Ana Sayfa 147. Sayı Antik Yunan’da ve Roma’da eşitlikçi mücadeleler ve ütopya

Antik Yunan’da ve Roma’da eşitlikçi mücadeleler ve ütopya

5150

Yağma ve fetihler, sadece askeri demokrasiyle yönetilen toplumları zenginleştirmekle kalmadı, aynı zamanda toplumdaki sınıflaşma sürecini de hızlandırarak ilkel ama eşitlikçi yasaları da çözülmeye uğrattı. Roma’yı bir dönem temelinden sarsan ve halk arasında bir hayalet gibi dolaşan eşitlikçi düşünceler, tarih içindeki serüvenine hiç ara vermeden önce Anadolu’ya ardından da daha doğuya yöneldi ve tarihsel misyonunu devam ettirdi.

Askeri demokrasiyle yönetilen toplulukların ilk yağma ve fetihleri, sadece onlara maddi olanaklar sağlamakla kalmadı, aynı zamanda sınıflaşma süreçlerini hızlandırarak ilkel ama eşitlikçi ilişkilerini çözülmeye uğrattı.

Madalyonun bir tarafında fatihlere akan ganimet varsa, diğer tarafında yenenlerin ikiye bölünmesi, yani topluluk içinde yöneten-yönetilen biçiminde derin ve kapanmaz bir uçurumun açılması (her ne kadar tarihsel anlamda ilerici olsa da) vardı.

Aslında yağmalar yağmacıları, onlara sundukları servetle esir almıştı. Çünkü maddi ve manevi açıdan palazlanan kabileler, tadına vardıkları sözüm ona lüks ürünlerin ve tüketim kültürünün de dürtüsüyle, hem bireysel hem de toplumsal açıdan, doymak bilmeyen bir “fetih hırsına” kapılmışlardı.

İnsanlığın bir kesimi belki de on binlerce yıllık tarihinde ilk kez, büyük oranda hazır bir maddi servete ve bunun yanı sıra düzenlenmiş ve işlenmeye hazır hale getirilmiş verimli topraklara sahip oluyordu. Bir elden diğerine geçen üretim araçları (her türden basit ama etkili aletler, verimli topraklar ve insan işgücü) hakim kabile saflarındaki sınıfsal çelişmeyi derinleştirdi ve kabile yöneticilerinin manevi ayrıcalığını, maddi olanaklarla pekiştirdi.

Sınıf mücadelesinin ve ütopyaların maddi zemini

Bu arada “zenginlik” fatih kabileye, bir başka şeyi daha, kan kardeşliğinin yıkıma uğradığını ilan eden ezen-ezilen sınıf çatışmasını da getirdi. Bu süreçte ezilen sınıf, önce elinde tuttuğu yegâne üretim aracını, yani toprağını, sonra da eşitlikçi dönemden geri kalan bütün toplumsal haklarını kaybetti. Bu arada topraklarını kaybeden ve gün be gün yoksullaşan mağlup köylüler, hem işleyerek verimli hale getirdikleri topraklarından, yani “sarınarak barındıkları” baba ocağından edildiler, hem de eğer savaşlarda canlarını yitirmemişlerse esir düşerek yenenlerin ve çapul ederek güçlenenlerin kesin boyunduruğuna girdiler.

Sınıf ve imtiyazların olmadığı eski eşitlikçi yapının zor yoluyla tasfiyesi, yenenlerin saflarındaki özel mülkiyet hırsını da artırdı. Bu süreç sadece mağlupları değil, aynı zamanda galip toplumları da altüst ederek, içten içe yıkıma uğrattı.

İnsanlığın bir kesimi tarihte ilk kez, büyük oranda hazır bir maddi servete ve yanı sıra işlenmeye hazır hale getirilmiş verimli topraklara sahip oluyordu.

Kısacası ortakçılığın maddi temeli üzerinde yükselen eşitlik, adalet ve vicdan da süreç içinde toplumsal hayattan uzaklaşarak, yerini eşitsizliğe, sömürüye, zorbalığa, şiddete ve keyfi zulme bıraktı. Ancak bu durum, toplumsal hiyerarşinin en diplerine itilenlerde ilkel, ama özgürlük ve adalet dönemine yönelik kuvvetli bir özlem de yaratmıştı.

Bu sayede toplumların belleklerinde kendine özgü bir ütopya da yeşerdi. “Uygar halkların” tarihlerinin ilk dönemlerinde ortaya çıkan toplumsal düşüncelerde ve bunları ifade eden metinlerde, bir “altın çağ” özlemi ortaya çıktı ki, biz buna ütopya diyoruz.

Bu olağan bir durumdu, çünkü sınıfsız toplumun yıkıma uğraması, daha doğrusu kabile toplumunu belirleyen eşitlikçiliğin ve askeri demokrasinin tasfiyesi, yenilenlerin ve ezilenlerin belleklerinde eski kan bağına dayanan özgürlük ve ortakçılık özlemini de canlı kıldı. Bunun doğal sonucu olarak da eski eşitlikçi geleneğe ait ne varsa bunlar şarkı, mitoloji, mesel ve efsane şeklinde yeniden kültürel ortamda boy verdi.

Doğal olarak “kutsal topraklara” yönelik bu özlem, kendisini farklı coğrafya ve toplumlarda farklı imge ve yöntemlerle ortaya koydu. Ancak söz konusu küçük ve sade özlemler, büyük imparatorluklar döneminde daha da büyüdüler ve bir senteze ulaşarak insanlığın ortak evrensel düşünceleri haline geldiler.

Bazı toplumlar söz konusu özlemleri mitolojik kahramanlıklarla dile getirirken, bazıları da onu dayanılmaz acılar olarak duyumsadı ve bunları şarkı, masal, şiir, efsane ve söylencelerle ifade etti. Bunun en güzel örneklerini Türklerin efsane, masal ve öğretici hikayelerinde, Çinlilerin “Eşitlik Dağıtan Yüz Bilge Kadın”ında, Sümerlerin ve Mısır’ın güneş ve ışığın kasvet ve karanlığa baskın çıktığı mitolojik söylencelerinde, Ortadoğu’nun cenneti vaat eden dinlerinde, İnka ve Kızılderililerin doğa ve insan uyumunu kutsayan öykülerinde ve Orta Avrupa’nın zulmü ve zorbalığı hedef alan eski Cermen halk efsanelerinde görüyoruz.

Ezilen sınıf, önce elinde tuttuğu yegâne üretim aracını, yani toprağını, sonra da eşitlikçi dönemden kalan bütün toplumsal haklarını kaybetti.

Eşitsizlik evrenselleşiyor

Tarihte belki de kavimlerin ilk büyük birliği, Akkad Kralı Sargon’un Sümer kent devletlerini fethederek Mezopotamya’yı ele geçirmesi ve sonra da Hindistan’a kadar uzanan geniş coğrafyayı birleştirmesiyle gerçekleşmişti.

Ancak Asya ve Avrupa’nın esas büyük buluşması Büyük İskender’in Doğu seferiyle (MÖ 4. yüzyıl) tamamlanmıştı. Onun Orta Avrupa’dan Hindistan’a kadar uzanan askeri fetihleri, salt Doğu-Batı coğrafya ve kültür yakınlaşmasını kalıcı hale getirmedi, aynı zamanda “Batılı” insanın ufkunu hayal ve fanteziyle de besledi. Bu sayede Antikçağ’ın devlet ve toplum tasarıları da bitmez tükenmez bir verimli kaynağa sahip oldu. Önce antik Yunan topraklarındaki kentsel siyasal sistemlerin yıkılması, ardından da Roma’nın önce bütün İtalya’yı sonra hem Doğu halkalarını, hem de Afrika ve Germen halklarını egemenliği altına alması, o halklara ait faklı kültürlerin de bir potada erimesine neden oldu. Her ne kadar Roma İmparatorluğu, Asyalı, Afrikalı ve Cermen halkları askeri açıdan denetim altına almış ve onları kendine bağımlı hale getirmişse de sonuçta o kültürel açıdan söz konusu halkların esiri haline geldi. Efendinin kölesine bağımlılığıdır bu.

Roma’ya sürüklenen savaş esirleri, salt bedenlerini değil, kendileriyle birlikte dillerini, dini inanç ve kültürlerini, söylence ve geleneklerini de getirdiler.

Roma, esir aldığı halkların kültürleriyle tanışarak, hem onların enerjileriyle güçlendi hem de kendi mezar kazıcılarına tarihsel mekan sundu.

Böylece Doğu halklarının eşitlikçi gelenekleri ve söylenceleri, Roma topraklarına doğru yayılarak evrenselleşti. Eşitlikçi düşüncelerin dile geldiği mitolojik öyküler ve söylenceler de bu sayede maddi bir güç haline dönüşmüş oldu.

Çoğu kez ütopyalar, çeşitli mitolojik kahramanlıklarla, dinsel motiflerle bezenmiş söylencelerle ve efsanelerle dile getirilmiştir.[1] Fakat daha sonraki süreçte bu, özellikle de Helen uygarlığının etkisiyle felsefi ve siyasi derinlik kazanarak, kral biyografisi, toplum, devlet ve ada romanları gibi edebi bir türe de evrildi.[2] Söz konusu özlemlerin ortak noktası ise bunların neredeyse tamamının tarihin derinliklerinde kalan özgür ve ortakçı yaşama vurgu yapması, insan-insan, insan-doğa ilişkisindeki uyumlu döneme yönelik hasreti dile getirmesidir.

Sınıf mücadelesi ve bu mücadelenin ideolojik-teorik ifadesi olan ütopyalar, toplumların sınıflara bölünmesinden bu yana görülmektedir[3], ancak bunlar, tarihin belirli dönemlerinde birbiri peşi sıra ortaya çıkarak yoğunluk da kazanırlar.[4] Ütopyalar, devrimlerden kısa bir süre önce ardı ardına sökün ederler, ama sonra bir suskunluk dönemine girerler. [5]

Roma İmparatorluğu ile birlikte eşitsizlik evrenselleşti.

Toplumsal mülkiyetin yıkılışı

MÖ 3. yüzyıldan itibaren görülen meta üretimindeki artış, ticari alışverişin yoğunlaşması, bilimsel yenilikler ve fetihler, Akdeniz kıyısında yaşayan halkların yeni halklarla, bölge ve coğrafyalarla tanışmasına neden olmuştu. Köy kültüründen ve “Polis”in dar ufkundan kurtulan halkların, tüketim alışkanlıkları ve gereksinimleri de çeşitlenmeye başlamıştı. Değiş tokuşun ötesine geçen kavimler arası ticaret, yönetme hırsı, özel mülkiyet açlığı, bürokratik-hiyerarşik yapının gün geçtikçe katılaşması, baskı ve sömürünün katmerleşmesi, kamu mülkiyetine dayanan ortakçılığın yıkımını hızlandırmıştı.

Tarihsel bir zorunluluk olmakla birlikte özel mülkiyete geçiş sorunsuz gerçekleşmedi. Ezilen katman ve sınıflar, kendileri açısından “özel mülkiyeti” bir felaketin başlangıcı olarak algıladılar ve tepki göstermeye başladılar. Özel mülkiyetin kalıcılaşması, çoğu kez iddia edildiği gibi, insanların güle oynaya karşıladıkları bir fenomen olmadı. Özel mülkiyet tarihsel bir ilerleme ve zorunluluktu, ama aynı zamanda toplumsal bir yıkımın başlangıcıydı da.

