilgili olanları bir süre için oyaladılar ama bundan bir sonuç elde edemediler. Amaçları korktukları ve bucak bucak kaçtıkları tarihi yok saymak ve bilinci kopuk kopuk bilgilerin dünyasına hapsetmekti. Bilimsel bakış açısı ideolojik korkuların doğurduğu yandaşlıkları hoşgöremez. Gerçekliği her zaman yüreklilikle gözlemlemek ve bu gözlemden çıkacak her türlü sonucu efendice ve kahramanca benimsemek doğru olur. Bilim adamı ve felsefe adamı gerçekliği kendine uydurmakla değil gerçekliğe uymakla yükümlüdür. Bir düzeni, bir toplumsal ve iktisadi yaşam düzenini ayakta tutabilmek için kültürün değerleriyle oynamak, kavramların içeriklerini yarı yarıya ya da tümüyle boşaltmak ve onlara uydurma içerikler doldurmak, böylece düşünsellikle gerçekliğin ilişkisini bozup bozuk bilinçler oluşturma koşullarını yaratmak en hafif anlamıyla hafifliktir. Üst düzeyde düşünen insan ahlakı bir şeyleri kötüye kullanmaya kapalı olduğu gibi kendini kullandırmamak konusunda da aşırı bir duyarlılığı gerektirir.
Biz gene başa dönelim. Bir bilgi alanında neyin peşinde olduğumuzu neyi aramamız gerektiğini bilmeden, ne yapmamız gerektiğiyle ilgili belli bir fikir geliştirmeden, bir çıkış noktasına ya da hatta bir varsayıma ulaşmadan bir tarih çalışması yapabilir miyiz? Öte yandan bizim bilgiye sağlıklı yönelişimizi sağlayacak olan da tarihsel bilgi birikimimizdir. Örneğin bütün bir tarihtir ya da daha dar çerçevede aydınlanmanın tarihidir bize aydınlanma fikrini verecek olan, aydınlanma kavramı üzerine sağlam bir fikir geliştirmemizi sağlayacak olan. Aydınlanmayı incelemeye kalkarken onun tarihine olduğu kadar onun en genel bilgisine de gereksinimimiz olacaktır. Tarih geniş ve uzundur, onda ne aradığımızı bilmezsek dağılır kalırız. Bu tarihsel ve kavramsal ikileminden kurtulmaya çalışmak boşunadır ama bu ikilemi iki ayrı dünya gerçeği gibi görmek de yanlıştır. Gerçekte yakından baktığımızda görürüz: bir ikilemden çok bir soyutlayıcı bakış sözkonusudur. Her alanın olduğu gibi aydınlanmanın bilgisine yönelirken de bu ikilem kaçınılmaz olarak karşımıza çıkacaktır. Ancak bilgide ilerledikçe bu ikilemin kendiliğinden aşınmaya başladığını ya da aşılmaya başladığını görürüz. Dural olanla değişken olanı önünde sonunda bütünleştirecek bir tutum almak zorundayız. Çalışma ilerledikçe her iki kavrayışın birbirine yaklaşmakta olduğu görülecektir. Çalışma boyunca ya da çalışmanın bütün süreçlerinde tarih araştırması kavramsal araştırmayı ve kavramsal araştırma tarihsel araştırmayı gerektirecektir. Bunlardan birini öbürü karşısında belirleyici saymak ve birine öncelik tanımak doğru olmaz. Tarihsel olan kavramsal olanı ve kavramsal olan tarihsel olanı açıklar. İşe bu ikilemle başlamak ve giderek bu ikilemi aşmaya çalışmak gerekir.
Diyelim aydınlanmayla ilgili bir tarih çalışması yapmak istiyoruz. Yani Eskiçağ’dan başlayarak bütün yaşanmış zamanların sağlıklı düşünceyi yaratan etkinliklerini ya da aydınlık yüzlerini kısaca görmeyi amaçlıyoruz. O zaman Eskiçağ üzerinde özellikle durmak gerekir. Eskiçağ bilgi sorunları açısından da ahlak sorunları açısından da toplum sorunları açısından da oldukça önemlidir. İnsanlığın kültür temeli Eskiçağ’da atılmıştır. Durmayıp daha geriye gidersek Tarihöncesi’nin sınırlarından girmiş oluruz. İnsanlığın temelleri biz geriye gittikçe karanlığa gömülen o en eski zamanlarda atıldı. İnsanlığın düşünce geçmişini incelemek felsefe tarihinin sınırlarında kalarak bir takım düşünce oluşumlarını görmenin ötesinde yoğun bir insanbilim çalışması yapmayı gerektirir. Amacımız daha basit daha sıradan bir işi gerçekleştirmek ve insanın kültür düzeyinde en eski serüvenlerine bir göz atmak da olsa tarihin bir takım verilerine başvurmamız gerekir. İşi daha basit bir düzeyde ele alacağız bu yüzden çeşitli verileri ayrıntılı bir biçimde incelememiz gerekmez gibilerden bir gerekçenin tehlikeli bir bakışa tanıklık ettiğini söyleyebiliriz. Bizi aydınlatacak yani bize bilgi sağlayacak verilere var gücümüzle yönelmemiz gerekir.