Gelenek ve göreneklerde bozulma, kardeşlik, dostluk ve dayanışmanın yerini ahlaki yozlaşma ve çürümenin alması ve gün geçtikçe erdemli insanın yok olması bu gelişmenin ilk işaretleriydi. Toplumsal kayıtsızlık, tembellik, atalet, açgözlülük, mal mülk düşkünlüğü, çıkara dayanan kurnazlık, kardeşliği ortadan kaldıran kalleşlik ve vurdum duymazlık toplumda hızla yaygınlaşıyordu. Kamu malları talan edilirken bunun dini kılıfı da uyduruluyordu. İnsana ve doğaya olan saygı kayboluyor, vahşetse yüzünü her alanda gösteriyordu.[6]

Bazı toplumlar, ki bunların başında Sparta gelir, MÖ 7. yüzyılda, yani devrimden hemen sonra toplumsal bozulmanın önüne geçebilmek için ticareti yasaklama yoluna gitmiştir ve altın, gümüş gibi kıymetli madenlere sahip olmayı kınamıştır.[7] Atinalı Platon ise eserlerinde çağdaşlarının mal-mülk hırsını eleştirmekle kalmaz, onların günlük yaşamlarındaki şöhret ve maddi zenginlik çabalarını da kınar. Hatta o, Yunanlar arasında görülen toplumsal ve ahlaki bozulmanın nedenini söz konusu mal-mülk hırsında görür.

Spartalıların efsanevi lideri adil yasalarıyla ünlü Likurgos.

Plutarkhos ve Ksenofon ise Spartalıların efsanevi lideri Likurgos’un adil yasalarını öve öve bitirmekle kalmıyor, aynı zamanda açgözlülüğün toplumları yıkıma uğrattığını da saptıyorlardı.[8] Isokrates’in anlattıklarına göre, Atinalıların ve Lakedemonların servet hırsı sebebiyle, Sparta’nın yedi yüz yıl geçerliliğini koruyan eşitlikçi yasaları kısa bir süre içinde bozulmuş ve ardından da bütünüyle ortadan kalkmıştı.[9] Bu süreci engellemek için bir zamanlar kamu malına zarar verenlerin isimleri taş levhalara kazınır ve kent meydanına dikilirdi.[10] Demostenes ise, “Atalarınız kamu yararı için görkemli saraylar, binalar, sütunlu gezi alanları, rıhtımlar ve limanlar inşa ederlerdi. Kamunun her tarafında zenginlik ve ihtişam görülürdü. Vatandaşın barınağı ise gösterişten uzak olurdu. Bunu şimdi bile gözlemlemek mümkündür. Şimdi ise kamuya ait yerler dökülüyor, görkemli saraylar ve hanlar ise özel şahıslara ait” diyerek serzenişte bulunuyordu.[11]

Genç Spartalılar.

Zamanla mal-mülk edinmeye göz yumulmuştu, ancak başkasına ait bir malın gerekçesi ne olursa olsun edinilmesi hoş görülmüyordu. Devlete benzer ilk örgütlenmelerin ve ilk işbölümünün ortaya çıkmasıyla serpilen zenginliğin yozlaştırıcı etkisinden korunmak için bazı toplumlar miras hakkının gelişmesine izin vermiyor ve engelleyemeyince de kız çocuklarının bundan mahrum bırakılmasını sağlıyorlardı.[12]

Afrika ve Asya’da ütopyanın kökeni

Toplumsal yaşamın karmaşık hale gelmesiyle, ordu ve devletin profesyonelleşmesi ve ardından da siyasi etkinliğin yasal bir düzenlemeyle yoluna sokulması gerekiyordu. Buna koşut olarak sanat, kültür ve eğitim de biçimsel dönüşümler yaşadı ve insan hayatında önemli bir yer edindi. Tarihsel süreci göğüsleyen ve aynı zamanda topluma bir yön vermeyi amaçlayan proje ve programlar da bu dönemde ortaya çıkmışlardı. Aslında bu süreç, aynı zamanda toplumsal el emeğinin aşağılandığı ve düşüncede soyutlamanın ortaya çıktığı dönemi ifade eder. Bunun bir göstergesi olarak da yapıcı sosyal ütopyalar tarih sahnesinde yerlerini aldılar.

Akdeniz bölgesini, daha doğrusu Helen ve Roma İmparatorluğu’nun Antikçağ dönemini etkileyen ütopik tasarıların başında kuşkusuz Platon’un Devlet’iyle, Jambulos’un Güneş Adaları gelir.[13] Platon’un Devlet’i, hem yazıldığı çağda hem de daha sonraki dönemlerde okunma, dersler çıkarma ve yeni ütopyalarla zenginleştirilme olanağı buldu.

Platon’un Devlet’i, hem yazıldığı çağda hem de sonraki dönemlerde okunma, dersler çıkarma ve yeni ütopyalarla zenginleştirilme olanağı buldu.

Kuşkusuz bu ütopyalar gökten zembille inmedi. Bunların kökü binlerce yıl önce yaşanan ve ortakçı toplumun yıkımıyla sonuçlanan sınıflaşma sürecinde yatıyordu. Bu sürecin kökleri, uygarlığın ilk ortaya çıktığı Nil deltasının derinliklerinde[14], Mezopotamya’yı yurt edinmiş Sümer kent devletlerinde[15], Sarı Irmak’ın kenarlarında serpilip gelişmiş olan Çin uygarlığında[16], Indus Ovasında ve sonra da Doğu Akdeniz’in Sami toplumlarının bağrında yatıyor.[17] Sami dinlerin milyonlara mal ettiği “cennet” kavramı, “insanın insana kurt” olmadığı uyum dünyasından esinlendi. Jambulos’un ütopyası, bir bakıma Mısır’ın arka bahçesi Etiyopya’yı betimliyor. Martin Bernal’in de çok doğru bir şekilde saptadığı gibi bu bölgenin, aynı zamanda Afroasya dillerinin de çıkış noktası olması bir tesadüf değildir.[18]

Platon’nun Devlet’inin yanında yüz yıllar boyu ütopik projelerin esin kaynağı olan ikinci eser kuşkusuz Jambulos’un Güneş Adaları’dır. Jambulos’un eserinin ayırt edici özelliği onun gerçek anlamda eşitlikçi olması ve ortaya attığı önerilerle insanların üstünde ferahlatıcı bir etkisinin bulunmasıdır.

Ne yazık ki eserin tamamı günümüze kadar ulaşamamıştır. Diodor 2. kitabında bu eserden söz eder ve ona ait metinler sunar. Jambulos’un eseri ortaya atıldığı dönemde olağanüstü bir etkide bulunur ve çok sayıda ütopyayı da belirler. Fakat ütopyalarda ada kavramı Jambulos’tan önce de çeşitli eserlerde dile getirilmişti. Hem Homer’in “Kutsalların adası-Elysion”, hem Hesiod’un “Kahramanlar adası”, hem de Sümerlerden bildiğimiz Dicle ile Fırat’ın ortasındaki “Dilmun Adası”, dönemin filozoflarının ufuklarını olağanüstü genişletiyordu.

Fakat bu eserlerin kaynaklarına inildiğinde görülmektedir ki diğer söylencelerde olduğu gibi bunlar da -Jambulos’un Güneş Adaları’nda bu çok belirgindir- esas olarak Mısır ve daha güneydeki Etiyopya’dan esinlenmişlerdir. Mısır, daha doğrusu Etiyopya, hem Ortadoğu halklarının hem de Yunanistan’ı oluşturan halkların dinlerini ve söylencelerini büyük çapta etkilemiştir.[19]

Ancak Romalı yazarı Strabon, Hellen ve Batı insanının Büyük İskender’in Doğu’ya, yani Hindistan ve Arap Yarımadası’na doğru ilerleyen askeri seferlerinden sonra bu bölgeyi daha fazla tanıma fırsatı bulduğunu ve bölgeye ait halk söylencesi ve coğrafi özelliklerle tanıştığını belirtiyor. Özellikle Euhemeros bölümünde ele alacağımız “devlet romanları”nın Etiyopya’dan çok “felix Arabica” denen Yemen’den etkilendiklerini görüyoruz. Yemen ataerkil olmakla birlikte ortakçı-kamusal mülkiyetin esas olduğu üretim ilişkileriyle Hellen yazarlarının dikkatini çekiyordu.

Eski dil uzmanları, antikçağ metinlerinde sıklıkla kullanılan “aitiope” kelimesinin “mutlu ülkenin insanları” anlamına geldiğini belirtiyorlar.[20] Yunanlar Eutopia (yanık suratlılar) derken Mısır’ın güneyindeki ve Güneş Tanrısı Helios’un sarayının bulunduğu bölgeyi kast ediyorlardı. Yunan mitolojisine göre Güneş Tanrısı Helios, her günkü sabah seyahatine Etiyopya’dan başlar ve geceleri “Kutsanmışların Adası”nda dinlenirdi.[21]

Antik ütopik metinler, “yanık suratlı” insanların ülkesi Etiyopya’dan esinlenmiştir.

Herodot ütopyaların ana karası olarak tasvir edilen Etiyopya’yı şöyle betimler: “Burası öyle verimli bir topraktır ki dünyada, hatta Mısır’da bile böyle bir toprak parçası bulunamaz. Ürünler topraktan kendiliğinden fışkırıyor. Başka insanların yapmak zorunda olduğu gibi (Etiyopyalıların) toprağı kazıması, çapalaması veya işlemesine hiç gerek yoktur. Onlar nehrin taşarak toprakları sulamasını ve yeniden geri çekilmesini beklemekten başka bir şey yapmıyorlar. Ardından da herkes toprağın bir bölümünü ekiyor ve sonra da tarlalara domuzları sürerek tepinme sayesinde tohumun yer altına iyice yerleşmesini sağlıyorlar. Ekinler göverdikten sonra da ürün yeniden domuzların yardımıyla biçiliyor ve depolanıyor.”[22]

Gene Yunan söylencelerine bakılırsa Etiyopyalılar “güzel, uyumlu ve atletik bir bedene sahipler”.[23] Ayrıca yüksek ahlaki değerleriyle de tanrıların dikkatini çekiyorlar. Bu nedenle de Yüce Tanrı Zeus, diğer bütün tanrılarla birlikte Etiyopya’da on iki günlük bir şölene katılırmış.[24]

Sümerler çok uzun zaman öncesinde kalmış, belleklerinde hâlâ izleri duran, geçmişte mutlu oldukları altın çağa dair özlemlere sahiptiler.

Sümer’de ütopik metinler

Sınıflı toplumların yerleşik hale gelmesiyle birlikte her halk, eşit mülkiyete dayanan ortakçı yaşam özlemini, kendi kültürel yapısına uygun bir cennet kültüyle betimlemişti. Kolaylıkla görüleceği gibi, tek tanrılı dinlerin cennet kavramının kökleri Sümer tabletlerinde betimlenen Dilmun Adası’nda yatar.[25] Tevrat’ın cennet kavramının (eden bahçesi) kökeni de Sümerlere kadar uzanır. Kimi uzmanlara göre “eden bahçesi” terimi dil bilimi açısından Sümerlerden alınmıştır.[26]

Sümerlere ait mitolojik metinlerde sık sık dile gelen Dilmun Adası yani cennet, ulaşılamayan bir yerde bulunur. Orada aslanla kuzu koyun koyunadır. Orada sırtlan yoktur, insanın rakibi yoktur; savaş yoktur, dul yoktur, yaşlı yoktur.[27]

Ünlü Sümerolog Kramer, “Sümerlerin çok uzun zaman öncesinde kalmış, belleklerinde hâlâ izleri duran, geçmişte mutlu oldukları bir altın çağa dair özlemlere sahip olduklarını” belirtiyor. Ayrıca “Enmerkar ve Aratta Beyi” şiirinde, insanlığın günahkâr olmadan önce bolluğu ve huzuru tanıdığı çok eski çağdan söz ettiğini belirterek şu beyitlere yer verir:

“Eskiden, yılanın olmadığı,
Akrebin olmadığı bir devir vardı.
Sırtlan yoktu, aslan yoktu.
Ne vahşi köpek vardı, ne kurt;
Ne korku vardı, ne dehşet:
İnsanın rakibi yoktu.
Eskiden, Şubur ve Hamazi ülkelerinin,
Bunca(?) dilin konuşulduğu Sümer’in,
Tanrısal yasalı büyük prens ülkesinin,
Uri’nin, gerekli her şeyi sağlanmış ülkenin,
Güvenlik içinde dinlenen Martu ülkesinin,
Bütün evrenin, birlik içindeki(?) halkların
Enlil’e tek bir dilde saygı sundukları bir devir vardı.
Ama sonra, Efendi Baba, Prens Baba, Kral Baba,
Enki, Efendi Baba, Prens Baba, Kral Baba,
Öfkelenen(?) Efendi Baba, öfkelenen(?) Prens Baba,
öfkelenen(?) Kral Baba…”[28]

Dinlerde eşitlik vurgusu

Sümer toplumunun etkin olduğu kültürel iklim, bölgenin bütün diğer halklarını da etkisi altına almıştı. Bu etki Sami dinlerinin cennet kavramında açıkça görülür. Öyle ki kutsal kitaplar, sadece insanların cennet özlemini dile getirmekle kalmazlar, aynı zamanda cennetin elden kayıp gitmesinin nedenini de insanın “eşitlikçi düzenin” yasalarını hiçe sayan ahlaki yozlaşmasında görürler.

Kutsal kitapların eşitlik, ahlak ve vicdan vurguları, bölge kavimlerinin çeşitli mitolojik söylenceleriyle desteklenir ve böylece hem ezilenlerin özlemlerine yanıt verilir hem de teselli edilir.

İstisnasız kutsal kitapların tamamının en önemli vurguları insanın eşitliği üzerinedir. Efsaneye göre tanrı kullarını aynı çamurdan yaratmıştır. Fakat zenginlik hırsı, doymak bilmeyen altın ve gümüş arayışı, insanı erdemden, toplumdan ve göreneklerden uzaklaştırmış, onu kendi düşmanı yapmıştır. Tanrının cennetinden haber veren peygamberlerse insanlara tanrısal bolluğu vaat ediyorlardı. İnsanları, “toprağın müşterek olduğu, bahçelerin ne duvarlar ne de sınırlarca bölündüğü” bir diyarın beklediğini vaaz etmişlerdi. Peygamberler bütün müminleri “bal gibi hurmaların yetiştiği, buğdayın kendiliğinde göverdiği, sütün ve balın ırmaklar gibi aktığı” bir dünyaya götüreceklerdi.[29] Herkes birlikte yaşayacak, zenginlik hiç kimseye bir fayda sağlamayacaktı. O zaman ne fakir, ne zengin, ne zalim, ne köle, ne kral, ne senyör, ne büyük, ne küçük herkes eşit olacak. Tanrı sadece mevcut düzeni yok edip onun yerine yeni nizamı ikame edecek ve ardından da tepenin başına çekilerek işlerin kendiliğinde yürümesini denetleyecekti.[30]

Bu açıdan incelendiğinde Musa’nın kutsal kitabı, kuvvetli yermeler içerir ve ezilenleri zalimlere karşı mücadeleye çağırır. Büyük haksızlıkların ve zulmün hüküm sürdüğü bir dönemde Musa’nın çağrısı gök gürültüsüyle gelen bir şimşek gibidir. Bu çağrıyla birlikte tarihin ilk sosyal ütopyası din kisvesi altında tasarlanmış oldu.

Yüzyıllar boyunca peygamberler, yeni düzende eşitsizliğin olmayacağını vurguladılar ve ezilenlerin sınıfsız ve statüsüz bir toplumda bir bütün oluşturacaklarını belirttiler. Kutsal kitaplara göre cennet, yalnız ve yalnız yoksullar, ezilenler ve hatalarından dönen kullar için vardır:

“Ve Yesse’nin kütüğünden filiz çıkacak, ve kökünden bir fidan meyve verecek… Fakirlere adaletle hükmedecek ve memleketin fakirleri için doğrulukla karar verecek ve dünyaya ağzının değneğiyle vuracak ve kötüyü dudaklarının soluğuyla öldürecek ve belinin kuşağı adalet, ve kalçalarının kuşağı sadakat olacak. Ve kurt kuzu ile beraber oturacak, ve kaplan oğlakla beraber yatacak; ve buzağı ve genç aslan ve besili sığır bir arada olacak; ve onları küçük bir çocuk güdecek. Ve inekle ayı otlanacak, onların yavruları birlikte yatacak; ve aslan sığır gibi saman yiyecek. Ve emzikteki çocuk kara yılanın deliği üzerinde oynayacak ve sütten kesilmiş çocuk, elini engerek kovuğu üzerine koyacak.”[31]

Zenginler, zalimler ve güçlüler ise ateşlerde cayır cayır yanacaklardı: “Çıplak dağın üzerine bayrak dikin, onları yüksek sesle çağırın, el sallayın da, emirler kapılarından girsinler. Ben çağırdım yiğitlerimi ve benim vakur adamlarımı öfkeyle yargılamak için. Duyun! Dağlardaki savaş için bir araya gelmiş olan halkın ayak seslerini… Yalvarın yakarın (ey zalimler) Rabbin yargılama gün yaklaştı!”[32]

Bu ve buna benzer vaazlar sayesindedir ki yüz binlerce yoksul, köle ve hizmetçi akın akın önce Musa ve İsa’ya ardından da Muhammed’e yönelmişlerdir.

Dinleri gözden geçirince, içinde en etkin savaşçı sesleri kuşkusuz Yahudilerin kutsal kitap ve söylencelerinde görülür. Peygamberlerin çağrılarına ilk karşılığın kölelerden ve yoksullardan geldiğini I. Samuel söylencesi şöyle anlatıyor: “Davud’un çevresinde zengin düşmanı olarak doğmuş kaçak kölelerden bir kalabalık oluşmuştu. Ve sıkıntıda olan herkes ve borçlu olan herkes, ve canı yanmış olan herkes onun yanına toplandılar; ve (o) onların üzerine reis oldu ve onun yanında dört yüz kişi vardı.”[33]

Yalnız yoksulları toplamakla kalınmaz, aynı zamanda zenginler sınıfının mahkum edileceği bir siyasi ortam da düşünülür. “Ey hakkı pelin otuna döndürenler, ve adeti yere atanlar!”[34] “… Madem ki fakiri ayaklar altına alıyorsunuz ve ondan buğday hediyeleri koparıyorsunuz; yontulmuş taştan evler yaptırdınız, fakat onlarda oturmayacaksınız, güzel bağlar diktiniz, fakat onların şarabını içmeyeceksiniz. Çünkü cinayetleriniz çok ve suçlarınız ağır olduğunu biliyorum, ey Salihi sıkıştıranlar, rüşvet alanlar ve kapıda yoksulların hakkını saptıranlar![35]

“Bunları dinleyin, sizler ki yoksulu yutmak istiyorsunuz, ve memleketin fakirlerini helak ediyorsunuz ve diyorsunuz: Ne vakit ay başı gelecek ki zahire satalım? Ve ne vakit Sebt günü gelecek ki satılığa buğday çıkaralım, efayı küçültelim ve şekeli büyütelim ve hileli teraziler kullanalım ve fakirleri gümüşe ve yoksulları bir çift çarığa satın alalım ve buğdayın süprüntüsünü satalım?”[36]

Yalnız mahkum etmekle de kalınmaz. Sarayların, hanların ve ihtişamların soygun ve talan edilişini anlatarak siyasi aydınlatma faaliyetinde de bulunur ve ardından da sarayların isyan edenlerce nasıl talan edileceğini belirtir. Sedirlerin ve ipekli yastıkların üzerinde sefa sürenlerin nasıl kuzunun aslanın ağzında parçalandığı gibi parçalanacaklarını anlatır, biriktirilen servetin, altının ve gümüşün de bunun tanıkları olduğunu söyleyerek, siyasi ekonomik bir analiz de sunar.

Daha sonraki yüzyıllarda ünlü köylü ayaklanmalarına da ideolojik kaynak olacak mücadele çağrıları da ilan eder:

Alman Lucas tarafından 16. yüzyılda resmedilen Aden Bahçesi.

“Rabbin sözü onlar ki saraylarda zorbalık ve soygunculuk yapmışlardır. Bundan dolayı Rab Yahve’ya şöyle diyor: Düşman çıkacak ve diyarı kuşatacak ve kuvvetini senden soyacak, ve sarayların çapul edilecek. Rab şöyle diyor: Çoban aslanın ağzından nasıl ki bacak yahut bir kulak parçası çekip kurtarırsa, İsrail oğulları, Samiriye’de sedir köşesinde ve yatağın ipekli yastıkları üzerinde oturanlar da böyle kurtulacaktır… Gelin şimdi ey zenginler, gelecek olan sefaletlerinizin üzerine feryat ederek ağlayın. Malınız çürümüş, ve esvabınızı güve yemiştir. Altınınız ve gümüşünüz pas tutmuştur; ve onların pası aleyhinize şahadet (tanık) olacak ve sizin etinizi aşet gibi yiyecektir. Son günlerde hazine topladınız. Tarlalarınızı biçen işçilerin tarafınızdan hile ile alıkonan ücreti, işte bağırıyor! Ve orakçıların feryadı Ordular Rabbinin kulaklarına ermiştir. Dünyada zevkle yaşadınız ve eğlendiniz; ahiret gününde yüreklerinizi beslediniz. Adaletli olanı mahkum ettiniz ve katlettiniz?”[37]

Eşitlikçi geleneğin kökleri

Tabii ki bu feryat, isyan ve mücadele çağrılarının yalnız kutsal kitaplarda kalması düşünülemezdi. Ayrıca bu tarihsel gelişmelere denk düşen sosyo-ekonomik gelişmenin bir tek Ortadoğu bölgesiyle sınırlı kalması da olanaklı değildi. Buna benzer yakınma ve haykırmaların Çin’de, Hindistan’da ve Germenlerde de dile geldiğini biliyoruz.

Öte yandan Antikçağ’da ezilenlerin ideolojik araçlarını oluşturan yarı-dinsel efsanelerin ve mitolojik söylencelerin dilden dile aktarılmasının dışında, bizzat Antikçağ’da sınıfsız toplumun son dönemlerini yaşayan halkların yaşıyor olması ve bunlara ait kayıt ve gözlemlerin sayfalara dökülmesi ve dilden dile yayılıyor olması da bu birikimi zenginleştiriyordu.

Özellikle Germen halklarına karşı seferberlikler düzenleyen Romalı komutanlar, “Germen halkların ve özellikle de Sueblerin, özel mülkiyete sahip olmadıklarını belirtiyorlar. Sueblerin ihtiyar heyeti, toprakları her yıl yeniden eşit bir şekilde paylaştırır ve halka dağıtırlarmış. Bu dağıtım sırasında herkesin aynı toprağa yeniden sahip olmamasına da dikkate edilirmiş, çünkü Suebler her yıl başka bir bölgenin toprağını işleyerek, değişik bölgelerde yaşamanın tadına varırlarmış”.[38]

Hatta Herodot da ünlü eserinde “Agatirslerin kıskançlık ve düşmanlık nedir bilmediklerini, kadın erkek ortak yaşadıklarını, altın takılar takmadıklarını, herkesin ortaklaşa ve bir aile gibi yaşadığını ve birbirleriyle kardeş gibi geçinip gittiklerini” belirtiyor.[39]

Antik Yunan’da eşitlikçi talepler

Eşitlikçi geleneğin Yunan topraklarında da köklü bir geçmişe sahip olduğu Yunancadaki “Eunomia” ve “İsonomia” kavramlarında da görülüyor. Zira halk “Eunomia”dan mal-mülk eşitliğini, “İsonomia” ile de yasalar karşısında eşitliği anlıyordu.[40] Fakat bu kavramların Yunan topraklarında daha eski bir geçmişe sahip olduğu, hem Platon’un hem de Aristoteles’in eserlerinde görülüyor. En adaletli yıllar olarak tasvir edilen Solon[41] dönemi, daha sonraki sosyal yasalara da temel oluşturmuştu. Solon iç savaş tehlikesiyle karşı karşıya kalan Atina halkını uzlaştırmak için yaptığı konuşmasında “Ey yurttaşlar! İnsanı sadece açgözlülük ve kazanç mı yönlendirmeli?… İnsanın yegane hedefi zenginlik ve zulüm mü olmalı? Mutluluk, sadece parayla mı olur, erdem ve ahlaka ne oldu?” diye sorar. Sömürüyü, kıskançlığı ve öfkeyi azaltmak için de “mal ve mülkün adil bir şekilde paylaşılmasını” önerir.[42]