Tarihsele yönelmenin sıkıntılı yanı
Elde bol bol veri var mı? Geçmişin kıvrımlarında rahat rahat dolaşabiliyor muyuz? Tarihsele yönelmenin en sıkıntılı yanı belge eksikliğidir. Tarihçinin bu yoksunluktan bir yıkım payı çıkarmaması ve olan belgeleri en iyi biçimde ve en nesnel ölçülerde değerlendirebilmesi önemlidir. O en eski zamanlardan bize bol bol belge kalmış olsaydı bugün dünyaya bakışımız bambaşka olacaktı. Ama olmayacak düşler görmenin pek bir anlamı yoktur. Olmayacak düşler görmekte bir sakınca da yoktur: ummadığımız bir anda yeni belgelere ulaştığımız da olmuştur. Bunun en belirleyici örneği geçen yüzyılın başında yapılan kazılarla elde edilen bilgilerdir. Bu bilgiler dünyaya bakışımızı değiştirdi, tarihe bakışımızda değişikliklere yol açtı, sanki bir dünya yıkıldı yerine bir başka dünya kuruldu. Toprağa gömülmüş bir uygarlığın yeniden doğuşu bir mucizeyi gerçekleştirmiş oldu yaşamımızda. Ancak zamanla çok önemli yeni tarihsel verilere de ulaşsak her zaman geçmişle ilgili bir yoksunluk duygusunu enine boyuna yaşayacağız. Elimizle koymuş gibi bulabileceğimiz bir geçmiş yok bizim için.
Mutlak nesnellik de mutlak öznellik de düş
Belli bir soruna örneğin bir kavramsal bilgiye yönelirken de doğrudan doğruya tarihsel olana yönelirken de başlıca amacımız olabildiğince nesnel kalabilmek olmalıdır. Özellikle ideolojik bakış bizi nesnellikten uzaklaştırır. Bununla birlikte bir ölçüde de olsa işe öznelliğin karışması doğaldır. İnsanın olduğu her yerde en azından bir parça öznellik bulunacaktır. Öznellik her bilimsel ve felsefi araştırmaya kaçınılması olanaksız engeller çıkarır. Bakışımız her zaman bizim bakışımızdır: ne ölçüde ortak bir gözle görmek istersek isteyelim ya da bir başka deyişle ne ölçüde mutlak nesnelliğe ulaşmak istersek isteyelim öznelliğin engellerinden kurtulamayız ve ondan kurtulmamız da gerekmez. Öznellikten bir bakıma iyi ki kurtulamıyoruz, düşüncenin canlılığını ve kıvraklığını yitirdiği yerde salt usun verimli olabileceğini düşünemeyiz. Mutlak nesnellik de mutlak öznellik de düşten başka bir şey değildir. Her şey bir yana açı olabilmek çok önemlidir. Bu da her şeyi bir insanın gözüyle görmek anlamı taşır. Bakmayı bilmek de diyebiliriz buna. Kendi gözüyle görmek diye de adlandırabiliriz bunu. Bir insanın gözüyle görmek nesneli görmekte eksik kalmak gibi düşünülmemelidir. Bilimde ve felsefede bir noktada birleşen birçok bakış değil doğru bakış önemlidir. Bir soruna topluca yanlış bakmak da olasıdır. Yani nesnelliğin koşulları ortak görüşlerden çok doğru görüşlerdedir. Gene de insanlar arasında görüş alışverişinin ne kadar önemli olduğunu, tartışmanın bir zorunluluk olduğunu unutmuyoruz.
Görmeyi bilmek
Kendi gözüyle görmek dediğimiz şey istediğini görmek istemediğini görmemek ya da bir şeyi istediği gibi görmek değildir. Sağlam bakmak ve doğru görmek önemlidir. Bunun için dünyayı dolgun ve düzgün bir bilinçle görmeye yönelmek önemlidir. Herkes ister istemez kendi gözüyle görür. Kendi bilinciyle görür demektir bu. Herkesin kendi gözü vardır, kimsenin ortak gözü yoktur. Ortak bilinç bütünü karşılamaz. Herkesin kendi gözü var diyoruz ama gerçekten herkesin kendi gözü var mıdır? Bir gözün göz olabilmesi için bilinç yetkinliği zorunludur. Nesnelliğin peşine düşerken en büyük dayanaklarımızdan biri görme gücümüzdür. Bilinç yetmezliğinde sağlam bir bakış elde edemeyiz. Bilinç yetmezliğine bağlı olarak dikkat eksikliği durumunda görü’yü elden kaçırabiliriz ve parçalı bir körlüğe yakalanabiliriz. Nesnelliği sağlayan şey büyük ölçüde etkin bilgi birikimdir ya da donanımdır. Bakmaya alışık olmak ya da daha genel olarak görmeyi bilmek diye bir şey de vardır. Araştırmada özenle ilerledikçe daha açık görme daha doğru görme düzeyine ulaşabiliriz. Bir örnek verelim. Latin edebiyatının yunan kültür değerlerinden etkilenerek geliştiğini en genel çerçevede bilmek güzeldir, ne var ki bu bize yetmez, bu edebiyatı tarihsel gelişimi içinde ele almadan, olanı biteni her açıdan olduğu gibi bu etkilenme açısından da teker teker görmeden bizim bu genel bilgimiz havada kalacaktır. Ancak böyle bir genel bilgiye ulaşmış olmak da önemlidir. Bu bilgiyi gözden kaçırarak latin edebiyatının genel tarihsel görünümünü ortaya koymaya çalışırsak yanlış denebilecek kadar eksik bir iş yapmış oluruz. Bu da bize nedenler araştırmasının önemini, nedenselliğin belirleyiciliğini gösterir.
Nedenler araştırması
Nedenler araştırması bilimsellik yolunda ya da doğru bilgiye ulaşmak yolunda en önemli araştırmadır. Bir olguyu ancak nedenleriyle kavrayabiliriz, daha doğrusu nedenlerine göre kavrayabiliriz. Sağlam bir göz nedenlere ulaşmak yolunda donanımlı gözdür. Nedenlerin bütününü göremesek de onları olabildiği kadar geniş çerçevede görmemiz gerekir. Düşünme konusunda sınırlı çabası ve sıradan alışkanlığı olanlar kaba nedenleri ya da yakın nedenleri görmekten öteye pek geçemezler. Bütün nedenleri göremeyebiliriz ama en belirleyici nedenleri görmeye çalışmamız doğru olur. Yakın nedenlerde takılıp kalmamak, uzak nedenlere doğru inebilmek önemlidir. Yakın nedenler düşünmeye pek alışmamışların bile görebileceği nedenlerdir. Oda neden soğudu? Soba söndüğü için soğudu. Bu gözlemi yapamayacak kişinin zihin sağlığı yerinde değildir. Buna karşılık bir toplumda iktisadi yaşam koşullarını gözlemleyen bir kişi yeterince donanımlı değilse ya o alanda hiçbir yargı ortaya koymak istemeyecek ya da ortaya koyduğu yargılar yetersiz olacaktır. Ancak ne olursa olsun her türlü gözleme incelikle yönelmekle kabasaba yönelmek arasında belli bir uzaklık vardır. Donanımlı kişinin kabasaba yönelişini çokça yadırgarız. Donanımsız kişinin daha incelikli yönelmeye çalışması daha iyi sonuçlar getirebilecek midir? Yapılacak şey en yüksek ölçülerde titiz ve duyarlı olmaktır.
Aydınlatmakla yükümlü olmak
Genel olarak insanlardan bu titizliği ya da bu duyarlığı bekleyemeyiz, beklesek de boşuna beklemiş oluruz. Bu köklü ve ayrıntılı bakış araştırmacılığı meslek edinmiş kişilerin işidir. Bir bakış belli bir düşünsel yatkınlık yanında bir laboratuar alışkanlığını gerektirir. Laboratuar dediğimiz şey somut araştırma alanlarının bütünüdür, örneğin estetikçi için yapıtlardır. Araştırmacı kişiler doğru yani nesnel bilgilere ulaşmakla ve insanlara doğru bilgi ulaştırmakla yükümlüdürler. Araştırmacının kitleleri uyarmak gibi bir yükümlülüğü de vardır. Özellikle ortak yaşamı ilgilendiren konularda bu yükümlülük savsaklanmaması gereken bir yükümlülüktür. Kitleler uyarılmadıkları sürece gündelik bilginin dışındaki bilgilere ilgisiz kalırlar. Oysa insan bilgisiyle olabildiğince beslenmek her insan bireyinin hakkıdır. Herkesin gerçek anlamda araştırmacı olmasını bekleyemeyiz. Bu alanda bir takım yetersizlikler yüzünden insanları suçlamak değil onları elden geldiğince aydınlatmak gerekir. Aydınlanmanın temel anlamı da budur, insanların aydınlanmalarına yardımcı olmak kültür araştırmacılarının görevi değil midir? Kitleler ilgisiz koşullarda yaşarken bir takım çok önemli ince ayrıntıları ancak raslantıyla görebilirler. Hiçbir şeyi raslantıya bırakmamak gerekir. Bir insan hiç ilgilenmeyeceğini sandığı bir bilgiyle ilgilenebilir, yeter ki o bilgiyle yüzyüze gelme olanağı bulsun. Birileri siz insanları aydınlatmakla mı yükümlüsünüz diye alaycı bir tutum alabilirler. Onlara verilecek yanıt evet yükümlüyüz olmalıdır. Bu bir bilgi sunma eylemidir, kimseyi bilgi edinsin diye baskı altına almakla zerre kadar ilgili değildir. Her kişi bu tür bilgilere ilgisiz kalma hakkına sahiptir, böyle bir ilgisizlik kendisine ve yakınlarına iyilikler getirecekse.