Kutsanmış insan ve kahramanların adası Elysion’u Homeros’tan sonra Hesiodos’ta da görüyoruz. Yunan mitolojisinin kurucu babası olan şair Hesiodos, kaybedilen “Altın Çağ”ı şu sözlerle yeniden çağırır:

“Onlar ki yabancılara ve hemşerilerine adil davranırlar
Ve doğruluk yolundan ayrılmazlar,
Onların şehirleri insanlarla canlanacaktır;
Gençlik barış içinde büyüyüp serpilecektir
Hiçbir şey onları tehdit etmeyecektir.
Zeus göklerin ve savaşın tanrısı,
Açlık adil yargıçları da tehdit etmeyecektir;
Felakete uğramayacaktır bağında bahçesinde çalışan,
Toprak ve tepesinde meyve taşıyan dağdaki çınar,
Onlara yeterince ürün verecektir.
Ortalık yünün altında ezilen koyunlarla doludur;
Kadınlar çocuklar doğuracaktır babalarına benzeyen.
Sürekli mutluluk içinde büyüyüp gelişiyorlar;
Gemilere sahipler,
Ama ticaret yapmak için değil,
Çünkü toprak yeterince ürün vermektedir.”[43]

Bu arada Pelopenez Savaşlarının (MÖ 431-404) yıkıcı etkisini en çok Atinalı yoksullar ve ezilenler yaşıyordu. Topraksız ve az topraklı köylülerle zanaatkarların yaşadıkları sıkıntılara bir de sıklıkla istenen savaş vergileri eklenince, kitlelerde isyan emareleri görülmeye başlamıştı. Yunanların hiciv ustası Aristophanes, Kadınlar Meclisi’nde iktidarı kadınlara vererek ve onlara eşitlikçi bir düzen kurdurarak hem savaşlara bir son verir hem de adaletsizliği bitirir.

Hemen hemen aynı dönemde Sinoplu Diyojen (MÖ 400) de fıçılardan oluşan bir kent-devlet önerir. Ona göre “Özgürlük ancak fıçılardan oluşan bir kent-devletle olanaklıdır.” Her özgür insan fıçının içinde yaşar ve yaşam tüketime dayanmadığı için de insanlar arasında kıskançlığa neden olmaz. Kanaatkar olanlar, özellikle geceleri tasasız bir şekilde fıçılarında uyurlar ve gündüzleri de başı dik gezerler. Böylece insan hükmedemeyeceği şartların da esiri olmaktan kurtulur.[44]

Başka eşitlikçi toplum modelleri de vardır. Bunları Aristoteles, “Yasalar” başlığı altında inceler. Aristoteles, Kadıköylü Phales ve Miletli Hippodamos’un eşitlikçi devlet önermelerinden söz eder.[45]

Yunanların hiciv ustası Aristophanes, Kadınlar Meclisi’nde iktidarı kadınlara vererek ve onlara eşitlikçi bir düzen kurdurur.

Thales okulundan geldiği bilinen ünlü diyalektikçi Miletli Hippodamos’un mesleği mimarlıktı. Perslerle girilen savaşta büyük yıkım yaşayan Milet’in yeniden inşası Hippodamos sayesinde gerçekleşmişti. Ünü o çağda öylesine yayılmıştı ki Perikles onu Atina’ya çağırmış ve ona Pire limanının tasarımını devretmişti. Atina’dan sonra MÖ 444 yılında sofist Protagoras’la birlikte Güney İtalya’da eşitlikçi bir düzende yönetilen ve ender bitkileriyle ünlü Turoi kentinin kuruluş çalışmalarına da katılmıştı. Protagoras kentin eşitlikçi yasalarını belirlerken, yapısal planını da Hippodamos üstlenmişti. Eşitlikçi düzene sahip olması nedeniyle Turoi, daha sonraki yüzyıllarda da ütopik düşüncelerin de esin kaynağı olmuştu.

Miletli Hippodamos gibi Kadıköylü Phaleas’tan da ne yazık ki Aristoteles sayesinde haberdar oluyoruz. Her ikisinden de günümüze kadar gelen her hangi bir yazılı eser yoktur. Phaleas’le ilgili olarak Aristoteles şunları belirtir: “Kadıköylü Phaleas ilk önce bütün vatandaşların aynı derecede özel mülkiyete sahip olmaları gerektiği önerisiyle ortaya çıktı. O bunun, yeni kurulan bir devlet için sorun olmadığını belirtiyordu, ancak bu önerinin eski devletlerde sorun yaratacağını da kabul etmektedir… Bunun gerçekleşebilmesi için de zenginlerin evlilikler yoluyla büyük bir çeyiz vermelerini, ama yoksullardan da almamalarını öneriyor.”[46] Anlaşılan Phaleas kurulu bir düzende eşitliğin ancak yoksulların zenginlerle planlı evlilikler yoluyla gerçekleşeceğini düşünüyordu.

Sinoplu Diyojen (MÖ 400) fıçılardan oluşan bir kent-devlet önerir.

Aslında MÖ 5. yüzyıldan itibaren sürekli savaş halinde bulunan Atina, derin bir toplumsal krize yuvarlanmıştı. O dönemde savaştan en çok zarar gören yoksullar ve ezilenlerin tepkisini karşılamak için üretilen devlet modellerinin sayısını kesin olarak hiç kimse bilmiyor. Ancak önerilen eşitlikçi devlet modellerinin sayısındaki bolluk, bir bakıma 18. yüzyıl Fransa’sını andırıyor.

Ütopya denince kuşkusuz akla ilk gelen eser Platon’un Devlet’idir.[47] Nitekim ütopya üzerine yazılan eserlerin ve derlemelerinin neredeyse tamamı işe Platon’un Devlet’iyle başlarlar. Ne var ki Platon aklın bir şaheseri olarak gördüğü Devlet’ini bitirmeden önce “ideal devlet” modeli olarak öngördüğü Atlantis’i de kaleme almıştı. Bu eserin en önemli özelliğiyse Devlet’ten farklı bir şekilde epik-duygusal öğeler içermesidir.

Daha önce de belirttiğimiz gibi birçok filozof ve siyaset adamı, içinde bulunduğu krizden bir çıkış yolu arayan Atina’ya onlarca “devlet ve prens romanı” yazarak öneride bulunmuşlardı. Bunların neredeyse tamamında kökeni Doğu kültüründe yer alan Güneş Tanrısı Helios merkezi bir rol oynayarak eşitlik ve adalet dağıtıyordu.

Jambulos’un Güneş Adası’nda da görüldüğü gibi Güneş, eski çağdan bu yana Sümerlerden, Babillerden, Farslardan ve Mısırlılardan bu yana insanlığın düşünce sisteminde özel bir yere sahipti. Bu nedenle de ütopyalar sık sık Güneş’le ilişkilendirilirler.[48]

Eski Helen ve Suriye kaynaklı dinsel motiflerde Güneş, özel bir anlam ifade ediyor. Üç Tanrı’dan biri olan Güneş Tanrısı, hiyerarşinin en üstünde yer almaz. Güneş Tanrısı, en tepede olan Tanrıların Babası’yla insanlar arasında aracı bir rol üstlenir ve ayrıca yeryüzündeki iklimden de sorumludur.[49]

O, her gün yeniden karanlığın üstüne yürüyerek, insanlığı aydınlığa kavuşturur. Doğu mitolojilerinde Güneş sürekli bu özelliğiyle bilinir ve kutsanır.[50]

Hatta Güneş bazı Doğu toplumlarında, toplumsal eşitsizliği ortadan kaldırarak, barışı getiren bir semboldür de. Bu nedenle de o, zulme karşı mücadelenin simgesidir. Kavganın kendisi de “Aydınlığın karanlığa karşı savaşı” olarak ifade edilir. Ateş ise Güneş’in küçük bir prototipi olarak tanrılar hiyerarşisinde yerini alır.[51]

Doğu kültüründe güneş tanrısı yoksullarla ve ezilenlerle birlikte ifade edilir. Akkadların Güneş Tanrısı Şamaş, toplumsal düzenden ve adaletten sorumludur. Avesta’nın Mitra’sı da aynı anlamda, yani doğruluk, şeref sözü ve yalanın düşmanı olarak bilinir. Astrolojik kayıtlarda da güneş tanrısı kölelerin ve yarı kölelerin koruyucusu olarak ifade ediliyor. Çünkü Helios aynı zamandan özgürlük demektir.

Güneş Tanrısı Helios’un eşitlik ve adalet dağıttığına inanılırdı; aynı zamanda özgürlük demekti. Rodos heykeli diye bilinen heykel Güneş Tanrısı Helios’u betimler.

Ada şeklindeki ütopyalara gelince bu da Sümerlere ait özel bir buluştur ve Dicle ile Fırat nehirlerinin ortasında kalan verimli toprakların kastedildiği düşünülmektedir. Adanın şahsında cennet, yani kutsanmış insanlar ve mekan vurgulanmak istenir. Kutsal ada, azizleri bu kirlenmiş dünyadan ve günahkarlardan yalıtmıştır. Buraya varmak ancak Sümer ve Jambulos örneğinde de olduğu gibi özel bir sınavla olanaklıdır, ahlaki bir sınavla!

Bir başka ütopik eserse Euhemeros’un Kutsal Metinler’idir. Euhemeros’un ayırt edici özelliği onun, Demokritosçu geleneği devam ettirmesi ve ateist olmasıdır. Kutsal Metinler’in yazarına göre tanrılar insanları değil, fakat insanlar tanrıları yarattı. Ona göre tanrılar gerçek değil, fakat “büyük insanlar”dan esinlenilmiş mitolojik varlıklardır. Böylece MÖ 6. yüzyılda başlayan materyalizm ve idealizm tartışması da 4. yüz yılın sonlarında doruk noktasına ulaşmış oldu.[52]

Önerilen her eşitlikçi devlet modelinin mevcut toplumlarda maddi bir zemini olmakla birlikte gene de bunlar, hem Mısır hem de Mezopotamya uygarlıklarından esinlenerek yazılan eserlerdi.

ROMA’DA SINIF MÜCADELESİ VE ÜTOPYA

Roma’da sömürü düzeni

MÖ 2. yüzyılda Roma’da sömürü çarkı insafsız bir hal almıştı. Halk hem savaşa sürülüyor ve canından oluyor, hem de çeşitli hilelerle borçlandırılarak yarı köle durumuna sokuluyordu. Ekonomik zorbalık siyasi zorbalıkla at başı gidiyordu. Birkaç yüz yıllık mücadele içinde kazanılan siyasi haklar, kimi zaman Senato kararıyla yeniden gündeme geliyor ve böylece ezilenler de haklarına kısmen kavuşabiliyordu. Doğu’ya Batı’ya ve Kuzey Afrika’ya yönelik Roma seferleri başarı üstüne başarı sağlıyor, ancak halkın yoksullaşmasının önüne geçilemiyordu. Roma’nın askeri harekatlarının başarısı, ticaret erbabına da altın çağını yaşatıyordu. Savaş nedeniyle topraklarını işleyemeyen Romalılar üretimden kopmakla kalmıyor, aynı zamanda köle emeğine dayanan üretim ilişkileri içinde işlevsizleşerek yozlaşıyordu.[53] Halkın tepkisinden korkan aristokrat yöneticilerse gladyatör dövüşleri ve zafer törenleriyle halkı eğlence dünyasına boğuyordu. Üretim yerine ticaretin, köylü emeği yerine kölelerin seferber edilmesi faizciler ve rantçıları da palazlandırıyordu. Faizcinin pençesine düşen orta halli yurttaşlarsa önce topraklarını sonra da özgürlüklerini kaybediyorlardı.[54]

MÖ 2. yüzyılda Roma’da sömürü çarkı insafsız bir hal almıştı.