Ayrıca herkes kendi alanının bilgilisi olabilir ya da olmalıdır. Kendi alanımızın bilgilisi olsak yeter diyebilir miyiz? Hem diyebiliriz hem diyemeyiz. Mesleki bilgilerimiz ya da teknik bilgilerimiz insanı insan olarak tanımamıza yeterince elvermez. Bunun için bilinç ufkumuzun sınırlarını zorlamamız doğru olur. Uzman olmak demek dar bir alanda iş görüyor olmak demektir. Uzmanın sezgisi bulanık ve çok zaman eksikli bir sezgidir ve daha geniş çerçevede büyük ölçüde yanlışa eğilimlidir. Yararla ilgili konularda elbette her zaman uzmanın görüşüne başvurmak gerekir. Midesi ağrıyan kişi hekime başvuracaktır. Midesi ağrıyan kişiyle hekimin ilişkisi insani düzeyde sıradan bir ilişkidir ya da derinliksiz bir ilişkidir. Bu ilişkinin sağlık açısından daha köklü bir ilişki olması hekimin de hastanın da yararına değil midir? Bir insanda ne kadar çok insanlık bulunabilirse insanlığın o ölçüde olumluya doğru dönüşeceği açıktır. Doğru insanlar doğru toplumsal devinimleri yaratırlar. Sorun her zaman biraz daha insan olmaya çalışmak sorunudur. Kitlelerin dünyası derine inmeye hevesli değildir. Hele azgelişmişlik koşullarında bilgiye hiç de yakın durmayan geniş kitlelerin temel insan sorunları karşısında son derece duyarsız olduğunu görürüz. Onlar da yavaş yavaş ileriye doğru aydınlanmaya doğru gelişen bir insanlığın üyeleridir. Ne var ki aydınlanma dönüşümleri kitlelerin içinden sessizce geçer, onlara dönüşüm koşullarını alttan alta benimsetir. Genelde gündelik yaşayan insanlar dönüşümleri hatta kendilerindeki dönüşümü sezemezler ve dönüşüm biraz yoğun ve hızlı olduğu zaman bundan tedirgin olurlar. Burada bir yanlış anlaşılmayı önlemek için hemen şunları söylemeliyiz: bu belirlediğimiz ayrımın sınıfsallıkla bir ilgisi yoktur. Her sınıftan insanlar bilinç koşulları çerçevesinde aydınlanmaya son derece eğilimli olabildikleri gibi ilgisiz de olabiliyorlar.
Dönüşümü sezmek
Dönüşüm sonsuzdur. Kimileri dönüşümü sezemese de bu böyledir. Gene de herkes için değişen bir şeyler vardır, yaşam biçimleri bazen örtülü biçimlerde bazen gözle görünür ölçülerde değişmektedir. Aydınlık bilinçler bu dönüşümleri elleriyle koymuş gibi göremeseler de büyük ölçüde sezerler ve olabildiğince doğru okurlar. O bir yana aydınlık bilinçler insanlığın geleceğe doğru daha sağlam ve daha hızlı gelişebilmesine evrensel yükümlülükleri çerçevesinde becerebildikleri ölçüde katkıda bulunmaya çalışırlar. Bunu cahilin karşısına geçip bilgiçlik etmek ve ona durumunu göstermek diye anlarsak yanlışa düşmüş oluruz. Kitlelerin yorumu her zaman daha yüzeyseldir ve yanılmaya büyük ölçüde açıktır. Geriye doğru bakınca bir şeylerin değişmiş olduğunu görür insan. Bu değişimi her aşamasında anlayabilmek için donanımlı ve istekli olmak gerekir. Yoksa her zaman kendimize göre doğru yanlış anlayacağımız bir şeyler vardır ve olacaktır. İnsan çok şey bilmeden de bir şeyleri anladığını sanabilir. Bu anlama belki de yanlış anlamadır. Toplumsal olguları bilinç yetmezliği çerçevesinde en ince ve en genel görünümleriyle yargılamak ya da anlar görünmek spor yapmak gibidir. Bu arada değişimi bir olumsuzluk gibi anlamak da olasıdır. Kaldı ki toplumsal olgular kaygandır, onlar fiziğin olgularına benzemezler, onları doğru anlaması gerekenlerin bile her şeyi doğru anladığını söylemek zordur. İnsan ilişkileri alabildiğine karmaşıktır, onu olabildiğince düşüncede yalınlaştırmak gerekir. Bilinç nesnel dünyayı ve kendini anlamaya yönelirken yalınlaştırma düzeneklerini kullanır. Yetkin bilinç üst düzeyde kavrayıcıdır çünkü yalınlaştırmaya yani ayıklamaya eğilimlidir, gözlemlediği dünyada bir şeyleri seçe seçe kendini kurar. Bilinç nesnel dünyayı yalınlaştırmadan özümlemeye kalksaydı bilinç olmaktan çıkardı. Anlamak her zaman bir şeyi yalınlıkta kavramaktır.
Düşünce önderleri
Deney ve gözlem her zaman vardır ya da olasıdır ama bu iki yöntemi belli bir özenle uygulamak gerekir. Tarihte deneyler yapma olanağımız yoktur. Tarih de gökbilim gibi baş edilmesi güç bir alandır, görü alanımızın dışına kolayca kaçıverir. Tarih geniş ve kaygan bir gözlem alanıdır, onda biz ancak görebildiğimizi görürüz. Tarihten neyi anladığımız, tarihte neyi görmek istediğimiz önemlidir. Birileri çıkıp tarihte hiç gelişmeyen ve durmadan kendini yineleyen insanı bulmak isteyebilirler. Tarihe tarihin içinden bakmak gerekir ama tüm yaşanmışa zorunlu olarak bugünün gözleriyle bakmak gerekir. Bir fikrin çerçevesinden bakmadığımız zaman hiçbir şeyi tam olarak göremeyiz: o zaman görünenler yalnızca yaşamın aldatıcı gölgeleridir. Baştaki soruna dönmüş oluyoruz: kuramla uygulama bir bütünün iki yüzü olmalıdır. Baktıklarımız önemlidir ama bakışımız da önemlidir. Görüntüler üzerine kurgular geliştirmek olasıdır ama özellikle toplumsal bilinç açısından son derece tehlikelidir. Tehlike elbette gerçekliği elden kaçırmakla ya da gerçekliğin yerine gerçeklik diye bir düşü koymakla ilgilidir. İnsan göreneklerin kanatları altında dingin bir yaşam sürerken birden bir sorunla karşılaştığı zaman tez elden kurgu düzenekleri oluşturmaya başlar. Aydınlanmanın önemi o noktada kendini gösterir. Bir takım insanlar kim kimi aydınlatıyormuş, siz kimsiniz ki birilerini aydınlatıyorsunuz gibilerden bir insancılık gösterisine kalkabilirler. Kim ne söylerse söylesin, aydınlanmıştan aydınlanmamışa doğru bir yönelim kendiliğinden olacaktır.