Sömürü ağının dayanılmaz bir hal alması üzerine Senato, yasalar çıkararak faizcileri cezalandırmak zorunda kalıyordu. Roma’da istediğini yapamayan aristokratlar ve emekli komutanlarsa faaliyetlerini Roma dışına, imparatorluğun fethedilmiş topraklarına kaydırarak halkın sırtından servet biriktirmeye devam ediyorlardı. Özellikle Roma’nın temel gıda maddesi olan tahıl üzerinde bin bir oyun dönüyordu. Bizzat sömürü çarkının başında bulunamayanlar ise işlerinin başına kölelerini geçirerek kendilerini arka planda tutuyorlardı.

Savaşta komutan olarak görev yapan aristokratlar, hem yurtdışında bulunmanın verdiği avantajı kullanarak hem de Roma’da üstlendikleri görevler üzerinden edindikleri saygınlığa yaslanarak muazzam servetlere sahip olmuş ve bu sayede devlet içinde devlet olmuşlardı.[55]

Roma’da yıkımın başlangıcı

Romalının en önemli özelliği yaşadıklarını ve gelecekte yaşayacaklarını, bir yanılsama şeklinde de olsa, “Atalarının görenekleriyle” açıklamasıdır. Bu nedenle de Romalı, içinde bulunduğu yüzyılın sefaletini “Ataların göreneklerinden” sapmış olmaya bağlamış ve böylece geçmişle gelecek arasında ideolojik bir köprü kurmuştu. Yoldan sapma olarak algılanan sömürü sistemi onarılamayınca da Romalı, kendine olan ideolojik güvenini kaybetmiş ve ardından da kolayca kendisine ait olmayan yabancı düşüncelerin etkisi altına girmişti.

Romalılar “göreneklere bağlılıklarını” Roma’nın bir ayrıcalığı olarak görür ve egemen ideolojisini de buna uygun mitolojik motiflerle açıklardı. Kendine olan güven yıkılmaya başlayınca bunu önce ahlaki-kültürel yozlaşma ve çözülüş ve ardından da toplumsal yıkım takip etti.[56]

Bunun ilk belirtileri MÖ ikinci yüzyılda görülmeye başlanmıştı. Askeri sorunlar, üretimin aksaması, sıklıkla baş gösteren köylü ayaklanmaları ve en önemlisi de yönetim içinde gittikçe sertleşen siyasi kavgalar, söz konusu toplumsal çözülmeyi açığa vurmaya başlamıştı.

Bu arada dünyanın fethine girişen Roma’nın, önce kuytu sokakları ve ardından da halka açık tapınak ve arenaları bir takım “yabancı unsurlarla” dolmaya başlamıştı. Sefalet içinde inleyen halkın dikkatini toplumsal sorunlara çare öneren kahinler, kör çıkmazlardan çıkış yolu gösteren büyücüler, öteki dünyanın tanrılarını yardıma çağıran mehdiler ve hokkabazlar çekmeye başlamıştı.

Kahinlik, falcılık ve büyücülük alabildiğine yaygınlaşmış ve bunun etkileri bir anda öyle bir genişlemişti ki söz konusu mistik çevreler, ezilenlerin kendilerini ifade ettikleri siyasi bir örgütlenmeye dönüşmüşlerdi.

Bu durumun ürkütücü bir boyuta varması üzerine Roma, MÖ 3. yüzyılın sonundan itibaren birkaç kez “Cato Yasakları” olarak bilinen uygulamalara başvurmak zorunda kalmıştı. Roma’nın egemenleri gittikçe tehlikeli bir hal alan söz konusu dini etkinlikleri yasaklarla bastırma yoluna gitmişti. Çünkü bu faaliyetler, artık küçük tarikatların ve gizli örgütlerin kendilerini ifade ettikleri bir ritüel olmaktan çıkmış, geniş çaplı bir “halk hareketine” dönüşmüştü.

“Cato Yasakları”yla Roma, Kaldealı (Babil merkezli tüm kahinler ve büyücüler bu kavram altında anılıyorlardı) kahinleri ve büyücüleri on gün içinde Roma’nın dışına çıkarmıştı. Kaldealılar, Ortadoğu’dan Roma’ya kadar geniş bir coğrafyada etkinlik gösteriyor ve etkileri de esrarengiz bir şekilde artıyordu.

Bunlar kimi zaman rüya tabircisi, kimi zaman büyücü, kimi zaman da kahindiler. Gruplar halinde dolaşır ve “gezgin vaazcılar” olarak bilinirlerdi. Öyle etkili olmuşlardı ki yüz yıl içinde İtalya’yı etkileri altına almışlardı. Kaldealıların etki alanı sadece köleler ve kent yoksullarıyla sınırlı kalsaydı bu durum iktidar açısından katlanılabilirdi. Fakat bu hareket, ürkütücü bir şekilde toplumda yayılıyor, toplumun diplerine itilenleri kucaklamakla kalmıyor, aynı zamanda yoksul köylüleri de saflarına çekiyordu.[57]

Daha sonraki yıllarda Sicilya’da baş gösterecek olan köle ayaklanmalarının en önemli liderlerinin Suriye’den gelmiş veya en azından Babil kökenli dinlerden etkilenmiş olması fenomenin boyutunu göstermesi bakımından ilginçtir.

Roma tarihinin özgün yıllıkları, Kaldealı kahinlerin etkilerinin Roma ordusu içine kadar işlediğini ve İspanya ayaklanmasını bastırmak için girişilen harekatın başarısızlığının buradan kaynaklandığını belirtiyorlar. İspanya seferinin komutanlarından Scipio Aemilianus MÖ 134 yılındaki açıklamasında “Numatia’da savaşan Roma askerlerinin arasında yıkıcı fikirlerin hızla yayıldığını ve ortalıkta moral bozan kahinlerin dolaştığını ve askerlerin de garip gizemli ritüellere iştirak ettiklerini” [58] rapor ediyordu.

Sicilya’daki büyük köle ayaklanmasının lideri Eunus’un önceleri hem efendisine hem de aristokrat konuklara düzenli olarak fal baktığı ve danışmanlık yaptığı kayıtlara geçmiştir.

Hatta MÖ 2. yüzyılın ortalarında Doğu kültürünün etkisi o kadar meşrulaşmıştı ki aristokrat kesim bile geleceklerine dair öngörülerde bulunmaları için Doğu kökenli kahinlere danışıyordu. Hatta her askeri seferden önce komutanların kahine başvurmaları ve kendilerini bekleyen akıbetin ne olacağını bilmek istemeleri bir gelenek haline gelmişti. Öyle ki Sicilya’da baş gösteren büyük köle ayaklanmasının lideri Eunus’un önceleri hem efendisine hem de aristokrat konuklara düzenli olarak fal baktığı ve onlara birçok konuda danışmanlık yaptığı kayıtlara geçmiştir.[59]

Toplumsal ayaklanmalara doğru

Roma İmparatorluğu’nda kölelik, sistemin vazgeçemeyeceği bir olguydu. Toplumsal sistemin çelişmeleri her gün daha fazla derinleşiyor ve artık siyasi bir çözümü zorunlu kılıyordu.

Roma’da kölelerin ve yarı özgür topraksız köylülerin nüfusu, siyasi açıdan özgür vatandaşların nüfusundan kat be kat fazlaydı. Artık kölelik, toplumsal ilişkileri geliştiren değil, fakat gerileten ve toplumu çürüten bir rol oynamaya başlamıştı.

Üretim esas olarak köleler tarafından yapılıyordu, ancak toplumsal sefalet gün geçtikçe tehlikeli bir boyut kazanıyordu. Toplumsal güvenlik, kritik bir noktaya doğru ilerliyordu.

Toplumda yüz senedir etkin olan “yıkıcı düşünceler” hızla yayılmış ve Roma’da yüz binleri etkisi altına almıştı. Halk artık aristokratlardan öç almanın tadına varmak istiyordu. Onların dikkatini dağıtmak için sahnelenen gladyatör dövüşleri ve zafer şölenleri de yeterince önemsenmez hale gelmişti. Önceleri fısıltı ve mırıltı şeklinde baş gösteren hoşnutsuzluklar, yerini daha cüretkar saldırılara bırakıyordu. Roma’da ayaklanmalar an meselesi haline gelmişti.[60]

Roma, Yunan topraklarına girerek oralarda yüzyıllarca süren bir sömürü ve yağma düzeni kurmuştu. Roma’ya akan vergilerin, altın ve gümüş madenlerinin büyük bir kısmı Anadolu’nun zengin topraklarından sağlanıyordu. Eski Makedon topraklarındaki kısmi ayaklanmalar, büyük cezalandırma tedbirleriyle bastırılabilmişti.

Bu kapsamda sadece Epir bölgesinde yetmişe yakın kent yerle bir edilmiş ve kayıtların aktardığına göre yüz elli bin Epiritli köle olarak satılmıştı. Bu ayaklanmaları fırsat bilen diğer bölge halkları da onları takip etmişti. Ancak bu ayaklanmaların tamamı Roma ordusunca acımasızca bastırılmıştı.

Fakat buna rağmen Roma’nın yeni bin yıldan önceki son yüz elli yılı tarihe, “Devrimler ve Ayaklanmalar” çağı olarak geçti.[61]

Roma aristokrasisi ayaklanmaları askeri açıdan bastırdı, fakat her ayaklanma ve savaş Roma egemenlerinin manevi otoritesinden bir parça koparıp aldı.

Kaos ve devrimci koşullar

Bir türlü ardı kesilmeyen fetih ve cezalandırma savaşları, hem halkın yoksullaşmasına neden olmuş, hem de savaşlarda çarpışırken hayatlarını kaybeden askerlerin arazi ve çiftlikleri işletilemez hale gelmişti. Savaşlar Roma’ya zenginlik akıtırken, günlük üretim faaliyetini de önemli ölçüde aksatmaya başlamıştı. Buna bir de açlık ve veba salgınları eklenince ekonomik ve toplumsal sorunlar, ülkeyi adeta patlamaya hazır bir barut fıçısına haline getirmişti. Aşağıdaki tablo Roma’nın içinde bulunduğu ürkütücü durumu göstermesi bakımından dikkat çekici:

MÖ 186- Doğu kökenli kahinlerin İtalya’dan atılması

MÖ 185- Apulien’de köle ayaklanması

MÖ 161- Yunan filozof ve hatiplerin İtalya’dan kovulması

MÖ 146- Kartaca’nın Roma tarafından yenilgiye uğratılması ve yerle bir edilmesi

MÖ 139- Doğu kökenli kahinlerin Roma dışına çıkarılması

MÖ 136- Sicilya’da ilk büyük köle ayaklanması

MÖ 132- Sicilya köle ayaklanmasının bastırılması

MÖ 133- Bergama’da Aristonikos ayaklanması

MÖ 133- Gracchus kardeşlerin ilk reform hareketi

MÖ 133- Gracchus kardeşlerden büyük olanı Tiberius’un taraftarlarıyla birlikte katledilmesi

MÖ 129- Bergama ayaklanmasının bastırılması ve Aristonikos’un esir alınması

MÖ 121- Gracchus kardeşlerin küçüğü olan Gaius’un reform hareketi

MÖ 121- Gaius Gracchus’un 3000 taraftarıyla katliama uğraması

MÖ 113- Roma’nın Germen kökenli Tötonlara yenilerek geri püskürtülmesi

MÖ 107- Gaius Marius’un askeri reformu

MÖ 104- Sicilya’da ikinci büyük köle ayaklanması

MÖ 101- Sicilya köle ayaklanmasının bastırılması

MÖ 100- Saturnius’un reform hareketini yeniden başlatması

MÖ 91-98 Müttefiklerin Roma’ya karşı ayaklanması

MÖ 87-82 Roma’nın İtalyan müttefiklerinin ayaklanması

MÖ 80-72 İspanyolların Roma’ya karşı ayaklanması

MÖ 73-71 Spartaküs isyanı

MÖ 63- Catilina komplosu

Ve tüm bunlardan sonra Roma’da çıkan büyük iktidar kavgasından Agustus MÖ 20’lerde galip çıkar. MÖ 19’da ise Agustus’un yaşam boyu kayser unvanı tescil edilir.

Bu ayaklanma ve savaşların büyük çoğunluğunu Roma aristokrasisi askeri açıdan kazandı, fakat her ayaklanma ve savaş, Roma egemenlerinin manevi otoritesinden bir parça koparıp aldı ve bunu eşitsizliğe karşı verilen mücadelenin ideolojik ve siyasi birikimine kattı.

Sınıf mücadelesinin tarihsel kökleri

Roma İmparatorluğu’na karşı verilen sınıf mücadelesinin son iki yüz yılı incelendiğinde görülmektedir ki devrimci akım, iki önemli toplumsal sınıfa dayanmaktadır: bunlardan biri az topraklı veya topraksız köylülerdir; diğeri ise köleler. Mücadelenin seyri içinde kimi zaman şehir proletaryasını oluşturan zanaatkarların da bazı hareketlere katılarak destek verdikleri görülmüştür.

Sınıf mücadelesinde köleler ve bunların ideolojik arka planını oluşturan “yabancı düşünceler” bazen olağanüstü bir rol oynamakla birlikte Romalı yurttaş, içinde yaşadığı dönemi “atalarının eski gelenekleriyle” açıklamayı ve siyasi girişimlerini de bununla gerekçelendirmeyi esas alırdı.

Roma tarihinin kayıtları “ataların gelenekleri” ve bu eksende yürütülen tartışmaların argümanlarıyla doludur. Roma İmparatorluğu da her imparatorluk gibi şanlı bir geçmiş üzerinde şekillenmişti. Siyasi tartışmaların odağında da bu “şanlı geçmiş”in değerlendirmesi bulunmaktaydı. Çoğu kez mücadele, “şanlı geçmiş”in belirlediği ideolojik savaşın kazanılması veya kaybedilmesiyle belirlenirdi.

Aslında Doğu’dan gelen eşitlikçi düşünceler Roma’nın kendi geçmişiyle hesaplaşması için bir fırsat yaratmıştı ve ideolojik açıdan mücadeleyi şiddetlendiriyordu. Savaşla ihtiyacını karşılayan Roma, bu süreçte tarıma dayalı üretimini de önemli oranda ihmal etmişti. Her ne kadar Roma, bu ihmalin faturasını ileriki süreçte ödemişse de Senato’da halkın sözcüleri olarak bulunan tribünler, bu sürece dikkat çekmiş ve Roma aristokratlarının atası olarak bilinen “Sansürcü Cato”ya ihanet edildiğini dillendirmişlerdi. Çünkü Cato, verimli bir köylü ve çiftlik sahibiydi. Cato’nun temsilcisi olduğu kuşaktan çok sayıda faziletli ve yetenekli asker yetişmişti.

Ayrıca aristokrat kökene sahip bu kuşak, askeri ve bürokratik görevlerin yanı sıra tarımsal üretimin geliştirilmesini ve verimli hale getirilmesini teşvik ediyor ve üretimin artırılması için de bizzat kolları sıvıyordu. Romalı köklü ailelerin soyadları da el emeğine dayanan üretim faaliyetindeki başarılarından gelirdi. Lentulus ismi iyi mercimek üretmekten, Fabius fasulye, Cicero bezelye, Porcius iyi domuz yetiştirmekten, Ovinius koyun, Caprilius keçi, Piso değirmen, Stolo fidan yetiştirmekten gelirdi.[62]

Roma devleti, pleblerle (halk-avam) patrislerin (aristokratlar) kıyasıya mücadelesi içinde şekillenmişti. Yasalar ve kurumlar, birbirinden farklı çıkarları olan bu iki toplumsal katmanın mutabakatının bir ifadesi olarak meydana getirilmişti. Plebler, uzun ve zorlu bir savaş sayesinde önemli kazanımlara kavuşmuşlardı ve bunları kaybetmek niyetinde değillerdi. Roma devleti, MÖ 509 yılında despotik kral Tarqunius’un alaşağı edilmesiyle Cumhuriyete geçmiş ve ardından da tarihi 300 yıllık bir sınıf mücadelesiyle belirlenmişti. Sınıf mücadelesinin temelinde ise hep aynı neden yatardı: Kamu arazilerinin nasıl paylaşılacağı.

Doğu mitolojisindeki Dionysos, Roma’da ezilen kitlelerin yeniden doğacakları “altın çağın” habercisidir.

Devletin ilk kuruluş yıllarında halk, anayasal güvenceler için mücadele etmek zorunda kalmış ve tribünlerin yarısının pleblerden seçilmesini sağlayarak, önemli kurumsal mevziler kazanmıştı. Hemen ertesinde de pleblerle patrisyenlerin evliliğini yasaklayan kanunların gevşetilmesi sağlanmıştı. Burada da başarılı olan tribünler (halkın senatodaki temsilcileri) “halkın evlatlarının Roma uğruna savaşa girdiğini ve gerekirse bu uğurda canını verdiğini, ancak kurtardığı veya fethettiği topraklardan eşit bir şekilde pay almadığını” ileri sürerek, adil olmayan toprak paylaşımını da gündeme getirmişti.

Halk eşitlik için verdiği mücadeleyle Roma’yı tam üç kez parçalanmanın eşiğine getirmişti ve her seferinde önemli başarılar kazanmıştı. İlki MÖ 376 yılında tribün Licinius Stolo, ikincisi MÖ 133 yılında tribün Tiberius Gracchus, üçüncüsü de MÖ 121 yılında küçük kardeş Gaius Gracchus tarafından. Her savaşın sonunda halk, aristokrat kesimin ele geçirdiği toprağın miktarına bir üst sınır koyarak, kalan toprakların köylülere eşit bir şekilde dağıtılmasını sağlamıştı.

Roma’da devrimci dönem

Roma’nın son yüz yıl içindeki savaş başarılarıyla, ülkeye büyük bir servet çapul, savaş tazminatı ve esirlerin “altına dönüştürülerek” köleleştirilmesi şeklinde akmaya başladı. Bununla birlikte içte üretim durmuş, ancak ticaret alabildiğine canlanmıştı. Bunun doğal sonucuysa zenginliğin geleneksel aristokrat kesimin dışındaki yeni bir kesime akmasıdır. Bir yanda zenginliklerine siyasi payanda arayan yeni bir girişimci kesim diğer yanda ise savaş sürecinde her şeyini kaybeden topraksız ve az topraklı köylüler, ortak bir noktada buluşarak aristokratların siyasi tekelini tartışmaya açtılar. Aristokratlar ise bu gelişmenin tehlikeli boyutunu görmüşler ve tüm çabalarını bu siyasi fırtınanın savuşturulmasına yoğunlaştırmışlardı.

Sıkışmış olan Roma üç alanda birden savaşmak zorunda kalmıştı:

1) Yönetim sorunu: Geçmişi üç yüz yıllık bir mücadeleye dayanan patris-pleb kavgası yeniden canlanmıştı. Senato’da aristokratlar ve tribünler karşı karşıya gelmişlerdi.

2) Roma ve müttefikler sorunu: Roma dört yüz yıllık geçmişinde önce İtalya’nın diğer kavimlerinin daha sonraysa Doğu-Batı ve Kuzey’de yendiği halklara boyun eğdirmiş ve onları vergiye-haraca bağlayarak müttefikleri ilan etmişti. Pax-Roma denen şey buydu.

3) Roma İmparatorluğu’nun toplumsal sorunları: Köleci üretim tarzından kaynaklanan çürüme belirtileri, köylülüğün yoksullaşması ve toprağından kovulması, ucuzlayan el emeği ve şehir proletaryasının sefaleti ve en sonunda da aristokratların ve yeni zenginlerin üretimden koparak yozlaşması.

Publius Ovidius Naso (MÖ 43 – MS 17), Romalı şair, genelde aşk ve mitolojik içerikli şiirler kaleme almıştır.

Yönetim sorununun hemen ele alınması ve adil bir çözüme kavuşturulmasının zorunluluğu, MÖ 233 ila 133 yılı arasındaki yüz yılda konsüllük yapanların kimler olduğu incelendiğinde (ortaya korkunç bir tablo çıkmaktaydı) görülebilir. Her yıl iki konsülün seçildiği düşünülürse ve seçilmiş olan 200 konsülün sadece 58 yönetici aileye mensup olması şaşırtıcı değil mi? Hele bir de söz konusu 200 konsülden 113’ü sadece 13 aileye mensupsa ve eğer bunların yarısı da, yani 62’si sadece 5 aileye mensupsa. Ayrıca MÖ 200 ila 146 yılları arasında konsüllük yapan 108 konsülün sadece 4’ü yeni isimlerden oluşuyorsa; yani üst üste konsüllük yapanların sayısı çok yüksekse. Bu duruma bir de Roma devlet yıllıklarının verdiği bilgilere göre, seçimlere rüşvet ve seçim hilelerinin karıştığını saptamış ve kayda geçirmişse![63]

Roma’da devrimci iklimin oluştuğunu gösteren iki önemli kayıt göze çarpıyor: Bunlardan birincisi daha önce de belirtildiği gibi “Cato Yasakları” olarak bilinen tedbirlerin daha sık uygulanmış olması, yani sözüm ona kahinlerin ve gezgin vaazcıların İtalya sınırları dışına çıkarılmaları. İkincisi ise geçmiş döneme ait eşitlikçi düşüncelerin yaygınlık kazanarak siyasi tartışmaların ana temasını oluşturması. Bu nedenle Roma, MÖ 186 yılında, “Bacchalin Skandalı” olarak da tarihe geçen bir yasağa imza atarak, “intestina coniuratio”, yani devlet güvenliği adı altında, Bacchalinleri[64] İtalya dışına sürmüştü.

Roma’da ideolojik savaş

Suriye ve Hellen tanrıları Bacchus, bir başka adla Dionysos’a tapınan Bacchalinler gizli bir tarikat şeklinde örgütlenerek Roma için tehlikeli bir hal almışlardı. Çünkü doğa, uygarlık ve üretkenlik tanrıları olarak bilinen Bacchus (Dionysos) sonbaharda ölür ama ilkbaharda, yani yeni yılla birlikte yeniden doğardı. Bunun bizde ve birçok Asya kavimleri arasında kutlanan Nevroz olduğu hemen anlaşılır. Roma’da biraz anlam değişikliğine uğrayan bu Tanrı, aynı zamanda “altın çağ” habercisi olarak da bilinirdi. Bacchus, yani Yunan kültüründeki Dionysos, tanrılar tanrısı Zeus’ün oğludur. Zeus önce kökeni Ortadoğu’da bulunan Semele’yi hamile bırakır ve ardından da onu şimşekle öldürür. Altı aylık hamile Semele’nin karnındaki fetüsü kurtaran Hermes (Posta ve Haberci Tanrı) onu Zeus’un bacağına yerleştirerek onun ikinci kez doğmasını, ama bu kez dokuz aylık olarak doğmasını sağlar. Bu nedenle de Dionysos’un iki kez doğduğu kabul edilir. İsminin karşılığı da “iki kez doğmuş”, yani “yeniden doğmuş”tur.[65] Bu nedenle Doğu mitolojisindeki Dionysos, Roma’da ezilen kitlelerin yeniden doğacakları “altın çağın” habercisidir.

Gene aynı şekilde Roma MÖ 161 yılında Yunan kökenli filozofları ve dolayısıyla eğitmen ve hatipleri, tehlikeli oldukları gerekçesiyle ülke dışına çıkarma kararı almıştı.

Aynı şekilde Roma Senatosu, MÖ 139 yılında Khaldealı olarak bilinen Doğu kökenli “hariolileri”, yani kahinleri, gezgin vaazcıları ve medyumları ülkeden kovma kararı almıştı.