Aydınlanacak olan toplumsal bilinçtir, ne kadar aydınlanabilirse. Yaşama yön veren daha yetkin bilinçler bu anlamda bir aydınlatıcılık görevi yüklenirler. Onlar yaşamı bir yere doğru örneğin daha üst bir bileşime doğru yönlendirmekte belli yatkınlıkları olan kimselerdir. Egemen olmadıkları gibi tanrı da değillerdir. Onların da zayıflıkları korkuları hatta yanlışları vardır. Onları adanmış kimseler sayabiliriz. Onların işi toplumsal bilinci ileriye doğru zorlamaktır. Kitlelerin düşünce önderlerinden çokça yararlanmak heveslisi olduğunu söylemek kolay değildir. Düşünceyi yaratanların etki güçlerinden bağımsız olarak kendi kendine hep iyiye doğru dönüşen bir yaşamdan sözedebilsek de dönüşümü elimiz kolumuz bağlı bekleyemeyiz. Gelişimin doğal dayanakları olsa da çaba her zaman gereklidir. Her toplum kendi kendine düşünmenin dışında düşünce önderleriyle düşünür. Yaşam dönüşüm koşulları içinde yeni yaşam biçimlerini dayatır. Düşüncenin önemi burada kendini gösterir. Dönüşen yaşamın düşünsel temelini okuyabilmek önemlidir. Çöken değerlerle doğmakta olan değerleri birbirinden ayırabildiğimiz noktada her şeye aydınlık bir bakışla bakabiliyoruz demektir. Dönüşüm nasıl olsa olur ve ileri bilinçlerin gücünü gerektirmez gibi bir görüş öne sürebilir miyiz? Bir fikir ses gibi ışık gibi ortalığa yayılır ve birilerine bugün olmasa da yarın apaçık biçimde ulaşır. Ancak yarınların hep geç kalmalarla anıldığını da unutmamalıyız. Bir yandan yaşamın dönüşen koşulları öte yandan bu koşulların bilincine varmış olanların görüşleri karmaşık ve çatışkılı dönüşüm ortamında hep birlikte etkin olur.
Önemli olan geleceği görmek değil geleceği kurmak
Oluşmakta olanı bilincimizin koşulları çerçevesinde görüp anlamaya çalışırız. Şimdi dediğimiz şey gözlerimizin önünde kat kat açılan dünyadır. Gözlerimizin önündeki bu dünya kaygan yapısıyla bizimdir, o bir karmaşa yumağıdır, anlaşılmak için bilincimizin yalınlaştırıcı gücünü gereksinir. Hepimiz hangi bilinç düzeyinde olursak olalım şimdinin bir yorumcusu durumundayız. Şimdinin aralıklarından ileriye doğru baktığımızda olanı olacak olandan ayırma ve olacakları azçok görme şansımız vardır. Falcıları kahinleri medyumları müneccimleri ve benzerlerini yani gelecekle oyun oynayanları saymazsak, kimse geleceği olduğu gibi sezme gücüne ulaşmış değildir. İleri görüşlü insanlardan sözedilir. Bilincin sağladığı olanaklarla bugünden yarını belli bir ölçüde süzmenin dışında ileri görüşlülük sevimli bir düşten başka bir şey değildir. Bir kalleş adamın size bir gün bir oyun oynayabileceğini bilirsiniz, bunun için öngörür olmaya gerek yoktur, ama bugünkü toplumsal düzenin ne gibi dönüşümlere uğrayacağını, gelecekte nasıl bir biçim alacağını tam olarak sezemezsiniz ya da kestiremezsiniz. Bazı olacakları görmek için de öngörür olmak gerekmez. İlacını almayan hasta daha da hastalanacaktır. Aralıktan görünen bir şeyler vardır ama yeterli değildir. Yarını sezmeye çalışmak önemlidir gene de. Bu bir zekâ sorunu olmaktan önce bir kültür sorunudur. Aslında apaçık görünen bir şey yoktur, çünkü doğanın belirlenim koşullarına karşın insan için önceden belirlenmiş bir gelecek yoktur. Gelecek dediğimiz bilinmez şey şimdinin koşullarından giderek oluşacaktır. Aydınlanma bu yüzden önemlidir, geleceği kurmak açısından önemlidir.
Önemli olan geleceği görmek değil geleceği kurmaktır. Geleceği hep birlikte yaratmak diyebiliriz buna. Bu yaratma edimine aydınlanmışlığımız ölçüsünde katılırız. İnsanlar genellikle ileri görüşlü görünmeyi severler ve öngörüler ortaya koyarlar, bunda biraz da başkalarının unutkanlığına dikkatsizliğine ilgisizliğine aldırmazlığına güvenirler. Gelecekle ilgili olarak ben böyle mi söylemiştim? Hayır siz yanlış anlamışsınız. Ben demek istemiştim ki… Hemen herkes ufkun ötesine geçen yani olanın sınırlarını aşan bir şeyleri görmek bilmek açıklamak sevdasındadır. Yalnız şimdiyi ve geçmişi, şimdinin gözleriyle geçmişi doğru gözlemleyenler gelecekle ilgili çıkarımlar yapabilirler. Bu da bir takım verilerin doğru değerlendirilmesi anlamına gelir. Geçmişin oluşumlarını belirleyen nedensellik bağlarının ustaca ya da bilgece gözlemlenmesi yarınla ilgili bir görü oluşturmakta bazı kolaylıklar sağlayabilir. Geleceği elimizle koymuş gibi bulmaya çalışırken ortaya koyduğumuz görüşler bir tür çocukluk hastalığının sanrılarıdır. Yere basmakta zorluk çekenlerin ipte yürümeyi düşleyebildiği bir dünyada kimsenin düşlerine karışamayız. Düş görmek iyidir, düşler güzeldir, gerçekliğin verileriyle görülebiliyorsa. Ya da düşleri düşler olarak ayrı bir yere koymak gerekir. Yaratıcı ya da kurucu düşler bilimsel sanatsal felsefi üretimler için bir gerekliliktir hatta bir zorunluluktur. Öngörüler biçiminde üretilen düşlere gelince onlar büyük ölçüde yanıltıcı belirtilerdir, yollara yanlış koyulmuş levhalar gibi güçlük çıkarırlar yolcuya.
Düşlerin ya da düşlemlerin önemini gene de gözden kaçırmamak gerekir. Düş görmek ama doğru düşler görmek gerekir. Aydınlanmanın anlamı bu noktada beliriyor. Bilinç geliştikçe kendine özgü düş görme yöntemlerine ya da biçimlerine erişir. Bu da dünyayı bir bütün olarak sezebilme yetkinliğine ulaşmış olmak demektir. Ancak bilen kimseler gerçeklikte karşılığı olan düşler görebilirler. Bilgiye dayanmayan ya da daha genel anlamda yetkin bilince dayanmayan düşler tehlikelidir, onlarla aydınlanma olmaz. Aydınlanma bilinçsel bir olgudur, öncelikle nerede olduğumuzun hangi zamanda yaşadığımızın apaçık bilincini gereksinir. Geleceği görmekten çok geçmişi görmeye çalışmalıyız. Geçmiş bir gerçekliktir oysa gelecek bir kurgudur. İnsanın en eski zamanlarda, tarihin gerilerinde kalan zamanlarda neler olup bittiğini bilmeye çalışması elbette boş bir merakla değil aydınlanma istemiyle açıklanabilir. Biz insanın yapıp ettiği her şeyde kendimizi tanırız, karşılaştığımız her insan ürününde kendimizi bir kere daha görürüz. Tarih bu yüzden önemlidir. Kalıntılar bu yüzden önemlidir. Dünün insanı bugünün insanını nasıl açıklarmış gibilerden kaba düşünceler tarih bilincine ulaşamamışlara yakışır düşünceleridir. Gündelik bilinçle yaşamayı alışkanlık edinmiş kimseleri bir yana bırakırsak bütün insanlar kendilerini daha iyi daha ayrıntılı bilmek isterler. Onlar bütün insan yaşamını bu arada kendi yaşamlarını doğru olarak açıklayacak verilere ulaşmak isterler. Sağlıklı insan için aydınlanma zorunlu bir insanlık durumudur.
Mutlulukların niteliği
Bu arayıcılık bu aydınlanma istemi insanı zorlamaz mı, giderek kişisel mutluluğun elden kaçırılması anlamına gelmez mi? Yaşamsal dönüşümler bizim özel yaşam koşullarımıza ilgisizdir, doğanın duygularımızı hiç hesaba katmaması doğallığı gereğidir. Yetkin bilince ulaşmış insanın aradığı şey mutluluktan başka bir şey olmalıdır. Belki de mutluluk yetkin bilince ulaşmış olmanın verdiği hazdır. Kendilerini insanlığa adamış olanlar mutluluktan daha başka bir şeylerin heveslisidirler. Aydınlanmamış kişi için her şey biraz daha kolaydır. Bilinç yetmezliğinin sağladığı kör mutlulukla bilinçli insan olmanın getirdiği mutluluk birbirine çok benzese de aynı şey değildir, bazı koşullarda taban tabana karşıttır. Birincisi karanlıkta yorganı başına çekip uyumaya benzer, ikincisi bütün güçlükleriyle eksiksiz bir uyanıklık durumudur. Mutluluktan ne anladığımız önemlidir demek ki. Karnını iyice doyurduktan sonra bir ağacın altında uykuya dalan insanın mutluluğuyla laboratuarda herhangi bir varsayımı doğrulamaya çalışan ya da doğrulayan bilim adamının mutluluğu aynı şey değildir. Mutlulukların niteliği hazların niteliğine göre değişir. Bilinç yetmezliği çeken insan basit hazlardan ahlakdışı hazlara kadar uzanan çizgi üzerinde değişik hazlar yaşayabilir. Öte yandan bana haz veren bir şey başkasına acı ya da sıkıntı verebilir: gözü yolculuklarda olan bir serüven insanıyla köşesinde yaşamak isteyen bir düşünce insanının bağdaşması kolay değildir. Dışadönük yaşamın vereceği hazla içedönük yaşamın vereceği haz nitelik açısından birbiriyle hiç mi hiç uyuşmaz. Aydınlanmak isteyen insanın dünyasıyla böyle bir kaygısı olmayan hatta kendini zaten aydınlanmış gören insanın dünyası apayrı iki dünyadır.