Ne var ki sıkı yönetime ve sert tedbirlere rağmen düzinelerce kahin, dilenci kılığında gezgin vaazcı ve medyum, İtalya’yı bir baştan bir başa dolaşıyor ve yakın olan “altın çağı” haber veriyorlardı. Senato yasaklarının dikkat çekici noktasıysa söz konusu gezginlerin ve kahinlerin, artık “vilicusları” yani iş güç sahibi ve hatta çiftlik sahibi insanları da etkisi altına almış olmalarıdır.[66]

Tehlikeli durum öyle bir hal aldı ki Yunan ve Asya kökenli söylenceler ve kehanetler, sıradan yurttaşın da ötesinde saygın Romalıların evlerine de girmişti. Bu söylencelerle, kahramanlık destanları ve dini inançlarla birlikte Yunan felsefesi de, Mısır mitolojisi ve Fenike gelenekleriyle birlikte açıktan tartışılır hale gelmişti. Bunlara bir de son yıllarda Yunan kökenli eğitmen-köleler, bilimci-köleler ve filozof-köleler eklenince, siyasi-toplumsal “kargaşalığın” başlamasının an meselesi haline geldiği görülebilir. Bunun da ötesinde Roma’da, sahip oldukları birikim ve yetenek sayesinde Yunan kökenli bir köleye sahip olmak furyası baş göstermişti. Roma yabancı halkları köleleştirmişti, ama düşünsel açıdan onlara yenik düşüyordu.[67]

Romalı soyluların sık sık Yunan felsefesine atıfta bulunmaları, Platon’a, Epiküros’a, Phythagoras’a övgüler yağdırmaları olağan bir hal almıştı. Hatta birçok insan, Yunan diyarına veya daha da doğuya seyahat etmeyi görmüş geçirmiş olmanın bir belirtisi olarak görmeye başlamıştı. Romalı yazarlar, hatipler, tarihçiler ve siyaset adamları arasında yabancı söylence ve kahramanlık destanlarını kopya etmeye veya onların Romalı türünü yazmaya sık sık rastlanmaktaydı. Romalıların neredeyse her tanrısı ve söylencesi bir Yunan veya Fenike kopyasıydı.

Özgürlüğe ve eşitliğe son derece düşkün Romalı yazarlardan biri de aslen Adıyamanlı olan Lukianos’tur. Engels onun için “Antikçağ’ın Voltaire’i” demişti.

Roma’da eşitlik düşüncesinin kökeni

Roma’daki sınıf mücadelesinin keskinleşmesinin belirtilerini, ilk önce Romalı aydınların siyasi ve edebi metinlerinde görüyoruz. Her ne kadar bu eleştirilerin ideolojik kökleri Helen veya Ortadoğu halklarının kültürlerine kadar götürülebilse de Roma’da da özgün köklere sahiptir.

Romalı şair Ovidius[68], Yunan kökenli Hesiodos gibi içinde yaşadığı dönemi eleştiren özgün şiirinde “altın çağ”dan övgüyle söz etmektedir. Ovidius da insanlık tarihinin ana duraklarını madenlere göre sınıflandırır. Kahramanlık çağının simgesi olan Altın Çağ’da insanlık henüz masum ve temizdir; eşitlik ve kardeşlik ülküsü hüküm sürer. Demir çağındaysa insanlık uygarlaşmıştır, ama aynı zamanda yozlaşarak erdemlerinden kopmuştur. Demir çağı, bir bakıma tarımda yoğunlaşma ve kent kültürüne geçişin simgesidir.

“…Soyumuz ilk başta altın cevherinden yaratıldığı için
Yasaları koruma altına almayı kimse düşünmedi.
Herkes makuldü, ne adalet ne de sadakati,
Yasayla korumaya gerek vardı.
Koyun ne çalınmaktan ne de korkudan mustaripti,
Ne cevher lekeliydi, ne de yığınlar vardı
Hakimin karşısında yalvaran.
Kimsenin yargıç tarafından korunmaya ihtiyacı yoktu,
Miğfer yoktu, kılıç da yoktu;
Savaş gereçleri olmadan halklar güven içindeydi.
Tarlayı karasabanla işlemeden,
Ürün verirdi cömert toprak, doluydu başaklar.
Şelaleden süt akardı, çağlayanlardan meyve özü,
Meşe ağacının tepesinden altın renginde sarı bal damlardı.
Ardından da Jüpiter devraldı yönetimi ve başladı,
Gümüş çağ.”

Şair Catullus[69] ise yeryüzünden onur ve şerefin kaybolduğunu vurgular ve adaletin yok olup gitmesine ağıtlar yakar.

“İnsanlar alçaldıkça,
Ve canileştikçe;
İhtiras ve mülke düşkünlük, adaleti
Ve erdemi kovdukça,
Yüzlerini çevirdiler bizden ebedi tanrılar.”

Vergilius[70] ise Georgica adlı eserinde insanlığın henüz mutlu olduğu ve yaşam coşkusu taşıdığı çağda, toprağın paylaşılarak özel mülk haline getirilmesinin bir suç olduğunu belirtir.

“Jüpiter’in hüküm sürmesiyle birlikte toprağı işlemek
ve hasadı kaldırmak zorunda kaldı köylüler.
Önceleri suç sayılırdı
araziyi işaretlemek ve onu sınırlara bölmek.
Ortakçılık esastı bir zamanlar,
toprak da hasadı gönülden verirdi. Kimse de
kendisine özel bir hak istemezdi.
… Duyulmazdı bir zamanlar hücum borusu,
ve savaş gürültüsü;
Kılıç olmazdı demircinin örsüyle çekici arasında.”
Şair Tibullus[71] ise sefaleti daha içten dile getirir:
“Ah! Nasıl yaşanırdı bir zamanlar Satürn döneminde,
yeryüzünün uzak coğrafyasını keşfe çıkarken.
Gemiler yabancı yerlere kazanç için yol almazdı,
Kadırgalar servet taşımazdı başkalarına ait olan.
… Evlerin kapıları olmazdı,
Yoktu toprağın sınırlanmış çitleri.
Meşe ağacı bal verirdi kendiliğinden,
Koyunlar dolu memelerinde süt sunardı.
Kavga olmazdı, öfke olmazdı, savaş olmazdı,
Zalim sanatı yoktu kılıcın,
Demircinin örs ve çekiciyle varlık kazanan.”
Ünlü Romalı şair Horatius[72] ise ağıtıyla birlikte yol da gösterir.
“Ve Romalı başka bir çıkar yol görmüyor,
Açılıp denizlere ‘arınmışların adasını’[73] aramaktan başka;
Ve gidip yerleşmeli oraya.
Haydi çıkalım yola, ‘arınmışların mekanı’
Zengin ve her yıl kendiliğinden ürün veren
Toprakları olan ve denizlerin sardığı adaya.
… Bol bol zeytin yağı, kara kara incirleri olan,
Yarıklarından bal damlayan meşeleri olan,
Soğuk soğuk kaynak suları olan ve
Keçileri kendiliğinden sağılmaya gelen.
Orada ayılar homurdanarak ürkütmezler,
Sürüleri ve ağılları.
Yoktur orada veba veya salgın hastalık,
Sürüleri kırıp geçiren.”

Roma yazınında ütopyalar

Roma toplumunun içinde bulunduğu sefaleti dile getiren “altın çağ” tasvirinin yanı sıra başka ütopik metinlerde eşitlikçi toplumlardan söz eden bilgiler ediniyoruz. Sicilyalı Diodorus olarak da bilinen Diodorus Siculus, Yunanların birkaç yüz yıl öncesinden başlayarak, İtalya’nın güneyinde ve Sicilya’da koloniler inşa ettiklerini ve bunların birçoğunun eşitlikçi toplumlar olduklarından söz etmektedir. Diodorus eserinde, özellikle Sicilya yakınlarındaki Lipara adasından söz eder. Datça’dan ve Rodos’tan göçen Yunanlar, Lipara adalarına yerleşmişler, oradaki yerli halkla kaynaşarak kentler kurmuşlar; korsanların saldırılarını profesyonel ordular kurarak birlikte göğüslemişler ve sonra da toprakların ortak mülkiyetini esas alan bir yönetim geliştirmişler. Aynı düzeni çevre adalarda da gerçekleştirmişler. İlerleyen süreçte Lipara adasını kendi aralarına bölüşmüşler ama diğer adaların topraklarını her yirmi yılda bir çekiliş usulüyle eşitlikçi bir şekilde işleyip yaşamlarını devam ettirmişler. [74]

Öte dünyada eşitlik

Özgürlüğe ve eşitliğe son derece düşkün Romalı yazarlardan biri de aslen Adıyamanlı olan Lukianos’tur. Yazar, eşitlikçi düşünceleri dile getirmek için özgün bir dil ve kurgu kullanır. O eşitler dünyasını öbür dünyada gerçekleştirerek adaletsizlikle ve zalimlikle elde edilmiş zenginlikle, mal-mülk hırsıyla alay eder. Tarihin önemli şahsiyetlerini öbür dünyada konuşturarak, uyarıcı bir etkide bulunur.

Lukianos’un Kronos’a Mektuplar’ı ya da Öbür Dünyada Konuşmalar’ı hem dil açısından basittir hem de içerik açısından zengindir. Engels’in ifadesiyle Lukianos, “Antikçağ’ın Voltaire’i”dir. Eşitsizliği kıyasıya eleştiren Lukianos, yoksullar adına tanrıya bir mektup kaleme alır. Ona Altınçağ’ın adaletini hatırlatır ve insanların içinde bulundukları sefaletin nedenini sorar. Lukianos’un bazı cümleleri, sanki Rousseau’nun fikirleridir ya da Komünist Manifesto’ya birebir geçmiştir. “Çoğumuz ekmeğimizi taştan çıkarmak zorundayız ama genel olarak bakıldığında açlık ve sefalet içinde kıvranıyoruz. Bir tarafta kimileri, hiçbir şey yapmadan rahat döşeğin üzerine uzanmış ve lezzetli yemeğini bekliyor ve iltifatlar içinde gününü gün ediyor; bizler ise bir gün sonra ne yiyeceğini bilmeyen ve bir parça ekmek, çavdar ve soğan bulabilmek için durmadan didinen insanlarız.”

Andreas Zielenkiewicz’in “Babil Kulesi”.

Lukianos Öbür Dünyada Konuşmalar’ında alışılmışın ötesinde bir yönteme başvurur ve eşitliği cennette değil, cehennemde inşa eder. Bunu da sinizm filozofunun, yani Menippus’un ağzından yapar.

Eserinde zenginleri, güçlüleri, dalkavuk filozofları ve güzellik budalalarını kıyasıya yerer ve onların şahsında adaletsiz düzeni eleştirir. Nitekim onların cehennemde çok çekecekleri vardır. Yoksullarınsa kaybedecek hiçbir şeyleri yoktur ve bu nedenle mutludurlar. Zaman zaman diyaloga Diyojen ve Pluton da katılarak komedyaya renk katarlar.

 

Dipnotlar

[1] Campbell, J., Batı Mitolojisi, İmge Yay., İstanbul, 1995; Geschichte des Sozialismus Bd.1, Ulstein Verlag, Frankfurt, 1974; Griechische Sagen. Artemis Verlag, Zürich, 1963; Afanesyew, Alexander, Russische Volksmaerchen, Insel Verlag, Frankfurt, 1990; Chinesische Sagen und Geschichten, Reklam Verlag, Leipzig, 1991; Fürstauer, J., Sittengeschichte des Alten Orients, Rowohlt Verlag, Hamburg 1969.

[2] Günther, Rigorbert, Der Klassencharakter der sozialen Utopie im 2. und 1. Jh. V.u. Z, im Sozialökonomische Venhaeltnisse im Alten Orient und im klassischen Altertum, Akademi V., Berlin, 1961, s.95-105.

[3] Toplumların sınıflara bölünmesinden bu yana insanoğlu kendisini hem dış saldırılara hem de sınıf çatışmasından kaynaklanan iç saldırılara karşı korumayı bilmiştir. Uygarlık tarihinin ilk yazılı metinlerini kaleme almış olan Sümerlerden bu yana söz konusu sınıf mücadelesinin izlerini ve bunun bir ifadesi olan devrimci ayaklanmaları varlığını ve gene bunların yazılı bir ifadesi olan ütopik metinleri saptayabiliyoruz. Sümer döneminde MÖ 2350 yıllarında Lagaş’ta Urukagina önderliğinde başlatılan devrim ve 10 yıllık reform dönemi, Mısır’da MÖ 1750 yılında baş gösteren köylü ve köle ayaklanması, Müsavilerin MÖ 1. binyılda Mısır hükümdarlarının baskı ve sömürüsüne karşı verdikleri kurtuluş mücadelesi, MÖ 600-100 yıllar arasında Batı Anadolu ve Antik Yunan’da ortaya çıkan ayaklanma, direniş ve ütopik eserler bunların bazılarıdır.