Aydınlanmış kişi hayır diyebilen kişidir
Aydınlanma iki yönlü bir çabayı gerektirir: insanı kurama yani insan olma serüveninin etkin bilgisine çağırır öte yandan uygulamayla yani yaşamla somut ilişkiler kurma zorunluluğu getirir. Düşüncenin eylemden ya da tasarının uygulamadan apayrı şeyler gibi düşünülmesi elbette olası değildir. Değişen değiştirmek ister. Değişmenin güçlüğü değiştirmenin güçlüğüne eklenince ortaya gerçek anlamda bir adanmışlık tablosu çıkar. Aydınlanma gerçek anlamda bir adanmışlık olarak gösterir kendini. Aydınlanmaya karşı duran ya da ilgisiz kalan büyük bir insan kalabalığı vardır: bu kalabalık karanlık suda balık avlamaya çıkmış gibidir. Aydınlanmış insan kolayca benimseyen ve her şeye katlanmaya hazır olan aydınlanmamış insana benzemez. Onun gözünde her benimseme ya da her onama ancak bir tartışmanın ya da hesaplaşmanın sonunda olacaktır. Katlanmaya gelince katlanma aydınlanmış kişi için yani aydınlanma yolunda olan kişi için onur kırıcı bir eğilip bükülmeden başka bir şey değildir. Gündelik yaşayan insanın korkaklık koşullarında ortaya koyduğu katlanmayla aydınlanmış kişinin savaşım koşullarında ortaya koyduğu katlanma apayrı şeylerdir. Aydınlanmış kişi için katlanma savaşımın bir koşuludur. Bu katlanış elbette bir başeğiş değildir, bir karşı koyma biçimidir. Aydınlanan olarak bir köşeye çekilemeyiz: dünyayı dönüştürücü etkin bir güç olarak kolları sıvamamız gerekir. Süregiden yaşam koşulları aydınlanmamış insana daha uygun düşer. Genel insan yürürlükte olanla çabucak anlaşır, ona gözü kapalı güvenir. Aydınlanmış kişi hayır diyebilen kişidir: o her evet karşısında kuşkuludur, her evet’de çıkarcılığı da içine alan bir katlanma eğilimi bulunabilir. Bu yüzden aydınlanmanın koşulları kişiye evrensel genişlikte bir sorumluluk yükler. Aydınlanmış kişi kendini bütün bir insanlık karşısında görevli duyar.
Aydınlanmış insanın korkusu
Aydınlanmış insan kavgacıdır: hesap sorar tartışır eleştirir, gerektiğinde başını derde sokar. Aydınlanmışlık korkuyu büyük ölçüde giderir ya da en azından ussal bir çizgiye oturtur. Hiç korkmamak olası değildir: yaralanabilir bir varlığın mutlak korkusuz olabileceğini düşünemeyiz. Aydınlanmışlık dışa dönüklüğü yani toplumsal yaşamda etkinliği kendiliğinden getirir. O durumda korkuyu yenmek değil de korkuyla hesaplaşmak ya da korkuyu evcilleştirmek sözkonusu olacaktır. Aydınlanma ham ya da kaba korkuyla bir arada bulunabilecek bir şey değildir. Korkuyorum öyleyse yokum diyen kişi aydınlanmamış kişidir. Aydınlanma toplumsallık bilincinin bir başka adıdır. Aydınlanmak korkuyu silmez ama gerekçelendirir ve yumuşatır. Korku vardır: her yaralanabilir varlık zorunlu olarak korkuyu yaşar. Ben korkmam duygusu güzel bir duygudur, aydınlanmamış insanın gösterisi de olsa aydınlanmış insanın üst düzeyde insan olma özlemi de olsa bir gerçeği karşılamaktan uzaktır. Aydınlanmış insan için “ben korkmam” demek “korksam da” demektir. Korku davranışlarımızın koşullayıcısı ve haklı gerekçesi olamaz. İnsanın korkuyla saklambaç oynadığı yerler vardır. İp cambazı korktuğu için dikkatli yürür ama korkuyorum ipe çıkmam diyemez. Korkuyla oynayan kişidir o: oyun yere çakılmakla bitebilir. Birden bir nedenle korkuya kapıldıysa onu bir daha ipin üstünde göremezsiniz. Aydınlanmış insanın korkusu daha karmaşıktır: onun yere çakılması ip cambazının yere çakılmasına benzemez çünkü onunki bir savaşı kaybetmekle eşanlamlıdır, dolayısıyla işin içine onur sorunu girer. Ayrıca onun yere çakılması başkalarına zarar verecektir. Aydınlanmak sorumluluktur.
Bu noktada aydınlanmışlık yerin ve zamanın koşullarına göre bir siyasal yükümlenmeyi kendiliğinden getirir. Aydınlanmış olmak bir görüye ulaşmış olmaktır, belirleyici bir açıya yerleşmiş olmaktır, sağlam ve saydam bir bakış oluşturmaktır, köklü bir kavrayış biçimine ulaşmış olmaktır. Bu değişimle ya da bu yetkinleşmeyle insan bulunduğu ortamda birçok şeye aykırı düşmenin koşullarını yaşar. Bu durumda uygun bir ortam varsa siyaset bir kaçınılmazlık olur. Buradaki kaçınılmazlığı bir heves olarak değerlendirmemek gerekir. Çünkü aydınlanmışlık bir yükümlenmedir, bireye zorunluluklar getirir. Aydınlanmış kişinin siyasetçiliği bir hevesten ya da bir meraktan değil doğrudan doğruya görev duygusundan doğar. Bir şeyleri değiştirmek ya da dönüştürmek için gerekli kültür donanımı elde edilmiştir. Kültür donanımı elde edilmiştir ama siyasetin gerektirdiği donanımlar elde edilmiş midir? Aydınlanmış insan siyasetin içinde siyasete yabancı kalan insan olabilir.
Siyaset-kültür diyalektiği
Belli ışıkları olan ama tam olarak aydınlanmamış olan kitlesel yaşamda siyaset bir oyundur. Siyaset için yoğun bir kültür birikimi gerekmez. Siyaset düzeneği basit araçlardan oluşmuştur. Siyaset adamı kendi bilinç düzeyine yakın olan kitlelerin diliyle konuşmayı bilir. Kitleler gerçeği görmek konusunda donanımlı da istekli de değillerdir. Bir şeylerle hesaplaşmak gibi bir istekleri de yoktur. Kitleler de siyaset adamları da aydınlanmışlar da aydınlanmamışlar da dönüşmekte olan evrensel bilince bağlı olarak değişen yaşam koşullarına ayak uydurmak zorunda kalırlar. Evrensel bilinç ya da daha dar anlamda toplumsal bilinç gündelik bilinç niteliğindeki bireysel bilinçleri alttan alta etkiler. Ancak gündelik bilinç değişimler karşısında son derece tedirgindir sıkıntılıdır: yaşam oyunbozanlık etmiş, kişiye yeni koşullar dayatmıştır. Toplumsal konumundan hoşnut olanlarla toplumsal konumundan hoşnut olmayanların karşıtlığı çatışkıları getirir. Aydınlanmış kişi günün çatışkısına bir çözümcü olarak ve toplumsal akışa dönüştürücü bir güç olarak katılacaktır ama dönüşümlerde tek söz sahibi o değildir. Onun göründüğünden daha etkili olması doğaldır. Evrensel dönüşümün koşulları aydınlanmanın koşullarıyla özdeştir. Geriye sıçramalar her zaman vardır ve bu sıçramalar evrensel akışı zaman zaman duraklatsa da hatta çıkmaz yollara soksa da durduramaz. Gelişimin gücü büyüktür: o düz bir çizgi üzerinde gerçekleşmez yani toplumsal dönüşümler en ussal yolları izleyerek oluşur diyemeyiz. Çünkü tarih akıllıların olduğu kadar aptalların, bilinçlilerin olduğu kadar yetersizlerin, iyi niyetlilerin olduğu kadar kötü niyetlilerin, ahlaklıların olduğu kadar ahlaksızların ürünüdür. Onun kırçıllı görünümü sürdürücülerinin çok olmasından gelir. Bilen de bilmeyen de tarihe katılır. Düşünülmeden tartışılmadan benimsenmiş ve yasallaştırılmış kalıp görüşler vardır: kendi aklımla düşünemediğim yerde başkasının aklıyla düşünmek zorunda kalırım.
Başkasının aklı dediğimiz güvenilmez akıl evrensel akışın yönünde de evrensel akışın ters yönünde de durmadan sorun çıkarır. Onun kuralları ilkeleri öngörüleri gerçeklikten yüzde yüz uzak olmasa da değişim için yapıcı bir güç olarak yeterli değildir. En tehlikelisi gelip gelip bir yerde takılmışların, giderken giderken yorulmuşların boş ve yanlış içerikli ilginç ve çekici dilidir. Bu dil zaman zaman kendinde hiçbir doğruluk değeri taşımayan kavramlar oluşturur. Bu karşılığı olmayan kavramlar ve onlara bağlı olarak geliştirilen kavrayışlar çok zaman yetersiz bilinçleri büyülerler ve onlara bozucu etkenler olarak katılırlar. Bilmeyen insanı her zaman yoldan çıkarabilecek elma şekerleri pamuk şekerleri vardır: bunlar fikirler olarak sunulurlar ve benimsenirler. Bunların zaman içinde etkisiz kılınması gerçek anlamda aydınlanmış insanların yoğun çabasını gerektirir. Dünyada hiçbir güç toplumsal önyargılar kadar dirençli olamaz. O yüzden toplumsal savaşım alanı aydınlanmış insandan çok aydınlanmamış insanın yuvasıdır. O yüzden tarih siyaset üzerinden değil de kültür üzerinden gelişir. Görünüşte etkin olan siyasettir, gerçekte etkin olan her türlü bilince olumlu gerekçeler sunabilen kültürdür. Siyasetin hiç etkili olmadığını elbette söyleyemeyiz. Ama siyaset de sonunda kültürün baskısı altındadır, görünüm bunun tam tersi de olsa. Daha doğrusu siyaset büyük bir tehlike olarak gördüğü kültürü baskı altında tutmak isterken onun etkisi altında kalır. Siyasetin içerikleri bilinç dönüşümleri oluşturmak açısından yeterli değildir, oysa kültürün içerikleri bilinçler üzerinde doğrudan doğruya etkilidir.