[4] Neusüss, Arnhelm (Hrsg), Utopie, Begriff und Phaenomen des Utopischen, Campus Verlag, Frankfurt, 1986, s.4.

[5] Saboul, Albert, Geschichte des Sozialismus, Bd. I, s.135; Günther/Müller, s.192.

[6] Yazılı tarihin ilk metinleri ki bunların başında Sümer metinleri gelir, bu türden uyarı ve ağıtlarla doludur. Özellikle Hint Verdaları, Kadim Çin ve Antikçağ metinleri için bkz. Sadık Usta (Haz.), Dünyayı Değiştiren Düşünürler, Cilt 1, Yordam Kitap, İstanbul, 2013; aynı şekilde İlkçağ Ütopyaları, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2015.

[7] Likurgos Spartası ticaretin yanı sıra altın ve madeni para bulundurmayı da yasaklıyordu. Hatta kullanıma sokulmasın diye en ufak para öylesine ağırdı ki taşınması neredeyse imkansızdı. Bkz. İlkçağ Ütopyaları, Sparta ile ilgili bölüm.

[8] Bkz. Usta, Antikçağ Ütopyaları, s.35 vd.

[9] Druman W. August, Die Arbeiter und Communisten in Griechenland und Rom. Königsberg, 1860, s.119 vd.

[10] Druman, Die Arbeiter und Communisten, s.121.

[11] Kautsky, Karl, Vorlaeufer des neuen Sozialismus, Band I, Dietz Verlag, Berlin, 1947, s.20.

[12] Druman, Die Arbeiter und Communisten, s.41.

[13] Usta, İlkçağ Ütopyaları, s.139 vd.

[14] Spiegel, Joachim, Soziale und Weltanschauliche Reformbewegung im alten Aegypten, F.H. Kerle Verlag, Heidelberg, 1950.

[15] Kramer, S. Noah, Sümerler -Tarihleri, Kültürleri ve Karakterleri, Çev. Özcan Buze, Kabalcı Kitabevi, Istanbul, 202; Uhlig, Helmut, Die Sumerer -Ein Volk am Anfang der Geschichte, Gondrom Verlag, Bindlach, 1989.

[16] Bir Çin klasiği olan Li Gi (Gelenek, Erdem ve Görenekler Kitabı)’de şöyle denir: “Henüz büyük uyum hüküm sürerken, bütün Dünya herkesin ortak malıydı. İnsanlar içlerinden en iyilerini ve en yeteneklilerini liderleri olarak seçerdi; doğruluğa önem verilir barış ve uyum gözetilirdi. Bu nedenle de insanlar sadece ebeveynlerini ve çocuklarını değil, herkesi severler ve sayarlardı. Yaşlılar huzur içinde sonlarını beklerler; güçlü olan erkeklerse iş güç sahibiydi; dullar, çocukları olmayanlar, yetimler ve hastalarınsa bakımı yapılırdı. Erkekler saygınlıklarına sahipti kadınlarsa ocaklarının başındaydı. Hiç kimse mal mülkü boş yere heder etmezdi; ama kimse de onların peşinden ne pahasına olursa olsun koşmaz ve istiflemezdi. İnsanlar yetenekleri ve güçleri olduğu halde aylak aylak oturmazlardı, ama çalışırken de kendi çıkarını düşünerek çalışmazdı. Her türden hile ve hurda bir son bulmuştu; çünkü kimsenin buna ihtiyacı yoktu. Hırsız ve yankesiciler, cani ve katiller de yoktu. Gerçi insanların bir dış kapısı bulunurdu, ama hiç kimse onları kapatmazdı. İşte o zaman büyük uyum hüküm sürerdi.”, Bkz, Li-Gi Das Buch der Riten, Sitten und Braeuche, Çev. Richard Wilhelm, 3. Baskı, Eugen Diederichs Verlag, München, 1997, s.56-57.

[17] Hint ve Çin kaynakları için bkz., S. Usta (Haz.), Dünyayı Değiştiren Düşünürler, Cilt 1.

[18] Bernal, Kara Atena, Çev. Özcan Buze, Kaynak Yay., İstanbul, 1998, s.39; Ayrıca Etiyopya’nın ilkçağ dönemindeki etkisi için bkz. Sadık Usta, “Teorik Çerçeve” bölümü, Türk Ütopyaları-Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Ütopya ve Devrim, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2014.

[19] Bernal, Kara Atena, s.41.

[20] Alexander Demandt, “aithiopen” teriminin Homer’in destanlarında, Herodot’un ve Strabon’nun tarih ve coğrafya kitaplarında yer aldığını belirtir ve bunun “burada olmayan daha iyi ve güzel insanların diyarı” anlamına geldiğini aktarır. Bkz. Demandt, Alexander, Der Idealstaat -die politischen Theorien der Antike, Köln, 1993, s.175 vd.; ayrıca bu konuda Marek Winiarczyk de ilginç bulgular saptamıştır. M. Winiarczyk, “Sunuş”, Die Hellenistischen Utopien, Berlin, 2011.

[21] Flaum, Eric-Pandy, David, Enzyklopaedie der Mythologie, Essen, Athenaion Verlag, Essen, 1995.

[22] Herodot, Historien, Kröner Ver., Stuttgart, 1971, s.105

[23] Winiarczyk, M., Die Hellenistischen Utopien, aynı yerde.

[24] Homeros, Ilias I, Volksverlag, Weimar, 1963, s.423 vd.

[25] Bibby, Geoffrey, Dilmun, Die Entdeckung der aeltesten Hochkultur, Rowohlt Verlag, Dortmund, 1973.

[26] Phillips, E., Visionen und Utopie, Eco Ver., Köln 1999, s.18.

[27] Uhlig, Die Sumerer, s.37-39.

[28] Kramer, Tarih Sümer’de Başlar, s.133-134.

[29] Völker, Herrscher und Propheten, Das Beste Ver., Zürich-Suttgart, 1979, s.214 vd.

[30] Walter, G., Les Origines du Communisme -Judaiques, Chetiennes, Grecques, Latines– Paris 1931, Akt. Oğuz, Burhan, Türk Halk Düşüncesi ve Hareketlerinin İdeolojik Kökenleri, Simurg Yay., İstanbul, 1997, s.79-80.

[31] Kitabı Mukaddes, İşaya 11/1-10.

[32] Kitabı Mukaddes, İşaya, 13/2-4.

[33] Kitabı Mukaddes, I Samuel XXII/2.

[34] Kitabı Mukaddes, Amos V/7.

[35] Kitabı Mukaddes, Amos V/19-20.

[36] Kitabı Mukaddes, Amos VIII/4-6.

[37] Kitabı Mukaddes, Yakup V/1-6.

[38] Druman, Die Arbeiter und Communisten, s.141.

[39] Heredot, Historien, s.290-291.

[40] Droz, Jacques, Geschichte des Sozialismus Bd.1, Ullstein Verlag, Frankfurt, 1974, s.13.

[41] MÖ 630 yıllarında aristokrat bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Solon, 594 yılında zenginlerle yoksul köylüler arasında baş gösteren iç savaş koşullarında “Solon Yasaları”nı çıkararak sınıfları uzlaştırmaya çalışmıştır. Hayatının sonuna doğru Solon, ne yazık ki çıkardığı yasalarla hiç kimseye yaranamadığından şikayet eder.

[42] Solon, “An das Volk von Athen”, Lesebuch der Antike, Das klassische Griechenland von Homer bis Aristoteles, Bd.1, (Hrsg) Ludwig Voit, Bertelsmann Verlag, Gütersloh, s.91.

[43] Rigobert, Günther- Müller, Reiner, Das Goldene Zeitalter, Kohlhammer V., Leipzig, 1988, s.20.

[44] Bkz. Sadık Usta, “Şunuş”, İlkçağ Ütopyaları.

[45] Usta, Age, s.199 vd.

[46] Aristoteles, Politika, Çev. Mete Tunçay, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1993, s.45 vd.

[47] Platon, Devlet, Çev. Işık Soner, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2006.

[48] Schafarewitsch, I., Der Todestrieb in der Geschichte, Ulstein Ver., Berlin, 1980, s.30 vd.

[49] Weltgeschichte, Bd.1, s.624 vd.

[50] Spuler, B., Religion, Bd.8, Leiden/Köln, 1961, s.339 vd.

[51] Bu kültü hem Orta Asya’nın şamanizminde, hem Zerdüşt adetlerinde hem de Uzakdoğu Asya geleneklerinde görmek mümkün. Örneğin Japon kralı aynı zamanda ‘güneşin oğlu’ olarak anılıyor.

[52] Geschichte der Philosophie, Bd. I, VEB Ver., Berlin, 1960, s.100.

[53] Mischulin, A.W., Geschichte des Altertums, Volk und Wissen Verlag, Leipzig, 1958, s.168 vd.

[54] Mischulin, Age, s.164 vd.

[55] Druman, Die Arbeiter und Communisten s.288-92.

[56] Druman, Die Arbeiter und Communisten, s.145-146.

[57] Weltgeschichte, Bd.1, s.624 vd.

[58] Rigobert, Günther-Müller, Reiner, Das Goldene Zeitalter, s.138.

[59] Diodorus, Buch XXXV, 2,5.

[60] Rigobert, Günther-Müller, Reiner, Das Goldene Zeitalter, s.156 vd.

[61] Christ, Carl, Krise und Untergang der Röm. Republik, WBG, Darmstadt, 1979, s.117 vd.

[62] Druman, Die Arbeiter und Communisten s.148/149.

[63] Bengston, Hermann, Römische Geschichte, C.H. Beck Verlag, München, 2001, s.132-134.

[64] Şarap Tanrısı Dionysos Romalılar tarafından ikinci bir isimle, Bacchus olarak anılırdı. Şarap Tanrısı olan Bacchus, şarabın, kültürün, uygarlığın, ama aynı zamanda eğlencenin, mutluluğun ve deliliğin de simgesiydi.

[65] Flaum, Eric-Pandy, David, Enzyklopaedie der Mythologie, s.62.

[66] Rigobert, Günther-Müller, Reiner, Das Goldene Zeitalter, s.102.

[67] Druman, Die Arbeiter und Communisten, s.227-229.

[68] Publius Ovidius Naso (MÖ 43- MS 17), bugünkü Köstence’de doğan Romalı şair, genelde aşk ve mitolojik içerikli şiirler kaleme almıştır. Ovidius’un “Metamorfoz” (Dönüşüm) şiiri ünlüdür. Şiirleri Ortaçağ’dan itibaren Avrupa’nın kültürel hayatını oldukça etkilemiştir.

[69] Hakkında çok fazla bilinmeyen Catullus ise MÖ 84-54 yılları arasında yaşamıştır.

[70] Publius Vergilius Maro (MÖ 70-19) Roma İmparatorluğu’nun destanı olarak kabul edilen Aeneis destanının yazadır.

[71] Kayzer Agustus döneminde (MÖ 55-18) yaşamış Romalı şair.

[72] MÖ. 65-8 yılları arasında yaşamış Romalı şair.

[73] Tanrıların diyarı olarak betimlenen arınmışlar adası (eski Yunancada Elysion=arınmış), Yunanlılardan sonra Romalıların da ütopyası haline gelmiştir.

[74] Diodorus Siculus, Griechische Weltgeschichte, Buch I-X, 2. Teil, Anton Hirsemann Verlag, Stuttgart, 1993, s.440.

Önceki İçerikBayide satılabilen matematik dergisi: Matematik Dünyası
Sonraki İçerikAKP’nin sosyal yardım politikalarına Marksist bir yaklaşım